Haber 365
Haberlere Hızlı Erişin Son Dakika Haberleri ve Gelişmeleri Anında, Herkesten Önce Öğrenmek İçin;
Takip Et
Dijital Media
Erdal Şimşek
24.01.2023 Tuesday 12:39

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, devlete karşı kurulmuş en karanlık ve en tehlikeli tuzak olan, uluslararası casusluk, ihanet şebekesi ve terör örgütü olan FETÖ terör örgütünün kurguladığı “MİT tırları Kumpası”nın üzerinden tam 9 yıl geçti.

Hatırlarsanız Türkiye’yi “teröre yardım eden ülke” olarak göstermek ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı Avrupa Adalet Divanı’nda yargılatabilmek için 9 yıl önce bu kirli kumpası kuran Fetullahçı casusluk, terör ve ihanet örgütü (FETÖ), Bayırbucak Türkmenlerine yardım malzemeleri götüren MİT tırlarını durdurarak uluslararası kamuoyuna bu insani yardımın silah olduğunu duyurmuştu.

Bu olay, 15 Temmuz 2016 FETÖ-GLADIO-CIA’nın ortaklaşa gerçekleştirmeye çalıştığı darbe teşebbüsünden daha ağır bir teşebbüstü. Ne var ki, mevcut idare ve yargı sistemi, ne bu dava ne de FETÖ terör örgütü ile mücadele konusunda gerekli hassasiyeti göstermediği için, MİT Tırları kumpası gerçekleştirenlerin bir kısmı küçük cezalarla salıverildiler.

Bu kirli iftirayı medya üzerinden dünyaya ve Türk kamuoyuna yayıp algı oluşturmaya çalışan siyasiler ve gazetecilere neredeyse hiç dokunulmadı. Yabancı istihbarat servislerine casusluk yapan Fetullahçı gazeteciler ve onların siyasetteki ayağı hala elini kolunu sallayarak dolaşıyorlar.

Gazeteci kisveli FETÖ’cü teröristlerle ilgili savcılıklarca soruşturmalar açıldı ama hepsi firar ettikten sonra bu soruşturmalar açılmıştı. Diğer yandan siyasiler hala el üstünde ve dokunulmazlık zırhıyla dolaşıyorlar. Başta ana muhalefet partisi olan CHP olmak üzere neredeyse Meclis’te bulunan bütün partilerde varlıklarını sürdürüyor bu kripto FETÖ’cüler ve onların işbirlikçileri.

MİT Tırları Kumpası’nın fitilini ateşleyen Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili bu güne kadar ilgili savcılık makamının bir soruşturma açmaması da ayrıca manidar bir durum arz ediyor.

Kumpasçı teröristleri cezaevinde ziyaret edip onlardan aldığı mesajları virgülüne kadar örgüte taşıdığı belirlenen CHP’li Özgür Özel ile ilgili de hiçbir soruşturma açılmaması kelimenin tam anlamı ile bir rezalettir. Devlet erkini elinde tutan mekanizmalar ve Türk milleti, yani bizim adımıza yargı yetkisini elinde toplayanlar, bu terör örgütünün siyasi kanadı üzerine gitmemesi, üzerinde ciddi anlamda düşünülmesi gereken bir konudur. Ve bundan dolayı Türk adaleti kamuoyu nezdinde büyük bir şüphe ile karşı karşıya bulunmaktadır.

Peki, bu siyasiler Türk devletine ve milletine kurulan bu kirli tezgâhta nasıl rol almışlardı onu kısaca özetleyelim:

MİT tırları kumpasından bir süre sonra CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nun 17 Mayıs 2015’te, FETÖ terör örgütünün yazılı propaganda araçlarından olan Zaman gazetesine gerçekleştirdiği ziyarette gizli.

Kemal Kılıçdaroğlu, 3 gün sonra 20 Mayıs 2015’te Hürriyet gazetesini de ziyaret etmiş ve orada şunları söylemişti:

‘MİT TIR'ları görüntülerini seyrettim ve bunların gizlenecek bir yanı yok. Tırlar insani yardım değil, silah dolu.’

Ve bir süre sonra Kılıçdaroğlu’nun iddia ettiği görüntüler, Cumhuriyet gazetesi tarafından bütün dünyaya servis edildi. O dönem, Cumhuriyet’in başında bulunan Can Dündar’ın duble ajan ve Alman istihbarat servisi BND ile FETÖ’nün de patronu olan Amerikan istihbarat servisi CIA’nın elemanı olduğu ortaya çıkmıştı.

O süreçte bütün bu iddialar ve iddiaları destekleyen görüntülerle belgeler, çarşaf çarşaf ortaya çıkmasına rağmen Savcılık makamı siyasiler hakkında hiçbir işlemde bulunmadılar.

Medya’da yer alan bu görüntü ve belgelerin haricinde de CHP genel Sekreteri Mehmet Sevigen, Türkiye’ye karşı kurulan bu pis tezgâhı hazmedememiş ve her şeyi kamuoyu ile paylaşmıştı.

Bir televizyon kanalında konuşan Sevigen, kurulan tezgâhı ve tezgâhtaki Kılıçdaroğlu’nun rolünü anlatmıştı:

CHP'nin eski Genel Sekreteri ve eski Devlet Bakanı Mehmet Sevigen, katıldığı televizyon programında, FETÖ'cülerin Türkiye'yi hedef aldığı MİT TIR'ları olayında, kumpasın belgelerinin Enis Berberoğlu tarafından gazeteci Can Dündar'a servis edildiğini, Dündar'ın da Cumhuriyet gazetesinde haber yaptığını söyledi. Sevigen, "(Adana'daki MİT TIR'ları belgelerini) Enis Berberoğlu'na kim verdi? Kemal Bey götürdü o belgeyi verdi..." demişti.

Sevigen, Berberoğlu'nun tutuklanması sonrası Ankara'dan İstanbul'a başlattığı adalet yürüyüşüne ilişkin ise "Kemal Bey, o yürüyüşü Enis Berberoğlu hapishanede konuşmasın diye yaptı." ifadelerini kullanmıştı.

Ve üzerinden onca yıl geçmesine rağmen Cumhuriyet savcıları kılını kıpırdatmamış ne Sevigen’i ifadeye çağırmış, ne de TBMM’ye müzekkere yollayarak Kılıçdaroğlu’nun ifadesini alma talebinde bulunmamıştı.

Sadece Kılıçdaroğulu’nu görmezden gelmişti savcılık makamı?

Elbette ki hayır.

FETÖ’nün parlattığı ve aparat olarak kullandığı belgeleriyle ortaya çıkan, MİT Tırları sanıklarının mesajlarını örgütün medya kanadına taşıdığı öne sürülen Özgür Özel isimli milletvekilini de ifadeye çağırmadı Savcılık makamı.

Türk devleti ve milletine kurulan bu kirli ve yıkıcı tezgâhın iki ana ve önemli siyasi unsuru ile ilgili bu güne kadar kılını kıpırdatmayan Savcılık makamı, Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında Kemal Kılıçdaroğlu’na dokunmaya cesaret edebilecek mi?

Cumhuriyet Savcısı Mehmet Demir gibi bir cesur savcı ortaya çıkacak mı merakla bekliyorum.

Çünkü Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olması halinde, bugünkü siyasi manzarayı göz önünde bulundurduğumuzda Kılıçdaroğlu’nun kazanma ihtimali, Katır’ın hamile kalma ihtimalinden daha zayıftır.

Takipçisi olacağız…

20.01.2023 09:39

Ukrayna-Rusya savaşı ile İsrail’deki ırkçı faşist hükûmet gündemimizin neredeyse tamamını işgal ederken, tehlikenin büyüğünü atlıyoruz sanki.

Rusya’nın Ukrayna savaşını yayma girişimleri sonuçsuz kaldı. Batı ise ne bitmiş bir rusya ne da ayakları üzerinde duran bir Rusya istemediği için orta ölçekli ve yoğun çatışmalı bir savaş stratejisi izliyor. Batı cephesi, bu savaşı Rusya’yı yıpratıp güçsüzleştirmenin hesaplarını yapmış ve uyguluyor. Tabi burada kurban olan her ikisi de Slav olan Rus ve Ukrayna gençleridir.

Savaş başladığında, bir çok yorumlarımızda bunun “en azı bir buçuk yıl süreceğini belirtmiştik. Bunu da bir tahmin değil, mesleki birikim ve gözlemlerimize dayanarak belirtmiştik. Çünkü pandemiden çıkmış Batı ekonomisi uzun süreli bir savaşı kaldıramaz. Ha keza Rus ekonomisi de buna müsait değil. Zaten şu anda bile Rusya cephelerde dökülüyor. Ukraynayı işgale başladığında açıkladığı hiçbir hedefine ulaşamadığı gibi, daha önce işgal etti iki yerde de çok zor tutunabiliyor.

Ayrıca, Rus kara gücünün kâğıttan kaplan olduğu, Askeri lojistiğinin çok kötü olduğu ortaya çıktı. Bütün koca Rus ordusu, cephede mühimmat sorunu yaşıyor. Rusların tek üstünlüğü balistik füze konusudur. E, bütün dünyada askeri kuraldır: “Piyadenin süngüsünün girmediği yer alınmamıştır.”

Dünyanın en büyük ikici ordusu daha 15 yıllık bir geçmişe sahip olan Ukrayna ordusunun karşısında tutunmaya çalışıyor.

Özetle bu savaş artık rutinleşen orta ölçekli çatışma/savaş haline bürünmüştür. Doğrusunu isterseniz bu savaştan bir nükleer tehdit şimdilik göremiyorum.

Asıl nükleer tehlike Asya Pasifik hattında bulunuyor.

Çin Hindisan arasındaki gerilim adım adım seviye yükseltiyor. Ve her iki ülke de nükleer güç sahibi.

Japonya, Çin’e karşı tehdit olmaya başlıyor.

Kuzey Kore’nin nükleer ve balistik füze denemeleri Güney Kore için büyük bir tehdit unsuru haline dönüşmüş durumda. Güney Kore başbakanı önceki gün yaptığı açıklamada kendilerinin de nükleer silah üreteceklerini belirtti.

Diğer yandan Japonya, asker sayısını 1 milyona çıkarmayı ve yüksek kalibreli füze ve silah stoğuna başladı.

Aynı günlerde Japonya Milli Savunma Bakanı ve Dışişleri Bakanı, soluğu ABD7de aldılar. Ve ikisi de kendi mevkidaşları ile 4’lü toplantılar yapıp muhtelif konularda anlaştır. Bu anlaşmada geçen bir madde, oldukça dikkat çekici. Bu 2 ülke “Amerikan-Japon Uzay Savunma İttifakı anlaşması imzaladı.

Dünyaya yönelik bir uzaylı saldırısı ve ya dünyayı kolonileştirme teşebbüsü olmadığına göre bu anlaşma neden yapıldı?

Bu anlaşmanın ana hedefi Kuzey Kore’dir. Çünkü bölgede Güney Kore’yi balistik ve nükleer tehdit eden tek ülke Kuzey Kore’den geliyor.

Diğer yandan da Çin-Tayvan çekişmesi adım adım nükleer bir krize doğru hızla ilerliyorlar.

Ve bu süreç o kadar hızlı işliyor ki, Ukrayna-Rusya savaşı bunun yanında çelik çomak oyunu kalıyor.

Asya Pasifik krizi, dünya için bir kıyamet olacak. Çünkü dünyanın tedarik merkezi Asya pasifik hattıdır.

Bu arada doğacak bir kriz, dünya endüstrisi ve sanayiini en büyük darbe vuracaktır. 1929 krizi Asya-Pasifik’ten kaynaklı krizin yanında bir hiç kalır.

Buradaki en ufak çatışma, kesinlikle nükleer çatışmaya evrilecektir.

16.01.2023 13:56

Takipçilerimiz ve okurlarımız çok iyi biliyorlar ki, Türkiye’nin iç politikası ve politikacıların post kavgasına kesinlikle girmem. Çünkü bu post kavgaları benim için bir anlam ifade etmediği gibi mide bulandırıcıdır da. Hayatımda bir kez iç politika/hırsızlık konusuna girdim başıma gelmeyen olay atılmadık iftiraların yanısıra, kendi camiamın kahpe ve korkak pısırıklığını unutmadım.

Örneğin, Ümit Özdağ isimli biri siyaset piyasasında dolaşıyor. Prof. titrine sahipmiş. Şengül Hamamı prof.u mu nedir bilmiyorum. Çünkü hiçbir akademik çalışmasına rast gelmedim. Aslında bu siyasetin minik figürünün taşıdığı prof. ünvanı, Türk akademisinin ne hallerde olduğunun çok somut bir örneğidir. Bu kadar sığ, yobaz ve nefret suçu işlemeyi yaşam biçimi haline getirmiş birine akademik unvan vermek, Nizamiye Medereseleri’nden bu yana bin yıllık bir birikime sahip Türk üniversitesine yapılmış en büyük hakarettir. Geniş ölçekte baktığımızda, dünya akademi tarihine hakarettir. Türk akademisinin böylesine zelil hale gelmesi bahsi diğer, konumuza dönelim.

Sayın Kılıçtaroğlu’nun son Parti Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşma, iç siyasetten çok, uluslararası sömürgecilerin görüş, emel ve düşüncelerini ifade etme biçimi olmuştur. Kemal Bey’in konuşması ile ilgili Türk medyasında, özellikle Savunma alanında kalem oynatan, sosyal medyada videolar paylaşan gazetecilerin yorumlarını merakla bekledim. Ve bu gün tam üçüncü gün olduğu halde bu menfur, bu meşum ve meşkuk konuşma ile ilgili tek bir satır dahi yazılmadı, bir kelam sarf edilmedi. Bu durum, Türk medyasının düştüğü zelil ve rezil hali de çok iyi anlatıyor aslında.

Kemal Bey’in parti grup toplantısındaki sözleri, bırakın ana muhalefet liderinin, her hangi bir Türk vatandaşının dahi (terörist ve terörizme meyyal olanlar hariç) söylemekten imtina edeceği çok tehlikeli çok saldırgan bir konuşmaydı. 

Ne diyordu Sayın Kılıçtaroğlu?

“Askerin beni asla alkışlamasını istemem. Ve böyle bir niyetim de yoktur. Ama yalan dolan söyleyeni eğer bir asker söylüyorsa, bu devletin çürüdüğünü gösterir. (Bunu) açık ve net söylüyorum. Etrafınıza, siyaset koridorlarında kariyer devşiren askerler koyarsanız, elinizde bol yıldızlı, bol apoletli Ortadoğu üniformaları kalır. Unutmayın ki bol bol apoletli Ortadoğu askerleri savaşlardan, cephelerden kaçtılar. Kariyerist kafadan asla ve asla hayır gelmez. Onun için komuta kademesi haddini bilsin. Siyaset askerin işi değildir. Herkes haddini bilecek.”

Bu cümlelerin aklı başında bir siyasinin dilinden dökülmesi imkânsızdır. Çünkü her cümlenin kendi içinde mantık ve düşünce hataları facia boyutundadır. Kuvvet komutanları veya ordu komutanları Sayın Cumhurbaşkanı’nın Türk Savunma Sanayii ile ilgili gelinen nokta ve ufukta gerçekleştirilecek projeler ile ilgili konuşmasından dolayı alkışlamışlar.

Sayın Kılıçtaroğlu’nun, Cumhurbaşkanı’nın ordunun Başkomutanı olduğunu bilmeyecek kadar cahil ve bilgisiz olduğunu düşünmüyorum. Çünkü kendisi yaklaşık 15 yıldır Erdoğan’a karşı ana muhalefet rolünü yürütüyor ve girdiği her seçimde yeniliyor. İnsan yenildiği kişiye karşı bir daha ringe çıkması gerekiyorsa, rakibi ile ilgili bilgi toplar ki onu yenebilsin. Ve eminim Kemal Bey’e kurmayları mutlaka Sayın Erdoğan’ın Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başkomutanı, yani Cumhurbaşkanı olduğunu söylemişlerdir. Eğer bu güne kadar söylemedilerse çok büyük ayıp etmişlerdir. Ayrıca Kemal Bey’in himayelerinde olan Fondaş Medya da bu güne kadar bu gerçeği bir kez dahi olsa yazıp kendisine sunmamışlarsa onlar da büyük ayıp etmişlerdir.

İkincisi, hatırladığım kadarıyla, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi referandumunda Ana muhalefet ve muhalefetin başını yine Kemal Bey çekiyordu. Ve o seçimde yine kaybettiler. Şimdi neden o referandumu kaybettiği çok iyi anlaşılıyor. Demek ki Sayın Kılıçtaroğlu, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin ve görevlerinin ne olduğunu bilmiyormuş. Ve insan bilmediği bir oyuna girince hep kaybeder.

Ve bir ordunun komuta kademesi, Başkomutanın her sözünü tasdik eder. Zaten tasdik etmezse görevi ya bırakır ya da bıraktırılır.

Burada sorunun iki ana kaynağı var: Birincisi, Kemal Bey Türkiye’nin hala Parlamenter sistem denen o rezil idare şeklinde olduğunu düşünüyor olmasıdır. Hani cumhurbaşkanlarının apoletlilerin emrinde olduğu günler. Ve o dönemlerdeki generaller Türk siyasetine tamamen hâkimdiler. Siyaset kontrollerinden çıkınca da silah zoru ile anayasayı lağvediyorlardı. 

İkincisi de Türkiye Cumhuriyeti’nin askeri vesayetten, yani GLADIO’onun, Amerikan emperyalizminin kontrolünden çıkmasını bir türlü kabullenmemesidir. 

CHP’nin son Meclis Grup Toplantısında sarf ettiği bu akıllara seza cümlelerin hiçbir izahı yoktur.

Kemal bey, haddini aşarak, bugünkü modern dünya ordularının bile temelini oluşturan bin yılı aşkın bir birikime sahip olan Türk ordusun komutanlarını emperyalizmin kuklası olan Ortadoğu generallerine benzetmesi hiçbir hal u şartta asla ama asla kabul edilmemesi ve bedeli ödetilmesi gereken bir durumdur.  

CHP lideri, Başkomutana sadık generallerin savaşamayacağını ve cepheden kaçacaklarını öne sürüyor. Oysa 15 Temmuz Amerikancı darbe teşebbüsünden sonda Türk Silahlı Kuvvetlerinden Kemal Bey’in övdüğü o general ve subay tipleri ordudan temizlendikten sonra Türk askeri asli kimliğine erişti. Ordu’nun generallerinin yarısı, subaylarının neredeyse üçte ikisi FETÖ terör örgütü adına emperyalizm işbirlikçisi olduklarından dolayı defedildiler. İçindeki bu irinden kurtulduğu ilk aylardan itibaren TSK, 1874’ten bu yana (Kıbrıs Barış Harekâtı hariç) Dünyanın iki süper gücü ve bir de Şeytan gücüne (İran) karşı Irak ve Suriye’de destan yazdı. Baştan Afrin olmak üzere, Suriye ve Irak’ın kuzeyinde yaptığı operasyonlar ve müdahalelerle bu süper güçlerin 50 yıl önce kurgulanmış projelerini çöp etti. 

Kemal Beyin Övdüğü o generaller, onlarca yıldır üç buçuk çapulcu olan terör örgütünün karşısında dahi tutunamıyorlardı. 

1991 Birinci Körfez Savaşı’na Türkiye’nin de katılma ihtimali görününce Kemal Bey’in övdüğü, hasretini çektiği o subay ve generalin emeklilik için sıraya girdiği haberini yapan gazetecilerden biri de bendim. 

33 yılı bulan mesleki hayatımın neredeyse tamamını terör ve savaş takibi ile geçirmiş bir gazeteci olarak iddia ediyorum ki, bu sözler, Kemal Beye ait değildir. Bu sözlerin sahibini bulmak için Sayın Kılıçtaroğlu’nun ABD’de kaybolduğu 8 saatin açığa çıkması gerekmektedir. 

Kemal Beyin, bu çirkin ve çirkef sözleri sanırım yeni bir kirli seçim sürecinin başlangıcıdır. Başta FETÖ terör örgütü olmak üzere Emperyalistlerin vereceği çirkin, ahlaksız ve tam bağımsız Türkiye düşmanı çevrelerin bu seçimde Kemal Bey’in başını çektiği koalisyonun seçip programını belirlemiş görünüyor.

Ama bu millet ve bu devlet, ABD Başkanı Biden’ın başını çektiği sömürgecilerin taaruzunu savuşturacağına eminim.  


12.01.2023 10:40

1945’te Rusya’ya bağlı Yalta adasında küresel egemen güçler olar Rusya, İngiltere ve ABD arasında yapılan “Yalta Anlaşması” ile dünyaya deli gömleği giydiren bir anlaşma yapıldı. 

Yapılan anlaşma sonucunda 1989 yılına kadar kurgulanan bir simülasyon dünyaya yaşatıldı. 

Simülasyonunun ana kurucuları Kapitalist sistem olduğu için süreç içerisinde bugünkü Rusya’nın başat ülke olduğu Sovyet sistemi çökmüş ve yıkım noktasına gelmişti. 

Sovyetler Birliği tarihinin Troçki’den sonra gelmiş geçmiş en demokrat, Sovyet halkına geniş ve müreffeh bir yaşam alanı sunan ve güler yüzlü Leonid Brejnev’in kurmay kadrosunun hatası sonucu Sovyet ordusu Afganistan’ı 1979’da işgal etmesi, Doğu Bloku için sonun başlangıcı oldu.

Kurulan simülasyonda Sovyetler tamamen yıkılıp sahneden çekilecek ve dünya tek kutuplu bir gezegen olarak tamamen ABD’nin sömürgesi haline gelecekti. Ancak Pentagon ve Langley’deki hesaplar çarşıya uymadı. Doğu Bloku’nun yıkılmaya başlamasından bu yana ABD’nin dünyada yürüttüğü kanlı devrim ve iç savaşlarda 20 milyon (rakamla 20.000.000) civarında insan öldürüldü. Büyük çoğunluğu da sömürgeci Amerika ve müttefiklerinin uyguladıkları soykırımlarda öldü. ABD, 1991’den bu yaza aralıksız olarak Müslümanlara karşı bir soykırım uygulamaktadır. 

Ancak hedeflenen “Tek Kutuplu Dünya” projesi, bir türlü gerçekleşemedi. Çin’in kapitalizme geçerek sermaye birikimi oluşturması, Türkiye’nin Ortadoğu ve bölgesinde yapılması planlanan harita değişikliklerini kabul etmemesi, Hindistan’ın sermaye ve teknoloji hamle yapmasının yanısıra İngiltere’nin de pastadan büyük pay almaya çalışması bu projeyi kelimenin tam anlamı ile sarstı. 

Bu süreçte Türkiye aradan neredeyse 30 yıl geçtikten sonra nihayetinde Türk dünyası ile ilgili reel politik bir tutum tavır sergilemesi ile birlikte, Tek Kutuplu Dünya Düzeni bir yıkım sürecine girdi. Türkiye, Çin ve Hindistan’ın bu sürece karşı çıkması ile birlikte Avrupa Birliği ve Japonya da ABD’ye yavaş yavaş başkaldırmaya başladı. 

Almanya ve Japonya, 20 dünya savaşından bu yana pratik ve resmiyette ABD’nin birer vasal devleti konumundalar. Ancak Rusya’nın yine ABD’nin tuzağına düşerek Ukrayna’yı işgal etmesi ile birlikte ABD-İngiltere ikilisinin kurguladığı yeni dünya düzenine başkaldırmaya başladılar. Japonlar ve Almanlar, yaptıkları uluslararası anlaşmalara göre askeri güç olmamayı taahhüt etmişlerdi. Ancak Ukrayna savaşından sonra her iki ülke de askeri harcamalarını inanılmaz boyutlara çıkardılar. Japonlar, asker sayısını 1 milyona çıkarmayı planladıklarını belirttiler. Almanlar, askeri reformlar için ilk etapta 100 milyar Euro bütçe ayırdıklarını dünyaya duyurdular. 

Bu da ABD’nin Avrupa ve Ortadoğu merkezli olarak kurgulamaya çalıştı yeni sömürgeci anlayış cephesine bir yenisini daha eklemek zorunda kaldı. Çin, Japonya ve Hindistan’ın bu küresel sisteme karşı direnmesi, ABD için ikinci bir cepheyi Hint-Pasifik sahasında açmasını zorunlu hale getirdi. 

Peki bu baş döndürücü oyunda Türkiye ne yapmalı?

Bu süreçte, Almanya’nın yeni enerji kaynakları merkezi olan Türkistan (Orta Asya)* ile sağlıklı ve güvenli ilişki kurabilmesi için her hal ü kârda Türkiye’ye muhtaçtır ve çok yakın zamanda Türkiye’ye yanaşmaya başlayacaktır. Önümüzdeki günlerde Almanya’nın Türkiye’nin terörle mücadelesini destekleyen açıklamalar yapması, hatta bazı teröristleri iadesi konusunda harekete geçmesi kimseyi şaşırtması. Bu adımlar tamamen kendi çıkarları amacı doğrultusundadır. Enerji kaynakları olmadan Alman sanayisi ve teknolojisi kocaman bir sıfırdır. Aslında Modern Çağın teknolojisi ve medeniyeti tamamen bir enerji kaynağı şarteline bağlıdır. Bu şartel kapandığı anda, modern çağın sanayi, teknoloi ve kültürü kocaman bir hiçtir. 

Aynı Şekilde Japonlar da her koşulda Türkiye’ye muhtaçtır. Ha keza, Japonlarla kanlı bıçaklı olan ve günümüzün yükselen değeri Güney Kore de Türkiye’ye Türkistan enerji kaynakları için Türkiye’ye yanaşmak zorunda. 

Türkiye, Türkistan’da Azerbaycan Cumhurbaşkanı Sayın İlham Aliyev ile Kazakistan Cumhurbaşkanı Sayın Kasım Cömert Tokayev’in çok büyük katkı ve çabaları ile Türk Birliği’ni sağlaması enerjiye muhtaç olan ülkeleri Türkiye’ye muhtaç hale getiriyor. 

Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve hükûmeti, bu süreci çok ince diplomatik stratejilerle yürütebilirse, bölgesel güç olmaktan çıkıp küresel güç olması işten bile değildir. Bu konuda Türk devletinin binlerce yıllık imparatorluk ve devlet deneyiminden kaynaklanan ciddi bir hafızası vardır. Mevcut hükûmetin başkanı Sayın Erdoğan da bu “devlet aklı”nı yönetme konusunda rüştünü ispatlamış sir lider olduğu kuşkusuzdur. Bu süreçte Dışişleri Bakanlığı en az Sayın Erdoğan kadar ciddi bir önem ve değere sahiptir. 

Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu, hem birikim, hem kalibre hem de proaktif enerjisi ile bu süreci çok iyi yönetebilecek güçtedir. Ha keza Milli Savunma Bakanı Sayın Hulusi Akar’ın da artık yaşamı haline gelmiş “Kurmay zekâ” sının yanısıra milli ve yerli bir “Kurmay Bakan” olması hasebiyle, yani taktik ve stratejiyi dünyadaki meslektaşları arasında en iyi bilen biri olarak bu süreci çok iyi yöneteceklerine eminim. Ne var ki her iki çok kıymetli bakanın başında olduğu bakanlık kadroları ile ilgili o kadar da emin değilim. 

Özellikle FETÖ terör örgütü kriptoları, “monşerler” ve “Edirne ile Kars arasındaki haritaya ufkunu sıkıştırmış” ve dış dünyaya bakmaktan ürken/korkan kadrolardan yana endişelerim çok büyüktür. 

Japonya’nın Türkiye ile yakınlaşması ve Türkistan’ın enerji kaynaklarına ulaşmaya çalışması, Çin’i çok ciddi anlamda endişelendirecek ve onu da Türkiye’ye yönlendirecektir. Çin’in en büyük kâbusu Japonya’dır. Ve bu kâbuslarında da sonuna kadar haklılar. Çünkü Japonya’nın Çin’i işgallerinde işlediği vahşet, Ermenilerin Anadolu’da Karabağ’da Revan’da Türklere karşı işledikleri vahşetten aşağı değildi. Japonya adı, Çin’de kelimenin tam anlamı ile bir paranoyadır. 

Japonya ve Güney Kore’nin partneri olduğu Türkiye, Rusya ve Çin’in o bölgedeki manevralarını ciddi oranda kısıtlayacaktır.

Türkiye’nin olağanüstü askeri kabiliyeti, Japonya ve Güney Kore’nin teknoloji ve sermaye birikimi bir araya geldiğinde, bu güç Asya-Pasifik’te de belirleyici ya da en azından caydırıcı bir güç olacaktır. 

Umarım ve dilerim Cumhurbaşkanlığı Külliyesi ve Dışişleri Bakanlığı bu konuyu bir an önce öncelemiştir. 

Erdal Şimşek

10.01.2023 11:44

Dugin Türkiye’de Filozof ve Düşünce Adamı olarak biliniyor. Oysa Dugin’in filizofi ile ilişkisi sadece Rus devlet okullarında verilen dersler kadar olduğunu belirtelim. Türk medyası, Dugin’e “Filozofluk”un yanında bir de “Rusya Devlet Başkanı Sergey Putin’in danışmanlığı” gibi büyük bir kamu payesi de verdi.

Ve kahraman Türk medyası, “”yıkama yağlama ile küfredip gömme kutupları” üzerine oturduğu için hiçbir Allah’ın kulu, haber müdürü, editörü, yayın yönetmeni ilgili servisin muhabirine “şu Dugun’i dört başı mamur araştırın” demeyi akledemedi.

Yıllar önce a haber benzer bir rezilliğe imza atmıştı. Moskova Sirki’nin aslan terbiyecisini Putin’in danışmanı diye millete yutturmuş ve bununla S 400 ve Türkiye’nin yeni dış politikası ile ilgili uzun mu uzun bir röportaj yapmıştı.

Televizyonumda kurulu olmayan ve kumandamda kayıtlı bulunmayan a haber’in bu rezaletine sosyal medyada denk gelmiştim. Tabi o günlerde gündem S 400’lerin alımı ile ilgili olduğu için izledim. Ama sözde uzmanın sözleri saçma geldiği gibi yüzü de tanıdık geliyordu. Hatırlamayanlar için olayı kısaca özetleyeyim:
A Haber, Rus 'hayvan terbiyecisi' Edgard Zapashny (Edgard Zapaşnim) ile Putin'in Özel Danışmanı olduğunu söyleyerek röportaj yaptı.

Ukrayna doğumlu Rus hayvan terbiyecisi Edgard Zapashny (Edgard Zapaşnim) ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in özel danışmanı olduğunu söyleyerek röportaj yapan kanal, Zapashny'e Türk-Rus ilişkilerini, iki ülke arasındaki stratejik işbirliğini, S-400 anlaşmasını ve ABD'nin bu konudaki tavrını sormuş o da bildik kahve ağzı ile cevaplıyordu. Dikkatimi yüzünden hiç çekmedim ve Röportajın ortalarına doğru hatırladım: Bu adamı Moskova Sirki’nde görmüştüm yıllar önce. Hem de Aslanlarla gösteri yaptığı an gözlerimin önüne geldi.

O gün çalıştığım gazete a haber’in bağlı bulunduğu medya grubunun gücünden çekindiği için konu ile ilgili haberimi yayımlamamıştı. Bununu üzerine FETÖ’cüler tarafından kapattırılan twitter hesabımdan flood halinde paylaşmıştım. Bu paylaşımım çok büyük ilgi görmüştü. Ve tabi bu bütün sözde muhalif küfürbaz/fondaş, besleme medya ile bazı hükümet yanlısı medya hesaplarında yer aldı. A haber durumu kurtarmaya çalıştıkça batıyordu. Sirkçinin Putin’in danışmanı olduğunu iddia eden bir belge yayımladı. Belgenin seçimlerde “sandık müşahidi” belgesi olduğunu faş etmiştim. Akabinde Putin’in Zapashny’e plaket verdiği bir resmi paylaştı. Resmi google’da araştırınca, Rusların her türlü ota, b…a verdiği Komünist dönemden kalma bir alışkanlık haline gelen madalya-plaketlerden bir olduğu ortaya çıktı. Hem de, “halk sanatıçısı” plaketi idi. Ki bu, en ücra köydeki kolhoz’daki ameleye verilen plaketle aynı idi. Bu plaket, partili olan kamu çalışanları motive etmek için Komünist Rusya’da verilen plaketlerin bir devamı idi. Zapashny de Putin’in parti üyesi ve Moskova civarında bir okulda bulunan onlarca sandıktan sadece birinin parti müşahidiydi. “Halk sanatçısı” ödülü de Moskova Sirki’nde aslan terbiyeciliği görevini yaptığı için verilmişti.

Akabinde de işten kovulmam için patrona büyük baskı yapmıştı o grubun başındaki şahıs ve yöneticileri. Patron kovamadı ama “bir süre yazma” dedi. Hani derler ya “kahrolası hanede evlad-ı ıyal var” mukabilinde sadece maaşa talim ettim. Tabi ondan sonra da gazete ile insani ilişkilerimiz tamamen koptu.

Şimdi gelelim Dugin konusuna. Dün akşam Türk medyasının internet sitelerine, medya ağa babalarının, Kallavi(!) köşe yazarlarının, her şeyi bilen “tv uzmanları”nın sosyal medya hesapları, “Putin’in danışmanı Dugin’in kızı uğradığı suikast sonucu öldü” haberini paylaştılar.

Tabi Allah düşmanıma dahi evlat acısı vermesin. Acısının tarifi yoktur. Dünyada hiçbir acı, evlat acısına benzemez. Yaşadığım için iyi bilirim. Ancak konu açılmışken Dugin ile ilgili bir hakikati son bir kez daha dile getirmek gazetecilik meslek ve ahlakının (Türkiye’de artık pek bulunmayan bir haslet) zorunlu kıldığı durumdur.

Alexandr Dugin Kimdir?

Dugin’in kim olduğuna dair Türkiye’nin gündemine nasıl alındığı konusuna bakmak lazım. FETÖ terör örgütünün ülkenin algı, bürokrasi ve medyasına tamamen egemen olduğu dönemlerde, her devirde gemisini yüzdüren bir siyasinin Türkiye’de bir konferansa davet ettikten ve şair Atilla İlhan’ın nasyonalist düşünceleri ile örtüşen fikirlere sahip olduğu bu şair tarafından da sahiplenildi cilalanıp parlatıldı.

Tabi Türkiye’de isim tapıcılığı çok büyük bir sorundur. Sevdiğimiz bir yazar, bir şair eğer birini övüyorsa, o kesinlikle iyidir der ve sorgulamadan sahipleniriz.

Türkiye’de ulusalcı faşistler ve Atilla İlhan bu Slav faşistini sahiplenince karşıtlarının da harekete geçmesi gerekiyordu.

Uluslararası casusluk ve ihanet şebekesi olan FETÖ terör örgütünün medya organları bir anda Dugin aleyhine yayınlar yapmaya başladılar. Oysa bu taktik kesinlikle terör örgütünün alışılagelmiş yöntemi değildi. Bir isim ortaya çıktığına önce onu maddi ve bilgi olarak incelerler, Maddi veya bilgi olarak güçlü ise, ona yanaşmaya çalışır. Uzun süre onun hassas yerlerinden dalarak öven haberler yaparlar. Kıvama getirince de tv.lerine çıkarırlar. Kontrol edebildikleri ve sömürebildikleri oranda parlatıp cilalarlar.

Eğer kendilerine itiraz eden/edecek biri ise, yavaş yavaş acıtmadan dokunduran haberler yaparlar. Ta ki hedefteki şahıs boyun eğene kadar. Boyun eğmese, bilgi olarak güçlü biriyse direk dalmazlar. Hatta uzak durmaya, görememeye çalışır FETÖ terör örgütü medyası.

Fakat Dugin Türkiye’ye gelir gelmez kafadan daldılar gazete ve televizyonları ile. Onu yeren haberler yaparken, inanılmaz payeler verdiler. Putin’in danışmanı, yeni Rusların fikir babası, filozof, Şangay örgütünün kurucusu, vs. vs… gibi inanılmaz payeler vererek hedef tahtasına koydular. FETÖ’nün bu şahsı bodoslama hedefe koyması dikkatimi çekti ve kendi çabalarımla dev aynasında gösterilen bu adamı araştırmaya çabaladım. Moskova’da topladığım bilgiler gazeteci olarak beni utandırmıştı. Çünkü böylesine sıradan, amiyane tabirle “tırışkadan” biri için o kadar emek harcamama Rus meslektaşım olan arkadaşlarım beni alaya almışlardı.

Dugin, hayatının hiçbir döneminde Rusya Devlet Başkanı Vladmir Putin’e danışman olmamış, danışman kadrosuna girmemiş biridir. Sadece Rus Meclisi’nin alt kanadı olan Duma’da Putin’in partisine mensup bir milletvekilinin danışmanlığını kısa bir süreliğine yapıyor. Putin ve Putin’in partisi ile ilişkisi sadece bu kadar.

Dugin, gençliğinden itibaren yobaz bir Ortodoks ve Slav milliyetçisidir. Babası, Sovyetler döneminde general olduğu için, Rus devlet ve istihbarat arşivlerine rahatça ulaşabilen birisiydi. Şimdi artık onlara da ulaşamıyor. Yıllardır. Rus Ortodoks ve Slav milliyetçiliği yapan dini bir televizyon kanalının başında bulunuyor.

Slav ve Ortodoks milliyetçiliği veya ona atfedilen hiçbir teori ile ilgili tek satırlık bir kitabı yok. Yani teorisyen falan değil. Okuduğu kitaplardan bir şeyler toparlayıp konuşan biri.

Kızının öldürülmesi bir siyasi suikast olmadığı kuvvetle muhtemel. Kanaatimce mafya işi olma ihtimali çok yüksek. Çünkü Rusya’da en büyük mafya Ortodoks kilisesidir.

Rus Ortodoks kilisesi mafyasının en büyük güç kaynağı Rus ordusu, istihbarat servisi ve ülkeyi kangren gibi saran Emniyet yolsuzluk ağıdır.

Tabi Türk medyası bu konunun kıyısından köşesinden dahi geçmediği için Rusya ve eski Sovyet topraklarındaki Ortodoks kilisesinin mafyatik gücünü bilmiyor.

Eski Sovyet topraklarında Ortodoks kilisesinin bulunduğu her yerde kiliseden beslenen veya kilisenin kontrol ettiği bir mafya vardır.

Örneğin, Gürcistan’ın en büyük mafyası Kilise’dir. Gürcü kilisesi, ülkenin en büyük gayrimeşru organizasyonu olup bütün mafya gruplarının üstündedir. Mesela Gürcü bir rahip Başkent Tiflis’in ve ülkenin en lüks caddesi olan Kutaysi’de arz-ı endam ettiğinde, sokak başlarını, kumarhanelerin önünü, bar ve pavyonların etrafını tutmuş bütün silahlı çeteler, kaçacak delik arıyorlar. Şefleri de hemen Rahibin önüne çıkıp diz çökerler. Bunu defalarca müşahede etme imkânım oldu.

Kilise’nin Gürcistan’da mafyalaşıp ülkenin yeraltına egemen olması Saakaşvili döneminde oldu.

Rus Kilisesi mafyasının medyadaki görünen yüzü Alexandr Dugin’dir. Dugin’in Rus adliyesindeki kayıtlarına baktığımızda inanılmaz suç listesi ile karşılaşırız. Musevi düşmanlığından Slav ırkçılığı, nefret suçu gibi bir sürü insanlığa karşı işlenmiş suç sicili ile karşılaşırız.

Varoluşu gayri meşru üzerine kurulu olan bir dünyanın mensubu olan Dugin’in filozof veya felsefeci olduğuna dair tek bir kayıt ve söze rastlamadım Rusya’da. Ankara ve İstanbul’da oturup onu filozof olarak nitelendiren Türk medyasının hem yalaka yandaş, hem de küfürbaz Fondaş medya izah ediversin bir yol.

Son bir not: Dugin, Fondaş medya kadar bağımsız, a haber kadar doğru konuşan biridir. 

22.08.2022 08:58

Erdal ŞİMŞEK

Uluslararası casusluk ve ihanet şebekesi olan FETÖ terör örgütü, bu milletin, Haşhaşiler ve Vahabiler felaketinden sonra yaşadığı en büyük siyasal/toplumsal felakettir.

Haşhaşiler, dünyaya barış huzur getiren, bilgi ve hikmeti buluşturarak bilimin felsefenin düşüncenin önünü sınırsız açan Selçuklunun kurduğu nizamı, Vahabilik ise, Ortadoğu’da yüzyıllardır kanın akmasını durduran ve bölgeyi bir barış havzasına çeviren Osmanlıyı yıkan iki dini/siyasi fitne ve terör hareketiydi. Ve bu iki terör hareketi maalesef emellerinde başarıya ulaşmış ve dünya tarihinin farklı yazılmasını sağlamışlardı. Selçuklunun tökezlemesi ve ardından küçülerek dağılması, İslam dünyasında akıl ve imanı eş gören, akli imanı, nakli imandan üstün gören anlayışı temsil eden Maturidilik yerine Aklı ikinci plana düşüren, pozitif bilimleri ikincileyen Eşarilik egemen olmaya başladı. Bu egemenlik,

Osmanlının kurulması ve ve Yavuz Sultan Selim Han’ın Doğu seferlerine kadar önemli ölçüde kırıldı. Osmanlı da akla ve bilime en az iman kadar değer verdi ve onu önceledi. O yüzden de devrinin süper gücüydü.

Yavuz Sultan Selim Han’ın Doğu seferleri ile birlikte mısırdan getirdiği eşari uleması yeniden devletten egemen olmaya başlamış ve Osmanlı pozitif bilimleri öteleyince süreç içerisinde Maturidi anlayışı devletin kodlarından silinerek yerini yeniden Eşarilliğe bıraktı. Osmanlı’nın son dönemlerindeki bu ataletten ve gerilemeden kurtuluş hareketlerine karşı o günün en büyük sömürgeci gücü olan İngiltere, Arap yarımadasında baş gösteren ve İslam’ın ruhuna taban tabana ters, akla, bilgiye, merhamete ve hikmete tam anlamı ile düşman olan Vahabiliği yayarak bu yeniden diriliş hareketini maalesef yenmeyi başardı ve yaklaşık 200 yıldır İslam aleminin başı ne beladan ne de her gün kanının akmasından kurtuluyor.

İster kabul edelim ister etmeyelim günümüz İslam dünyasının katalizör devleti Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Ve Türkiye Cumhuriyeti devlet aklı 200 yılı aşkın süredir devam eden bu gerileme ve çökme sürecinden kurtularak İslam dünyasının yeniden inkişafı için çabalarken başına 1960 Amerikancı darbesinin marifetiyle yeni bir bel tebelleş edildi. 

1950’lerde GLADIO tarafından yetiştirilen Fetullah Gülen isimli bir terörist eli ile Türkiye Cumhuriyeti’nin “yeniden diriliş” programı durdurulmak istendi. Devletin bütün alan ve kademelerine örgütün elemanları yerleştirildi. Devlet fiili olarak bu terör örgütünün yönetimine girdi.

15 Temmuz 2016’da girişilen Amerikancı İşgal darbe teşebbüsüne bu millet direnerek ülkeyi teröristlerin elinden kurtardı.

Ülkenin yönetimi FETÖ terör örgütünden kurtarıldı ama FETÖ terör örgütü ile mücadele bi hakkın yerine getiriliyor mu?

Kesinlikle Hayır!!! Türkiye, FETÖ ile mücadeleyi tam olarak yapmıyor, yapamıyor.

Uluslararası casusluk ve ihanet şebekesi FETÖ terör örgütünün ekonomi, siyaset ve devletteki varlığının kazınamaması, aksine bu örgütün kriptoları üzerinden yeniden toparlanma çalışmalarına hız vermesine sebep oldu.

FETÖ terör örgütü, başta CHP olmak üzere Türk siyasi partilerinin tamamında varlığını tam egemen veya bir şekilde güçlü olarak sürdürüyor.

Bunun en büyük sebebi, hükümetin FETÖ ile mücadelesinin yine bizzat hükümetin mensubu olduğu siyasi partideki bazı kripto ve rantçıların varlığıdır. Bugün FETÖ borsası hala tüm ihtişamı ile varlığını devam ettiriyorsa, bunun sebebini dışarıda aramamak lazım.

Bu ülkede FETÖ’den on milyonlarca dolar rüşvet alan savcılardan ve bakan yardımcılarından konuşuluyor. 15 Temmuz’dan sonra firar eden ve polis tarafından aylarca arananlar bugün eğer Bakan Yardımcısı yapılıyorsa bunun müsebbibini dışarıda aramamak lazım.

Bufgün, başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere, muhalefetteki partilerin neredeyse tamamının FETÖ adına siyaset yapığyor olmasının sebebi de hükümettir. Hükümet eğer bu terör örgütüne karşı sıfır tavizle mücadele etseydi, bugün Türk siyesi hayatının merkezinde bu örgüt bırakın güçlü olmayı var olamazdı bile. Ama bugün FETÖ terör örgütü adına Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında siyaset güden partiler ve mebuslar var.

FETÖ borsasında yüz milyonlarca Amerikan dolarını toplayanların bazı isimleri deşifre oldu oma nedense bunlara ilişilmedi.

Bugün bir siyasi partinin Genel Başkan Yardımcısının kardeşi FETÖ’nün finansörü olduğu polis ve savcılık soruşturmalarında bütün belgeleri ile ortaya konmuştu. O genel Başkan Yardımcı şahıs, o yıllarda hükümetin partisinde il başkanı sıfatını taşıyordu. Kardeşi polis tarafından gözaltına alındıktan hemen sonra yüzlerce kilometre uzaklıktaki o şehre gitmiş, adliyeye girmiş ve kardeşini çıkartmıştı hem de iddianameyi değiştirterek. Ve bu şahıs, 15 Temmuz gecesi partiyi darbecilere bırakmak istemişti. Hepimiz o gece bu olaya şahidiz. Hatta 15 Temmuz Davasında il başkanlığının işgali davasına katılmadı feragat etti. Şimdi bu şahıs benim ülkemde bir siyasi partinin Genel Başkan Yardımcısı sıfatı ile arzı endam ediyor ve tutuklanmıyor.

Bir başka örnek, “FETÖ konusunda yanıldım bana ahmak diyebilirsiniz” diyen siyasetin cürufu şahsın damadı Fetullah Gülen’den daha çok FETÖ’cü olduğu ortaya çıktı bütün delilleri ile. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı onunla ilgili bütün belge ve bilgilere ulaştı. Ama bu şahış ve damadına hala kanunlar adına dokunabilen veya dokunma cesaretini gösterebilen hiçbir savcılık makamı yok.

Neden yok? Bu sorunun cevabını bulmamız lazım.

FETÖ ile iltisaklı ve iki kızını da FETÖ kolejlerinde okutup ardından ABD’ye gönderen o zamanın bir il valisinin bu foyasını ortaya koymuş ve üzerine gitmiştim. O valinin FETÖ’nün Karadeniz imamını saklayıp kaçırttığı iddiaları ayyuka çıkmıştı. FETÖ iltisaklı valinin kirli çamaşırlarını ortaya koyarken daha önce meslektaşım olan ve meslek kuralları çerçevesinde hukukumuz olan AK Partili bir milletvekili beni aramış, o vali ile ilgili haber yapmamamı ısrarla rica etmişti. Tabi gerekli olan cevabı almıştı. Hamdolsun devlet o Musa görünümlü o firavun validen kurtuldu. Ama hala merkez valisi olarak görev yapıyor.

Daha sonra bu eski meslektaşım ve hala ekranlara çıkıp gerdan kıran eski Ak Partili milletvekilinin FETÖ borsasında bir çok olayda adı geçti. Hatta ilgilendiği iddia edilen çok önemli bir fetö dosyasının en kilit teröristi Salı verildi.

FET terör örgütünün bu ülkede egemen olduğu zamanlarda başta Ali Fuat Yılmazer ve Zekeriya Öz gibi azılı FETÖ’cülerin ekürisi kankası ve neredeyse aynı yatağı paylaşan bir iki gazeteci vardı. Şimdi o gazeteciler, FETÖ ile mücadele eden medya organının en kilit ve en güçlü yerinde bulunuyorlar.

FETÖ ile mücadeleyi sulandıran, FETÖ’cü imamların listesini çarşaf çarşaf gazetelerde yayımlayaran bunların deşifre olduğunu ve kaçmaları gerektiği yönünde subliminal mesaj veren bu gazeteciler şu anda iktidarın nimetiyle ziftleniyorlar.

Oysa darbeden tam 2 yıl önce çalıştığım Akşam gazetesinde 40 darbeci generali faş ederek darbe yapacaklarını haber yapan ben işimden atılmıştım.

Son bir örnek: FETÖ terör örgütüne 300 milyon Doları bu ülkeden transfer eden Sezgin Baran Korkmaz’ın kirli çamaşırlarını 2017 yılında bütün detayları ile ifşa ettim. Başıma gelmeyen kalmadı.

Bana iftira atarak hapse attıran şahısların Cumhurbaşkanının birinci yakın halkasından olan şahıslardı. Haberim yayımlandıktan sonra, o halkadan bir şahıs tarafından çok ciddi bir şekilde tehdit edilmiştim. Sonra da yine C.başkanının adını kullanan, namus şeref ve haysiyetten yoksun olan dini imanı Allahı ve kitabı para olan bir avukatın talimatı ile alakasız bir savcılık tarafından hakkımda tutuklama kararı çıkartılmıştı. Ve başıma gelmeyen kalmadı. 

Bütün bunları delilleri ile karar vericiler ve çevrelerinin gözüne sokmamıza rağmen, o şahıslar giderek güçlendi.

Ve bu süreçte Türkiye’de şu soru kamuoyu tarafından soruldu ve hala cevabı verilmedi:
Ömrü hayatı boyunca hep memur olarak çalışmış fakat ne hikmetse Dünyanın en zengin Adalet Bakan Yardımcısı hangi ülkededir?

Bu gidişle, hafazanllah 2023 seçimlerinde eğer muhalefet kazanırsa FETÖ’ye bu ülkede ilk kez terör örgütü diyen (Mart 2014) başta fakir olmak üzere, bu şeytani örgütün ipliğini pazara çıkaran gazeteci yazar Selim Çoraklı, namuslu polis ve savcılar… Hepimiz ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılacağımızı şimdiden taahhüt ediyorum.

FETÖ ile mücadele bir çak cesur savcı ve polisin omuzları üzerinde yürüyor. Gerisi laf-ı güzaf. 

15.07.2022 11:49

Dünya’yı kasıp kavuran gıda ve enerji krizinden sonra şimdi de emlak spekülasyonu baş gösterdi. Dünyanın tatil merkezlerinden olan Akdeniz ve havalisinde emlak fiyatları tek kelime ile çıldırdı.

Türkiye’deki emlak spekülasyonu Akdeniz’e de yayılıyor. Savaş halindeki İsrail ve Filistin’in yanısıra iflas etmiş Lübnan’da bile emlak metrekaresi 10 Euro sınırını aştı.

Tek gelir kaynağı turizm olan Yunanistan’da da emlak fiyatları fırlayınca ülke yöneticileri kara kara düşünmeye başladılar. Yabancı turistlerin devren mülk veya mevsimsel satınalma ile emlak aldıkları Yunanistan’da da konut fiyatları jet hızı ile yükseldi.

Tatil evlerinin satış fiyatları yukarı yönlü seyrini sürdürüyor. Mikonos'ta fiyatlar geçen yıldan bu yana artarak 13.000 Euro/m²'ye ulaştı. İkinci en pahalı pazar olan Santorini'de lüks tatil evlerinin ortalama satış fiyatı 10.800 avro/m²'ye ulaşıyor. Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerilim ve Adalar Denizi’nde her an patlak vermesi muhtemel bir çatışmaya rağmen fiyatlar her geçen gün çılgınca artıyor. Yunan adalarının karşısındaki Türk topraklarında ise emlak fiyatları daha da pahalı hale gelmiş bulunuyor.

Yunanlıların Kathimerini gazetesinin yayımladığı bir araştırma haberine göre, Belçikalı bir işadamı, Girit'in Agios Nikolaos bölgesinde yeni inşa edilmiş, yüzme havuzlu bir kır villası satın almak için birkaç hafta önce 2,2 milyon avro harcadı. Edinilen bilgiye göre, söz konusu alıcı mülkü yaz aylarında haftalık 20.000 avroluk kira karşılığında hem kendi kullanımı hem de turistik amaçlı kullanmayı planlıyor. Bu tür kapsam ve yönelimli, yani ikili bir amaca yönelik (mülkiyet ve kullanım) işlemler, bu yıl tatil evleri iç pazarında katlandı.

Örneğin, şu anda, enerji özerkliğine sahip (örneğin, elektriği için güneş enerjisini kullanan) yatlar inşa eden bir Alman işadamı, öncelikli hedefi mevcut müşterilerini sömürmek olan emlak piyasasında benzer bir şey planlıyor. "Bu adam çok özel bir iş geliştirdi ve bunu karada da genişletmek istiyor, 50 milyon avroluk bir yatırım gerçekleştiriyor. Amacı, Preveze'nin kıyı bölgesinde, biyoiklimsel özelliklere sahip, tam enerji ve sulama özerkliğine sahip 20 evden oluşan yüksek lüks bir yerleşim modelinin geliştirileceği bir alan elde etmek" dedi.

Ve bir aracılık ve danışmanlık hizmetleri şirketi olan Elxis'in kurucusu, lüks tatil evleri sektöründe uzmanlaşmıştır. Her bir mülkün 2-3 milyon Euro'ya satılması bekleniyor. Söz konusu işadamı, bir sonraki hamlesini planladığı Preveze'nin güneyindeki bölgede şimdiden bir mülk satın aldı.

Buylesine ferdi satın almalara rağmen piyasadaki likit sıkıntısının baş göstermesi durumunda Yunanistan’da konut fiyatlarının yüzde eksi 500’lere kadar düşeceği belirtiliyor.

11.07.2022 16:59

10 gün önce Sudan ordusunu iktidarı sivillere geri vermeye zorlamaya başlayan Hartum oturma eylemlerinin organizatörleri bugün, dört oturma eylemi kamplarından ikisini dağıttıklarını duyurdular.

Protestolar, demokrasi yanlısı sağlık görevlilerine göre, 30 Haziran'da güvenlik güçlerinin darbe karşıtı mitinglerde dokuz göstericiyi katletmesinden sonra yeniden şiddetlendi. 

Buna karşılık, protestocular askeri yönetimi sona erdirmek amacıyla ertesi gün “sınırsız” oturma eylemi çağrısında bulundular.

Göstericiler, bu çerçevede kesintisiz eylemlerin yapıldığı dört kamp kurdular 

Ancak bugün, Sudan Müslümanların Kurban Bayramı'nı üçüncü gün kutlarken, “direniş komiteleri” Omdurman kampını dağıttıklarını duyurdu.

Komiteler, 25 Ekim darbesinden bu yana gösteriler düzenleyen etkili mahalli gruplar olarak biliniyor. 

Eylemcilere göre, Cuma günü Hartum'daki El-Cawda hastanesinin dışındaki oturma eylemi kaldırıldı. Hartum'un birçok sakininin birkaç günlüğüne evlerine döndüğü büyük bir tatil olan Kurban Bayramı arifesinde sona erdi.

Diğer iki oturma eylemi, tatil nedeniyle katılan gösterici sayısı düşmüş olsa da devam ediyor.

30 Haziran'daki mitingler ve müteakip oturma eylemleri, sivil yönetim için protesto hareketinin yeniden canlandığını gösterdi. Hareket, neredeyse her hafta darbe karşıtı mitingler düzenlemeye devam etse de yoğunluklarının azaldığı görülüyordu.

Sağlık görevlileri, Ekim darbesinden bu yana güvenlik güçlerinin protestoculara yönelik baskısında toplam 114 kişinin öldürüldüğünü ve uzun süredir Ömer El-Beşir'in 2019 yılında devrilmesinden sonra oluşturulan sivil yönetime geçişi bozduğunu söylüyor.

Oturma eylemlerinden dört gün sonra ordu komutanı General Abdulfettah El Burhan geçen hafta sivil bir hükümete yol açma sözü verdi, ancak aktivistler onun sözüne derinden şüpheyle bakıyorlar.

Perşembe günü, siyasi partiler ve direniş komiteleri de dahil olmak üzere demokrasi yanlısı gruplar, Burhan'a karşı devrimci bir konsey kurma planlarını açıkladılar.

Sudan tarihinde demokratik geçişler nadirdi ve ordu, tarımdan altyapı projelerine kadar her konuda uzmanlaşmış kazançlı şirketlere hükmediyor.

11.07.2022 15:15

Eski Başbakan Şinzo Abe’nin ölümü gölgesinde gerçekleşen seçimlerde Japon halkı kararını verdi. Dün yapılan seçimde Japonlar, öldürülen başbakanlarının partisini tercih etti. Şinzo Abe'nin partisi Liberal Demokrat Parti (LDP) seçimleri kesin bir şekilde kazandı.

Sandıkladın tamamen açılmasıyla birlikte LDP ve koalisyon ortağı Komeito seçimlerde Meclis’teki 125 sandalyenin 70'inden fazlasını elde etti.

Oy sayımlarının tamamlanmasından sonda yapılan kesim sayıma göre 248 üyeli Japonya Parlamentosu'nun üst kanadının 125 sandalyesi için yapılan seçimlerde bu sandalyelerden 63'ünü LDP, 13'ünü Komeito kazandı.

Bu kapsamda seçimleri kazanan LDP ve ortağı Komeito'nun anayasada yer alan pasifist ibareleri değiştirebilecek.

Geçtiğimiz gün öldürülen eski Başbakan Şinzo Abe, ülkede anayasa değişikliği için verdiği mücadele ile tanınıyordu. Abe'nin öldürülmesiyle, partisi Liberal Demokratik Parti'nin ve reform düşüncesinin güç kazanabileceği düşünülüyor. Japonya'nın anayasasında yer alan askeri pasifizm maddesi, anayasa değişikliği tartışmalarının merkezinde yer alıyor.

Şinzo Abe siyasi kariyeri boyunca, bu hükmün güvenlik gerekçeleri ile değiştirilmesini savunmuştu.

Bu maddenin değişmesini en çok ABD istiyor ve Japonya’nın 1 milyon kişilik ordu kurmasını istiyor. Yapılan analizlere göre kurulacak ordu, Rusya ve Çin yayılmacılığına karşı korunacak ve Asya’nın ana karasından Japonların toprak işgal edilmesine izin verilecek.

Son yıllarda özellikle Çin ile artan bölgesel ve küresel gerilim paralelinde, Japonya'nın askeri açıdan güçlenmesine ve pasifist politikaları terk etmesine yönelik açıklamalarda artış gözlemleniyor.

Japonya ve pasifizm

Japonya, askeri anlamda pasifist bir politikayı öngören bir anayasaya sahip.

Ülke, 2. Dünya Savaşı öncesinde bölgesinde ciddi bir askeri güç olmuş, Batı Pasifik bölgesini büyük oranda hakimiyeti altına almıştı.

2. Dünya Savaşı'nda ABD öncülüğündeki güçlere yenilmesinin ardından işgal edilen ülke tamamen pasifist bir politikaya sokularak, gerçek bir ordudan da mahrum bırakılmıştı.

Savaş sonrasında 3 Mayıs 1947'de yürürlüğe giren yeni anayasa ile Japonya, pasifist bir ülke oldu. Bu anayasanın 9'uncu maddesinde, uluslararası anlaşmazlıkların çözümü için savaşa başvurulması yasaklanırken, bu doğrultuda silahlı kuvvetlerin varlığı da yasaklandı.

Anayasanın bu maddesinin metni şu şekilde:

"- Adalet ve düzene dayalı bir uluslararası barışı samimiyetle arzulayan Japon halkı, ulusun egemen bir hakkı olarak savaştan ve uluslararası anlaşmazlıkları çözmek için güç kullanma tehdidinden veya kullanımından daimî şekilde feragat etmektedir.

2- Bu itibarla, hiçbir kara, deniz ve hava kuvveti veya herhangi diğer bir silahlı güç muhafaza edilemez. Devlete savaş hakkı tanınmaz."

 

Ancak birkaç yıldır özellikle Çin ve Kuzey Kore'nin artan gücüne karşı Japonya da pasifist politikaları kısmen gevşeterek silahlanma sürecine girmiş durumda. Ülkede 2020 yılında göreve başlayan Yoşihide Suga hükümeti, savunma bütçesini 5.34 trilyon yen'e (51.7 milyar dolar) çıkarmıştı.

Çin'in bölgedeki etkisinin artmasıyla Japonya'nın da zaman içerisinde pasifist politikaları daha fazla gevşeteceği düşünülüyor.

11.07.2022 11:53

Türkiye’de bazı kesimler hala 19 ve 20. yüzyıl refleks ve paradigmalarıyla yaşamaya çalışıyorlar. 

Mesleğin sosyal statü olduğu, bazı mesleklerin ise la yüs’el, herkesten ve her şeyden üstün olduğu düşüncesi günümüz dünyasında utanç verici bir ötekileştirme suçu konumuna gelmiştir. 

Toplumu, aileyi ve bireyi ilgilendiren bütün meslekler eşit oranda değere sahiptir. Örneğin, bir atom profesörünün yaşadığı şehir, semt, cadde, sokak apartman veya bahçeli evin temizliği ve bakımı yapılmazsa, pislik ve mezbelelik içerisinde bir yaşam sürdürmek zorunda kalır. Ya da bir astronotun, en zengin para babasının veya petrol tröstünün de öyle. 

Bu durumda, bahçıvanlık, temizlik işçiliği, gibi fiziksel güce dayalı meslekler de kendi alanlarında atom mühendisliği, astronot, işveren ve tüccar gibi diğer meslekler kadar eşit oranda önemlidir. 

Bir insanın sarraf, cerrah, kardiyolog, teknoloji dehası, bilim adamı olması onu toplumun içerisinde üst bir sınıfa yükseltmez. Onun işi, mesleği ve geliri sadece kendi yaşam kalitesini belirler. Benden, sizden veya bir başkasından üstün olmasına sebep teşkil etmez edemez. 21. yüzyılın değer yargıları içerisinde meslekleri statü veya üstün sınıf ayrıcalığı olarak görmek, yüz kızartıcı ve hatta psikolojik bir sendrom olarak değerlendirilir, ki öyledir de. 

Bir psikoloğun bireylerin, ailenin veya toplumun kaotik açmazlarına çözüm bulup üretmesi onu üstün sınıf mensubu yapmaz, sadece toplum için değerli bir birey kılar. Tıpkı sokağı, çevreyi işinin hakkını vererek temizleyen ve insanlara yaşanılır kılan belediyenin temizlik işçisi gibi. 

Türkiye’de muhalefet, üretim kabızlığı, beceriksizliği ve kısırlığını örtmek için maalesef bazı meslek odalarını, sendikaları ve kuruluşları politik bir araç kılarak iktidara karşı kışkırtma unsuru olarak kullanıyor. Bu yüzden toplumda saygınlığı olan mesleklere karşı öfke oluşmasına sebep oluyor. 

Türkiye’de sol, (Sosyal demokratlar da dahil) hiçbir soruna çözüm üretemeyen, ancak demagoji ve toplumsal kırılma ve yarılmayı üretebilen, kriminali kutsallaştıran hastalıklı bir düşünce ve siyaset tarzıdır. Ve bu gerici yobaz zihniyet, topluma ait bütün değer yargılarını ve kurumlarını tek tek tüketiyor. 

Bugün arkaik, gerici ve yobaz sol zihniyetin maalesef hala bazı meslek kuruluşlarında egemen olması, ülkenin tam bağımsız iç ve dış politika üretip hayata geçirmesi önünde en büyük engeli teşkil ediyor. 

Türkiye’de bu kuruluşlar, halkın çıkar ve refahından çok başta ABD ve Alman emperyalizmi olmak üzere bütün emperyalistlerin ülkemizdeki mümessili gibi hareket ediyorlar. 

Böylesine hareket eden kurumların başında maalesef Türk Tabipler Birliği adı da zikrediliyor. 

Bugüne kadar insan sağlığı, toplumsal sağlıklı yaşam kalitesini arttırmak için tek bir çözüm üretemeyen ve öneremeyen TTB, ülkemizdeki terör odakları ile Batı emperyalizmine yakın durmayı tercih etmektedir. Bunun için de temizlik işçiliği, orman memuru, öğretmenlik, Et Balık Kurumu kasabı gibi bir meslek olan doktorluğun toplum nezdindeki saygınlığını kriminalize ederek hekimle toplumu birbirine düşman etmeye çalışıyor adeta. 

Önceki gün Konya’da bir uzman hekim, silahlı saldırıya uğruyor ve öldürülüyor. Hekimimizi katleden katil olay yerinde intihar ediyor. 

Sadece bu şekliyle bile baktığımızda bunun bir kriminal vaka olduğunu, özellikle hekimlik mesleğine yönelik kasıtlı veya kasıtsız bir saldırı olmadığı anlaşılır. 

Bu son olayda olduğu gibi yine sağlık çalışanlarına yönelik saldırıları kriminal vaka olmaktan çıkarıp bir toplumsal ayırıştırma ve nefret suçuna yöneltmeye çalışıyor sürekli. 

Maalesef kamuda çalışan bazı hekimler de bu kriminal eylemlere ellerinde bir avuç tuzla koşuyorlar. Hem de öyle bir üslupla koşuyorlar ki, hekimlik yapmanın bize bir lütuf olduğu edasıyla.

Ve sosyolojik istatistiklere göre oldukça düşük olan bu olayları halka, halkın değerlerine ve halkın yönetimi emanet ettiği iktidara karşı bir saldırı, küfretme, tahkir ve tezyif etme aracı haline getiriyorlar. 

Hemen işi yavaşlatma başta olmak üzere halka hizmeti aksatmak ve durdurmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar.

N’ooluyor lan size?

Sizin ederiniz ne?

Siz üstün bir sınıf ve ırk mısınız? Türkiye’de hiç kimsenin üstün sınıf veya ırk olmadığını, bütün vatandaşların anayasal eşitliğe sahip olduğunu bilmiyor musunuz? Bilmiyorsanız, eşek gibi bunu öğreneceksiniz lan. 

Siz bu milletin, bu devletin okullarında okuyorsunuz. Hem de milletin parasıyla. Bugünkü rakamlara göre bir pratisyen hekimin devlete, yani bu millete maliyeti 2 milyon liranın üstündedir. Bizim paramızla okuyup meslek sahibi oluyor sonra bizim kurumlarımızda maaşlı hizmet ediyorsunuz. Yani her şeyiniz bize ait olduğu halde siz kime karşı neyin üstünlüğünü taslıyorsunuz?

Yok doktorluk yapmayacakmışız diyorsunuz.

Bu eylemleri yapanlar, bu söylemi dillerine pelesenk edenler! Defolun gidin cehenneme kadar yolunuz var. 

Bizim kurumlarımızı işgal ederek. Kamu kadrolarını doldurarak bizim vergilerimizle karnınızı doyurarak bize karşı nasıl efelenirsiniz ulan dangalaklar!?

Defolun gidin boşaltın o kadroları. Tabi yüreğiniz yetiyorsa.

Tabi onurunuz ve haysiyetiniz var ise.

Bakın milletin bir bireyi olarak size s…ktir olun gidin diyorum. O çalıştığınız kamu hastaneleri bana, yani millete aittir. Edebinizle bize hizmet etmeyecekseniz defolun gidin kurumlarımızdan. Biz o kadroları sizden daha yetenekli ve sadece doktorluk yapacak yüzbinlerce insanı çok kısa sürede buluruz. 

Terbiyesiz ahlaksızlar sizi! En ufak olayda hemen hekimliği bırakıyoruz ayaklarına yatıyorsunuz.

Ulah kaltabanlar, ulan namussuzlar, ulan reziller! Bu ülkede 40 yıldır sizin bağlı bulunduğunuz TTB’nin açık açık desteklediği PKK ve sol terör örgütleri binlerce öğretmeni şehid ettiler. Neden sesinizi çıkarmadınız. 

Elektrik Kurumu çalışanlarını, karayolları işçilerini, savcıları, hakimleri, imamları şehid ettiler. Onlar sizin gibi böyle ahlaksızca, böyle rezilce sokağa çıkıp öğretmenlik, memurluk, imamlık, savcılık yapmayacağız diye höykürdüler mi? 

Bakın bu millet 20. yüzyılın en büyük terör örgütü FETÖ’yü bir gecede ezip perişan etti. Siz bu millete çerez bile gelmezsiniz. Aklınızı başınıza alın. Ya kamuda size verdiğimiz o makamlardan mevkilerden def olup gidin ya da adam gibi işinizi yapın lan!

Size en iyi hitap şekli budur. Aslında *Lan” demek bile size bir iltifattır. 

Benim paramla okuyup, dünyanın en pahalı öğrencisi olarak bana mal olduktan sonra bana efelik yapmaya kalkışıyorsun terbiyesiz.

Aslında binlerce hekimlerimiz arasında sizin sayınız bir avuç kadardır. Ama sizin bu habis ruhunuz ve zihniyetiniz, bizim fedakâr cefakâr o hekim ve sağlık çalışanı evlatlarımızı da lekeliyor. 

Bütün diğer kamu çalışanları gibi üzerine vazife geldiğinde zaman mefhumu demeden kendini paralayan evlatlarımız. Kardeşlerimiz olan hekimlerimizin adını kirletmeye ne hakkınız var sizin ulan?!

Hükumet de artık bir an önce üzerine düşeni yapmak zorundadır. Terörist ile hekimi ayırt edebilmemiz için bu PKK yanlısı görüntü veren TTB ve onun benzeri sözde sağlık örgütlerine yönelik bir tedbir almalıdır. 

Üç beş tane kıptiyozdan dolayı hekimlerimiz ve sağlık çalışanlarımızın tamamı zan altında kalıyor. 

Yönetimi erkini devrettiğimiz hükumet artık bir an önce milletin bu “doktor terörü”nden kurtulması için, işinde gücünde olan hekim ile bu kriminallerin ayrıt edilebileceği bir yasal düzenlemek zorundadır. 


08.07.2022 14:05

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Libya ile Münhasır Ekonomi Bölgesi (MEB) anlaşmasını imzalayıp BM’de onaylattırmasından sonra Avrupa Birliği, Yunanistan’ın ortalığı velveleye vermesinden sonra Akdeniz’de boy göstermeye çalıştı.

Fransız Deniz Kuvvetleri’ne ait Courbet Firkateyni Türkiye’nin bu meşru mavi vatanını ihlal edip bölgede bulunan küçük Türk donanmasını taciz edeyim derken, canını zor kurtardı. O günkü gemi muharebesinin çözümleri konu ile ilgilenen her gazeteci gibi bizim de elimize geçti ve defalarca dönüp dönüp okumuştum. Bilebildiğim kadarıyla köklü hiçbir devletin ordusuna ait bir birlik veya gemi hiç bu kadar kendini rezil etmemişti. Hem baskına gidip hem de kaçarak bütün dünyayı yardıma çağırması, Fransız ordusunun düştüğü aciz durumu çok iyi özetliyordu.

Daha sonra Fransız paraşütçülerinin tatbikatlarda hedeflenen sahalar yerine evlerin çatılarına düşmesi, bu ülke ordusunun savaşma kabiliyetini yitirdiğinin göstergesiydi. Ve bu konu ile ilgili zamanında örneklerle geniş analizler yaptık haber365.com.tr sayfalarında.

Akabinde Almanlar Doğu Akdeniz’de benzer bir güç denemesine girdiler ancak İyon denizinden aşağı ancak inebildiler ve uluslararası kara sularda Türk ticaret gemisine saldırdılar. Fakat o akşam Alman devletinin uykuları kabusla doluydu. Ve bu koşullarda Akdeniz’e inemediler. 

Bu iki olay da Avrupa Birliği’nin başat iki devletinin silahlı kuvvetlerinin çok kötü bir durumda olduğunu gösteriyordu. 

Ukrayna krizi ile birlikte Avrupa birliğinin askeri ve siyasi gücünün kâğıttan kaplan bile olmadığı ortaya çıktı.

Halbuki o AB, yeni üye devletlerin katılımı ile daha da genişleme ve güçlenmeyi hesaplıyordu.

Bu durumunun farkında olmamışçasına şimdi de sorunlu bir bölge olan ve dolayısıyla AB üyelik kuralları gereği Ukrayna’nın başvurusunu geri çevirmeliydi. Ama ne hikmetse Ukrayna’ya aday üye statüsü verdiler.

Ukrayna, resmen aday ülke statüsünü elde etmek için bastırıyor. Rus işgali karşısında yurt dışından her türlü desteği arıyorlar ve bu son derece meşru. Sırada Moldovalılar ve daha geride Gürcüler var. Batı Balkan ülkeleri ise AB'nin lobisinde bekliyor. Uzun yıllardır birçok aday ülke arasında bir sıranın sonunda kendilerini bulmaktan korkuyorlar ve bir gün kendilerine bir Avrupa cennetinin kapısının açılacağına dair pek umutları yok. Ve memnuniyetsizliklerini her şekilde dile getiriyorlar.

Batı Balkanlar'da bırakın Ukrayna veya Moldova'yı hiçbir aday ülke AB'ye katılmaya hazır olmayacak. En azından birkaç yıllığına. Aday ülkenin statüsü, maddi ve sembolik nedenlerle önemli olmasına rağmen, hiçbir şekilde hızlı bir katılım sağlamaz. Zaten aday ülkeler de kendi deneyimlerinden bunun gayet iyi farkındalar.

Bu koşulları göz önünde bulundurduğumuzda AB’nin daha güçlü siyasi ve askeri yapıya ihtiyacı var. 

Ama bu birlik ne yapıyor?

Etrafını saran ve içine sirayet eden bataklığın farkında olmayıp hala 20. yüzyıl yayılmacı refleksi ile hareket ediyor. Bu büyüme teşebbüsleri AB’yi hızlı bir şekilde batağa çekiyor. 

Henüz bir siyasi merkez olmayı bile becerememiş AB, 20. Yüzyıl ve günümüzde geçerliliği kalmamış reflekslerle kendi sonunu hızlandırıyor. 

Bugünkü Avrupa stratejik ve kolektif düşünemez ve hareket edemez hale gelmiştir. Ekonominin giderek politize olduğu ve son sözün genellikle silahlara ait olduğu bir dünyada, Avrupa'nın "Neşeye Övgü" sözü yeterli değildir.


23.06.2022 15:54

Türkiye ve Türk toplumu yazılı tarihinden bu yana ilk kez bu kadar aşağılık bir ırkçılık, ötekileştirme ve yabancı düşmanlığı hastalığı ile karşı karşıya bulunuyor.

Türkiye’de ırkçılık yapan siyasilerin neredeyse tamamının köken olarak Türk olmadıklarını hatırlatarak konuya kısaca değinmek istiyoruz.

Irkçılık, bilindiği gibi modern Batı’dan bize sıçramış etmiş bir ruh hastalığıdır. Ancak Batılı ırkçılar, Türkiye’deki yabancı düşmanı ırkçılarla kıyas edilmeyecek kadar cesur ve açık yüreklidirler. Onlar, Irkçılıklarını, nefret söylemini sütre gerisinde durarak değil açık açık meydanlara çıkıp dillendiriyorlar. Türkiye’dekiler de kuyruklarını bacaklarının aralarına sıkıştırarak perde gerisinde bu hastalıklı ruh hallerini topluma empoze ediyorlar.

Türkiye’deki yabancı düşmanlığı yapan ırkçıların aslında bu ülkenin er rezil en kaltaban adamları oldukları gün gibi ortadadır. Mülteci ve yabancı düşmanlıkları sadece Doğu’dan gelenlere (Afgan, Arap, Paki) düşmanlık yapıyorlar. Sadece mülteci veya sığınmacı değil, doğudan gelen ve Müslüman kimliği taşıyan yabancılara düşmanlık yapıyorlar.

Ukrayna-Rusya savaşında her iki taraftan da ülkemize 160 binin üzerinde sığınmacı geliyor. Bu ahlak yoksunu ırkçılar, nedense onlara tek kelime dahi söylemediler. Neden mi? Çünkü Ukrayna ve Rusya’dan kaçıp ülkemize sığınan mülteci ve sığınmacılar Müslüman değiller de ondan.

Elbette ki Ülkemizdeki mülteci ve sığınmacılar artık sosyolojik bir sorun haline gelmiştir. Özellikle bunların yerleştirildiği kamplar ve şehirlerde gerekli denetim mekanizmasının soğukkanlı ve sert bir şekilde işletilmemesi, bugün büyük bir sorun olarak hayatımızın merkezinde yer aldılar. Halbuki mültecilerin ikamet ettirildikleri şehirlerde basit polisiye tedbirlere bağlıdır. Bu tedbire uymayan bütün sığınmacılar, istisnasız sınır dışı edilmeliydi. Eleştirilecekse yöneticilerin bu konudaki zafiyetleri eleştirilsin. Lakin Türk siyaset sahnesinin cürufları, sığınmacılar ile ilgili bir eleştiri yapmıyor direk ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi nefret suçu işliyorlar.  Ve maalesef bu ruh hastalığı habis bir ur gibi toplumumuzun sinir uçlarına doğru yayılıyor. Önlem alınmazsa bu, metastas haline dönecek.

Türkiye’deki Irkçılığın tetikleyicisi, kendisi de bir sığınmacı ailenin mensubu olan ve kökeni hakkında ciddi iddialar ortaya atılan, ayrıca siyasi hayatı boyunca neredeyse girmediği parti kalmayan İP’in başı Meral Akşener’dir.

Yabancı düşmanlığını insanlık suçu boyutuna getiren ve sürekli provokasyon yapan ise Ümit Özdağ’dır.

O Ümit Özdağ ki KESİNLİKLE TÜRK DEĞİLDİR. Ümit Özdağ da işgal edilen vatanını bırakıp kaçmış ve Türkiye’ye sığınmış bir ailenin çocuğudur.

Daha önce de sıklıkla dile getirdiğimiz gibi Türk ırkçılığı, mülteci ve sığınmacı düşmanlığı yapanların elebaşlarının tamamı Türk kökenli olmayan ya devşirme ya da kendileri de sığınmacı kökenli olmaları dikkat edilmesi gereken bir kondur.

Şunu hemen belirtmekte fayda var, Türk milliyetçiliği ne teoride ne de pratikte ırkçı olmayıp, aksine ırkçılığa düşman bir ideolojidir.

I. ve II. Balkan Harbi bozgununda, Rumeli’den, Balkanlar’dan göç edip anavatana dönmek zorunda kalan ve göç sırasında yollarda tam 1 milyon can kaybeden Balkan Türkeri’ne de aynı nefreti kusmuşlardı bunların devşirme ataları.

O günün İstanbul sokaklarında bu ahlaksız, bu rezil devşirmeler, o mazlum ve özbeöz Türk olan Balkan muhacirlerine yaptıkları hakaretler küfürlere tanık olan büyüklerimiz tarafından bize anlatıldığı gibi, dönemin “hatırat”larında kayıtlı bulunuyor.

Bu aşağılık güruh, evlad-ı fatihan olan Balkan ve Rumeli muhacirlerine sokak köpeğinden daha aşağı muamele ettikleri hala unutulmuş değil.

O o soysuzlar ve devşirmeler, kısa bir süre sonra İstanbul’a akın akın gelen Beyaz Rusları ve onların bedenini satan günahkâr “Haraşo”larını ayakta selamlamış ve onlara resmen köpeklik yapmışlardı. Tıpkı Ukrayna'dan gelen mazlum muhacirlere davrandıkları veya onlara karşı besledikleri hisler gibi. Bu köpeklikleri de arşivler ve hatıratlarda ve hafızamızda kayıtlı bulunuyor.

Bunlar ahlaksızdır, bunlar namussuzdur, bunlar korkaktır, bunlar sünepedir. Şu an Türkiye'de ırkçılık çığırtkanlığı yapan öncülerin soyuna ve sopuna bakın, tamamına yatını Türk değildir.

Alın size ırkçı, faşist ve sığındığı milletvekilliği dokunulmazlığı arkasında her gün nefret suçu işleyen üç beş oy için insanları birbirine kırdıran Ümit Özdağ’a bakalım.

Ümit Özdağ kesinlikle Türk değildir. Hatta Turan soyundan bile değildir.

Kendisi Nart'tır. Yani Kafkas ırkındandır.

Şöyle örneklendireyim bir Haraşo ne kadar Türk ise Ümit Özdağ o kadar Türk’tür. Onun mantığı ile baktığımızda durum şudur:

Atası da Ruslara karşı savaşmaktan korkup tabanları yağlayarak soluğu Türkiye'de almıştır.

Halbuki kazın ayağı öyle değildir. Benim damarlarımda Çerkes kanı da vardır. Anne tarafım Çerkes’tir ve akrabalık bağlarımız çok güçlüdür. Büyük ninelerimizden duyduklarımız hala bizim kuşağın tüylerini diken diken eder. Bugün Ukrayna’da işlenen vahşetin on katı, yüz katı Rus Çarlığı ordusu tarafından Kafkasya’daki Müslüman Nart, yani Çerkes, Abzekhlerle, Kafkas Türklerine karşı işlenmişti.

O insanlar da bugünkü mazlumlar gibi çoluk çocuğunu ve namusunu kurtarmak için ülkemize sığındılar. Kurtuluş Savaşı sırasında eli silah tutan her Kafkas muhaciri Osmanlı ordusu ve milis güçleri saflarında Anadolu’yu kendi yurtları gibi ölümüne savundular ve ağır bedeller de ödediler.

Nartların Rus vahşetinden kaçıp canlarını güvenceye alma çabası onların en insani hakkı ve bizim de onlara bağrınızı yurdumuzu açmak en insani görev ve mecburiyetimizdi.

Bu gün de yarın da o mecburiyetimiz vardır. Her insanın, mazluma yurdunun kapısını açmak gibi bir insani mecburiyeti vardır. Biz halklar birbirimize kapımızı gönlümüzü açmazsak Allah'tan korkmayan zalim iktidarlara devletlere ve rejimlere karşı kim bizi koruyacak?

Ümit Özdağ ve onun siyasetteki diğer türevlerine baktığımızda hepsinin ortak özelliği Türk kökenli olmayıp muhacir ve insan cürufu olmalarıdır. Yanlarında yörelerinde tek tük Türk’e rastlayabilirsiniz. Bu da sosyolojik bir doğal seleksiyondur. Sosyoloji, bir toplumda yüzde 5’lik çürümüşlüğü doğal seleksiyon olarak kabul eder. Çürümüşlük, bu oranın üstüne çıktığında tehlikeli durum söz konusudur. Şükür ki Türkiye’de Türk toplumunda bu çürümüşlük yüzde 5 bile değildir.

Kendisine sığınan mazlumları korumak için gerekirse savaşmış bu uğurda şehit vermiş bu millete ırkçılık zehrini aşılayan Ümit Özdağ gibilerin önüne bir an önce yasal set çekilmelidir.

Ağır müeyyideler içeren kanunlar çıkarılmalıdır.

Ha bu arada küçük bir not: Ümit Özdağ’ın babası gelip ekmeğini yediği okullarında bedava okuduğu bu ülkede darbe yapıp başbakan ve iki bakanı aşan 27 Mayıs 1960 Amerikancı darbenin en önemli piyonlarından biriydi. (Gerçi hatıralarından okuduğumuz kadarıyla yaptıklarından örtülü de olsa bir nedamet diliyor merhum Muzaffer Özdağ.)

Yani bir Nart gelip bizim seçtiğimiz başbakanımızı bakanlarımızı astıran kadronun içinde yer aldı. Özdağ’a 27 Mayıs Amerikancı darbeyi bir sorun bakayım, nasıl canhıraş bir şekilde savunduğunu göreceksiniz.

Ben bu devletin sahibi ve kurucusu milletin bir ferdi olarak bana sığınmış, benim ekmeğimi yiyen bir sığındığının bir vatansızın ülkemde fitne tohumları ekmesine izin verilmesine karşı çıkıyorum.

. Hükümet ve Meclis bu ve bunun gibi ırkçı kaltabanlara ağır cezalar getirecek yasalar derhal çıkartmalıdır. Bu toprakları kan dökerek can vererek alan milletin evladı olarak bu talebimi hükümet ve Meclis derhal yerine getirmelidir.

Ve Umut Özdağ ile diğer Türk kökenli olmayan muhacir siyasiler, siz ne kadar Türklük ve Türkçülük adı altında ırkçılık yaparsanız yapın biz, sizin Türk olmadığınızı biliyor ve bu tutumunuzdan dolayı sizi küçümsüyoruz. Aradan bin yıl geçse de siz vatansız sığıntısınız bizim için. SI-ĞIN-TI...

Madem ırkçılık yapıyorsunuz alın size, sizin anlayacağınız dilden hitap edeyim: Asil, Ak Budun duruşu:

Ey Ümit Özdağ! Ak Budun Erdal Şimşek olarak bin yılı aşkın bir Atabey soyluyum ya sen?

Sen daha dünün Nart muhacirisin. Senin bu devletteki kaydın 100 yıllıktır benim Binlerce yıllıktır!

Ben Ak Budun'um. Sen Kara Budun bile değilsin. Sen ve senin gibilerin benim otağımda, divanımda, meclisimde, sohbet halkamda yerin Kara Budun’un altına bile değildir. Senin yerin orada yoktur. Çünkü sen bir SI-ĞIN-TI-SIN!

Ve herkes haddini bilmeli. Bu necip millet huzurunda sen de haddini hududunu bilmek zorundasın

Ey ırkçılar, muhacir ve mülteci düşmanları! Siz, yaptığı zulümleri teknik bir dille açıklayacak kadar aşağılık olan Heinrich Himmler’den daha aşağılıksınız.

15.06.2022 17:30

Rusya-Ukrayna krizinin başladığı günden bu yana gerek bu köşemdeki makalelerimde ve gerekse haber sitemiz için yaptığım bütün analizlerde ısrarla bunun bir simülasyon ve ABD-İngiltere-Rusya triosunun dünyayı yeniden paylamak için oynadıkları bir oyundan ibaret olduğunu dile getiriyorum. Bunu Türkiye’de ilk söyleyen olmanın verdiği haklı gururla, bu oyunda asıl hedefin Çin halk Cumhuriyeti olduğuna dikkat çekmiştim.

İngilizce konuşan ülkeler (ABD, İngiltere ve İngiltere’nin dominyonları) 1945 Yalta adasında Ruslarla yaptıkları anlaşma gereği dünyayı paylaşmış ve bu paylaşım projesi 1991 yılına kadar hayatını sürdürdü. 1991’de Rus tarafı bu planı artık yürütemez hale gelmiş ve Glastnost, Perestroika ile çekilmişti. ABD de bu tarihten itibaren dünyayı tek başına sömürmek istemiş ve ilk olarak bölgemizde harita ve siyasi yapılanmaları değiştirmekle işe girişmişti. ABD ve İngiltere yalan dolanlarda Irak’a saldırmış ve ülkeyi üçe böldüler. Aynı şekilde Suriye’yi de paramparça ettiler. Yemen ve bütün Arap coğrafyasını kan deryasına çevirdiler. 

Ve günümüzde bunun artık yürütülemez olduğunu görüp yedekteki planı hayata geçirdiler. Dikkat edin Amerikan işgal güçleri Afganistan’dan çekildikten sir iki ay sonra Ukrayna-Rusya krizi patlak verdi ve Dünya diken üstünde tutulmaya çalışılıyor. 

Gelişen ülkelerle Avrupa’da Almanların, Türkiye gibi ekonomisi ve askeri sanayii güçlenen ülkeleri korkutup kontrol altında tutmak için Ukrayna tiyatrosunu sahnelediler. Ruslar, zaman zaman verilen repliğin dışına çıkmış gibi görünerek dünyanın korkuya kapılması için elinden geleni yapıyor. 

Amerikalılar da Avrupa’da olan bu Savaşı Doğu ve Güneydoğu Asya’ya taşıyor. Japonlara 1 milyonluk ordu kurduruyor ve Sözde Ruslara saldırtacak ama Japonların da asıl hedefi Çin halk Cumhuriyeti olacak. 

Bir gram aklı olan herkes bu oyunu görüp bozmak için çalışmalı. 

Bakın bunun bir oyun olduğu, bugünkü Rus resmi haber ajansı olan TASS’ta geçen iki haberde de bir kez daha ortaya çıktı.

Haberin linkini veriyorum. İngilizce bilmeyenler, bilenlere okutsun lütfen. 

Hani hesapta Rusya’Ya petrol ve doğal gaz ambargosu uygulanmıştı ya, bakın nasıl uyguluyorlar. TASS’taki haberin linki ve metni aynen şöyle:

( https://tass.com/economy/1447815 )

Avrupa Komisyonu, altıncı yaptırım paketine ilişkin 27 Avrupa Birliği üyesinin elçileri arasında iki gün süren müzakerelerin sonuçsuz kalmasından sonra yarım yıl ertelenen Rusya'ya petrol ambargosu uygulama şartlarını hafiflettiğini bugün TASS’a açıkladı

Diplomat, "Avrupa Komisyonu, Rus petrolüne karşı revize edilmiş bir kısıtlama taslağı teklif etti. AB ülkelerini memnun edecek bir dizi feragat ve erteleme içeriyor." Uzlaşma teklifleri Cuma (6 Mayıs) günü yapılacak."

4 Mayıs'ta Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Rusya'nın petrol arzına ertelenen ambargoyu içeren Moskova'ya yönelik altıncı yaptırım paketini açıkladı. Avrupa Komisyonu, Rusya'dan AB'ye ham petrol teslimatlarının altı ay içinde, petrol ürünleri ithalatının ise 2023'te yasaklanmasını önerdi. Avrupa Komisyonu ayrıca Macaristan ve Slovakya'nın 2024'ün sonuna kadar Rus ham petrolünü satın almaya devam etmesine izin vermeyi kabul etti.

AB elçileri 4 ve 5 Mayıs'ta Avrupa Komisyonu'nun önerilerini görüştüler, ancak bir uzlaşmaya varamadılar. Macaristan Başbakanı Viktor Orban Perşembe (5 Mayıs) günü yaptığı açıklamada ne Macaristan'ın ne de Avrupa Birliği'nin genel olarak Rus petrol ithalatına yönelik ambargoyu kabul etmeye hazır olmadığını söyledi. Avrupa Komisyonu’nun ısrarının Avrupa birliğini baltalamakla dolu olduğu konusunda uyardı. Sonuç olarak, Avrupa Komisyonu Rus petrolüne yönelik yasaklama şartlarını hafifletmek zorunda kaldı.”

Şimdi de yine aynı Rus resmi haber ajansından Rusya’nın da Ambargo uyguladığı Avrupa, ABD ve Japonya’dan ithalatına izin verdiği markalara bakalım:

(https://tass.com/economy/1447865 ) 

Rus makamları, 50'den fazla kategoriden oluşan paralel ithalat malları listesini yayınladı. Adalet Bakanlığı'na kayıtlı Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın 6 Mayıs tarihli kararı, yasal bilgilerin resmî web portalında yayınlandı.

Bakanlık, mekanizmanın 6 Mayıs'tan itibaren geçerli olacağını kaydetti. Liste, endüstri ve tüketiciler için gerekli olan 50'den fazla mal grubunu içermektedir.

Liste özellikle bitkileri, farmasötik ürünleri ve kozmetik ürünlerini içerir. Paralel ithalata izin verilen mallar listesi, Garnier (Fransız), L'Oreal (Fransa), Maybelline (Amerika), NYX (Amerika) ve diğerleri gibi Rusya'da popüler olan belirli markaları kapsamamaktadır.

Konfeksiyon, başlık, ayakkabı, kumaş, kürk ve deri eşyanın paralel ithalatına markalar tarafından sınırlama olmaksızın izin verilmektedir.

Liste, belirli otomobil bileşenleri ve yedek parçaları ile GM, Chevrolet, Mitsubishi, Renault, Tesla, Honda, Nissan, Land Rover, Mercedes-Benz, BMW, Volkswagen, Skoda, Audi, Toyota, Lexus, Suzuki gibi neredeyse tüm Batılı otomobil markalarını içermektedir. Volvo ve diğerleri.

Müzik aletleri, havaalanı ekipmanları, ses kayıt ve TV ekipmanları, tekneler, demiryolu lokomotifleri ve diğer eşyalar da listede yer alıyor.”

Başından beri söylüyorum, dünyada yeni bir sömürü düzeni kurmak için Ukrayna’da oyun sahneliyorlar. Ve bunun için de hiçbir siyasi birikimi gustosu olmayan Zelenskiy isimli bir soytarıyı görevlendirip milyonlarca Ukraynalıyı da kurban ettiler. 

Ve bu oyun sanırım 2024’ün ortalarına kadar devam edecek. 


06.05.2022 18:15

Düne kadar PKK'lı teröristleri “Kürt savaşçı” vs diye kutsal kahramanlar olarak gösteren batı medyası ne oldu da birden PKK'ya karşı dümen kırdı?

Pençe Kilit Operasyonu'nun Batı medyasının ana gündeminde hiç yer bulmamış olması PKK yanlısı medyayı üzmüş. Batı medyası bizden hiç söz etmedi diye veryansın ediyorlar. Aslında haber yapmışlar ve ilginçtir, PKK'yı terörist grup olarak özellikle belirtmişler. Birkaç örnek verelim.

Alman derin devletinin en güçlü yayın organlarından olan Deutsche Welle  PKK’yı sürekli olarak “Kürt savaşçılar” veya  “Kürt sivilller” olarak yansıtırdı.

Bu başlıkta “Türkiye, Irak'taki Kürt militanlara karşı yeni bir operasyon başlattı” ifadesini kullanmış ve ABD/AB'nin PKK’yi terörist grup ilan ettiğini vurgulamış.

 

Alman DW: "Operasyon, Türkiye'nin Irak ve Suriye'de PKK ve Suriyeli Kürt YPG milislerine karşı yürüttüğü harekatın bir parçası. Her ikisi de Ankara tarafından terör örgütü olarak kabul ediliyor. PKK, 1984'te Türk devletine karşı silaha sarıldı. 40bin insan yaşamını kaybetti."

Bir de halihazırda PKK’nın finansörü, tedarekçisi ve eğitimcisi olan ABD’den örnek verelim. Sistenim medyası olan Washington Times, Pençe-Kilit operasyonu ile ilgili şu başlığı atmıştı:

“Türkiye Irak'ın Kuzeyinde kara ve hava harekâtı başlattı.”

 

Ve aynı gazete, haberin içinde şu cümleyi kullanıd:
“PKK ABD ve AB tarafından terör örgütü olarak tanımlanıyor.”

 

Bununla da yetinmeyen Washington Times, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’dan şu cümleyi de alıntıladı: “Asil milletimizi 40 yıldır ülkemizi saran terör belasından kurtarmaya kararlıyız” dedi.

 

İslam dünyasındaki terörist faaliyetlerin bir çoğunu finanse ve kontrol eden, bu konuda İran ile rekabet halinde olan Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait olan ve Türkiye’deki ofisinin başında Nevzat Çiçek’in bulunduğu (Nevzat Çiçek deyince gazetenin Türkiye’deki ahvalini siz hayal edin artık) Independent bile şu cümlelerle Türkiye güzellemesi yapıyor:

“Türkiye, kuzey Irak'taki Kürt militanlara karşı yeni bir kara ve hava sınır ötesi harekâtı başlattı.”

 

Ve haberin içinde şu cümleyi de sığıştırmış Independent:

“Irak'taki diğer Kürt grupları da PKK'ya karşı.

PKK, ABD ve AB tarafından terör örgütü olarak tanımlanıyor.”

 

Batı medyasının tamamında aynı ifade var: "PKK, ABD ve AB tarafından terör örgütü olarak tanımlanıyor."

Daha önce bu derece üstüne basıla basıla ve net olarak vurgulanmıyordu. Bu yeni bir durum.

Peki “bayram değil, seyran değil eniştem beni niye öptü?”

Batı niye bu kadar Türkiye’ye yanaştı?

Batı dünyası Doğal gaz’da tamamen Rusya’ya bağımlı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinden sonra doğan krizde, enerjisiz batının bir hiç olduğu ortaya çıktı.

Ve Batı, Kuzer Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ile bir anlaşma yaparak Kürt gazının Avrupa’ya taşımak istedi. Bu gazın güvenilir ve daha düşük maliyetli olarak Avrupa’ya ulaşması için Türkiye topraklarının kullanılması lazım. Bunun üzerine Türkiye’den ve Türk kelimesinden nefret eden batılı liderler tek tek Erdoğan’ın elini öpmeye geldi Ankara’ya ve kelimenin tam anlamı ile diz çöktüler.

Aldığım çok sağlam bilgilere göre Türkiye de bu gazdan payını almanın yanısıra, Batı’nın PKK’ya verdiği desteği kesmesini ve Türkiye’nin Terörle mücadelesine burnunu sokmamasını ve terör örgütünün propagandistliğini bırakmalarını çok açık bir şekilde istiyor. Batılılar da buna “evet” demek zorunda kalıyorlar.

Ve Türkiye’nin PKK’yı kesin bir şekilde bitirme, terör örgütünün Suriye bağlantı yollarını kapama operasyonuna karşı Avrupalılar susmak zorunda kaldılar.

PKK’nın peşine katılıp bugüne kadar Suriye, ABD, İran, Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda, İsveç, İsviçre, Finlandiya, Danimarka, Norveç, Avusturya BAE, Rusya vs… için leş olan Kürtler böylece bir kez daha satışa geldiler. Hem de temelli bir satış.

PKK’nın bitirilmesi operasyonuna bizzat İsrail de destek veriyor. Çünkü İsrail, kendi gazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya satmak istiyor. Bunun için iç güvenliğinin sağlam olduğu bir Türkiye onların da işine geliyor.

Batı, kendi çıkarları için kendini ve en kutsal değerlerini dahi gözünü kırpmadan satar.

Bu son satış, sırtını batıya dayayarak Ortadoğu ve Asya’da faaliyet gösteren her örgüte ders olmuştur umarım.

27.04.2022 15:02

Filistin’de Siyonist İsrail’in Mescid-i Aksa Camiinde sabah namazını kılan Müslümanlara yönelik terörist saldırıda bulundu.  Siyonist İsrailli Sivillerin Hamursuz Bayramını gerekçe göstererek Aksa’nın avlusunda Keçi kesmeye teşebbüs etmeleri vs üst üste konunca geçtiğimiz hafta Filistin’de İsrail zulmünün dozajını ve haddini kat be kat aşarak varlığını gösterdiğini bir hafta oldu.

Burada aslında garipsenecek bir durum yok. Siyonist İsrail hem kuruluş felsefesi hem de Siyonizm’in gereği devlet terörünü uyguluyor. Ve bunu terör olarak görmüyor. Yani İsrail askeri polisi Filistinli sivilleri öldürürken, yaralarken bunu devletin siyasi emirleri gereği değil, ibadet gereği yapıyor. Şaşırdınız dediğime değil mi?
Evet bir Yahudi, kendisi dışındaki insanları öldürmesi ibadettir. Yani sadece Müslümanlar değil, Hıristiyan, Budist vs dinlere mensup insanları dinin emirleri gereği öldürür. Yani bir Yahudi ne kadar Müslüman veya Hristiyan öldürürse o kadar çok cennette yer kapar. Bunu ben söylemiyorum, Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat vaad ediyor. Hani Tevrat’ın ilk 10 emirlerinden biri Öldürmeyeceksin diye bize yutturuyorlar ya, işte o anlattıkları gibi değil. Yahudi’yi öldürmeyeceksin diyor. Oysa aynı Tevrat’ın İşaya, Tesniye, ve Çölde Sayım gibi bir çok suresine baksınlar.

Bakın Tesniye’den birkaç ayet okuyayım da ne demek istediğimi anlayın:

“Hem yiğidi hem kızı, emzikteki çocukla ak saçlı adamı, dışarıdan kılıç ve içeriden dehşet telef edecek.

Onları tamamen yok edeceksin, onlarla ahdetmeyeceksin, onlara acımayacaksın.”

Mülklerini alacağımız milletlerin yüksek dağlar üzerinde ve tepeler üzerinde ve her yeşil ağaç altında ilahlarına ibadet ettikleri bütün yerleri mutlaka harap edeceksiniz”

Bu da İyaşa suresinden:

“Ve yayları gençleri yere çalacak ve rahmin semeresine acımayacaklar, gözleri çocukları esirgemeyecek.”

Son olarak da Çölde Sayım suresinden buyurun:
“Şimdi bütün erkek çocukları ve erkekle yatmış kadınları öldürün. Yalnız erkekle yatmamış genç kızları kendiniz için sağ bırakın.”

Yani özetle, terör ve terörizm, Siyonist İsrail ve her Siyonist Yahudi için dini bir ibadettir. Ve bildiğiniz gibi İsrail, resmi olarak Yahudi Şeriatı ile yönetilen bir devlettir.

Şimdi İsrail ve Siyonist Yahudiler, inançlarının gereğini yapıyorlar da İslam ülkelerinin liderleri neden inançlarının gereğini yerine getirmiyorlar?
Hemen Birleşik Arap Emirlikleri ile Suudi Arabistan aklınıza gelecek. Ama Şunu hatırlatayım, her Arap ülkesi, İslam ülkesi değildir. Örneğin, BAE’nin kraliyet ailesi Ateist ve İslam karşıtı bir ailedir. Yani BAE’de İslam ile mücadele, devletin resmi politikasıdır.

Suudi Arabistan’daki Bin Selman ailesi de ha keza benzer bir pozisyondadır.

Geriye kalan Arap ülkeleri ile Türkiye’den neden ses çıkmadı. Gerçi Türkiye ve bazı Arap ülkeleri Saldırıyı sert bir dille kınadılar ama Filistin meselesine değinmediler.

Bunun sebebi, Geçtiğimiz haftalarda paylaştığım bir videoda belirtmiştim. Filistin’de İran gittikçe etkin olmaya başladı ve direk İran’dan yönetilen ve İslam dinini de maske olarak kullanan terör örgütleri etkin olmaya başladılar. İran, HAMAS üzerinde de etkin olmaya başladı. Kurulduğu günden bu yana terörle arasına net bir mesafe koyan HAMAS, maalesef geçtiğimiz hafta iki Yahudi yerleşimci sivilin DAEŞ tarafından öldürülmesini kutladı. İşte bu resmî açıklama, Türkiye ve diğer İslam ülkelerinin Filistin’e mesafeli davranmasına sebep oldu. Ama Türkiye, Mescid-i Aksa ve Kudüs’ü hiçbir şekilde yalnız bırakmayacağını da bu son açıklamasında bir kez daha vurguladı.

Özetle, Filistin’de İran ve İran terörizmi etkin olmaya başlayınca İslam ülkeleri ilişkilerine mesafe koymayı tercih ettiler. Kamuoyunda görünen suskunluğun sebebi budur.

Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’e gelinci, Rusya’nın Ukrayna savaşından sonra ağır darbe olması, Libya’da hareketliliğe sebep oldu. Mızır ve Rusya Libya’da uluslararası terörist Halife Hafter’i destekliyor. Ve dün Hafter’in teröristleri iki petrol bölgesindeki üretimi tamamen durdurdu. Çünkü petrol üretiminin durması, Rusların işine geliyor.

Türkiye eminim buradaki gelişmeleri dünyada en iyi ve en sıcak takip eden ülkedir. Türkiye’nin bu oldu bittiye bigâne kalacağını düşünmüyorum ama bu oldu bittiye karşı henüz resmi bir açıklama yapılmaması beni kuşkulandırıyor.

Bu arada Halife Hafter’e bağlı silahlı çetelerin Başkent Trablus’a yönelik bir işgal planını hayata geçirdiğine dair bulgular var ortada.

Aman dikkat, Libya’da ABD ve Avrupa, Ruslarla birlikte hareket ediyordu. Ukrayna’daki kapışmaya bakmayın, o ayrı bir cephe ama Libya’daki müttefiklikleri hala devam ediyor. 

18.04.2022 11:00

Hatırlarsanız önceki analizlerimizde ABD’nin Japonya ve Kore’yi silahlandıracağı iddiasını ortaya atmıştım. Bu iddiamı da şu gelişmelere dayandırmıştık:

Japon medyasından okuyabildiğim kadarıyla Japon hükûmeti, Bir milyon askeri donatacak, lojistiğini sağlayacak askeri teçhizat ve levazım fabrikaları kuruyor. 

Ayrıca, Rusya, Ukrayna’yı işgal ettiği sırada Japonya Kurill adaları üzerindeki hak iddiasını yineledi. Kurill adaları Rusya ve Japonya arasında büyük bir kriz. Ada Japonların olmasına rağmen 2. Dünya savaşı sonrasında Ruslara bırakıldı ve şimdi Japonya adaların bırakıldığı devletin Sovyetler birliği olduğu ve Sovyetlerin yıkılmasından dolayı adanın kendilerine kaldığını öne sürüyorlar. Bir gün bu Kurill adalarının Japonya için savaş sebebi olacağını herkes biliyor ve bekliyor.

İşte o gün bugündür. Rusya, Ukrayna’da batağa saplandı. ABD, Putinsiz ve silahlı gücü çok zayıflatılmış bir Rusya planını hayata geçiriyor. Bu çerçevede Rusya Batıda bataklıkta debelenirken Doğu’da Japonya ve Güney Kore üzerinden yeni bir cephe açacaktır. 

Bu cephe ile Rusya için çöküş tam anlamı ile başlamış olacaktır. Bunun için Japon ordusunun büyütülmesi ve güçlendirilmesi gerekiyor. Rusya’da kontrol altına alınmak istenen veya etkisiz bırakılmak istenen bölge geçen yüz binlerce asker gerekli. Bu da Japon insan gücünden oluşturulacak. Japonya’ya takviye olarak da Güney Kore ordusu devreye konacak. Çünkü Kore, Savunma sanayiinde de oldukça ilerleyen bir ülke. Aynı şekilde Japonya da elektronik harp konusunda hayli mesafe kat etmiş durumda. 

Ve Japonya’nın asker sayısını 1 milyona çıkaracağını belirtmiştik.

Ve ne hikmetse yerleşik Türk basını bu konuyu ne görebildi, ne de okuruyla paylaşabildi. Dış politika konusunda yazanlar, ekranlarda gerdan kıran “Sütdyo Uzmanları” sanki bu olaydan haberdar dahi değiller. 

Ve maalesef, üzülerek, hem de çok üzülerek söylüyorum ki o karanlık, kanlı günlerin artık resmen başladığını söyleyebilirim. 

Bu gün o kanlı günlere 7 Nisan günü Belçika’nın başkenti Brüksel’de başlayan NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı ile start verildi. 

NATO tarihinde ilk kez Dışişleri Bakanları toplantısına üye olmayan iki ülkenin Dışişleri akanları katıldı. 

Ve tahmin ettiğiniz gibi bunlar Kore Cumhuriyeti ve Japonya İmparatorluğu Dışişleri Bakanları oldu.

Bu toplantı ile birlikte NATO, bırakın Avrupa’da gelişmesini, Asya Pasifik’te de genişleyeceğinin kesin işaretini vermiş oldu. Çünkü bu toplantıdan önceki Dışişleri Bakanları toplantısına Avusturalya ve Yeni Zelanda da katılmıştı. 

Hatırlarsanız, daha önce ABD ve İngiltere’nin birlikte Avusturalya, Kanada ve Yeni Zelanda’yı da içine alan AUKUS, yani Avusturalya, Birleşik Krallık ve Birleşik Devletler adlarının İngilizce kısaltılmış olarak (AUKUS) paktını kurdular. Ve bu pakta, nükleer enerji ile çalışan denizaltıları da katacaklarını dünyaya ilan etmişlerdi. 

O sıralarda gerek yazılarımda ve gerekse katıldığımız programlarda bu silahlı kuvvetin, Çin’i “Asya-Pasifikte boğup Çin Denizi’nde hapsatmeyi hedefleyeceğini belirtmiştik. Ve bizim hesaplamadığımız bir durumu daha devreye koydular, NATO’yu da Asya_Pasifik yayılma alanına çektiler. Aslında bir bakıma bu iyi olarak da görülebilir. Yeni düzende en azından Asya Pasifik konusunda NATO ittifakı üyesi ülkelerin de söz hakkı olmuş olur. 

Ancak AUKUS’la eş zamanlı olarak ABD-İngiltere-Avusturalya üçlüsü, Rus ve Çin Hipersonik füzelerine karşı ortak hipersonik füze ve savunma sistemleri üretme anlaşması yapmışlardı. Bütün bunları bir araya getirip şöyle masaya serdiğimizde önümüzdeki o karanlık kötü tablo netleşiyor. 

ABD Genelkurmay Başkanı Mark Alexander Milley, Temsilciler Mevlisi ve Senato’da yaptığı konuşmada Çin’e silahlı saldırıda bulunacaklarını açık açık söyledi. Kelimesi kelimesine şu cümleyi sarf etti Milley: “Çin yönetiminin Tayvan’a yönelik bir askeri harekatında ne ile karşılaşabileceğini bizim bu günden çok iyi anlatmamız gerekir. Tayvan’a yönelik herhangi bir Çin saldırısına karşı bu ülkeyi askeri olarak koruyacağımızı çok iyi bilmek zorundadırlar.”

ABD, bu tehditle hem çini kışkırtmış hem de o bölgeyi nasıl bir cehennem topuna çevireceğini çok net bir şekilde belirtti. 


10.04.2022 09:00

Mültecilere yönelik bire bir tanık olduğum olaylarda müdahil oldum ve adli süreçlere katılıyorum halen. Tavrım, “keyfi suç işlemediği sürece” mülteciden yanadır. Çünkü mesleğim boyunca vatanlarından kovulmuş insanların dramlarına tanık oldum. Bir İngiliz dahi mülteci olarak ülkemize sığınırsa, onu da sahiplenip koruma ve barınma imkânını sağlanmasını savunur ve inanırım. Çünkü bizde esas olan, “mazlumun dini sorulmaz” düsturu geçerlidir.

Son 300 yıldır dünyaya zulüm eden, akan bütün kanın en büyük müsebbibi olan İngiltere Krallığının bir yurttaşının bile mülteci durumunda yanında yer alırım. Ancak, son Afganistan mültecileri konusu çok farklı. Öncelikle onlarca yıla dayanan Afganistan tecrübelerimi bir iki cümle ile ifade edersem şunları söylerim: “Son 40 yıldır otoriteyi görmemiş, tanımamış bir toplumdur.” Ve Afganistan mültecileri böylesine otorite boşluğu yaşamış işgal altındaki bir toplumun içinde emperyalist sömürgecilere bir kemik uğruna kendini satmış, kriminal ve onursuz insanlar topluluğundan oluşmaktadır. Belki on binde bir bu tespitin dışında kalabilir. O da Avrupa yaşam hayaline kapılmış saf bir Afgan’dır. Taliban Emirliği, Emperyalizm işbirlikçisi hükûmeti devirdikten sonra bütün Afganistanlılara çağrı yaparak “genel af ilan ettiğini, kamuda çalışanların normal görevlerine dönmelerini” istedi. Taliban, bu çağrısında samimiyetini pratikte gösterdi. Ordudakiler de dâhil olmak üzere bütün kamu görevlileri ile çalıştı ve kimseyi işinden ekmeğinden etmedi. Hatta Batı dünyasının beklentilerinin tersine Taliban yönetimi, temel insan hak ve hürriyetlerine koşullar çerçevesinde sonuna kadar saygılı bir yönetim sergiliyor. Başta ABD olmak üzere Batılı sömürgecilerin bütün desteklerine rağmen eski kukla hükumet, memur maaşlarını dahi doğru düzgün veremiyordu. Taliban, emperyalizm işbirlikçilerini devirince, Batı dünyası Afganistan devletinin ülkelerindeki mal varlıklarını dondurdu.

Yani Afganistan’a 1 centin bile girmesini engellediler. Ama Taliban yönetimi ne yaptı? Rüşvet, iltimas ve yolsuzluğun adeta bir devlet yönetim biçimi halini almış Afganistan’ı harama bulaşmadan yönetmeye başladı ve ikinci aydan itibaren kamu personelleri maaşlarını düzenli bir şekilde ödemeye başladı. İşte böylesine insani bir yaşam ortamı sunmaya çalışan hükûte yönetiminden kaçmanın tek açıklaması vardır: Dürüstlük ve adaletten ayrılmayan bir yönetim sisteminde yaşama zorluğu. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi Afganistan’dan kaçanların neredeyse tamamı eski rejimin elemanları ve tamamı kriminal tipler. Ve bu yüzbinler, Türkiye’nin şehirlerinde tehlike saçıyorlar. Afganistanlı mültecilerin yığıldığı şehirlerin kriminal istatistiklerini Emniyet Genel Müdürlüğünden isteyin ve karşılaştırın, görün faciayı. Afgan mültecilerle birlikte suçlarda muazzam bir artışı olduğunu görürsünüz. Ve o şehirlerde bulunan Ceza ve İnfaz kurumları (eski adıyla cezaevi-hapishane) Afgan mültecilerle dolup taşıyor neredeyse. Ceza evlerinde de rahat durmuyorlar. Yerli Tutuklu ve mahkûmlara da huzur vermedikleri gibi koğuşları da suç mahalline çeviriyorlar. Bu kriminal vakaların yanında cezaevlerinde ciddi sağlık sorunlarına da sebep oluyorlar. Aldığım ve onaylattığım duyumlara göre bazı ceza ve infaz kurumlarında uyuz salgını başlamış durumda. İstanbul’dan örnek vermek gerekirse, Maltepe’de bulunan cezaevinde uyuz salgını başlamış bulunuyor. Bunun tek sebebi de Afgan tutuklular. Yıkanma ve temizlenme diye bir kültürleri yok. Bu konuda dünyanın en geri kalmış insanlarıdırlar. Şöyle söyleyeyim: Başkent Kabil’de bile tuvaleti olan ev bulmak oldukça zordur. Herkes tuvalet ihtiyacını dışarı yapıyor. Başkentin dışındaki büyük yerlerde bile tuvalet yok neredeyse. Ama Afganistan Türkistan’ı hariç. Adından da anlaşıldığı gibi Türklerin yaşadığı bölge. Oradaki tuvalet ve temizlik kültürünün bizden hiçbir farkı yok. Zaten gönül rahatlığı ile yemek yiyebileceğiniz, Misafir kalabileceğiniz şehirler Türkistan’dadır. İstanbul’da da Afganlı göçmenler çok büyük bir asayiş sorunu haline geldiler. İstanbul’un birçok semtinde bunların işledikleri suçlar artık klasörlere sığmaz hale geldi. İstanbul sur içi gün batımını bırakın, gündüz bile güvenilmez hale gelmiş bulunuyor. Özellikle Beyazıt Eminönü arasındaki bölgeye adeta üs edinmişler. Tramvay durakları etrafında iş tutuyor çoğu. Turistleri çarpmalar, dolandırmalardan tutun da gaspa kadar varan suçları işliyorlar. Bu iddiaları duyduğumda pek de inanasım gelmedi. Çünkü İstanbul sur içindeki asayişin çok güçlü olduğunu biliyordum. İddia sahibi arkadaş geçtiğimiz Çarşamba günü Sultanahmat’e götürerek bizzat bana bu durumu yaşattı. 

Afgan mülteciler kelimenin tam anlamı ile burada çeteleşmiş durumdalar. İstanbul Kart Dolum Gişeleri ile banka ATM’leri etrafında fink atıyorlar. Gelen turistleri çarpıyorlar, dolandırıyorlar. Sultanahmet tramvay durağının Kabataş istikametine giden tarafındaki İstanbulkart dolum gişelerinde bir turisti nasıl çarptığını bizzat müşahede ettik ve olaya müdahil olmaya çalıştık. Turistin dolum makinasına koyduğu gişeyi bağırarak “arızalı” diyerek kapattı ve kadıncağızın parasını almasına engel oldu. Kadıncağız da korkudan arkasını dönüp gitti. Afgan çete, kadıncağızın makinaya verdiği 50 lirayı alıp giderlerken engel olmaya çalıştık. Polis diye çağırıyoruz ama polis yok. Hemen 20 metre aşağımızda; caminin öbür tarafında polis güvenlik noktası var hâlbuki. Ekrem İmamoğlu, “tasarruf gerekçesiyle iki durağa bir güvenlik görevlisi koymuş. Güvenlik görevlisi durakları kontrol etmekte güçlük çekiyor. Ve o iki soyguncu elimizden kaçarak tramvay durağının bariyerlerinin üstünden atlayarak gelen tramvaya yine ücret ödemeden binip kaçtılar. Bir diğer örnek ise yerli ve yabancı turistlerin yoğun ilgi gösterdikleri Ayasofya Camii, Sultanahmet Camii ve köfteci dükkânlarının etrafını örümcek ağı gibi sarmış durumdalar. Özellikle abdest alma bölgelerinde kelimenin tam anlamı ile fink atıyorlar. Polis memurları ile konuştum. Çocukların işleri başlarından aşkın ve onlar da çaresiz. Çünkü yakaladıklarını götürüyorlar.

Toplama kampında tutuluyorlar, üç gün sonra yargı bunları serbest bırakıyormuş. Afgan göçen sorunu bir adliye polis sorunu olmaktan çıkmış ulusal kriz haline gelmiş durumda. Hükûmet bir an önce tamamı ülkelerine ihanet edip emperyalistlerle işbirliğine girmiş bu kendi vatanlarının haini olan bu kriminalleri toplayıp ülkemizden atması elzemdir. Çünkü emperyalist işbirlikçisi hükümet yıkıldıktan sonra, Türkiye’ye kaçıp gelenlerin tamamı, kendi ülkelerinde emperyalizm adına ağır suçlar ve vahşetler işlemiş kriminallerdir. Afganistan’daki devr-i iktidarlarındaki zorbalığın aynısını Türkiye’de de yavaş yavaş hayata geçirmeye çalışıyorlar. İnanmayan hükûmet ve devlet yetkilisi varsa, buyursun günün herhangi bir saatinde İstanbul Fatih, Esenyurt, Bağcılar, Esenler’de sessizce dolaşıp kendileri gözlemlesinler. Ya da Emniyet’ten bu husustaki “ceraim kayıtları”nı istesinler. Yurttaşın malını, canını, namusunu ve neslini anayasal olarak korumakla mükellef olan hükûmet, bizleri bu kriminal tiplerle baş başa bırakmamalıdır. Bırakmamak hükûmetin anayasal zorunlu görevidir.

05.02.2022 12:46

Dünyanın en büyük gaz rezervlerine sahip ve bütün dünyada “Gaz Devleti” olarak adlandırılan Kazakistan’da doğal gaza yüzde 50 zam yapılması, tek kelime ile basiret bağlanmasıdır. Nur Sultan Nazarbayev zamanında halka bedava gibi çok cüzi bir fiyatla verilen gazın önce paralı satılması ve akabinde de de yüzde 50 zamla satılmasının başka bir izahı yoktur.

Kazakistan’da gösteriler başlar başlamaz ilk işim Çin ve Rus medyasını sıkı sıkıya incelemek oldu.

Çünkü Kazakistan, Çin’in “her ne olursa olsun işgal edeceği ülkelerin başında geldiğini” tahmin ediyoruz. Bu tahminlerimiz, Çin’in bölgesel politikaları ve Kazakistan sınırına yaptığı minik minik askeri yığılma ve hareketlenmelerden çıkarsıyoruz.

Çin’in ikinci işgal hedefindeki kara parçası Sibirya’dır. Çin’in bu ütopyası, Rusların korkulu rüyasıdır. O yüzdendir ki Türk Birliği’nin kurulmasına Putin en az Erdoğan kadar istiyor. Çünkü Türk birliğinin kurulması demek, yakın zamanda Türk dünyası savunma ve işbirliğini, o da ortak Türk Ordusu’nu doğuracaktır. Türk Silahlı Kuvvetleri gibi dünyanın en savaşçı girdiği her yerde süngüsünü yere çakıp sabitleyen bir ordunun başat olduğu ortak bir ordu ile hiç kimse sıcak temas istemez.

Ayrıca Azerbaycan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin son 30 yılda yaptığı muhteşem reform ve eğitim politikasının yanında, kendini FETÖ ve Rus yanlısı subaylardan arındırması ile birlikte aynı Türkiye’nin ordusu gibi savaşçı ikinci Türk ordusu olduğunu 2. Karabağ savaşında bütün dünyaya gösterdi.

 Azerbaycan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 2. Karabağ Savaşı’nda yürüttüğü kara harekâtları ve göğüs göğse girdiği çarpışmalar harp okullarında ders olarak okutulacak türden bir muhabere olarak kayıtlara geçti. Bunları goygoy olarak söylemiyorum. Meslek hayatımın neredeyse tamamını savaş ve cepheleri gözlemleyerek, zaman zaman yaşayarak gözlemleyen biri olarak söylüyorum. Azerbaycan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 2. Karabağ Savaşı’ndaki göğüs göğse muharebeleri Dünya Harp Tarihi’nde yerini almıştır.

Şuşa’nın alınışı modern orduların neredeyse hiç birinin cesaret edemeyeceği bir savaş yöntemi ile alındı. Şuşa’da tamamen göğüs göğse ve büyük çoğunluğu bıçak ve kamaların kullanıldığı bir çatışma yaşandı. Şuşa’daki Ermeni hastanelerinin kayıtlarını inceleyin. Şehrin düştüğü gece, hastaneye yaralı getirilen Ermeni askerlerinin tamamı bıçak ve hançer yarası taşıyor. Hiç birinde ateşli silah yarası yoktur.

Aslında bu konuyu Azerbaycan Cumhuriyeti’nin ilgili bakanlıkları dünya kamuoyu ile paylaşırsa daha şık olur.

Ayrıca, Ermenilerin savaş ahlakını tamamen çiğnemelerine rağmen kara muharebelerinde müthiş savaşçılar olduklarını belirtmekte fayda var. Aynı koşullarda bir başka ülkenin ordusu olsaydı eğer, Azerbaycan Türk Silahlı Kuvvetlerinin karşısında en fazla bir hafta dayanabilirdi.

Bu kahramanlık olayı başka bir yazı konusudur. Konumuza dönersek, Azerbaycan Türk Silahlı Kuvvetleri de bu savaşta kardeş Türkiye Cumhuriyeti ordusu gibi Mete Han’ın askeri olduğunu ispatlamıştır.

Böylesine savaşçı iki kardeş ordunun başat rol aldığı Türk Dünyası Savunma Kuvvetleri ile kimsenin sıcak temasa girmeye istekli olacağını sanmıyorum. Hele Çin ordusunu hiç düşünemiyorum bile. Çünkü Çin ordusu, kara muharebelerinde dünyanın en beceriksiz ordularının başında geliyor. Kara savaşlarında Amerikan ordusundan bile beceriksiz bir ordudur. Teknolojik gelişmelere bakmayın. Teknolojiyi kullanmak için psikolojik güç lazım. Irak, Afganistan, Somali’de Amerikan ordusunun kara savaşlarını bizzat görmüş, gözlemlemiş bir gazeteci olarak söylüyorum, Yunanistan kara orduları bile Amerikan kara ordularından daha yeteneklidir.

Ana konumuza dönersek, Kazakistan Devlet Başkanı Tokayev ile ilgili Rus medyası uzun süredir “Çin’in adamı” olduğuna dair karalama kampanyası başlatmıştı. (Unutmayalım ki Rusya’da Medya’nın tamamı İran ve Çin’de olduğu gibi devlete aittir.) Ve Kazakistan’da Rus istihbarat servisi FSB(KGB)’nin mutlak güç olduğunu da hatırlatmakta fayda var. Ayrıca Kazak ordusunda da önemli oranda Rusçu subayların olduğunu da söylemeliyim maalesef. Hatta Rusçu subayların sayısı milli subaylardan da fazladır.

Tokayev’in Çin ile kapışmadan ülkesinin toprak bütünlüğünü korumayı hedefleyen politikaları tabii olarak Rusları rahatsız etmiştir. Bu ve benzer politikalar Rusların ülkede bir operasyon yapması için yeterli neden olduğu kanaati oluşmuştur. Ve bundan hareketle Ruslar, etki ajanları, Rus nüfusu ve etki ettiği diğer unsurları harekete geçirerek Canözen kentinde düğmeye bastı.

Peki, Neden Canözen?

Çünkü, en zengin doğal gaz kaynağı Canözen’de bulunuyor. Bir diğer sebep ise, nüfusu 166. 000 olan Canözen’de Kazaklardan sonra yaşayan ikinci büyük nüfus Rus. Bu önemin üçüncü ayağı ise, Başkentten binlerce kilometre uzakta olması ve Rus istihbarat servisinin şehre tam hâkim olması. Şehirde KGB’nin (FSB) çok büyük ve etkin bürosu var. Şehrin hemen yanıbaşındaki Türkmenistan’ın tam bir KGB Devleti olduğunu da buraya not edelim.

İlk kez 2000’lerin başında olmak üzere Kazakistan’ın o dönemki başkenti Almatı’dan, sonraki başkent Nursultan’dan Orta Asya Steplerini, Hazar Denizi’nin kıyısı Aksu’ya kadar karayolu ile şehir şehir dolaşmış bir gazeteci olarak ülkeyi birkaç kez gözlemleme imkânım oldu.

Olayın başladığı şehir ve bölge, Kazakistan hükûmetinden çok, Rusya’nın, yani FSB’nin hâkim olduğu bölgedir.

Bu yazıyı 5 Ocak Çarşamba sabah kaleme aldığımızda olaylar hala devam ediyor ve maalesef Kazak ordusu göstericilere karşı bilinçsizce müdahalelerini sürdürüyordu. Daha önce de belirttiğimiz gibi Kazak ordusunda Rus hâkimiyeti oldukça fazladır. Tıpkı 15 Temmuz’dan önceki TSK’da FETÖ terör örgütünün egemenliği gibi.

Ruslar, hâkim olduğu şehir ve bölgeyi, hem de başkentten binlerce kilometre uzaklıktaki alanda Kazakistan’a bir ders vermek ya da ülkede yönetim değişikliğine gitmek istediği artık çok net görülüyor.

Bu arada Kazakistan Devlet Başkanı Tokayev’in halkı sükûnete çağrısını tamamen Rusça yapması ayrıca dikkat edilmesi gereken bir konudur. Kazakistan’da Rus karşıtı siyasi hareketler bile hala dillerini düzeltememişler demek ki.

Çin hala sessizliğini koruyor. Ancak Kazakistan Cumhuriyeti’nin kurucu Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’den doğrusunu isterseniz varisi Altınorda İmparatorluğ’unun aklını gösteren bir operasyon bekliyoruz. Bu pis Rus oyununu bozsa bozsa Nursultan Nazarbayev bozabilir.

Tabi hemen karşı kıyıda komşusu olan Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Başkanı İlham Aliyev ile Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan bu anlamda Nazarbayev’e katkıda bulunmaları onu daha da güçlü konuma getirecektir.

Ne var ki, 2023, 2071 hedefleri olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin istihbarat servisinin bu darbe teşebbüsü konusunda Sayın Erdoğan’nı kaç ay önceden bilgilendirdiğini merak ediyorum. Ne var ki gün öğlene yaklaştı hala iki ülkeden ses yok.

Yoksa darbe başladıktan sonra mı haber verdiler her zamanki gibi?

05.01.2022 12:08

Amerika Birleşik Devletleri, küresel ölçekte rakip olabilecek veya olan ülkeleri oyun dışı bırakmak için elinden gelen bütün gayretleri gösteriyor. Türkiye, Rusya ve özellikle de Çin’e yönelik baskı ve sindirme çabalarının tek sebebi, bu ülkelerin küresel güç olma yolunda hızla ilerlemeleridir. 

Çin’in ekonomik, Rusya’nın Nükleer ve teknolojik, Türkiye’nin de tarihsel birikim ve askeri teknoloji ile dünya ölçeğinde boy göstermesi ABD’yi ciddi anlamda endişelendirmektedir. Bu endişelerden dolayıdır ki Amerika Birleşik Devletleri, başta bölgemiz olmak üzere, Karadeniz-Avrupa ve Hint-Pasifik hatlarını baskılayarak ve kaos üreterek hakimiyetini korumaya çalışıyor. 

Kurduğu AUKUS paktıyla da Çin’i bölge ülkelerin desteği ile kendi topraklarında boğmaya çalışıyor.

Bu söylediklerimiz belki sizlere çok fantastik gelebilir ama son 170 yıldır bölgede yaşananlara baktığımızda, “yaşanmışların tekrarı” olduğunu görürüz. Şöyle ki:

Amerika Birleşik Devletleri 2 Aralık 1823 tarihinde ünlü Monroe Doktrini çerçevesinde önce Amerika kıtasını işgal etmiş, akabinde de Çin’in etrafına denizden bir duvar örmüştü. Çünkü Çin, yeniden güçlenmiş ve denizleri aşmaya çalışıyordu. Ha keza Japonya da bir güç haline geliyordu. O tarihlerde sömürgeci Portekiz ve İspanya denizlerdeki hâkimiyetlerini kaybediyor ve oluşan boşluğa Çin ile Japonya girmeye çalışıyordu.

ABD tam da bu dönemde 1854’te silah zoruyla ticari mallarını Japonya’ya sokarak bu bölgeye kalıcı adımını atmıştı. Hemen akabinde 18 Ekim 1867’de Alaska’yı Ruslardan 7.2 milyon dolara satın alarak Bering Boğazı’nı ele geçirmiş ve 9 Kasım 1887’de Hawai’yi işgal ederek Çin’in karşı sahiline geçmişti. Bir sonraki adımı Filipinleri işgal etmekti. Güçten düşmüş İspanyollar, bu işgali resmi olarak kabul etmişlerdi. Böylece ABD, Bering Boğazı-Yeni Zelanda hattının tam kontrolünü sağlayan bir deniz duvarı kurarak Çin’i hapsetmişti.

Ve tarih tam 167 yıl sonra yeniden tekerrür ediyor. Çin, ciddi bir sermaye birikiminin yanında nükleer ve gezegenler arası balistik güce erişmiş, Pekin-Londra ticaret hattını hem karadan hem de denizden oluşturdu. Bu çalışmalarında yükselen yeni değerler olan Türkiye, Rusya ve İngiltere’yi de yanına almayı başardı. İşte bu ticaret yolu ABD’nin bütün uykularını kaçırdı.

Çünkü ABD’nin yaklaşık 160 yıldır taşıdığı çürümüşlük kangrene dönüşmüş ve artık bedeni tüketmektedir. Kolaycıların sıklıkla kullandığı ve dillerine pelesenk ettiği “Amerika’nın sonu” cidden geliyor. Hem de ABD’nin bizzat kendisi kendi sonunu getiriyor. Özellikle müttefik olduğu ülkelere hala II. Dünya Savaşı sonrasındaki kabadayı üslubuyla davranması, bu sürecin tetikleyicisi olmuştur. Türkiye’nin savunma sanayiinde sıçrama yapması, Federal Almanya’nın her ne kadar fiili olarak sömürge pozisyonuna rağmen ulus devlet bilincine ermesi ve büyük bir ekonomik güç olması gibi bir çok müttefikinin günün koşullarına göre kendini geliştirmesini hazmedemeyerek onlara birer peyk gibi yaklaştı.

Değişen dünya koşulları eski müttefikleri eşit ilişki zemininde ısrarcı davranınca ABD’deki dökülme hızlanıyor ve gün geçtikçe agresifleşiyor. Bu agresifleşeme de devlet içinde çok başlılığa sebep oluyor. Bunu somut olarak örneklendirirsek;

Suriye’de PKK üzerinden kurulmak istenen terör koridoru, NATO’nun en sadık ve ABD’den sonra en büyük orduya sahip olan müttefiki Türkiye’nin hem ulusal çıkarları hem de Türk devletinin varlık sorunu olcaktı. Türkiye, bu koridoru bozdu ve ABD bunu ihsas etmede ısrarcı oldu. İşte o sıralarda ABD’den her kafadan bir ses çıkıyordu. PENTAGON’un dediğini Beyaz Zaray, Beyaz Saray’ın dediğini Kongre, Kongrenin Dediğini CIA, CIA’nın dediğini NSA, NSA’nın dediğini Dışişleri Bakanlığı tekzip ediyordu. Tıpkı halk yönetiminin zafiyette olduğu, asker ve sivil bürokratların devletin tepesine tebelleş olduğu bir zamanların Türkiye’si gibi oldu ABD. ABD, içine düştüğü bu zaaftan kurtulmaya çalışırken, yeni büyük zaafları oluşturacağa benziyor. Yıllardır ABD’nin Pasifik’teki askeri hareketlilik ve yerleşimini mesleki olarak tabiri caiz ise saati saatine takip eden gazetecilerden biri olarak şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, bunların tamamı büyük bir savaş hazırlığıdır. Ve bu savaş Tayvan’da başlatılacak. Ancak ABD’nin esas yanılgısı da burada başlayacak. Çünkü Tayvan savaşı ABD’nin tahmin ettiği gibi kısa değil uzun olacak, hem de çok uzun bir savaş olacak. Çünkü bu savaş, yerelden çıkıp uluslararası boyuta taşınacak. Savaşı kolayca başlatan ABD, bunu öyle kolay bitiremeyecek. Bir çok cephe ve alandan geri adım atarak savaşı bitirmek zorunda kalacak. İşte o zaman ABD’nin Japon, Alman ve Türk kabusu yeniden başlayacak. Bu savaşta en çok üzüldüklerim Tayvanlılar olacak.

Çünkü Tayvan savaş alanı olacağı için maalesef yerel halk Ortadoğu’dan Afganistan’dan daha kötü durumlar yaşayacaklardır. Çünkü ABD, Çin ile silahlı çatışma tehdidini ciddiye alıyor. Böylece Pentagon, Çin'i ana rakibi olarak adlandırdı ve Amerikalı siyasiler orduya Tayvan'ı savunmak için sağlam planlar geliştirmesini emrettiler.

Savaş ve terör alanında 30 yıl civarında bir ömür tüketen ve hala okuyabildiğim dillerden “Savaş tarihi ve sanatı” ile ilgili bulabildiğim bütün kaynakları okuyan bir gazeteci olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki ABD askeri kanadı Tayvan Boğazı’nı kolay lokma sanma yanılgısını yaşıyor. Az biraz taktik ve strateji ilmini bilen Çin’in bütün hesaplarının Tayvan Boğazı üzerinde olduğunu hesaplamalı. Çin bu boğaza hâkimiyeti sağlarlarsa, ABD’nin çift taraflı akınlarını ortadan kesmiş olurlar ki, bu da şu anda ABD’nin askeri konumlama ve planlarının tamamen boşa çıkması demektir. Ayrıca Pasifik ve etrafındaki denizlere yerleştirdiği 320 bin civarındaki Amerikan piyadesinin can güvenliğinin tamamen ortadan kaldırılması demektir. Unutulmamalıdır ki ABD ordusunun ana omurgası da harekât gücü de deniz piyadeleridir. Diğer yandan Çin’in açıkladığı tatbikatları imkânlar ölçüsünde takip edebildiğimiz kadarıyla ana hedeflerin Tayvan ve Tayvan’ı silindir gibi ezip geçme olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Her iki ülkenin askerlerinin kara savaşlarında yeteneksiz olduğunu biliyoruz. Ama bu kara savaşı yeni Savaş Konseptiyle yapılacak. Kara-Havacılık, bu savaşın kaderini tayin edeceği muhakkaktır. Bunun örneklerini Libya, Kuzey Irak, Suriye ve II. Karabağ Savaşı’nda hepimiz gördük. Silahlı insansız hava araçları savaş konseptini değiştirdi. Ve Tayvan’daki savaşta SİHA’lar bir üst aşamaya geçecekler. O da “sürü harekatı” çıkarmasıdır. Bu da bir anda on binlerce askerin, sivilin ve milyonlarca canlının ölümü demektir. Gerçi Amerikalı Hal Brands ve Michael Backley, 16 Arlık tarihli foreignpolicy.com’da yayımladıkları ortak bir makalede Amerika’nın böylesi bir savaştan kaçınacağını öne sürüyorlar. Çinli liderler, Tayvan'ın direnişini ezecek ve ABD'ye bir oldu bitti sunacak hızlı felç edici harekatlar başlatmayı planlıyor gibi görünüyor. Her iki taraf da Batı Pasifik'te büyük bir küçük savaşı tercih ederdi, ancak Hal Brands ve Michael Beckley 16 Aralık'ta yayınlanan “China Is a Decilining Power-and That’s the Problem” başlıklı makalede bir çatışmanın çıkmayacağını umut ediyorlar. Gerekçeleri de nükleer silah kullanımı tehlikesi. Ancak Washington’ın uzun vadeli bir çatışmayı çıkarmasını ve bunu başarı ile sürdürmesini istiyorlar. Bu çatışmayı yönetememeleri halinde Amerika’nın bir felaketle karşı karşıya geleceğini de vurguluyorlar. “Savaş” yerine sürdürmeyi tavsiye ettikleri “Çatışma” hem Washington’ın hem de Pekin’in ekonomisine ağır yük olacaktır. ABD dolarının dünyada “rezerv para” olmasına da büyük darbe vuracaktır. Çünkü çatışma dedikleri şey, silahlanmadan başka bir şey değildir. ABD, Tayvan’ı bir garnizona çevirmesinin maliyeti hem o, hem de AUKUS için sürdürülebilir olmaktan çıkar. Ancak görebildiğimiz kadarıyla bugünkü Biden yönetimi çatışma yerine sonuna kadar “cephe savaşı”nı tercih edecek. Tabi olası cephe savaşında Japonya’nın Sibirya ve Mançurya’ya saldırısını değil ABD, bütün dünya bir araya gelse bile engelleyemeyecek. Çünkü adamların “Kızıl elma”sıdır Mançurya. Mançurya ve Kuzey Denizi'ni kontrol etmenin Japonya için ne anlam ifade ettiğini bilmeden Çin’e açılacak bir ABD ve müttefikleri cephesi, III. Dünya savaşından dönüşün artık imkânsız olduğunun nişanesidir.

18.12.2021 17:44

Joe Biden'in  tamamının ABD emperyalizme boyun eğen 100’ün üzerinde ülkenin davetli olarak katıldığı "demokrasi" toplantısı, aslında "demokrasisi olmayan toplumlar toplantısı" gibi bir duruma dönüştü. 

Angola, Hindistan, Irak gibi insan hayatının, insan düşüncesinin ve temel hak ve hürriyetlerinin hiçbir şekilde olmadığı ülkeleri davet etmesi, bu zirvenin aslında yeni bir “Emperyalist Güç ve Peykleri Tiyatrosu” olarak değerlendirilebilir.

Biden’ın davet ettiği ülkelerin aşağı yukarı tamamını tanıyor ve muhtelif zaman dilimlerinde bu ülkeleri gazeteci olarak gözlemleyerek takip etmiş ve hala işimiz gereği takip etmeye devam ediyoruz.

Amerika’nın demokrat olarak tesmiye ettiği ve yaptığı zulüm, baskı, faşizan uygulamalar ve katliamlarla çok iyi bilinen Hindistan’ı ele almak istiyorum. İşimiz gereği hem Hindistan’ı hem de Hindistan’daki Müslümanları çok yakından takip eden bir gazeteci olarak bu ülkede var olan resmi burada tasvir etmek istiyorum. Ve bu tasvirden sonda Biden’ın “Demokrasi Zirvesi”nin bir “emperyal tiyatro” olup olmadığına karar vermek siz okurlarımıza bırakıyoruz:

ABD Başkanı Joe Biden, yüzden fazla ülkeden liderleri demokrasi üzerine sanal bir küresel zirveye davet ettiğinde büyük bir tiyatro çadırı kurdu. Dünyanın birçok yerinde demokrasi bocalarken, zirvenin zamanlaması uygundu. Hoş geldin konuşmasında Biden, liderlere demokrasinin “durgunluğu” olarak nitelendirdiği şeyi tersine çevirmeleri çağrısında bulundu.

Ancak konuk listesindeki birçok ülkenin otantik demokrasiler olarak kimlik bilgileri tartışmalıdır. Ev sahibi ülkenin kusursuz bir demokrasi olarak sicili de aynı derecede ortadadır. Son 20 yıllık demokrasi uygulamalarında yaklaşık 3.5 milyon insan öldürülmüş ve on milyonlarcası sürgün edilmiş, bir çok ülke kelimenin tam anlamı ile harabeye dönüşmüştür. 

Siyasal yapısı, toplumu, sosyolojisi ve kültürünü sayısız kere yerinde görme, müşahede etme imkanına erdiğimiz Hindistan’a tekrar dönelim.  

Başbakan Narendra Modi zirvede, çoğulculuk, sosyal uyum ve hukukun üstünlüğüne bağlılık da dâhil olmak üzere her Hintlide kökleşmiş demokratik ruh olarak nitelendirdiği şeyi övdü. Ancak hayatın ironisine bakın ki Modi’nin zikrettiği bütün değer yargıları bugün Hindistan’da bizzat kendisinin öncülüğünde yıkılıyor. 

Gerçek şu ki, demokrasi zirvesindeki birçok ülkede olduğu gibi Hindistan'da da demokrasi sadece isim olarak kalmış durumda. 

Hindistan'da, çoğu Müslüman olan bir azınlığın üyesi olmak hiç bu kadar tehlikeli olmamıştı. Bunun bir nedeni, iktidar partisinin yani Modi ve onun önde gelen kadrolarının ve hatta Birlik hükümetinin üyeleri tarafından Hindistan'daki Müslümanları aşağılayan ve her türlü nefret söylemine sınırsız ve sık sık başvurulmasıdır.

Modi hükûmeti bırakın bu suçları cezalandırmayı, bu sesleri dizginlemeyi bile reddediyor. Aksine, en kötü suçlular, etkili parti veya hükûmet yetkilileri tarafından açık bir şekilde ödüllendiriliyor. Linç ya da çoğunlukla Müslüman ya da Dalit erkeklerin toplu olarak öldürülmesi, 19. yüzyılın sonlarında Afro-Amerikalıların linç edilmesinin korkutucu manzaraları ile bire bir aynıdır maalesef. Müslüman erkekler ve Hindu kadınlar arasındaki rızaya dayalı evlilikler suç sayan yasalar bizzat Hindistan’ın faşist Başbakanı Modi tarafından çıkarıldı.

Hindistan’da Müslümanların geçim kaynakları sürekli kuşatma altındadır. Bu kuşatma önce sığır eti ticaretine yönelik saldırılarla başladı. Ancak şimdi Müslüman sebze ve et satıcılarına, restoran çalışanlarına ve hatta bileklik satıcılarına yönelik saldırılara kadar uzanıyor. Ulusal güvenliği tehdit eden kişilerin önleyici gözaltına alınmasını sağlayan yasalar, bunun ulusal güvenliği nasıl tehdit ettiği açıklanmadan sığır eti ticareti yapanlara karşı kullanıyorlar. Yani Et satan, Hindistan’ın ulusal güvenliğini tehdit ettiği için tutuklanıp işkence görüyor ve bazıları öldürülürken bazıları da hapishanelerde çürümeye terk ediliyorlar.

Ülkenin ortak Hinduizm ve İslam mirasını yansıtan yolların ve kasabaların adları değiştiriliyor. Müslümanların Hinduların yaşadığı apartmanlarda ve yerleşim yerlerinde yaşamaları gözdağı ile engelleniyor. Müslüman türbeleri yerle bir ediliyor ve kalabalıklar (son olarak Gurugram şehrinde) Müslümanların Cuma namazını parklarda ve açık alanlarda kılmalarını engellemek için saldırıyorlar. Diğer azınlıklar arasında, Hıristiyan ibadethanelerine, papazlara ve rahibelere yönelik saldırıların grafiği ne yazık ki keskin bir şekilde yükseldi.

Bütün ülke bürokrasisi bertaraf edilmiş ve Başbakan Modi, Hindistan anayasasını ayaklar altına alarak kanunsuz bir şekilde yetkileri kendinde toplayarak kullanıyor. Üstelik kanunları hem amaçlarının hem de ruhlarının hilafına sadece Müslümanlara yönelik bir baskı, bir işkence, bir yok etme aracı olarak kullanıyor. 

Bir anda ülkede sokağa çıkma yasağı ilan edip yüz milyonları içinden çıkılmaz hale sokuyor. Örneğin çalışan yoksullara en küçük yardım transferlerinden bazılarıyla dört saat önceden haber verilerek ulusal bir sokağa çıkma yasağı uygulanması gibi milyonlarca insanın hayatta kalmasını etkileyen kararlar, hiçbir kanıt olmaksızın teatral olarak duyurularak garip bir şekilde toplumsal kaos tetikleniyor. 

Ve barışçıl kitle protestoları Maocu, Müslüman veya Khalistanileri (Sih dini inancına mensup milliyetçi bir siyasi akım) şeytanlaştırılıyor. Hindistan'ın vatandaşlık yasalarında, özellikle Müslüman kimliğine sahip belgesiz kişileri komşu bir ülkeden zulüm gören bir azınlık olma pozisyonuna sokuyor acımasızca. 

Hindistan, egemen düzenin politikalarına ve eylemlerine karşı çıkan veya bunlara direnen insanlar için tehlikeli bir yerden öte, “ölümcül bir ülke” halini aldı maalesef. Artık Gandi’lerin, Nehruların ülkesi değil. 

Azınlıkların hedef alınmasına karşı mücadele eden, Keşmir gibi yerlerde protesto gösterileri yapan, yerli halkların ormanlarından ve topraklarından sürülmesine karşı mücadele eden veya yurttaşlık haklarını savunan insanlara olağanüstü terörle mücadele yasalarının veya sömürge dönemi ayaklanma yasalarını devreye koyması hangi demokrasi veya insan hakları ile bağdaşıyor?

Öğrenci aktivistler, akademisyenler ve hak avukatları, hatta şairler ve rahipler bile süresiz olarak hapse atılıyor.

Bunlar arasında, ilham verici hayatını yerli halkın yerinden edilmesine karşı korkusuzca ve barışçıl bir şekilde mücadele etmeye adayan, Parkinson hastası, yaşlanmakta olan bir Cizvit rahip hapse atıldı ve hapishanede öldü. 

Bir başka örnek, Sudha Bhardwaj, en yoksul maden işçileriyle birlikte yaşayan ve çalışan örnek bir özverili avukat, üç yıl hapis cezasına çarptırıldı. Son zamanlarda, Keşmirli bir aktivist olan Hürrem Pervez, militanlara yataklık etmekle suçlanarak hapse atıldı Hürrem Pervez’in tek suçu, Keşmir’de kaybolan ve faşist Modi rejimi tarafından militan diye adlandırılan Müslümanların ailelerine insani destekte bulunmasından başka hiçbir faaliyeti yok. Ama Faşist Modi, onu rahatlıkla terörist ilan edip hapisle cezalandırıyor. 

Mesela bir meslektaşımız, tıpkı 90’ların Türkiyesi gibi ortadan kayboldu. Ailesi cesedini ararken, Modi’nin bir zindanında kemikleri kırılmış bir halde bulundu ve hala hapiste. Bu arada Türkiye’den tek ses çıkmadı Kappan’ın öldürülmesine. Meslek gruplarımız tarihin en utanç verici suskunluklarından birine büründübKapan bir Kuşal Türküydü ve Türkiye medyası sus pus oldu… Kappan’ın suçu neydi biliyor musunuz?

Hindu faşistlerin bir Dalit Kadına toplu tecaüz etmelerini haber yapmasıydı tek suçu.

Hele bu Dalitlerin yaşadıkları zulmü anlatmaya ne kalemler ne mürekkepler yetiyor. Müslümanların eften püften de olsa bir sahipleri, onların çığlını dünyaya duyuracak kimseleri var. Ama zavallı Dalitlerin hiç kimsesi yok. 200 milyonluk nüfus Faşist Hindu rejiminin her türlü baskı ve zulümlerini yaşıyorlar ama feryatlarını duyan yok maalesef. Koskoca Türkiye’de bile sanırım bu satırların yazarından başka kendilerinden söz eden tek kalem yok.

Hani Hindistan’dan gelen iç karartan insanın bakmaya midesinin dahi kaldıramadığı yoksul kötü fotoğrafler var ya, o fotoğrafların tamamının ana unsuru Dalitlerdir.

Ve Hindistan Türkü olan bu meslektaşımız ve soydaşımız, tecavüze uğrayan mazlum Dalit kızın haberini yaparken, “cihatçılara destek verdiği” iddiasıyla tutuklanıp kemikleri paramparça edildi. Ve yıllardır hala iddianamesi bile hazır değil. Çünkü Hindistan Türklerinden bir kişinin dahi cihatçılarla hiçbir işi yok. 

Mahatma Gandhi’nin, Müslüman bir çocuğun korkusuzca yürüyebileceği bir Hindistan hayalinden eser yok şimdiki Hindistan’da. Korku, bugün Hindistan'daki birçok Müslüman için bir yaşam biçimi haline geldi. Bugün Hindistan'da bu diktatör zulüm ediyor ve eziyor Hindistan cumhuriyetinin 75 yıllık yolculuğunda demokrasi hiç bu kadar zaafa uğratılmamış ve bu kadar kanamamıştı. 

Ama ABD Başkanı Biden, üzerine atılı pedofili suçlamasını atmadan Hindistan’ı demokratik cephede görüyor. 

Ne diyelim, Pedofilinin demokrasisi ancak Hindu faşizmi ile yarışır. 


15.12.2021 15:40

Geçtiğimiz haftalarda çok büyük bir badire atlattık. Dünyanın en güçlü ekonomilerine sahip 10 ülkenin büyükelçisi, Türkiye’nin iç siyasetine iç hukukuna ve anayasal düzenine müdahale eden bir ortak bildiri yayımladılar. Bu bildiri tek kelime ile saygısızlıktan öte rezilce idi. Düşmana bile böylesine aşağılayıcı bir üslupla hitap edildiği vaki değildir. Bu pespaye metnin sahibinin ABD’nin Ankara Büyükelçisinin olduğu ortaya çıktı. ABD’nin hükmettiği ülkelerin büyükelçileri de büyük bir hakarete uğrayarak bu çirkin metnin altına imzalarını attılar. Büyük Türk medyası fark etmedi ama Sosyal medya’da yayımlanan bu bildirinin ön metninde, sadece ABD bayrağı vardı. Diğer 9 ülkenin ise “Bayrak emojisi” vardı. ABD, düşman olarak gördüğü Türkiye ile beraber, emrettiği diğer 9 ülkeyi de aşağılamıştı sosyal medya metnindeki üslubuyla. Amerika Birleşik Devletleri’nin Ankara Büyükelçisinin bu metni kendi başkanları olan Joe Biden’ın onayı ile yayımladığı bu ülkenin medyası tarafından yazılıp çizildi. Bu da demektir ki Türkiye’ye yönelik bu diplomatik görünümlü saldırı, bizzat ABD devletinin başı/aklı tarafından sevk ve idare edilmiştir. Bildiri’de “Kızıl Soros” olarak bilinen ve hakkında devletin anayasal düzenini bozmaya varana kadar bir çok ağır suç işlediği ve/veya teşebbüs ettiği cumhuriyet savcılıkları tarafından iddia edilen Osman Kavala’nın derhal koşulsuz bırakılması isteniyordu. Ve ne acıdır ki, Türk medyasının en etkin kanadı olan Fondaş Medya, bu emperyalist bildirinin borazanlığını yaparak, kamuoyunda Osman Kavala’nın masum olduğu yönünde algı oluşturmayı başardı. Diğer yandan elinden onca imkân ve güce rağmen milli pozisyonu almış medya her seferinde olduğu gibi yine berbat ötesi bir sınav verdi. ABD Büyükelçiliğinin kendisi ve 9 peykinin adına yaptığı “1963 Viyana Sözleşmesi’nin 41. Maddesine riayet eder” cümlesi ile geri adım atmış gibi açıklama, Milli duruş sergileyen medya tarafından bir zafer havası ile karşılandı. Davul zurna çaldılar. Halbuki bu elçiler ne adam gibi bir özür dilediler ne de adam gibi bir geri adım atmadılar. Burada Maaşlı Milli Duruş medyasına düşen, bu elçilerin üzerine aralıksız gitmek ve onları özür dilemeye zorlamaktı. Çünkü bu arkadaşlar taktik değil de birazcık stratejiden haberdar olsalar, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Şubat ayında yayımladıkları oldukça çirkin ve aşağılayıcı bir üslupla yazılmış bir bildiride Osman Kavala’nın26 Ekim’de serbest bırakılması ve CIA’cı Henry Bakey ile ilgili davaların düşürülmesini istediğini hatırlayacaklardı. Bırakın hatırlamayı, Zehir zemberek olan bu açıklama ile ilgili tek bir kelime etmedi maaşlı Milli duruş medya mensubu kalemler. Sadece fakir-i pür taksir, bu sütunda tehlikeye dikkat çekmişti. Çünkü o açıklamada ABD, Türk hukuk ve yargı sistemine açıkça “siyasetin kuklası” demişti. Türk yargı sisteminin zulmünü yaşayan ve namuslarını para ile satanların boş iddianameleri ile yargılanarak (hamdolsun beraat ettim hepsinden) itibar suikastına uğrayan biri olarak ABD’nin bu aşağılayıcı açıklamasına itiraz etmiş ve hak ettikleri üslupla cevap vermiştim. Gariptir o günkü Adalet Bakanlığı, HSK ve ilgili yargı sorumluları ABD’nin bu ağır suçlamalarına karşı susarak kabullenmişlerdi. O susanlar bunu kabullenebilirler lakin Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşı bir birey olarak ülkemize yapılan bu ağır suçlama karşısında susmayı yeğlemeyip gerekli cevabı vermeye çalışmıştım. O gün konuşması gereken Türk yargı erki susmuş, yerine Dışişleri sözcüsü Hami Aksoy cevap vermiş ve kelimenin tam anlamı ile çok açık ifadeyle “hasss… ordan ABD Dışişleri Bakanlığı” demişti. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın o açıklamasında 15 Temmuz FETÖ darbesinin yöneticilerinden olan CIA elemanı Henry Barkey ile ilgili suçlamaları da red ederek, “bu mesnetsiz akıl dışı suçlamalar derhal geri alınmalıdır” demişti. Dikkat ettiyseniz ABD, Osman Kavala üzerinden yaptığı bütün açıklamalarda, 15 Temmuz FETÖ işgal darbe teşebbüsünde aktif rol alan insanları konu ediniyor. Yani tamamı CIA ajanı olan insanlar. Yani ABD kirli derin devletinin ülkemizdeki taşeronlarını korumaya matuf açıklamalar. Başta FETÖ olmak üzere Selahattin Demirtaş, Henry Barkey, Enver Altaylı olmak üzere ilgili bütün davlar, ABD derin devletini yargılayan davadır. Bu dünya tarihinde bir ilktir. Türkiye, dünyada ilk kez ABD derin devletini yargılayan ülke olarak tarihe geçiyor. Ve bu büyük olayı başaran Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’dan ABD, stratejik bir akılla intikam almaya çalışıyor. Ama ne yazık ki Milli Duruş sergileyen medyamız ve sosyal medya fenomenlerimiz bunun farkında değiller. Peki emperyalist ABD ve onun peyki olan 9 ülke elçisi neden Kavala’nın duruşmasından yaklaşık 6 hafta önce açıklama yaptılar? İşte burada strateji devreye giriyor. Çünkü Kavala ile ilgili iddianameye baktığımızda delillerin tamamının toplandığı, istenilen ceza ve tutukluluk sürecinin bu cezaya tekabül ettiğini görüyoruz. Tabi bir hukukçu değilim ve sadece hukuk metnini okuyarak çıkardığım sonuç bu. Bu arada Kavala ile ilgili başka suç unsurunun ve suç delillerinin ortaya çıkması durumda, ilgili mahkeme tutukluluk süresini uzatabilir. Ama okuduğum iddianameden çıkarsadığım sonuç Kavala’nın 26 Kasım’da büyük bir ihtimalle tahliye olacağı yönünde. Diğer yandan Kavala’nın yargılandığı mahkeme hukuki temellere dayanarak tutukluluk süresinin yeterli olduğuna hükmedip serbest bırakırsa o zaman da içeride Sayın Erdoğan için kıyameti kopartacaklar. Bu sefer Sayın Erdoğan’ı Türk yargısına müdahale ettiğini, kapalı kapılar arkasında pazarlıklar yaparak Kavala’yı serbest bıraktırdığı algısını oluşturacaklar. Emperyalizmin Türkiye’deki şubesi CHP ve türevleri ile Batı tarafından beslenen Fondaş Medya, bu sefer suret-i haktan görünüp, sözde milli duruş sergileyerek, “Erdoğan’ın uluslararası baskılara boyun eğdiğini, Türk yargısının özgür olmadığını ve Türkiye’nin itibarını bitirdiğini” söyleyip halkı sokağa çıkarmaya çalışacaklar. Ve mahkemenin vereceği tahliye kararıyla sükût u hayale uğrayan vatansever kitle Erdoğan’ı yalnız bırakması muhtemeldir. İşte bu da tam istedikleri bir şeydir: Erdoğan’ın yalnız başına kurtlar sofrasında kalması… Yaklaşık bir ay sonra diyelim ki duruşmada mahkeme heyeti “Kavala’nın işlediği suçların yattığı cezaya karşılık geldiğini, geri kalanının da denetimli serbestlik veya ev hapsinde geçirmesini ve bu yüzden tahliyesi” yönünde hükmederse, bizim maaşlı Milli duruş sergileyen arkadaşlar ne yapacaklar? Kavala’nın tahliyesinden sonra bu sefer Enver Altaylı ve Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması için bastıracaklar. Yukarıda da belirttiğim gibi ABD bir strateji çerçevesinde hareket ediyor. ABD’nin derdi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Kavala, Demirtaş, Enver Altaylı, değildir. Dert başka. Derdi, ABD derin devletini Türk yargısından kurtarmak. Ve bunu yapana kadar ellerinden geleni ardına koymayacaklar. Ama bu millet Erdoğan’ı yalnız bırakmazsa, 15 Temmuz’da olduğu gibi ABD’yi yine hayal kırıklığına uğratacak. Maaşlı Milli duruş medya yöneticisi arkadaşların gözünden kaçmış olabilir ama hatırlatayım, Türkiye Cumhuriyeti devleti ve milleti 15 Temmuz’da Amerikan Derin Devleti’ni deşifre etti, yendi, tutukladı ve yargılıyor. Selahattin Demirtaş adlı terörist, ABD ziyaretlerinden sora 6-8 Ekim olaylarını başlatıp onlarca Türk vatandaşı masum Kürdü öldürtmedi mi? FETÖ, ABD istihbarat servisinin kurduğu bir terör örgütü değil mi? Enver Altaylı CIA ajanı değil mi? CIA’nın Ortaasya sorumlusu değil mi? FETÖ terör örgütünü bütün Türk cumhuriyetlerine yayan ve orada örgütleyen değil mi? Ve Türkiye bu ajanların şahsında ABD derin devletini yargılıyor. Bunu maalesef Türkiye’nin maaşlı milli duruş medyası bunun farkında değil. Peki bunun sebebi nedir? Türk medyasının bir kısmı sömürgeci batılı ülkeler tarafından fonlanıp satın alınırken, bir kısmın da milli bir pozisyon almış bulunuyor. Ne var ki milli pozisyonu alan medyadaki akıl cidden inanılmaz derecede kötü, basiretsiz ve beceriksiz. Hiçbir stratejileri bulunmuyor ve sadece taktiksel yayınlar yapıyorlar. Oysa sömürgeci ülkelerin fonladığı Fondaş Medya kendisini besleyen aklın stratejisi doğrultusunda yayınlar yapıp kamuoyunun algısını etkiliyor. Yani sömürgecilerin stratejilerine karşı taktiksel cevap verildiği için her seferinde Batılı emperyalizmin beslediği medya üstün geliyor. Halbuki insanlık tarihinin temel kuralıdır: Strateji her zaman taktiği alt eder. Dolayısıyla burada sorun, Fondaş Medya’nın aklı değil, milli duruş sergileyen medyanın yönetim kadrosunun kifayetsizliği ve çapsızlığıdır. Umarım bu yazı, bazı meslektaşlarımıza ön ayak olur da 26 Kasım’da oluşması muhtemel durumla ilgili yayınlarıyla ön alma stratejisini geliştirip uygulamalarına sebep olur.

29.10.2021 16:11

Geçtiğimiz hafta ajanslara düşen bir haberde her yıl İspanya’da düzenlenen Asturias Prensesi Ödülün’ün Bilim alanında Covid-19 aşısını bulan Uğur Şahin ve Özlem Türeci’ye verildiğine dair bir haber düştü. Ve tabi Türk oldukları için haklı olarak Türk medyası da bu ödül töreninden fazlasıyla gururlu bir şekilde söz etti. Sanki iki Türk bilim insanına ülkemizde bütün imkanlar sunulmuş ve çalışmalarını Türkiye’de yapmışlar da bu ödülü devlet ve millet olarak hak etmişiz gibi bir tema ile verdi haberi medyamız. Erdoğan hükümetlerine kadar Türkiye, sürekli beyin göçü veriyordu maalesef. Erdoğan’ın bu ülkeye en büyük katkılarının başında “beyin göçü”nü önlemesi ve bu göçü tersine çevirmeye çalışmasıdır. Ödül ile ilgili görüşlerimizi belirtmeden önce Asturias ile ilgili kısa bir bilgi verirsek sanırım yorumumuz daha da anlaşılır olur. Bu eyalet her ne kadar İspanya’nın kuzeyinde olsa da Endülüs İslam medeniyetinin yıkılmasında kilit ve aktif rol oynamış bir prensliktir. 

Endülüs medeniyetinin son kalesi olan Gırnata, Asturiaslıların/İspanyolların büyük yalan ve savaş tarihinin en aşağılık sözünü tutmama eylemi ile kelimenin tam anlamı ile katliama uğrar. Ve bu aşağılık yalan olayı ülkemizde de maalesef “1 Nisan Şakası” olarak bayram havasında kutlanıyor. Olay kısaca şöyle: 15. yüzyılda Endülüs’teki Müslüman amirlikler birbirlerine düşer ve aralarında ciddi savaşlar da yaşarlar. Bu çatışma ve savaşlarla zayıflayan emirlikler, bir bir İspanyolların (Aragonlular ve Kastilyalılar) eline geçer. Ve 1492’de İspanya’da kalan son Endülüs Emevi Emirliği’ne ait Gırnata (Granada)’dır. İspanyollar kaleyi kuşatırlar. Ordunun içinde ciddi oranda ve vurucu güç olan Aragonlular gibi Asturiaslılar da vardır. Kaleyi bir türlü düşüremeyen İspanyollar, Müslümanları kandıracak bir yola başvururlar. Ordu komutanı ve aynı zamanda Kastilya ve Aragon kraliçesi olan I. İsabel’in savaş konseyi üyeleri Müslümanları alt etmenin yollarını bir toplantıda tartışırlar. Toplantıda Müslümanlara pis bir tuzağın kurulması kararı alınır Ve ardından Genel Kurmay Başkanı, 31 Mart akşamı bir elinde Kur’an-ı Kerim, bir elinde İncil ve silahsız olarak Gırnata kalesinin kapısına gelecek ve şu teklifi yapacak Müslümanlara: "Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursanız bu akşam size bir şey yapmayacağım" der. Aylardır süren kuşatma ve gelmeyen yardımlardan dolayı bunalan kale komutanı ve savaş heyeti, İspanyol komutanın teklifini uzun süren tartışmalar sonrasında kabul ederler. Ertesi gün kalede bulunan bütün siviller (sivillerin bir kısmı da Yahudilerdir), askerler silahsız bir şekilde, yanlarına sadece günlük ihtiyaçlarını karşılayacak yiyecek ve giyeceklerini alarak kaleden çıkma konusunda anlaşma yapılır. Ve 1 Nisan günü bütün kale halkı silahsız bir şekilde kaleyi boşaltır. Akabinde, İspanyol ordusu ağır bir taarruz başlatır. Müslüman komutan, İspanyol generale “İncil ve Kur’an üzerine yemin etmiştin silahsız olan bize dokunmayacaktın” der. İspanyol generalin verdiği cevap, insanlık tarihinin en utanç verici cümlelerinden biridir: "Benim sözüm size dün akşam içindi, bugün için size bir sözüm yoktur" diye cevap verir. Akabinde Bütün Müslümanlar ve Yahudilerin de bir bölümü katledilir. O gün 1 nisandır. Ve o günden bu yana 1 Nisan, Hıristiyanlar arasında “Hile Günü” olarak kutlanır. Maalesef ülkemizde de binlerce Müslümanın katliam günü olan 1 Nisan şaka günü olarak kutlanmaktadır. Bu yüzdendir ki Aragon, Kastilya ve Asturiaslıara karşı hep mesafeli ve hatta açık itiraf edeyim kindar bir psikoloji ile yaklaşırım. Aragonluların Edirne’nin fethinde Osmanlı’ya yardım etmelerine rağmen, askerlik sanatını böylesine namussuzca kirletmelerini hep tiksinti ile anarım. NATO ve ABD’nin son yıllarda Türkiye’ye attığı kazıklara rağmen İspanyolların hava savunma bataryalarını ülkemizde konuşlu tutmalarına rağmen bu kinim asla bitmeyecek. Yıllar önce Auschwitz temerküz kampında nefis gotik kaligrafisi ile yazılmış Almanca şu cümleyi hatırlatır bana bu ihanet: “Ich bin kein Rächer, aber ich werde es nie vergessen.” (İntikamcı değilim ama asla unutmayacağım.) Rehber arkadaşın tercüme ettiğine göre bunu yazan kamptaki bir Yahudi ve muhtemelen o da gaz fırınlarında yakılarak ya da boğularak ölmüştür. Asturias, Kastilya ve Aragon adı geçince hep bu duygu depreşir ruhumun en derin yerinden. Belki çoğumuz yüzlerce yıl yaşanmış bu alçaklığın, tarihin tozlu raflarında bırakılmasını; affedilmesi gerektiğini söyleyebilirsiniz. Biz unutsak da onlar unutmuyor emin olun. Adamlar bu aşağılık yalanlarını yüzlerce yıl sonra bir beste ile yad edip ölümsüzleştirmeye çalıştılar. 

1890’ların başında (Gırnata’nın düştüğünün tam 400. yıl dönümünde) Katalan besteci ve piyanist İsaac Albèniz tarafından bu rezillik, bir kahramanlık öyküsü diye bestelendi. Ve bu parçanın adına “Asturias” adını verdi. Parçayı youtubea yazıp dinlediğinizde daha ilk pasajda hatırlayacağınıza adım gibi eminim. Çünkü bu utanç verici beste ülkemizde her yerde çok bilinçsiz bir şekilde kullanıldığı için hepimiz bu bestenin gitar yorumunu biliriz. Albèniz, Güney İspanyalı olduğu için tabii olarak Asturias’ta bize; Müslümanlara, Doğu’ya ait çok şey var. O yüzdendir ki ülkemizde oldukça bilinen bir parçadır. Parçanın bestelenme şekli de tam savaş temposuna göre yapılmış. İki ana melodi parçada temel esastır. Parçanın ilk pasajı coşkuyu, kararlılığı tema olarak kullanıyor. Ve orta bölümde düşünceli, melankolik hazzı veriyor (zaferin keyfi). Kapanış pasajında yine ilk baştaki coşkun, kararlılık geri dönüyor. Albèniz, bu parçası ile Müslümanları soykırımdan geçiren ve tek bir canlı dahi bırakmayan Asturiaslıları kutsayıp ölümsüzleştiriyor. Bu parçayı her duyduğumda her ne kadar melodisi çok hoş olsa bile içim parçalanır, kahrolurum… Benim ülkemde bu parçanın o kadar yaygın olup dinlenmesi cidden kabul edilecek bir durum değil. Geçtiğimiz yıllarda bir dinci insani yardım vakfının Rusya’nın yerle bir ettiği Çeçenistan’daki yetim ve mazlumlar için yardım toplarken, açtığı stantlarda Rus Kızılordu marşlarından Polyuşka Poli (По́люшко-по́ле) marşını duyunca güler misin, kahreder misin yoksa bir ağız dolusu kalayı mı basarsın? Kendilerini uyandığımda, melodisi çok hoş o yüzden standlarımızda kullanıyoruz demişlerdi. Ve yaklaşık yüzyıl sonra Asturias Prensesi adına uluslararası ödüller veriliyor. Ödülün verildiği kişi ve kurumlara baktığımızda, çoğu cidden insanlığa hizmet eden insanlar veya kuruluşlar olduğunu görürüz. Ancak bunda da çok büyük bir tehlikeli tuzaklar kurulmuş. Ödülün verildiği Asya, Afrika ve İslam dünyasındaki kuruluşların tamamı, toplumsal yozlaşmayı ana programına almışlar. Fuhuş ve eşcinselliği savunan dernek ve vakıflar ödüllere boğulmuşlar. Ve bu yıl Asturias Prensesi ödülünün insanlığa çok büyük bir hizmetleri olan Uğur Şahin ve Özlem Türeci’ye verilmesi beni son derece üzdü. Ve haberde yazılana göre kendileri de itirazız bir şekilde bu ödülü kabul etmişler. Kanaatimce birazcık tarih bilinci olsaydı bu ödül kuvvetle muhtemel kabul edilmeyecekti. Belki de ben kendi kendime Poliyannacılık yapıyorum. Meraklısına not. Parçayı dinlemek isterseniz, kanaatimce en güzel yorumlayanlardan biri olan Sharon İsbin’e bu linkten bakabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=yIjfkYKKW54

25.10.2021 10:25

Türkiye, son haftalarda yaptığı “istihbarata karşı operasyonlar”ında bütün dünyanın dikkatini üzerine topladı. Bunu başarı anlamında söylemiyorum. MİT’in yaptığı operasyonları basına servis etmesi yöntem olarak çok şaşırtıcı olarak değerlendiriliyor. İstihbarat servisleri sürekli birbirlerine karşı teyakkuz halinde olup karşı istihbarat birimlerini diri tutarlar. En sıkı fıkı, en “kadim müttefik” istihbarat servisleri bile birbirlerinin içine sızma ve sızmayı engelleme faaliyetlerini yürütürler. Bunda beis görülecek bir durum yok. Çünkü istihbaratın doğasında bu var. Adı üzerinde “istihbarat”; yani haber toplama. Dolayısıyla dünyanın en zayıf veya ekonomik olarak en güçsüz ülkesinin istihbarat servisi dahi, bütün ülkelerle ilgili haber toplamayı birinci görevi olarak yerine getirir. Ve bu espiyonaj, kontrespiyonaj faaliyetleri üstü örtülü bir şekilde yürütülür. Dünyanın haberi olmaz bu faaliyetlerden. Sadece sıralı amirler ile hükümet ve devlet başkanı bilgilendirilir. Yapılan operasyonlar, kamuoyu ile paylaşılmaz. Bu operasyonlar, hedef ülkeden istenilen elde etmek amacıyla yapılır. Güneşin doğup batması gibi bu faaliyetler rutin olarak her gün 24 saat aralıksız devam eder. Türkiye’nin 24 Eylül 2021 tarihinde İran İstihbarat Teşkilatı VEVAK’a (Vezaret-e Ettela'at ve Emniyat-e Kesşvar. yönelik yaptığı operasyonu yaklaşık 3 hafta sonra (13 Ekim’de) Türk medyasıyla paylaşması şaşırtıcı geldi. Aynı gün, bir internet sitesinin youtube kanalında, sitenin güvenlik uzmanı ve eski havacı subay, MİT’in çok önemli bir ülkenin yurt içindeki istihbarat faaliyetlerine ağır darbe vurduğunu söylemesi, benim için daha da şaşırtıcı geldi. Çünkü o da MİT’in operasyonunun üzerinden haftalar geçmeden olayı faş etmişti. Ve en son olarak Eylül ayında MOSSAD’a yapılan operasyonun medyaya servis edilmesi üzerine ister istemez konu ile ilgilenenlerin “dur bir dakika” dediği noktaya geldik. İstihbarat servisleri, birbirlerine yönelik yaptıkları operasyonları ajan takası amaçlı yaparlar. Ve daha önce de belirttiğimiz gibi bütün bunları “tüyü bile uyandırmadan” sessiz sedasızca yaparlar. Bilebildiğim kadarıyla MİT’in çok büyük bir operasyon daha yapmış. Hem de öyle böyle değil, duyunca insanın dudağını uçuklatacak cinsten bir operasyon. Ve bir yurttaş olarak mevcut sistem yanlısı olsun ya da olmasın herkesin yüzünde mutluluk sevincinin belirmesini sağlayan bir tebessüme sebep olacak büyük bir operasyon. MİT’in operasyon yaptığı istihbarat servisi, dünyada bir çok kanlı olayların, provokasyonun, terör örgütlerinin içinde yer alan, onları kuran, yönlendiren, finanse eden bir servis. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ve Türkiye’deki bütün öldürücü sol terör örgütlerini kurup veya önceden kurulmuş diğerlerine de sızarak yönlendiren bu istihbarat servisine karşı ilk kez bu çapta etkili bir “karşı istihbarat operasyonu” yapıldığı duyumları kulaklarımıza kadar geldi. Türk istihbarat servisinin bu karşı operasyonları hemen kamuoyu ile paylaşılmasının amacı ne olabilir acaba? Operasyonun yapıldığı iki ülke “düşman kardeş” devletler. İkisi de perde önünde birbirine çemkirir ama perde gerisinde ortak çok büyük işler yapıyorlar. Örneğin, Afganistan ve Irak’ın işgalinde ABD’ye yaptığı yardımların yanısıra, Beşşar Esed’in ordusundaki Rus yanlısı birliklerin tepe adamlarının koordinatlarını MOSSAD ile paylaşan İran Ulusal İstihbarat Servisi’ne (VEVAK) ile MOSSAD’a yapılan operasyonlar birbirini tamamlayan bir karşı istihbarat işi gibi geliyor. Çünkü Türkiye, İran’a karşı zorunlu olarak pozisyon değiştirmek zorunda kaldı. Türkiye’yi buna zorlayan, İran’ın devlet eliyle ülkemizde yürüttüğü terörist ve yıkıcı faaliyetlerdir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, alacağı yeni pozisyonunun gerekçelerini yurttaşlarına anlatma ihtiyacından dolayı bu operasyonu kamuoyu ile paylaşmış olabilir. 

MOSSAD’a yönelik yapılan operasyon da aynı çerçevede değerlendirilebilir. Türkiye, neredeyse bütün Arap dünyasının yalnız bıraktığı Filistin davasını tek başına sahiplendi ve uluslararası platformda öncülüğünü yaptı. Hem ekonomik hem de siyasi ağır bedelleri göze alarak Filistin’i savundu. Türkiye, uzun yıllardır, Filistin’deki iki ana akım siyasi hareketin/örgütün MOSSAD ile içli dışlı olduğunu biliyor. Türkiye’de muhafazakâr, liberal, özgürlükçü, demokrat ve İslami kesimin sempati ile baktığı ve desteklediği HAMAS, yıllarca Filistinlileri sömüren ve Filistin kanı üzerinden rant devşiren El Fetih örgütüne karşı kurulmuştu. Hamasın Kurucu lideri Şeyh Ahmed Yasin ile gazetecilik mesleği çerçevesinde ve kuralları içinde görüşmek sohbet etmek imkânı olmuştu. Kendileri ve HAMAS’ın o günkü lider kadrosu ile yaptığımız mülakatlarda, El fetih ve diğer örgütlere karşı davalarında haklı oldukları kanaatine sahip olduk. 2007 yılında Gazze’de bire bir tanık olduğum bir casusluk olayı HAMAS’ın haklılığı konusundaki fikirlerimi pekiştirirken El Fetih’in çirkin yüzünü bir kez daha ortaya çıkarıyordu. O yıllarda HAMAS-El Fetih koalisyonunun İçişleri Bakanı olan Muhammed Dahlan’ın İsrail hesabına casusluk yaptığı o baskınla ortaya çıktı. Baskın yapıldığında HAMAS’lılarla beraber ben ve foto muhabirim ile bir çok uluslararası haber ajanslarının muhabirleri girmiştik ofise. Dahlan’ın özel kasası patlatıldı ve içinde çıkan evraklar şok ediciydi. Müslüman ve Filistin’e gönül vermiş biri olarak hem müthiş derecede üzmüş hem de midemi bulandırmıştı. Çünkü Dahlan, İsrail’e sadece casusluk yapmamış, adi muhbirlikleri de icra etmişti. Aradan yaklaşık 7-8 sene geçtikten sonra HAMAS ile Muhammed Dahlan’ın Dubai’de bir çok kez görüştükleri. Hatta bir görüşmede HAMAS temsilcisi ile Dahlan’ın mide bulandıran gülümsemelerinin yayımlandığı karenin altında HAMAS yetkilisinin “Dahlan ile aramızda pek bir ihtilaf yok” sözü ömrümde yaşadığım rezilliğin, namussuzluğun, şerefsizliğin feriştahıydı. Bu fotoğraf karesi ve sözlerin beni bu kadar üzmesinin sebebi, son 27 yıldır İsrail-Filistin çatışmalarının neredeyse tamamına bizzat sahada tanıklık etmiş hem İsrail hem de Filistin tarafında parçalanmış masum sivillerin cesetlerinin bir bir gözümün önünden geçmesiydi… Han Yunus’ta, Beyt Hanun’da, Cebaliye mülteci kampında İsrail tanklarının uçaklarının ve topçularının öldürdüğü Gazze’li çocuklar kadınlar yaşlılar gözlerimin önünden yeniden bir bir geçmeye başlamışlardı. Sadece Filistinli masumlar mı? Elbette hayır. Zikim Qarya’da, Siderot, Aşkelon, Beyt Şemeş…lere düşen Filistin roketleri ve bu roketlerle ölen, yaralanan sivil İsrailli çocuk ve kadılar da kan akan bedenleri ile gözlerime parmaklarını sokuyorlardı adeta. Hele İsrail savaş uçaklarının attığı o ağır Bunker Buster bombalarının Filistinli çocuklarda oluşturduğu korku… Gazze’den gelen roketlerin 18-19 yaşındaki İsrailli kız-erkek çocuk askerlerinde sebep olduğu travmalar…. Hepsine tek tek tanık oldum. O İsrailli asker çocukların M 16 tüfeklerini atıp en yakın sığınaklara feryat figan kaçmaları cidden sarsıcıydı. 2009 yılıydı. İsrail, Filistin tarihinin en ağır en ahlaksız en rezil saldırısını yapıyordu Gazze’ye. İlk kez Ahtapot Bombasını kullanıyordu. Saldırı anlarında dakikada tam 11 Octopus (Ahtapot) bombası düşüyordu Gazze topraklarına. O bombaların parçaladığı çocuk genç, yaşlı Filistinli cesetleri ile Siderot’a atılan HAMAS roketlerinin acıları bir bir beynimin kıvrımlarında dolaşıyordu. HAMAS da Filistinlerin kanı üzerinden siyaset yapıyordu. O da tıpkı El Fetih gibi, Filistinler öldükçe kendi ağalık sistemini sürdürebileceğini görmüştü. HAMAS ta o zamanlar demek ki MOSSAD’ın kontrolüne geçmişti. Öyle ya El Fetih ile HAMAS çatışmalarında birlerce Filistinli ölmüş ve yaralanmıştı. Dışarıdan bakan bizler, bu kavgayı “bağımsız Filistin” için verildiğini sanıyorduk. Ama yaklaştıkça, içini gördükçe bu kavganın tamamen rant kollamak için yapıldığını görecektik. Aynı kan siyasetini İsrail de izliyor. İsrail de sahibi olduğu HAMAS ve El Fetih gibi kendi yurttaşlarının kanı üzerinden varlığını sürdürmeye çalışıyor. Defalarca İsrail’e gitmiş ve orada yaşamış bir insan olarak söylüyorum, lütfen bu sözlerimi bir yere kaydedin: İsrail, öyle büyütüldüğü gibi güçlü, her şeyden haberi olan bir ülke değil. İstihbarat ve iç güvenliğinde inanılmaz boşluklar var. Bunları defalarca gördüm yaşadım ve İsrail devletine yaşattım ruhları bile fark etmedi. MOSSAD’ın gücü anlatıldığı kadar yok. İnanın tamamı abartı. Tamam, kabul, MOSSAD bir istihbarat servisi ve o da benzer kurumlar gibi acımasız ve ulaşabileceği bilgiye ulaşıyor. Ancak Türk komplo teoricilerinin iddia ettiği gibi tanrısal bir gücü yok. CIA ve İngiliz İstihbarat Servisi MI 6’nın desteği olmazsa inanın dünyada bir çok istihbarat servisine çırak olamaz. Türkiye’nin MOSSAD’a yönelik yaptığı operasyonu kamuoyu ile paylaşmasının sebebi, Filistin politikasını yeniden re organize etmesinden kaynaklanıyor olabilir. Çünkü Filistin’in kanını sömüren, MOSSAD ile al takke ver külah ilişkisi içerisinde olan El Fetih ile HAMAS’a karşı artık bir mesafe koyması gerektiğini düşünmüş olabilir. Başta Türkiye olmak üzere İslam ülkeleri ile BM’nin Filistin’e yaptığı yardımlar, Filistin halkına değil, HAMAS ile El Fetih ağalarının ceplerine gidiyor. Yaser Arafat’ı hatırlayın. Sürgünde yaşayan ve ömründe bir günlük bile çalışmamış adam öldüğünde Fransız bankalarında 500 milyon Dolar’a yakın kişisel hesabı olduğu ortaya çıkmıştı. Hele Mahmut Abbas’ın mal varlığını hesaplamaya kalem mürekkebi yetmez. Aynı durum HAMAS ve ağabeyi İsrail için de geçerli. İsrail’de bir çok şehirde yaşadım. İnanın fakiri çok fakir. Bir İsrailli, normal yaşamını sürdürebilmesi için neredeyse 24 saat çalışmak zorunda. Ama diğer yandan İsrail’deki partilerin, hükümet üyelerinin tamamının off shore hesaplarında yüz milyonlarca dolar olduğu ortaya çıktı. Örneğin, İsrail’in eski Savunma Bakanı ve bugünkü Finans Bakanı Avigdor Liberman’ı ele alalım. Bu savaş ve kan tüccarı, Moldovalı bir Yahudi. Ve orada iken Barlarda Bodyguardlık yapıyordu. Bugünkü adıyla Güvenlik Görevlisi. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada bar güvenlik görevlileri düşük ücretle çalışır. Ama bugünkü Liberman’a baktığımızda İsrail’in en zenginleri arasında yer alıyor. Bu paranın kaynağı neresi peki? İsrail halkına diasporanın, ABD’nin ve diğer batılı ülkelerin gönderdiği fonlardır. Bir Netenyahu’ya bakalım. Eski bir asker. Yani ömrünce maaşla çalışan bir adam. Ama bugün o da İsrail’in zenginleri arasında yer alıyor. Uzatmadan konumuza dönersek, kanaatimizce Türkiye, kan üzerinde rant devşiren Filistinli siyaset kodamanlarına karşı yeni bir politika güdecek. Aynı şekilde İsrail’e yönelik politikasında da değişikliğe gidecek sanki. Ve bu değişiklikte toplumda doğması muhtemel tepki ve soru işaretlerine önceden cevap verdi bu operasyonla. 

HAMAS, artık HAMOSSAD olmuştur. Bunu ne zaman fark edeceksiniz?

22.10.2021 16:25

Avrupa Birliği, Koronavirüs pandemisi ile dünyanın içine kapanmasından dolayı ciddi bir ekonomik zarar gördü. Özellikle AB üyesi ülkelerin pandemi ile mücadelede yetersiz kalması, bu ülkelere yönelen yabancı yatırımcıları da ürküterek kaçışlara sebep oldu.

Avrupa Birliği ekonomisinin çökmesini ve birliğin dağılmasını önlemek için lokomotif ülke Almanya, taşın altına elini koyarak üye ülkelere yadım paketi sundu. 750 milyar Euroluk yardım paketinin aslan payı her zamanki gibi Yunanistan’a düştü.

Buraya kadar normal bir olayın geçmişini haberle dili ile aktardık. Ancak bunun öncesi ve sonrası olayın gerçek yüzünü anlatmaya yeter:

AB’nin, Almanya tarafından ABD, Rusya, Çin ve Türkiye’ye karşı kullandığı bir siyasi koz/güç olduğunu artık bilmeyen yok. Önümüzdeki süreçte bu kartı İngiltere’ye karşı kullanacağı kuşkusuzdur. Tabi Türkiye ve İngiltere gibi iki güçlü müttefiki karşısına alan AB’nin yaşama şansı olur mu olmaz mı hep beraber göreceğiz.

Konumuza dönersek, “nasıl oldu da Fransa birden Yunan sever oldu” cevabını aramalıyız.

Fransa’nın Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuku çiğneyerek Türkiye’ye tebelleş olması ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni tahrik etmesi 2020 yılında olmuştu hatırlarsanız. Tesadüfe bakın ki o dönem Türkiye Mavi Vatan’ı korumaya çalışırken, Avrupa Birliği’nden “Pandemiden zarar gören AB ülkelerine 750 milyar Euroluk yardım paketi” onay alıyordu. Ve tam o sıralarda Fransız Savaş gemileri Türk savaş gemilerine yalvar yakar “ne olursun Allah aşkına beni vur” gibi davranışlar sergilediler. Türk denizcileri Fransa’nın bu pespaye provokasyonlarını kaale almadı.

Fransa, bir yandan saldırgan ve seviyesiz politikasına Türkiye’den karşılık bulmaya çalışırken, diğer yandan da AB pandemi desteğinin aslan payını kapan Yunanistan’ı kafa kola almaya çabaladı. Ve bunu kısa sürede başardı da. Çünkü Yunanistan tarihinin gelmiş geçmiş en paranoid ve en beceriksiz hükümeti işbaşında. Kriyakos Miçotakis hükümeti, politik yetersizliğini Türk düşmanlığını harlayarak kapatmaya çalışırken, Fransa’nın Atina’da görünmesi kendisine adeta can simidi oldu.

Yaklaşık 15 yıldır AB’nin ve özellikle Almanya’nın hibe yardımları ile ayakta duran Yunanistan, Fransa’nın sinsi yılan kartına histerik bir refleksle sarıldı adeta. Ve onun Helenizm paranoyası, ilk etapta Yunanlılara tam 3 milyar Euro’ya mal oldu. Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron, 18 adet Rafale uçağını Yunanistan’a satmayı başardı.

Kaldı ki bu uçaklar çok övülmesine rağmen henüz bir savaş tecrübesi olmadığı için kabiliyetlerinin çok abartıldığını da bir yere not etmek gerekir.

Fransa, Yunanistan’a gelecek olan AB yardımının neredeyse tamamına konmayı planlıyor. Bunun için, Yunan ordusunun hiç de ihtiyacı olmayan kara ve deniz savaş araçları satmayı programına dahil etti. Elysee sarayına yakın kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre Macron, Yunanistan’da 17 milyar Euroluk silah satmayı planlamış ve bunu 2022’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde gerçekleştirerek kendi halkından oy almayı hedefliyor. Şu ana kadar Macron, bu hedefin yarısından fazlasını başarmış durumda ve tam 8 milyar Euroluk silah sattı.

Bu yazıyı kaleme aldığımızda Fransa’nın Yunanistan’a yaklaşık 5 milyar Euro’luk savaş gemisi sattığı bilgisi ortaya çıktı.

Yunan ve Fransız medyasının verdiği bilgilere göre Yunanistan ile Fransa arasında, savunma alanında stratejik ortaklık anlaşması imzaladı. Yapılan anlaşma gereği Yunanistan, Fransa’dan tal 5 milyar Euroluk savaş gemisi satın alacak.

Anlaşmada Yunanlıların aklını alacak onları coşturacak birkaç madde var. Ancak bu maddelerin hayata geçirilmesi kelimenin tam anlamı ile imkânsız. İki ülkeyi Türkiye’ye karşı saldırgan bir pozisyona getiren anlaşmanın gerçekleşmesi önündeki iki büyük engel var. Biri Türk Silahlı Kuvvetleri, ikincisi ise NATO’dur. Akla ziyan bu anlaşmanın hayata geçirilmesine TSK’dan önce NATO engel olacaktır. Çünkü anlaşmanın hayata geçmesi demek NATO’nun dağılması demektir. Buna da ne NATO’nun Avrupa üyesi ülkeleri ne de bizzat kurumun kendisi izin vermez. Ve NATO’dan da daha önemlisi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gücü ve varlığı bu anlaşmanın Türkiye’ye yönelik saldırgan maddelerinin bir anlık dahi olsa hayata geçirilmesine engeldir. Fransız savaş gemilerinin Türkiye’nin Ege kıyılarına gelip sancak göstermesinin hayali bile imkansızdır.

Bunun da iki sebebi var:

Birincisi, Türk Deniz Kuvvetlerinin gücü,

İkincisi Türk Kara ve Hava Savunma gücü.

Fransız savaş gemilerin Türk kara suları veya uluslararası sularda Türkiye’yi tehdit edebilecek bir pozisyon almaları demek, kendi üzerlerine sürü halinde Türk SİHA ve füzelerini davet etmek anlamına gelir.

Ayrıca Fransa’nın böyle bir tutumu Türkiye için inanılmaz bir fırsat olacaktır, Yani Türkiye’nin arayıp da bulamadığı bir fırsat olacak.

Şöyle ki: 21. Yüzyıl savaş konseptini SİHA’larla değiştiren Türkiye, ilk kez açık denizlerde bu savaş araçlarıyla “Sürü Savaşı” yöntemini deneyecektir. Bu da inanılmaz bir know how sağlayacaktır Türkiye’ye.

Söz konusu anlaşmanın Türkiye ile ilgili maddelerinin hayata geçmesinin önündeki bir diğer engel de Fransız Silahlı Kuvvetleri’dir. Fransız ordusu, TSK’nın bugünkü teknolojisi ve tam bağımsız yapısı ile çatışamayacağını çok iyi biliyor. Ayrıca yine NATO müttefikliği çerçevesinde de bu çatışma girişimine şiddetle karşı çıkacaktır.

Bu anlaşmanın Yunanistan’ı “yolmak”; en az 20 milyar Euroluk borcun altına sokmak ve Macron’a Nisan 2022’nin sonundaki cumhurbaşkanlığı seçimini kazandırma metni olduğunu Fransız askeri ve sivil bürokrasisi de çok iyi biliyor. Bu yüzdendir ki anlaşmanın akıldışılığına ses çıkarmıyorlar.

Burada olan, Yunanistan halkına oldu. Çünkü Yunanistan’ın sadece dış borcu 500 milyar Euro’nun üstünde. Yani Yunanistan’ın bütün gelir ve giderlerinden % 246 fazla. Bu rakam sadece Dış Borç. Yunanistan’ın İç borcunu hesaplamadık bile.

Yunanistan’ın nüfusunun toplamı 10.2 milyon. Yani yaklaşık olarak İstanbul’un yarısı kadar.

Yunanistan, yıllardır sanki Ekrem İmamoğlu tarafından yönetiliyor. Kelimenin tam anlamı ile iflas etmiş ve suni nefesle ayakta tutulmaya çalışılan bir ülke. Dünyada hiçbir ülke artık borç vermiyor. Tıpkı Ekrem İmamoğlu’nun 2 yılda borca boğduğu İstanbul gibi yönetilemez hale gelmiş durumda.

Geçtiğimiz yıl ve bu yaz yaşadığı sel felaketleri ile orman yangınlarından dolayı Yunanistan kelimenin tam anlamı ile çökmüş bir halde iken, Miçotakis hükümetinin Yunan halkının boğazındaki lokmayı Fransa’ya sunması akıl tutulmasından başka bir şey değil. Yunanlılar bu akıl tutulşumluğa sened susuyorlar. Yoksa onlar da mı bu girdaba girdi?

Yunan halkı ve parlamentosuna düşen, kendi hükümetlerini Fransa ile yaptıkları bu ortak savunma anlaşmasının . maddesini hayata geçirmesini istemektir. Yunan hükümeti bu maddenin gereğinin yapılmasını istediğinde Fransa’nın nasıl ortadan toz olacağını göreceklerdir. Macron’un amacı, bu anlaşma ile AB’den Atina’ya gelecek olan paraya konmaktı ve bunu da başardı.

Yunan halkına yazık oldu. Bir kez daha histerik Helenist faşist siyasetçilerin kurbanı oldular. Ve aylar önce söylediğim gibi Yunanistan, 21. yüzyılda olmayacak. Bu faşizan kafa Yunanlıların tarihten silinmesine sebep oldu. Özellikle genç olan okurların bu satırları bir yere not etmesini rica ediyorum. 2035’ten sonra Yunanistan’ın varlığı konuşulup konuşulmayacağını göreceklerdir. 

15.10.2021 15:23

Geçtiğimiz günlerde, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Avusturalya (Avusturalia-United Kingdom-United States) hükümetlerinin ortak güvenlik ve savunma işbirliği anlaşmasını imzaladıklarını duyurdular. Bununla eş zamanlı olarak Avusturalya hükümeti, daha önce Fransa ile satın alma anlaşmasını imzaladığı nükleer enerji ile çalışan denizaltıların alımından vaz geçtiğini duyurdu. 

Bu iki ani eş zamanlı olay bir anda Fransa ile Çin’in üzerine karabulutların dolaşmasına sebep oldu. Özellikle Fransız hükumeti bu anlaşmaya olan tepkilerini büyük bir diplomatik acemilik sergileyerek. Refleksif tepki gösterdi. Doğrusunu isterseniz Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron’un bu “ergen kırılgan kız” tavrı hiç de şaşırtmadı. Kendisinden beklenilen bir hareketti. Lakin bu “ergen refleks”ler, Fransa’nın uluslararası düzeydeki imajına oldukça büyük darbe vuruyor.

Anlaşmaya taraf olan üç ülkenin İngilizce adlarının baş harfleri ile kısaca AUKUS diye adlandırılan bu anlaşmaya sadece Fransa değil, Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu, Hindistan ve peykleri farklı tonlarda ters tepki gösterdiler. Çin, anlaşmanın kabul edilemez olduğunu belirtirken, Rusya, daha karşıt ama daha temkinli bir dil kullanmayı tercih etti. Hindistan ise, “bu karmaşada ne koparırım”ın peşindeydi. Hindistan’ın faşist ve ırkçı lideri Modi ise anlaşmaya tepki gösterir gibi yapıp ABD’den ekonomik tavizler koparma çabası içerisinde girdi 

Bu anlaşma ile ilgili tarihsel bir geleneğe sahip olan 6, 7 devletten Türkiye Cumhuriyeti, İspanya Krallığı, Portekiz Krallığı ile Federal Almanya Cumhuriyeti nötr kalarak renklerini belli etmediler. Almanya’yı ayırarak, diğer köklü bir geçmişe sahip olan ve her şeye rağmen dünya siyasetinde belirgin rol alan bu ülkelerin tavrının nötr olmasına bir mim koymak lazım. 

Almanya’yı ayırıyoruz, çünkü II. Dünya Savaşı’ndın sonra yeniden kurulan Almanya Cumhuriyeti, bütün dünyayı ilgilendiren dış politika konularında bağımsız bir ülke değildir. Almanya, Willy Brandt, veya doğum adıyla Herbert Ernst Karl Frahm’ın iktidarına kadar hem kıta Avrupası, hem de dünya siyasetini ilgilendiren dış politikasını kendisi belirlemiyordu. Alman Dışişleri ve İstihbarat servisi tamamen Amerika Birleşik Devletleri’ne bağlı ve bağımlıydı. Brandt iktidara geldiğinde bunu değiştirmeye çabaladı ancak bedelini siyasi hayatıyla ödedi. Brandt’ın bu siyasi girişiminden sonra ABD, Almanya’nın komşuları ve çevresi ile ilişkilerinde kısmi bir özgürlük tanıdı. 

 Bu gerçekleri göz önünde bulundurarak Almanya’nın AUKUS’a karşı sessiz kalması, sözünü ettiğimiz diğer ülkelerden farklı bir tutum olarak değerlendirmek gerekir. 

AUKUS’tan önce de dünyada farklı ortak savunma paktları kuruldu. Bu paktlardan önce ciddi iki dünya savaşı yaşandı. Bu savaşlara baktığımızda, ikisinin de sermayenin çıkardığı bir savaş olduğunu çok net görüyoruz.

Birinci Dünya Savaşı, Sanayi Devrimi sonrası oluşan sermaye birikiminin re-organize olarak dünyayı paylaşım mücadelesinden başka bir şey değildi. 

Aynı şekilde II. Dünya Savaşı da yine sermayenin kışkırttığı, çıkardığı ve sonucunu belirlediği bir savaştır. Bu savaştan sonra Yalta Konferansı ile dünya yeniden sermaye arasında paylaşılarak yeni bir düzen kurulmuştur. 

Benim Yalta Düzeni olarak tanımladığım Soğuk Savaş dönemi, Türkiye’de 24 Ocak Kararları şeklinde tezahür eden, dünyanın yeni ekonomik düzeni “ara rejim”e artık sığamaz hale gelmiş ve yeni bir ekonomik paylaşımı zaruri olarak görmüştür. Fakat bu seferki paylaşım hareketini her iki dünya savaşında yaptığı gibi değil, “Savaş Öncesi Önleyici Savaş” yöntemini denemektedir. Bu yöntem istedikleri gibi sonuç vermezse, artık klasikleşmiş, “Sıcak Temas” yani “Cephe Savaşı” kartını masaya sürecekler. 

AUKUS, bu hamlenin ilk adımı olduğu gün gibi ortada. Şöyle ki:

Mevcut sermaye her ne kadar sınır tanımazsa, bütün sermayelerin bir merkezi, sırtını dayadığı bir devlet ve bir silahlı gücü vardır. Kapitalizmin silahlı gücü olmazsa bir gün dahi kitleler üzerinde egemenliğini kurması mümkün değildir. 

Global sermayenin Amerika’da üslenen bölümü ve onun silahlı kanadı olan ABD, kendisinin de mucidi ve silah zoru ile uygulayıcısı olduğu “1980 ara rejimi”nin ağır faturası ile karşı karşıya kalmış durumda. 

ABD, vergi ile ayakta duran bir devlettir ve Vergi toplamayan/toplayamayan bir ABD’nin ayakta durması imkansızdır. ABD’nin koruduğu, büyüttüğü ve globalleşmesini sağladığı sermaye, imalat ve pazarlama merkezlerini bu ülkeden çekip Çin ve birkaç pasifik ülkesine taşıdı. Bu sermayeler, ABD’nin gücünü ve imkanlarını kullanırken, İmalathane ve pazarlama merkezlerini ülke dışına çıkardıklarından dolayı ülke çok büyük bir ekonomik kriz yaşamaktadır. Ülkenin silahlı kuvvetlerinin bölgeyi silah oru ile kontrol altında tutma çabaları da istenen sonucu vermemiş ve bütçe açığı hiçbir şekilde taşınmaz hale gelmiştir. 

Bu yüzdendir ABD, Afganistan ve Ortadoğu’dan adım adım çekilmeye başlamıştır. Çünkü burada elde edilecek ekonomik gelir, mevcut silahlı gücün finansmanına yetmiyor. Ayrıca Ortadoğu’daki fosil yakıt kökenli VERİLMİ enerji kaynağının da ömrü 20 yıl civarında olduğu biliniyor. Ve ABD’nin silahlı gücü olduğu global sermaye önümüzdeki yüzyıl için yeni pozisyon geliştirmek zorunda kalmıştır. AUKUS bu ihtiyacın sonucudur. Yaşanan bu süreçte Çin Halk Cumhuriyeti’nin adım adım Birleşik Krallık’ın (İngiltere) kontrolünden çıkmaya çalıştığını da çok rahat görebiliyoruz. 

Global Sermaye “1980 Ara Rejim” uygulamasının sonuna geldiğini görerek 21. Yüzyıl pozisyonunu sağlamlaştırmaya çalışıyor. Bu yüzden kontrolden çıkmaya çalışan Çin Halk Cumhuriyetin çembere alma ve kontrol altında tutma operasyonunun adıdır AUKUS.

Daha da net bir ifade ile açıkça söylemek gerekir ki AUKUS, Çin ve uzantılarına karşı yürütülen yeni bir “Soğuk Savaş”tır. Çünkü, AUKUS kurulur kurulmaz yaptığı ilk açıklama, Çin’in yüz yıldır üzerinde hak iddiasında bulunduğu Tayvan’ın yanında yer aldıklarını deklare etmeleridir. 

Diğer yandan bu güne kadar neredeyse “protokol görevi” icra eden Avusturalya Ordusu’nun Pasifik’te Nükleer silah ve denizaltılar kullanacağını ve bu gücü Güney Çin Denizi’nde konuşlandıracağını açıklaması da bu “soğuk savaş”ın ilanından başka bir şey değildir.

ABD-İngiltere merkezli sermayenin bu davranışı, üretim ve pazarlama merkezlerini Çin ve havalisine taşıyan Batılı ve global sermayenin kendi ana vatanlarına dönmesi konusunda ciddi oranda etken olacaklardır. Buna uymayan sermaye grubunun 21. Yüzyıl ekonomi modeli içerisinde etkin olması beklenemez. Çünkü biliyoruz ki global sermayenin ana vatanı İngiltere ve onun silahlı gücü Amerika Birleşik Devletleri’dir.

Bu kanıya nereden mi varıyoruz?

AUKUS’un açıklanmasının hemen akabinde Çinin kurduğu Şangay İşbirliği Örgütü(ŞİÖ)’nün hükümet başkanları toplantısında Çin Devlet Başkanı Xi Jinping üye ülkelere çağrıda bulunarak açık açık “kana kan, dişe diş” mesajı verdi.

Video bağlantısı aracılığıyla Tacikistan'daki Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) devlet başkanları toplantısında konuşan Jinping, grup üyelerini "bölgemizdeki ülkelere herhangi bir bahaneyle müdahale etmek için dış güçlere kesinlikle direnmeye ve beklemeye” çağırarak meydan okumasını şu kararlılıkla tamamladı: “Ülkelerimizin kalkınmasının ve ilerlemesinin geleceği sıkıca kendi ellerimizde.”

İngiltere’nin peyki olmaktan çıkmaya çabalayan Çin Halk Cumhuriyeti menşeli sermaye de aslında 21. Yüzyılda hegemonik güç olmak için çaba sarfetmişti. Çin, kritik deniz yolları üzerindeki deniz egemenlik çabaları yanısıra aynı denizlerde askeri ileri karakollarını inşa etmesi AUKUS’Un kurulma sürecini hızlandırdı. O yüzden Hindiçini’de menfaatleri ve ekonomik ilişkileri bulunan Fransa bu bölgeden diskalifiye edilerek, Avusturalya hükümetinin imzaladığı 98 milyar dolarlık denizaltı alımı anlaşması çöpe atıldı. Çünkü Fransa, bu bölgedeki çıkarları uğruna Çin ve uzantıları ile ortak hareket etmek durumundadır. Bunu bilen İngiltere ve ABD, AUKUS ile birlikte, Fransa’nın ekonomisine ağır darbe vuran anlaşmayı iptal ettirdiler. 

AUKUS’un bir diğer kuruluş amacı da yukarıda çok özetle belirttiğimiz gibi Ortadoğu’da verimliliği 20 yıl sonra tükenecek olan Petrol ‘ün işlevsiz hale gelmesindir. 

Asya Pasifik hattı, dünya deniz ticaretinin yüzde 85’nin üzerindedir. Bu hattı kontrol edecek olan güç veya sermaye konsorsiyumu, 21. Yüzyılın kaderini de tayin edecektir. Ve Çin'in kritik deniz yolları üzerindeki deniz iddialarını bastırırken askeri ileri karakollarını inşa etmesi ve ABD ve müttefiklerinin Çin'in kendi topraklarının bir parçası olduğunu iddia ettiği Tayvan'a verdikleri desteği daha yüksek sesle artırmasıyla, altta yatan meseleler değişmedi. Hint-Pasifik'te askeri işbirliğini derinleştirmek.

27.09.2021 10:58

Yaklaşık 20 yıl süren işgal amacına ulaşamamış ve ABD, kelimenin tam anlamı ile Afganistan’da yenilmiştir. Tabii olarak NATO’nun Uluslararası Güvenlik Kuvveti ISAF da mağlup olmuştur. Ancak, burada bir parantez açmak lazım. ISAF tam anlamı ile yenilmedi.

ISAF’ta çatlak sesler oluştu ve müttefikler arasında ciddi krizler yaşandı. Örneğin Türkiye, tek bir operasyon dahi yapmadı, Afganistan’da ISAF’a resmi olarak biçilen misyon çerçevesinde faaliyet gösterdi. Tamamen insanı yardım ve düzenin korunması, işlemesi için çalıştı. Bunca yılda tek bir Türk askeri dahi Afganistan’daki hiçbir direnişçiye kurşun sıkmadı, operasyon yönetiminde dahi yer almadı. Yıllarca Afganistan’ı gezmiş görmüş yaşamış ve ISAF’ın her türlü kademesini yakından gözlemleyen birisi olarak belirteyim ki Türkiye, bu süreçte kelimenin tam anlamı ile sırat köprüsünde yürümeyi ve köprüyü geçmeyi başarmıştır.

Türkiye’nin bu gayretleri sonucundadır ki, 20 yıllık süreçte tek bir Afganlı tarafından Türk askerine değil kurşun, bir taş parçası dahi atılmamıştır. Aksine, Türk askeri Afganistan’da görev yaptığı sürece her zaman yerel halk, hükümet ve direnişçiler tarafından el üstünde tutulmuştur. 

Afganistan sokaklarında namlusuna fişek sürmeden, tüfeğin namlusu yere bakar şekilde yürüyen tek asker, Türk askeridir. Afgan hükümet ve Taliban güçleri bile sokakta el tetikle dolaşırlardı. Türk askeri ise tüfeği omzunda, namlu yere bakar şekilde ve en önemlisi zırhlı araçların üzerinde kurulu makinalı tüfek olmadan Afganistan’da her yere girip çıkabiliyordu.

Başta ABD olmak üzere ISAF üyelerinin tamamı ile ilk yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti’nin büyükelçilerinin başkent Kabil sokaklarında ve caddelerinde Türk askeri resmi olarak eskort görevi yapmış ve u sayede söz konusu ülkelerin diplomatları hiçbir suikast veya silahlı saldırıya uğramamışlardır.

İNGİLTERE’NİN AFGANİSTAN POLİTİKASI

Afganistan’da ABD’nin yıkıcı işgalini İngiltere 2006 yılında fark etti ve o tarihten sonra Türkiye’nin izlediği politikanın aynısını gütmüştür. İngiltere, 2006 yılından itibaren Taliban ile el altından kesintisiz görüşmelerini sürdürmüş ve 2010’dan sonra ise fiili olarak Taliban ile aralarında gayri resmi bir ateşkes durumu oluşturmuştur. Bu tarihten sonra İngiliz hava kuvvetlerinin Afganistan’da yaptığı saldırılara cevap haricinde Taliban da bu ülkenin askerlerine karışmamıştır, ama Afganistan sokağına çıkmasına da müsaade etmemiştir. İngiliz hükümeti, sömürgesi olan Avusturalya ve Kanada hükümetlerinin askerlerini sokağa ve operasyonlara göndermiş ancak bunda da Taliban’ın sert ve tavizsiz müdahalesi ile karşılaşmıştır. 

Türkiye’nin daha Amerikan işgali başlar başlamaz Afganistan’daki net tutumu ile İngiltere’nin işgalden yaklaşık 6 yıl sonra çark etmesinden sonradır ki ISAF’ın ülkedeki gerilemesi ve “yenilgisi” mukadder olmuştur. Çünkü söz konusu her iki ülke, NATO içinde ABD’den sonra gelen en büyük iki güçtür.

FRANSA İNGİLTERE’Yİ TAKLİT ETMEYE ÇALIŞTI

Fransızlar da İngiltere gibi Türkiye’yi taklit etmeye çalıştılar ancak Taliban hiçbir zaman bu sömürgeci ülkeye yumuşak yüzünü göstermedi. Çünkü Fransızlar, Kuzey ligi/cephesi denen silahlı grupların provokatörü ve finansörüydüler.

Afganistan’ın “efsane” komutanlarından Ahmet Şah Mesut, kelimenin tam anlamı ile “Fransızların adamı” idi.

Ahmed Şah Mesut öyle anlatıldığı gibi “efsane” falan da değildi. Bütün Afganistan’ı karış karış dolaşan gören ve bütün taraflarla defalarca gazetecilik mesleği çerçevesinde görüşen biri olarak çok net söyleyeyim ki Ahmet Şah Mesut’un en büyük özelliği çok iyi kaçmasıydı. 

Ahmet Şah Mesut, kaçarken de arkasında bıraktığı bütün karayollarını tahrip eder ve bütün köprüleri havaya uçururdu.

Hatta Taliban Mücahit savaşı sırasında Ahmet Şah Mesut ile ilgili şu espri bütün Afganlıların dilindeydi: “İnşaallah Taliban Şah Mesud’u Sırat Köprüsü’nde kovalamaz. Çünkü Şah Mesud, Taliban’ın elinden kurtulmak için Sırat Köprüsü’nü de bombalayıp havaya uçuracak.”

İşte “efsane kumandan” dedikleri Ahmed Şah Mesut bu idi. 

Peki böylesine başarısız bir milis nasıl oluyor da “Efsane Kumandan” oluyordu?

Ahmed Şah Mesud fars kökenlidir. Ve İslam dünyasında Farslar en etkin propagandistlerdir. İslam dünyasının algısını yönlendirmede Farslar kadar etkin bir illetin daha olmadığı kanaatindeyim.

Ve günümüzde Şah Mesud’un oğlu Ahmed Mesut da babasının yolunda yürüdü. Ve yine kaybetti. 

KAZANAN TÜRKİYE VE İNGİLTERE’DİR

Fotoğrafı netleştirirsek, Afganistan’da sadece ABD ve peykleri değil, Fransa da kesin bir yenilgiye uğramıştır.

Afganistan’da ABD’nin yanı sıra, Fransa’nın şahsında da kıta Avrupası kaybetmiştir. Peki kazanan kim?

Kazanan Türkiye ve İngiltere’dir. Çin’i, Hindistan’ı vs bir kalemde geçiniz. Çünkü Çin de Hindistan da İngiltere demektir. 1970’lerden bu yana ABD’nin Hindistan’da kök salma çabalarını göz önünde bulundurduğumuzda Hindistan’ın büyük oranda, Çin’in de tamamen İngiltere’nin kontrolünde olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Mao’nun Çin devrimini İngiltere’den aldığı paralar ve diplomatik yardımlarla yaptığını bilmeyen var mı acaba? Hem de “Komünist Partisi Kapitalizmi” gibi komik bir adla adlandırılan ekonomik düzene geçişinden bu yana Çin tamamen İngiltere sermayesinin hakimiyeti altına girdiğini söylemekte bir beis yoktur sanırım.

ÇİN'İN AFGANİSTAN'A YARDIMLARINI İNGİLTERE'NİN YARDIMLARI OLARAK OKUMALIYIZ

Çin’in Afganistan’a yaptığı yardımları İngiltere’nin yardımları olarak okumak lazım. Çünkü İngiltere, her ne pahasına olursa olsun bölgede siyasi etkinliğini korumak ve tahkim etmek zorundadır. Çünkü bölgenin siyasi coğrafyasını oluşturan, sınırları çizen ve bütün komşuları birbirine düşman eden ülkedir.

Afganistan’ın tam bağımsız olması ve güçlenmesi demek, İngiltere’nin Asya’daki varlığının ciddi anlamda tehlikeye düşmesi ve önü alınmazsa yok olması demektir. Çünkü İngiltere, geçtiğimiz yüzyılın başlarında, Hong Kong’da yaptığı gibi Afganistan’ın da önemli bir toprak parçasını kiralayıp Pakistan’a verdi. Bugün o topraklar, Pakistan’ın başkenti İslamabad’ın ensesinin dibine kadar geliyor. Afganistan, o topraklarını alması halinde Pakistan’ın üçte biri yok olur demektir ki bunu ne Pakistan ne Çin, Ne bazı Türk cumhuriyetleri kabul eder. Bu konu da ayrıca ele tartışılması gereken bir konudur. İslam dünyasının kalbine İngiltere tarafından yerleştirilmiş öldürücü bir bomba/tuzaktır. 

Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda, Çin’in Afganistan’a yaptığı mali ve finansal yardımlar/yatırımların tamam İngiltere adına, İngiltere’nin bilgisi ve kontrolü dahilinde yapılmaktadır.

Önümüzdeki süreçte Afganistan’da Türkiye vi İngiltere’nin çatışması söz konusu olabilir mi? Elbette mümkündür. N far ki Kelimenin tam anlamı ile “kardeş ülke” olan Pakistan’ın başında da Afganistan’dan kiralanan toprak sorunu vardır. Yani Türkiye’nin kardeş ve vefakâr dostu iki ülkenin de İngiltere kaynaklı büyük bir sorunu var. Türkiye, bu süreçte İngiltere ile karşı karşıya gelmekten çok bu iki kardeş ülkenin sulh içerisinde bir arada yaşamasının yollarını oluşturmalı, iki kardeş arasında da hakem rolünü üstlenmelidir.

TALİBAN TÜRKİYE’NİN HAKEMLİĞİNİ KABUL EDECEKTİR

Taliban, her hal ü karda Türkiye’nin hakemliğini kabul eder. Bunu 2007 yılında Taliban Şura Heyeti gazeteci olarak benim mikrofonuma deklare etmişti. Ve halen görüştüğümüz bazı şura heyetleri, Türkiye’nin her konudaki hakemliğine katıksız razı olduklarını deklare ediyorlar. 

İşte burada İngiltere’nin Pakistan hükümeti veya hükümetleri üzerindeki etkisi belirleyici rol olacaktır. İngilizlere itiraz eden her Pakistan hükümeti, Afganistan ile barış içinde yaşayacaktır. 

Ne var ki Afganistan’da da İngiltere boş durmuyor. Çin üzerinden ülkenin ciğerlerine nüfuz ediyor. 

Kısaca özetlersek, şu anda Afganistan’da kazanan Afgan halkı ve onun kardeşi Türk halkıdır.

11.09.2021 13:45

Türk toplumunda her anne özellikle erkek evladının kahramanı ve vazgeçilmezidir. Çünkü anne hem otorite hem sevgi hem merhamet hem de oluşturulan kişiliktir.

Ve bütün erkeklere tek tek annemiz sorulduğunda, eminim hepimiz tıpkı benim şimdi söyleyeceğim gibi, “annem evet öyleydi ama biraz daha farklı ve biraz daha fazlaydı” deriz.

Ve biz erkekler, annemizdeki o “biraz daha farklı ve biraz daha fazla”yı ömrümüzce arar dururuz hayatımıza giren kadından.

Ama annem cidden “biraz fazla”ydı. Erken yaşta babamızı kaybetmemizden dolayı bize hem analık hem babalık hem de liderlik etti…

12 Eylül faşist darbesinin üzerinden tank gibi geçtiği binlerce aileden biriydik. O korkutucu ve boğucu darbe havasında bir başına 4 yetimle kalakalmıştı.

Onun dramı eşi hayatta iken başlamıştı.

Merhum babam, sağlıkçıydı. Köy sağlık ocaklarında salgın hastalıklarla mücadele eden insanlardan biriydi. Köyleri bir aşılamaya çakır en az bir hafta yüzünü göremezdik. Hele Serhad’in o zemheri kış ayları yok mu? Devletin kadrolu katır ve atları vardı Sağlık ocaklarında. Sağlık görevlileri bu atları ulaşım aracı olarak kullanır ve köylerdeki sağlık taramalarını yaparlardı. Ve hamdolsun o günlerde Türkiye’nin bu kadar çok okumuşu olmadığı için aşılara karşı çıkan olmazdı. Hele kışın zemheri aylarında Boğmaca ve Çocuk Felci hastalığından dolayı her yıl binlerce çocuk ölürdü. Yanlış duymadınız her yıl binlerce çocuk bu iki hastalıktan dolayı ölürdü. Çiçek, Difteri, Kulak Burun Boğaz, Dizanteri, Tüberküloz… gibi illetlerden de ayrıca yine binlerce çocuk ölürdü. İşte bu ölümleri engellemek için devlet, köy sağlık ocakları aracılığı ile hastalıklar başlamadan önce aşılama yaptırırdı. Ve her hastalığın bir mevsimi vardı. O yüzden 1960, 70 hatta 80’’li yılların köylerde çalışan sağlıkçıların çocukları babalarına hep hasret büyümüşlerdir. Fakir de onlardan biridir.

Ve annem, bir sağlıkçının eşi olduğu halde iki çocuğunu bu salgınlarda kaybetti.

Ve annem evlatlarını ben de iki kardeşimi toprağa vermiştim. Sağlıkçı bir aile olmamıza rağmen, iki kardeşim de antibiyotik olmadığı için öldüler. Biri Çocuk Felci’nden, Boğmaca'dan.

1970’li yılların sonlarıydı…

İki kardeşim de farklı yıllarda ve soğuk zemheride bir köy sağlık ocağının lojmanında günler, haftalar süren kar fırtınalı bir günde Çocuk Felci ve Boğmaca hastalığından dolayı emanetlerini teslim ettiler.

12 Eylül’ün yetim bıraktığı dört küçük çocuk… Onlara hem analık hem babalık yapmak…

Bir anda yokluğun içine düşmek… Gururundan ne bir amcama ne de dayıma yoksulluğundan hiç söz etmemek…

12 Eylül bizi öylesine vurmuştu ki kelimelerle anlatamam. Canım babam Erzurum askeri cezaevinde tutuklu… İşten atılmış, dolayısıyla lojmandan da atılmışız. Elde yok cepte yok. Her zamanki namuslu dürüst memur hali…

1981’in Ramazan’ında bir iftarda annem bize patates kaynatmış ama bir türlü patatesler pişmemişti. Ve iftar vakti gelince pişmeyen o siyah patateslerin tuzlu suyuna ekmek doğrayarak orucumuzu açmıştık.

O patatesler 40 yıl oldu hala pişmedi…

Allah aşkına kalk o patatesi bir daha pişir ana Allah aşkına kalk. Düşüp yatmak, hastalığa diz çökmek sana yakışıyor mu anne?

“O patatesler hiçbir zaman pişmeyecek” diye fısıldayıp durma kulağıma.

Yıllar sonra annemin yokluktan dolayı bizi o taşlarla avuttuğunu anlayacaktım. Hadi anne kalk bana o taşları kaynatma fikrinin nasıl aklına geldiğini söyle.

Aslında ailemizin iki tarafı da zengindi. Ama annem onlardan tek bir yardım dahi almadı. Hep, “ihtiyacım yok” derdi.

Annemin çileli ömrünü yazmaya ne kalem yeter ne de defter… Kocasını işkenceler altında kaybeden kadın yıllarca oğullarını işkence hanelerin kapısında, mahkeme koridorlarına bekleyip durdu.

Annem ümmiydi. Okuma yazması yoktu. Ama kelimenin tam anlamı ile bir devrimci direnişçi liderdi.

Edebin abidesiydi.

Annemi ömrümce baş açık görmemiştim. 2000’lerin başında böbreğinin alındığı ameliyattan sonra annemi başı açık görmüştüm

Ameliyathane koridorunda annemin çıkmasını beklerken, bir ara baktım eniştem, bir kadının sedyesini itiyor. Kendi kendime söylenerek enişteme kızmıştım. Biz annemi beklerken, eniştem başka bir kadının sedyesini taşıyor. “Kadını servise götürene kadar ya annem çıkarsa ameliyattan?” diye sinirlenirken, eniştem bana seslenerek, “abi gel yardım et annemin sedyesinden tut” deyince sedyedeki kadının annem olduğunu anlamıştım.

Ve onca yaşıma ve bir arada yaşamamıza rağmen annemi tanımamıştım. Çünkü ilk kez başı açık görüyordum.

Yüzünde poşusu vardı hep. 7-8 yaşından büyük birinci derecede akraba olmayan hiçbir erkek annemin yüzünü görmemiştir hala. İnançlarına sıkı sıkıya bağlı böylesine muttaki bir devrimci direnişçiydi.

Cerrahpaşa’da böbreğinin alınmasının sebebi de yine zulme direnmekten kaynaklanıyordu.

12 Eylül’de en ağır bedel ödeyen insanlardan biriydi.

12 Eylül darbesi insan hak ve hürriyetlerini tamamen askıya almış, darbeyi yapan Kenan evren ve çetesi ülkede “ali kıran baş kesen” olmuştu. Takke, başörtüsü ve çarşafla sokağa çıkmak yasaklanmıştı.

Annem de çarşaflıydı. Ve hala çarşafı giyer.

Ve o günlerde annemin inanılmaz böbrek sancıları oluyordu. Çarşaf yasaklandığında annem hiç ama hiç sokağa çıkmadı. Askeri darbe kalkana ve etkisi azalana kadar sokağın yüzünü dahi görmedi.

Hiç unutmam annem o yasaklı günlerde ayakkabılarının maddi durumu bizden daha kötü olan birilerine hediye etmişti. Gerekçesi de “ayakkabılar kapının önünde olursa, bir gün şeytana uyar ya sokağa çıkarsam ve askerler bu çarşafa el atarsa” gerekçesiyle ayakkabılarını hediye etmişti bir komşumuza. Yıllarca ayağında terlik tek katlı toprak evimizin küçük bahçesinden dışarı adımını atmadı.

Ve cehennemin ebedi müşterisi Kenan Evren ve çetesinin koyduğu yasaklar merhum Turgut Özal tarafından kaldırıldıktan sonra annem doktora gitti.

Maalesef böbreklerin ikisi de ağır hasar görmüşlerdi. Uzun süren tedaviler sonucunda böbreklerden biri kurtulmuş diğeri çürümüştü.

Ve o asırlık çınar ağacı, geçtiğimiz günlerde Ağrı’daki ablamda iken Kovid-19 illetine yakalanıyor. Ağrı merkezdeki hastanelerin Kovid birimleri dolu. Doğubeyazıt’a sevk ettiler. Ve günlerdir kalkmasını, bana bir kez daha şefkatle bakmasını beklerken, dün akşam bir kötü haber daha geldi Covid servisinden: Bilinci kapandı, beyine oksijen gitmiyor. Makine desteğine bağlı…

Bahtı kara anam, 1970’lerde yüreğinin yarısını Doğubaeyazt’ın toprağına; kardeşim Ercan’ın ölümüyle gömmüştü…

Ve Kader…

Neredeyse 40 yıl sonra acısını hep yaşadığı Ercan’ının hayata gözlerini yumduğu bu Serhad ilçesinde emanetini sahibine iade etmek istiyor sanki….

Ümmi, devrimci, direnişçi anam, kararın ve kaderin ne ise başım gözüm üstünedir.

Dr. Yaşar Eryılmaz Devlet Hastanesinin banklarında sabahlamak, Covid servisine gözlerimi kırpmadan umutlu bir haber için günlerdir bakarak beklemek….

Acı veriyor mu? Hayır… Hüzünlü bir umut be anne, hüzünlü bir umut.

Hadi kalk da ata toprağımıza geri gidelim…

Düzene boyun eğmemeyi ve direnmeyi bana öğreten annemdir. Aynı zamanda şiddete bulaşmama engel olan da oydu.

Ümmiydi ama, Erbakan Hocanın tek kelime ile hayranı idi.

Okuma yazması yoktu ama Milli Selamet Partisi ve Akıncılar’ın yayınlarını broşürlerini evimize getirtirdi. Ve biz de onları mutlaka okurduk. Meğer yıllar sonra anlayacaktık ki bu ümmi kadın, siyasi kimlik ve ahlakımızın oluşması için o yayınları eve getiriyormuş.

Hoca’nın siyasetinin tıkanmasından sonra katıksız bir şekilde Tayyip Erdoğan’ın yanında yer aldı. Her namazından sonra ama bila istisna her vakit namazından sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın başarılı olması için dua ederdi.

Annemin Ağabeyi Milli Nizam Partisi’nden son nefesini verene kadar Erbakan Hoca’nın siyasi çizgisinin sıkı bir müntesibiydi. Ve Erzurum’da Milli Görüş’ün kök salması için emanetini teslim ettiği 1990’lı yıllara kadar çabaladı. Annem de sanırım dayımdan ve “radyo ajansı”ndan duyduklarını yorumlayarak Milli Görüş’e intisap etmişti.

Ümmiydi, geleneksel Nakşibendi meşrepliydi, ama Fetullah Gülen’i asla sevmezdi. “Onda hiç Müslüman nuru yok” derdi. Hem de bu gün değil, taaa 1990’ların başında.

Ve şu anda haftalardır Doğubayazıt Doç. Dr. Yaşar Eryılmaz Devlet Hastanesi Kovid Yoğun Bakım Ünitesi’nde yaşam mücadelesi veriyor.

Bir dua, kalpten gelecek bir dua bu devrimci lider ruhlu anamı ayağa kalkmasına sebep olacağına inancım tam.

Lütfen şifası için gönülden bir dua…

29.08.2021 15:10

Afganistan, Türk ve İslam dünyasının yanı sıra Türkiye için hep kilit rolü oynamıştır. Kuşan İmparatorluğu, bugünkü Afganistan’ın kuzeyinden Ceyhun Irmağı, Hindikuş Dağları ile halen Çin’in işgali altında bulunan Kaşgar, Kuşa, Turfan’a kadar olan topraklarda kurulmuş bir Türk imparatorluğu idi. Bu devlet Türk tarihinin ilk imparatorluklarından biri olmasından da öte Türk tarihinde çok başka bir önemli özelliği daha var.  Kuşan İmparatorluğu, Hun İmparatorluğundan yani Atilla Han’dan yaklaşık 8 asır önce Roma’yı yenmiş, yenmekten de öte Grek-Hint Baktriya Krallığını tarihe gömmüş bir Türk devletidir. Yani Türkler ile Roma/Bizanslıların ilk karşılaşması Milattan sonra 440’lı yıllarda değil, Milattan 3 asır önce gerçekleşmiştir. Diğer tanımlama ile Türklerle Batılıların çatışması 2250 yıllık bir geçmişe sahiptir. 

Kuşanlar, kurdukları imparatorluğun stratejik savunma ve ticaret yollarının kontrolünü sağlamak için Afganistan’ın Kuzey kesimi olan bugünkü Türkistan’ı topraklarına katarak merkez üs haline getirmişlerdir. Ve milattan yaklaşık 3 asır önce bu topraklara yerleşerek, bu coğrafyanın adının Türkistan olarak anılmasını sağlamışlardır. 

Bugünkü Afganistan’ın kuzeyi olan Türkistan (Horasan’ın bir bölümü) bütün Türk boylarının varlıklarını sürdürdükleri bir alandır. Kabil’den Mezar-ı Şerif ve kuzeye toplu taşıma araçları ile gittiğinizde, sağınızda bir Kara Oğuz, solunuzda bir Karluk, önünüzde Özbek, arkanızda Kıpçak Türkü oturması muhtemeldir. Bunu defalarca yaptığım seyahatlerde yaşadım. Her seferinde minibüs veya otobüste yanımda ve etrafımdaki koltuklarda en az üç dört Türk Boyu mensubu insanlar vardı. 

Kuşan hanedanlığından bu yana Uygurlar, Karahanlılar, Hazara İmparatorluğu, Selçuklular ve diğer irili ufaklı tüm Türk ve amca çocukları olan İl Hanlı devletleri için kuzey Afganistan hep bir müstahkem mevki, ön savunma, gıda deposu, Afrika ve Avrupa ticaret yollarının en önemli güvenlik hattı ve üssü olmuştur. 

Aynı strateji, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından da izlenmiştir. Osmanlı İmparatorluğu (Bu devletin resmi ve gerçek adı, Devlet-i Aliye’dir. Devlet’in Han sülalesinin adı Osmanlı’dır.) Bu bölgeye o kadar büyük önem vermiştir ki, tüm tarihi boyunca sorunsuz bölge olmasını sağlamıştır. Hatta devletin yıkım sürecinin hızlanması sonucunda Enver Paşa’nın ‘Yeniden Diriliş Hareketi’ni başlattığı Türkistan işte bu bölgedir. 

Cumhuriyet dönemi de Afganistan’a özel bir ihtimam göstermiştir. Ve Mustafa Kemal, bütün hayatı boyunca kendi elleri ile sadece bir yabancı devletin bayrağını göndere çekmiştir. Ve o, Afganistan‘dan başka bir ülkenin bayrağı değildir. 

Türkiye, en yoksul olduğu zamanlarda bile Afganistan’ı asla yalnız bırakmamış, talep halinde maddi manevi bütün imkanlarını bu ülke için bila bedel seferber etmiştir. 


Oğuz boyunun son resmi iki temsilcisinden biri olan Türkiye (diğeri Azerbaycan) için Afganistan’ın her karış toprağı kendi toprakları kadar kutsaldır. 

İşte bu tarihsel, reel politik ve coğrafi zarurettendir ki Türkiye, 1979’da Afganistan’ın Ruslar tarafından işgalinden bu yana kendi gücü nispetinde istisnasız her platformda bu ülkenin yanında yer almıştır. 

Tam da bu dönemde Afganistan’da yaklaşık üç asırdır bir araya gelemeyen Türk boylarını birleştirmeyi başaracak olan Azad Beg ortaya çıkar. Rus işgali sırasında 1979’da kurduğu Kuzey Afganistan Vilayetleri İslami Birliği ile direniş hareketini başlatmıştır. Azad Beg, Afganistan’da 1970’lerin başlarında baş gösteren Peştun milliyetçiliği (zaman zaman faşizmi)ne karşı Türkler arasında birlik sağlamayı başardı. Yüzyılı aşkın bir süredir bir araya gelemeyen Özbekler ile diğer Türk boylarını birleştirmeyi başarmış ve tek çatı altında toplamıştı. 

Türkistan’daki Oğuz boylarının ezici çoğunluğu Özbekler ve Türkmenler oluşturmaktadır. Türkmenlerle Özbeklerin birliği, başta ve öncelikle İran olmak üzere Hindistan, Çin ve Rusya için çok büyük tehlike demektir. Çünkü Türklerin birliği demek, bu stratejik coğrafyanın kontrollerinden çıkması anlamına gelmektedir. Bu da yeniden Kuşan, Uygur, Hazara, Selçuklu veya Osmanlı İmparatorluğu demektir.

Sovyet Rus ajanları bir çok kere Azad Beg’e suikast düzenlediler ama hiç birinde başarılı olamadılar. Çinliler de bütün suikast denemelerinde elleri boş döndüler.

Ve ihale Türklerin tarihsel düşmanı, aynı zamanda Türk topraklarının en büyük işgalcisi İran’a kalır. Azad Beg, iç savaş sırasında bir yandan Taliban ile savaşırken, diğer yandan da bu suikastlarla mücadele etmeye çalışıyordu. Bu süreçte Mezar-ı Şerif, Taliban’ın kontrolüne geçince, Azad Beg, karargahını, Hazara Türklerinin kontrolündeki Bamyan şehrine taşıdı. 

Hazaraların Şii olmasından ve itikadi olarak da İslam Şiası değil de İran Şiasına bağlı olmalarından dolayı, İran’ın milis gücü haline dönüşmüşlerdi. Ama Azad Beg’in başlattığı Türk birliği hareketi Hazara bölgesinde de taban bulmuş ve ona güçlü bir alan sağlamıştı.

Azad Beg’in Bamyan’da yaşadığı her gün İran’ın Hazaralar arasındaki etkisinin biraz daha azalması demekti. 

İran Molla rejimi, Bamyan’daki başkonsolosluğunu harekete geçirerek Azad Beg’i öldürmeyi denedi. Fakat Hazaralar buna yanaşmadılar. Ancak Hazara liderlerden Kerim Halili bu görevi kabul etti. Hazara Merkezi Şurası üyelerinden Sait Nimetullah Meşhab’ın belirttiğine göre Halili’nin yardımına o sıralar Ankara’daki Stat Otel’de “daimi konuk” olarak kalan ve bir zamanlar Ruslar adına Afgan halkına karşı savaşan “Rus general” Raşit Dostum devreye girecekti.


General Dostum, Afganistanlı bir Özbek olmasına rağmen, mensubu olduğu Komünist ideolojisinden dolayı, işgal sırasında Ruslarla birlikte kendi halkına karşı savaştı. Rusların çekilmesinden sonra Mücahit hükümeti ile anlaşarak Afganistan’da kalmayı başardı. Ne var ki patlak veren iç savaş sırasında Taliban ile çatışmayı göze alamayarak önce İran’a oradan da Türkiye’ye kaçmıştı. 

Dostum, umduğu ilgiyi Türkiye’de görememişti. Hükümet ortaklarından bir partinin mensubu olan ve CIA’nın ünlü ajanı Ruzi Nazar ekolüne mensup Özbek asıllı bir milletvekilinden başka kimse ona itibar etmiyordu. 

İşte tam o sırada Halili, Raşit Dostum’a ulaşarak Azad Beg’in öldürülmesi için kendisine destek olmasını istedi. 

Dostum, Halili’nin yaptığı bu teklifin üstüne hemen atlayacaktı. Çünkü Azad Beg’in ölmesi demek, Dostum’a Türk devletinin tam desteğinin sağlanması demekti. Abdülmelik’in bu suikastı gerçekleştirmesi için elinden gelen bütün desteği sağlayacağı taahhüdünde bulunduğu belirtiliyor günün tanıkları tarafından. 

Daha sonra yaptığı itiraflarda Dostum’dan kendisine saldırı yapılmayacağı garantisini aldığını söylüyordu Hazara Şura üyesi Sait Nimetullah Meşhab.

Dostum’la görüşüp tam destek alan Halili, hemen planını hayata geçirecekti. Azad Beg’e haber ulaştırarak, Taliban’a karşı kendisine destek olmasını isteyecekti. Azad Beg, hiç tereddüt etmeden Hazara liderinden gelen bu yardım talebini kabul ederek Bamyan’dan Mezar-ı Şerif’e karayolu ile gitmek için harekete geçiyordu.

Halili ise, karayolu ile gelmesinin zaman kaybı olacağını bir an önce Mezar-ı Şerif’te olmasını ve savaşı yönetmesini isteyerek kendi helikopterini gönderdiğini söyleyecekti. 

Azad Beg, Halili’nin teklifini kabul ederek gelen helikoptere binip Mezar-ı Şerif’e doğru uçacaktı. Kendisi ile beraber 14 kişi de helikopterde vardı.  

Helikopterin Mezar-ı Şerif’in yakınlarındaki Şögler köyü yakınlarında düştüğü ve Azad Beg ile iki korumasının öldüğü açıklanacaktı. Ne hikmetse helikopterdeki Halili’nin adamı olan diğer 12 kişinin burnu dahi kanamamış ve helikopter ‘kaza’da (!) tamamen yanmıştı. Bu da Azad Beg ve iki korumasının havada öldürüldüğünü ve helikopterin yakılarak kaza süsü verildiğini çok net bir şekilde ortaya koyuyor. 

Ne var ki Hazaralar, Halili gibi hain değildi. Bölgenin Hazara Komutanı Mehmet Emin Beylerbeyi, kazayı şüpheli bularak pilotu gözaltına alarak sorgulayacaktı. 

Pilot her şeyi itiraf etmiş ve “Benim suçum yok. Bana bu görevi Şura verdi” diyecekti.

Komutan Beylerbeyi, pilotun ifadelerinden şok olmuş ve bu sırrı yıllarca saklamak zorunda kalmıştı. Çünkü emri veren Hazaraların Şurası’ydı. Ve bu şuraya karşı hiçbir yerel güç baş kaldıramazdı. Ama o daha fazla dayanamayarak, bu sırrı açıklayacaktı. 

Ne var ki Türkiye’de güçlü Rus lobisi, “Rus general” (Afganlılar, Dostuma ‘Rus general’ derler. E.Ş.) Raşit Dostum’un bu cinayetini Ankara’nın gözünden kaçırmayı başaracaktı. 

Ve Azad Beg’in yakın dostu olan 2000’li yıllarda Afganistan’ın Ankara Büyükelçiliğini yapan Murat Argun, Türkiye’deki bir gazeteci dostuna bu cinayetin ortaklarından birinin de Raşit Dostum olduğunu söyleyecekti. Ve büyükelçinin dostu olan Emin Pazarcı, 2000 yılında Akşam gazetesindeki köşesinde aynen şunları yazacaktı:

''Argun, aynı zamanda Azad Beg’in yakın dostuydu.

Argun’a sordum:

– Azad Beg cinayetinde adres İran’ı gösteriyor…

‘Doğrudur’ dedi:

– Ben de şüpheleniyordum. Cinayetin ardından Mezar-ı Şerif’deki İran Konsolosu Ebulfezl Zahravan’la görüştüm. Yoklamak için Azad Beg’in ‘öldürülmesinin çok iyi olduğunu’ söyledim. Bunun üzerine açıldı. ‘Evet iyi oldu, çünkü bölgede Türk devleti kurmak istiyordu’ cevabını verdi.

Her şey apaçık ortada…

Molla, sadece Türkiye içinde operasyonlara girmedi.

Bize ve bizden yana olanlara Türkiye dışında da savaş açtı. Bunun bir örneği de Azad Beg’in katli.

Olayın asıl üzücü tarafına gelince…

Tarafımızdan para yardımı yapılan ve desteklenen general Dostum ve Abdülmelik’in de bu cinayete aracı olmaları.”

Azat Beg’in cinayetinde Raşit Dostum’un izi Türkiye’de de net görününce, soluğu İran’da alacaktı. Aynı dönemde katliam ortağı Halili de İran’a kaçacaktı. Ve her ikisi de İran molla rejimi tarafından “olağanüstü güvenlik önlemleri protokolü” ile korunacaktı yıllarca. 

Sonra Türkiye’de “eski Türkiye”ye veda edilip yeni hükümet kurulunca bir el Raşit Dostum’u yeniden Ankara’ya getirdi. Ve Dostum, Afganistan’daki Türklere giden yardımların tek adresi haline gelecekti. 

Raşit Dostum’un, Afganistan Türkistanında tabanı olmayan ve sadece Türkler değil, Peştunlar ve Farslar tarafından da sevilmeyen bir çeteci olduğu belirtiliyor. 

Çünkü Dostum’un Kabil’in Şehr-i New semtinde  (Kabil’in en lüks mahallesi) yaklaşık 100 milyon dolar  değerinde olduğu belirtilen bir malikanesi var ve bu malikanedeki sex partileri, özellikle henüz ergenlik çağına girmiş kızlarla yapılan sapık ve sapkın cinsel eğlenceler herkesin dilinde.

Başta Türkiye olmak üzere ISAF ve dünyanın başka ülkelerinden bu bölgeye giden yardımların neredeyse tamamı Raşit Dostum çetesi tarafından alıkonulmakta ve Türkistan halkı Afganistan yoksulluk sınırlarının da çok ama çok altında bırakılmıştır. 

Afganistan’a bir çok kere gitmiş ve aylarca kalmış bir gazeteci olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Dostum ile ilgili hiçbir iddiayı yabana atmamak gerek.

Kabil’deki malikanesini gördüm. Öyle bir konağın benzerini hala göremedim. Ve lüks yaşantısını. 

Raşit Dostum’un kalçası üzerinde taşıdığı silahı Taliban’a, teröristlere karşı bir kere dahi kullandığını gören olmamış hala. 

Ve geçtiğimiz hafta sonu, Afganistan Türkistanındaki Cüzcan vilayetinin Şıbırgan kenti Taliban tarafından işgal edildi. Şıbırgan, General Dostum’un da memleketi. Ama Dostum, şehri kurtarmak veya işgali engellemek için tek kurşun atmadığı gibi, gelen hiçbir imdat çağrısına kulak asmamış. 


Şıbırgan, ülkenin en büyük ve şu anda sanırım tek Doğal Gaz tesislerinin olduğu şehir. Raşid Dostum'u Türkiye’ye pazarlayan çok güçlü Rusçu seküler bir çete var. 


Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin hem düşünsel hem ideolojik hem de hedefleri bakımından ele aldığımızda, yer yüzünde asla ama asla bir araya gelemeyeceği adamlardan biri de Raşit Dostum’dur. 

Gece ile gündüzün bir arada olması kadar imkansızdır Türkiye ile Dostum’un bir arada bulunması. Çünkü Dostum ilk günden beri Rusların adamıdır. Hazaralı teröristlerden daha çok İran’a yakındır. İran ile içli dışlıdır. Rusya’nın kadrolu elemanı gibidir. Ve bunu bütün Türkistan biliyor. Ne var ki elindeki para, silah ve çete gücünden dolayı varlığını sürdürebiliyor. 

Afganistan’ın Pakistan sınırı Veziristan’dan (Nengerhar, Sukhrut)  Kuzeydeki Türkistan’ın İran, Özbekistan sınırlarında bulunan köy ve kasabalara (Talokan, Hoca Bahaeddin gibi) kadar ülkenin adım atmadığım bir şehri kalmadı. Özellikle Türkistan’ın her yerini adım adım, santim santim defalarca gazeteci olarak gezmiş ve gözlemlemiş biri olarak söylüyorum:

Reel politik olarak düşündüğümüzde ve coğrafyanın belirleyiciliğini göz önünde bulundurduğumuzda, Ankara’nın Doğu’daki savunma hatlarından biri de Afganistan Türkistanıdır. Türkiye her ne pahasına olursa olsun Afganistan’da kalmalı ve Kabil’deki savaşlara taraf olmadan, bu ülkeyi yeniden dünya sistemine katmalıdır. Afganistan’ın istikrarı, Türkiye’nin, Türk ve İslam dünyasının istikrarı demektir. 


Anlamakta güçlük çektiğimiz şey, halk tarafından sevilmeyi bırakın tiksinilen bir çeteci figürü mevcut hükümet hangi saikle tutuyor ve onunla işbirliğine gidiyor? Afganistan Türkistanındaki asil, onurlu ve tabanları tarafından ölümüne sevilen, sayılan Türk boylarının liderleri ile temas sağlanması halinde, Türkiye, Dostum belasından kurtulacaktır. Hem de o kadar kolay ki…

Dostum, Afgansitan Türkistanının Denktaşı’dır, Arafat’ıdır. Her iki siyasi figür nasıl onlarca yıl halklarını sömürerek kendi bölgelerindeki sorunların çözülmesine engel oldularsa, Dostum da Türkistan birliğinin, huzurun ve barışının önündeki en büyük engeldir.


Afgan krizi, Dostum ve onun gibiler için “geçim kaynağı” haline gelmiştir.

Şıbırgan Düştü. Ve bu Afganistan Türkistan'ı için kara bir gündür.

Artık ne desek laf ı güzaf…

 Çünkü Şıbırgan, Afganistan Türkistanının dünyaya açılan kapısıdır. Santim santim topraklarını dolaştığım, bildiğim Afganistan Türkistanı Dostumla değil Türk beyleri ile birlikte Taliban’a karşı korunabilir.

Dostum, Ankara'da Dubai'de Moskova'da Pekind’e Yen Delhi’de lolitalar kovalayacağına, kendisinin doğduğu büyüdüğü baba ocağı Şıbırgan’ı savunsaydı ya...

ÇOK ÖNEMLİ NOT: 1990’lı yıllarda merhum Alpaslan Türkeş, Raşit Dostum’a karşı hep mesafeli dururdu. Samimiyet kurmazdı ama uzak da tutmazdı. O günkü birikim ve aklımızla, merhum Türkeş’in “Komünizme karşı şartlı refleksinden dolayı Dostum’a mesafeli davrandığını” düşünürdük. 

Azad Beg’in suikasta kurban gitmesi ve bu cinayetin organizasyonunda Dostum’un aktif olarak rol almasını öğrendikten sonra merhum Türkeş’in bu tavır ve tutumunu anlamış olduk. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin 1990’lardan bu yana Afganistan’a yönelik politikalarının oluşumunda merhum Türkeş’in emekleri ve katkıları o kadar çok ki…

O günlerin tanığı olan ve Türkeş Beyin en yakınında bulunan Koruma Müdürü ile İstanbul eski Ülkü Ocakları Başkanı Sayın Erdem Karakoç’un bunları kamuoyu ile paylaşmaları gerektiği kanaatindeyim. Özellikle Sayın Karakoç’un bu konuda çok önemli bilgiler, tecrübe ve emeğe sahip olduğu bilgisi, ilgili kulisler tarafından dile getiriliyor. 

09.08.2021 09:56

Beyaz Saray’ın beş blok yakınında bulunan özel bir bina, ABD siyasetinin kalbinin attığı yer olarak ünleniyordu. 1889’da Posta İdaresi olarak inşa edilen bu bina, Washington DC’nin en ayrıcalıklı otellerinden biri olan Trump Hotel’e dönüşür dönüşmez birçok devlet başkanı ve siyasetçileri ağırlamaya başlamıştı bile. 200 milyon dolara yenilenen otel, ABD yönetimine etki etmek isteyen lobicilerin ve iş dünyasının da kısa zamanda ilk tercihi olmuştu. Zaten ABD Başkanı Trump da Haziran 2017’de yeni Başkanlık kampanyasını bu otelde başlatmıştı. Yine bu otelde tam bir ay sonra Trump’ın kampanyasını başlatacağı salonda, Türk kamuoyunun yakından tanıdığı bazı isimler başka bir toplantı için bir araya gelmişlerdi. Türk-Amerikan Konseyi ile Türk Amerikan İş Konseyi’nin her yıl Washington’da düzenlediği konferans Mayıs 2017’de Washington Trump Otel’de yapılmıştı. 

Sezgin Baran Korkmaz, birçok Türk ve Amerikalı katılımcıların arasında o gün değilse bile bugün dikkat çekmeyi başardı. Kendisi hem toplantının resmi sponsorları arasında yer almış hem de gecede bir konuşma yapmıştı. SBK, Beyaz Saray’ın beş blok yanında ABD Başkanı’nın otelinde yaptığı konuşmada, ortakları olan Amerikalı Kingston ailesine de teşekkür etmeyi ihmal etmemişti. Bu teşekkür, herhangi bir krize neden olmamıştı. Çünkü o gece ne ABD’li Kingstonlar ne de Sezgin Baran Korkmaz ABD tarafından aranmıyordu ve haklarında herhangi bir soruşturma da yoktu. Bugün hikâyenin sonunu hepimiz iyi bilsek de ABD, Kingston ailesini ülkeyi dolandırmak suçundan 2019 yılında yakalayacak, Sezgin Baran Korkmaz’ı da bu suça ortaklık ettiği için 2021 yılında göz altına alacaktı. 

Peki bu noktaya nasıl gelindi? 

SBK hakkında açık kaynaklardan arama yaparken belli bir tarihe kadar adını sanını pek duymuyorsunuz. Sadece doğduğu şehirde yaptığı bazı çalışmalar ve yardımlarla gündeme geliyor. Ama 2014 ve sonrasında hakkındaki haberlerin sayısının gitgide arttığını görüyoruz. 

Mesela 15 Kasım 2014 tarihli bir haberde şunu okuyoruz. “69 yıllık ilaç şirketi satıldı.” Geçtiğimiz haftalarda Münir Şahin ve BETASAN gibi sağlık sektöründeki firmaları yabancılardan satın alan SBK Holding bugün de Biofarma’yı satın aldığını açıkladı. Holdingin Yönetim Kurulu Başkanı Sezgin Baran Korkmaz, “Umut vadeden Türk şirketlerini yabancılardan alarak tekrar Türk yapacağız” dedi.

2 Ağustos 2015’te prestijli bir ekonomi gazetesinden “50 milyon dolarlık yatırıma kuaförde ikna oldu” haberini okuyorsunuz. “SBK Holding, 1 milyon dolara satın aldığı bukombin.com’a 50 milyon dolar yatırım yapacak. Mali krize giren şirketler satın almasıyla tanınan SBK Holding Yönetim Kurulu Başkanı Sezgin Baran Korkmaz, bu kez bir internet yatırımına el attı.

Bu da 3 Aralık 2015’ten bir haber. “Ankara Ticaret Odası tarafından Çalık Holding ana sponsorluğunda 7-8-9 Aralık 2015 tarihlerinde düzenlenecek olan Ankara Marka Festivali, Türkiye’de ve dünyada kendi alanında marka olmuş ünlü isimleri konuşmacı olarak ağırlayacak. Türkiye'nin önde gelen iş adamları Ahmet Çalık, Cüneyt Asan, İbrahim Doğan, Haluk Okutur, Haluk Kalyoncu, Hamdi Akın, Mehmet T. Nane, Renan Gökay ve Sezgin Baran Kokmaz'ın yanı sıra onlarca isim, Ankara Marka Festivali'nde olacak. Sponsorlar arasında SBK Holding de bulunuyor.

22 Aralık 2015 tarihli başka bir haberde ise; “SBK, 4 bin kişiyi işsiz kalmaktan kurtardı” başlığını görüyoruz. Zora giren şirketleri iflastan kurtaran SBK Holding’in Patronu Sezgin Baran Korkmaz, “Bugüne kadar 4 bin kişinin işsiz kalmasını önledik. Kârımızın yüzde 70’ini eğitime harcıyoruz” dedi.

Günler böyle geçerken; Türkiye’de muteber, hayırsever ve sevilen bir iş insanı olarak nam salan Sezgin Baran Korkmaz’ın ortakları, kendisi onlara patronlar demeyi tercih ediyor, Kingston kardeşler Türkiye’de bir şirket açmaya karar veriyorlar. Mart 2015’de hisselerinin yüzde 99’u Amerikalı Jacob Kingston’a ait Mega Varlık Yönetim AŞ. kuruluyor. Amerikalı Kingston’ın sahibi olduğu Washakie Renewable Energy ABD batı yakasının en büyük biyodizel üretim tesisi olsa da her yabancı yatırımcıya yönelik olarak yapılan güvenlik soruşturmaları bu şirket için de yapılıyor. ABD tarafından da herhangi bir soruşturma ya da benzeri yasal sorunu olmadığı için yatırım yapması için gerekli izin ve lisanslar BDDK gibi kurumlar tarafından veriliyor.

Yeni şirketin yatırım haberleri birbirini kovalarken 15 Temmuz 2016’da malum işgal ve darbe girişimi yaşanıyor. Milletin ve Cumhurbaşkanımızın direnişi sayesinde darbe püskürtülüyor. FETÖ’cüler tek tek yakalanıyor ve adalet karşısına çıkartılıyorlar. Bu arada hükümet ve devletin ilgili kurumları, ülkenin psikolojisini güçlendirmek için her türlü çalışmayı yapıyor. Terörle mücadelede, ekonomide, dış politikada ve savunma sanayinde çok önemli atılımlar yapılıyor. Böylelikle Türkiye’nin hem içeride hem de dışarıda güvenilirliği sağlanıyor. Bu süreçte dışarıdan gelen yabancı yatırımcıların yatırım kararları da hiç kuşkusuz hem devlet için hem de millet için önemli bir moral motivasyon kaynağı oluyor. İşte tam bu süreçte Sezgin Baran Korkmaz ve ortakları 15 Temmuz’un puslu havasında Türkiye’ye 950 milyon dolar yatırım yapacaklarını açıklıyorlar.

Bu noktada bir örnekle Türk devletinin kimi kurum ve yöneticilerine yönelik bugünlerde süren itibar suikastlarına değinmek gerekiyor. Zira ABD’nin dahi haberinin olmadığı Kingston ailesi ve ortakları SBK’nın dolandırıcılık hikayesini Türkiye’deki yetkililerin bildiği savı üzerinden haberler yapılıyor ve kurumlarımız haksız yere yıpratılıyor. Bunlardan birine birlikte bakalım. Zira diğerlerinde de durum hep aynı. 

2016 yılında Mega Varlık, Yatırım Destek Ajansı’na yapacakları yatırımları anlatıp rehberlik talep ediyor. Ajans, ülkede yatırım yapmak için daha öncesinden gerekli izin ve lisanslarını alan bu şirketi diğer yabancı şirketler gibi görüyor ve misyonu gereği yatırımı tanıtmaya çalışıyor. ABD’den de aksi bir bilgi olmadığı için süreç gayet normal işliyor. Gelen yabancı yatırımcılara kolaylık sağlamak ve yeni yatırımların gelmesini de teşvik etmek için Yatırım Ajansı, Sezgin Baran Korkmaz’ı daha önce birçok yabancı yatırımcıya yaptığı gibi ekonomi muhabirleri ile buluşturuyor. Yatırım Ajans’ının Başkanı olan Arda Ermut 15 Temmuz sonrası yabancı yatırımcı ilgisinin önemini bildiğinden SBK ile basının karşısına rahat bir şekilde geçiyor ve gelecek yatırımcılara Türkiye’nin güvenli bir liman olduğunu anlatıyor. Toplantı birçok gazetede “Tanklara inat 950 milyon dolar” gibi başlıklarla haber oluyor. Eylül 2016’da gerçekleşen bu toplantı; 2019’da Kingston kardeşlerin, 2021 yılında da SBK’nın tutuklanmasından sonra manipüle edilmeye ve Arda Ermut ile Yatırım Ajansı’na karşı itibar suikastına dönüşüyor. Devletin Yatırım Ajansı’nın yabancı yatırımcıya kolaylık sağlaması, rehberlik etmesi dahi sorunmuş gibi gösteriliyor. İşin kötüsü bundan sonra yatırımcılara destek olmak isteyen kamu görevlilerinin cesaretini kırmış oluyorlar. Kendi ülkesinde yasal olarak iş yapan, aranmayan ya da soruşturulmayan bir iş insanının Türkiye’de yapacağı yatırımı Türk halkına ve yeni yatırımcılara moral vermek için duyurması Yatırım Ajans’ının görevi değilse nedir. 

Tekrar hikayemize dönecek olursak. 

Mayıs 2017’de SBK için önemli bir gelişme gerçekleşiyor. Sezgin Baran Korkmaz; ABD merkezli düşünce kuruluşu East West Institute’nün yönetim kurulu üyeliğine kabul ediliyor. Korkmaz, yönetim kurulu başkanlığını dünyanın sayılı zenginlerinden Ross Perot Jr.’ın yaptığı enstitünün yönetimine, merhum iş adamı Mustafa Koç’tan sonra Türkiye’den üye kabul edilen ikinci isim oluyor. Tarih 2017 ve Sezgin Baran Korkmaz hala ABD için makbul bir iş insanı. 

Gelelim Sezgin Baran Korkmaz ile ortakları Kingston kardeşlerin akıbetine. Kingston ailesi hakkında, daha sonra iddianamelerden öğreniyoruz ki, 2018 yılında gizli bir soruşturma açılıyor. Kingstonlar FBI ve diğer mekanizmalar içerisindeki adamları sayesinde soruşturmadan haberdar oluyorlar. ABD’den kaçmak isterken havalimanında yakalanıyorlar. Jacob Kingston ve kardeşi Isaiah, ABD’de şirketlerinin bio-yakıt ürettiğine dair sahte belgeler düzenleyerek 511 milyon dolarlık vergi indiriminden haksız biçimde faydalandıkları suçlamasıyla 2019 yılında tutuklanıyorlar. Mahkeme sürecinde Kingston’lar ABD Hazinesi’ni dolandırarak elde ettikleri paranın önemli bir bölümünü 2014- 2018 yılları arasında SBK kontrolünde Türkiye’ye gönderdiklerini itiraf ediyorlar. Yaptıkları işlemlerin belgelerini de savcılarla paylaşıyorlar. Bunun üzerine Utah Federal Savcılığı, mahkemeye başvurarak Sezgin Baran Korkmaz'ın (SBK) Türkiye'deki varlıklarının ABD tarafından geri alınmasını talep ediyor. Ekim 2020’de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturma kapsamında SBK Holding Yönetim Kurulu Başkanı Sezgin Baran Korkmaz ile 13 kişinin ve bütün şirketlerinin mal varlığına el konuluyor. Haziran 2021’de de Sezgin Baran Korkmaz Viyana’da ABD tarafından yakalanıp göz altına alınıyor.

Süreç en kısa haliyle böyle. Önümüzdeki günlerde kimi odaklar, bizim bazı kurum ve yetkililerin SBK ile fotoğraf vermesini, yatırımlarını desteklemesini, yaptığı açılışlara katılmasını Yatırım Ajansı örneğinde olduğu gibi kriminalize etmeye çalışacaklardır. Ancak işin esasını ortaya koymak hakkaniyet açısından önemli. ABD’nin kendi vatandaşı olan kişiler hakkında ABD Hazinesi’ni dolandırmak suçlamasıyla henüz 2018’de gizli soruşturma açtığı ve 2019’da bu kişileri tutukladığı bir olaydan Türk yetkililerinin 2014, 2015, 2016 ve hatta 2018’de haberdar olması nasıl mümkün olabilir? ABD Başkanının otelinde Beyaz Saray’a beş blok uzaklıkta 2017’de yapılan bir toplantıya Sezgin Baran Korkmaz elini kolunu sallayarak katılıyorsa ve hatta o toplantıdaki konuşmasında Kingston kardeşlere teşekkür edebiliyorsa Eylül 2016’da Türkiye’de yaptığı toplantılara ya da yatırımlara illegal gözüyle nasıl bakılabilir? Türkiye’den sadece Mustafa Koç gibi saygın bir iş insanının katılabildiği ABD’li bir kuruluşun yönetimine 2017’de giren SBK’nın ABD nezdindeki itibarı bu kadar güçlüyken, ABD’nin bile o dolandırıcılık hikayesinden haberi yokken, Türkiye daha önceki tarihlerde bu yatırımcılara neye dayanarak izin vermeyebilirdi ki? Şimdi geriye dönüp iddianameleri, haberleri, gazete küpürlerini ve videoları izleyerek yaptığımız yorumlar o günler için hiçbir anlam ifade etmiyor. Kingston kardeşlerin ABD devletini dolandırırken kendi ülkelerinde ellerini kollarını sallayıp rahatça iş yaptıkları ve devletin bundan haberi olmadığı bir süreçte Türkiye’de kurumların bu kişilere kriminal vaka olarak bakmalarını beklemek rasyonel değildir. Dolandırıcılık yaptıklarını ABD’nin dahi bilmediği SBK ve ortakları Türkiye’de 950 milyon dolarlık bir yatırım yapmak isterken kim buna neden karşı çıksın? Bugün Türkiye’de yatırım yapan yasal, temiz ve haklarında en ufak şaibe bulunmayan şirketlerin yarın kendi ülkelerinden kaynaklı farklı bir sorunla karşılaşmaları bizim bugünkü davranışlarımızı ve olaya yaklaşımımızı nasıl etkilesin?

01.07.2021 14:23

Eski Türkiye’de iş ilanların metninde aranan elemanların özelliklerinden sonra kendileri ile çalışmaya karar verenlere “Maaş + Prim + SSK” diye vaatte bulunurdu işverenler. Çünkü o günkü Türkiye’de hesaplar kontrol edilmiyor, işyeri müfettişleri teftişe çıkmıyor aksine kişisel ihtiyaçları olduğunda kayıtsız işçi çalıştırdıklarını bildikleri işletmelerin, muhasebe servislerine görünür ve “sakal”larını alıp giderlerdi.

Aynı şekilde Türk medyasının köşe başlarını tutan dürüst araştırmacı (!) ve karıştırmacı gazeteciler de dana büyük balık avlarına çıkar, açığı olan KOBİ’ci patronlara çökerlerdi. Türkiye’de düzen böyle idi.

Türk medyası kurulduğu günden beri ahlaksız ve rüşvetçilikle iç içe olan bir anlayışa sahipti. Bugün “Hürriyet kahramanı” olarak gösterilen Namık Kemal’in bile makalelerini padişah sarayından gelen akçeye göre yazdığını artık bilmeyenimiz yok.

İşte böylesine kirli bir medya dünyasında şu anki adı Sezgin Baran Korkmaz olan (Üç kere ismini değiştirmiş) şahıs bir anda medyamızda arz-ı endam etti. Robin Hood olarak gösterildi. Üç lahmacun ve içinde bin lira para olan birkaç zarf kapıya bırakınca Robin Hood olarak gösterildi basınımızca.

Sonra bu şahsın FETÖ ile ilişkisi gündeme geldi. Birileri FETÖ ile olan ilişkilerini İstanbul cumhuriyet savcılığına ihbarda bulunmuş, olay yerleri ve tarihlerini tek tek belirtmişti. Ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı bu şikayeti kapatmış, Bu olay ilgimi çekti ve üzerine çalışmalar başlatmıştım

Sezgin Baran Korkmaz’ın bu ülkede adının karıştığı işler ve FETÖ terör örgütüne ait Borajet havayolunu satın alarak örgüte 300 milyon USD aktarması ve bazı kurum ve kişilerin mallarına yönelik hukuk dışı sahip olma teşebbüsleri iddiaları ile ilgili 3. 5 yıl önce yazdığım bir yazıdan başıma gelmeyen kalmadı.

FETÖ’nün finans sağlayıcısı ve kara para aklayıcısı olduğu iddialarını içeren bir haber yaptıktan bir süre sonra başıma gelenleri bir önceki yazımızda anlattığımız için yeniden anlatmayacağım. (meraklısı için: https://www.haber365.com.tr/yazarlar/erdal-simsek/turk-medyasi-mi-sezgin-baran-korkmaz-medyasi-mi-863 )

Sezgin Baran Korkmaz’ı faş etmemden sonra başıma gelenler, aslında Türk medyasının ve adalet sistemimizin adım adım nasıl kangren haline geldiğini gösterdi bana. Bir çoğunun ekmeğine sebep olduğumuz, meslek sahibi yaptığımız, arkadaş bellediklerimiz bırakın hatırımızı sormaya, selamlarını dahi kestiler.

İngiltere Dış İstihbarat Servisi (MI 6)’nın ve dillerinden ‘HAKSÖZ’ lafını düşürmeyen Kraliçenin İslamcıları ile kuyruğuna bastığım medyadaki kazurat takımı aleyhimde yazmaya başlamışlardı .Bununla da yetinmemiş, sosyal medyada linç etmişlerdi. Mahkemeye verdiğim bu namus yoksunları, o tvitleri silmiş ve mahkemede o minvalde tvit atmadıklarını söyledi hepsi. (Sahi Türk solu ve Türk dinci medyaları kadar korkak ve namus yoksunu güruh başka ülkede var mı?)

Bunların içerisinde başka dünya görüşüne mensup olmasına rağmen birlikte çalıştığımız ve o günlerde ev kirasını dahi ödeme konusunda güçlük çeken “abla”larımız bile aleyhimizde yazmışlardı.

Ve bu gün SBK düştü herkes vuruyor, Sezgin Baran Korkmaz’ın cesedi üzerinden kendilerini temize çıkarmaya çalışıyorlar. (Dikkat ettiyseniz her iki yazımda da SBK’ya vurmuyorum. Düşene vurmak ahlaklı insan işi değil. Şartlarımız eşit olduğunda kendisine direk soracağım birkaç soru var.)

İzah edeyim: SBK’nın satın aldığı “ölü” şirketlerin tümüne bakın. Önce bu şirketlerin aleyhinde haberler o günkü Hürriyet gazetesinde çıkıyor. Haberlerin tümünde aynı muhabirin imzası var. Ve bu muhabir de Sezgin Baran Korkmaz’ın hemşehrisi. Bitmedi

Bu “muhabir” FETÖ terör örgütü mensubu olduğuna dair yargılanıyor. Yargı sisteminin elinde güçlü deliller olduğu iddia edilmesine rağmen bu şahıs tutuksuz yargılanıyor. Bu şahsı tutuklamaya sevk etmeyen Savcılık makamıyla ilgili bir çalışma yapıldı mı yapılmadı mı bilinmiyor.

Diğer yandan, Sezgin Baran Korkmaz’ı hem kendi köşelerinde hem de sosyal medyada “Robin Hood” olarak gösteren kalemlerin, medyacıların yoğun olduğu bir grupta, artık istenmeyen ve kambur olarak görülen bir şahıs ile en alt gruptan bir çalışan SBK ile ilişkisi olduğu iddiasıyla faş edilip tasfiye edildi. Ama ne hikmetse SBK’nın “abla”larına dokunulmadı bile. Birkaç yıl önce ev kirasını ödeyemeyen bu “abla”nın nasıl oluyor da on milyonlarca liralık gayrimenkule; dairelere sahip olduğu sorgulanmıyor. Sorgulanamaz çünkü ablalara dokunulduğunda tepedeki abilere iş uzar.

Diğer yandan yine bizim mahallenin en büyük medya grubunda köşesini SBK’ya tahsis ve tahvil eden Övürgen ile ilgili hiçbir işlem yapmadı çalıştığı kuruluş. Sadece bu Övücü ve Övürgenler mi, bir çok SBK kalemi görmezden geliniyor o grupta.

Diğer yandan SBK’ya çok saldırır gibi görünen ancak yaptığı atışlarla malum kişiyi daha da güçlü hale getiren İsrail/MOSSAD’ın ülkemizdeki kirli propaganda aracı, Karanlıkoda ekibi de kulağının üstüne yatmış.

Hele sol basını hiç sormayın. Evrensel takılıp Allah’ın her Bir Günü SBK’nin aleyhinde sözde Sözcülük yapanlar kendilerine toz bile kondurmuyorlar. Halbuki oraların kapısına SBKmetre cihazı kurulursa, onun altından gecen bir çok insanda bu cihaz öter. Dün kalemlerine her türlü emperyalizme satan bu Stalinist (kendilerine solcu-Atatürkçü diyorlar. Atatürk’ün de kemiğini sızlatıyorlar) şahıslar, bugün kalemlerine pos makinası takıp nasıl oynattıklarını hepimiz görüyoruz.

Medyayı eşeledikçe bu kirliliğin boyutu daha büyüyor.

Dediğim gibi bu olay medyamızın ne kadar kirlendiğini gösterdi. Yargı denen sistemin zulmünden/cenderesinden kurtulduktan sonra bu arkadaşların SBK ile ilişkilerini araştırmaya başladık. Ve tamamının satılık kişiler olduğunu gördük maalesef.

Medya patronları yöneticilerine kendi kurumlarındaki çürükleri ayıklamak için şu yöntemi takip etmelerini önerebilirim:
Kendi gazete, televizyon ve radyolarında, dijital medya platformlarında SBK’yı öven haberlerde kimin imzası varsa onu mercek altına almalılar. Ben SBK’nın bu gıllıgışlı olduğu iddia edilen ilişkilerini deşifre etmeye çalışırken, posu cebinde olan satılık kalemler ve “abla”lar, bu şahsı Robin Hood olarak tanıtıyorlardı. Robin hood dedikleri adam, bir köye kapılara biner lira bırakmış. Toplasanız 50 bin tl bile etmez.

Yok efendim plajda lahmacun dağıtmış. Dağıttığı bin lahmacun bile olsa tanesi o günkü para ile (toptan fiyatı) 74 kuruştu. Ama bu satılık, bu onursuz, bu haysiyetsiz kalemler öylesine ballandırıyorlardı ki SBK’yı üç kuruşluk bu PR çalışmasını insanlık tarihinin en büyük iyilik hareketi olarak değerlendiriyorlardı.

Ve Türk medyası Tepeden tırnağa bu rezil konumdan kendini temizlemediği sürece artık eleman aradığında delikanlıca iş ilanlarını şöyle yazabilirler mi:

“Medya kuruluşumuzun muhtelif alanlarında çalışacak eleman aranıyor. Çalışacak arkadaşlara maaş + Prim+ SBK vaat ediyoruz”

Ve bu günlerde çok ilginç bir dedikodu dolaşıyor kulislerde: Yargının da bu kirlenmişliğin içerisinde olduğu iddia ediliyor.

Çocuk yaştan beri, babamın devrimci duruşu ve sonrasında da gazetecilik mesleğimden dolayı her yıl ve bazen neredeyse her ay farklı dava ve dosyalarla yargı ile muhatap olan biri olarak gözü kapalı şunu söylerim: Yargımızı bu kirlikten bu kirlenmişlikten ve kirlilerden tenzih ediyorum. 12 Eylül ile 28 Şubat Amerikancı post modern darbesi sırasında bile general üniforması giymiş çetecilere yargı sistemimiz boyun eğmedi. O gün olduğu gibi bu gün de sistemin içinde çürükler vardı ve halen var. Bizlerin tek sığınağı ve koruyucusu olan yargı sistemimizin bir an önce harekete geçerek, o temiz ve pir ü pak tarihine yaraşır bir şekilde içindeki çürük elmaları ayıklaması zaruretin de ötesinde, devletin bir numaralı güvenlik meselesi haline gelmiştir.

Bu arada bir önceki yazımızda, Türk ve dünya kamuoyunun fısıltı gazetesinde kulaktan kulağa dolaşan şu sorunun cevabını alamadığım işin yineliyorum:

Dünyanın en zengin Adalet Bakan Yardımcısı hangi kıta ve ülkede yaşıyor?

Bu sorunun cevabını bulana kadar merak edeceğim...

28.06.2021 12:53

İletişim ve dijital çağda olmamıza rağmen Türkiye’de yerleşik medya sistemi günden güne eriyor. En dindarın en sekülerine; Sosyalistine kadar hiçbir yerleşik medyanın güvenirliği kalmadı.

Oysa dünyada yerleşik medya, bir yandan dijitalleşme çabasını kesintisiz sürdürürken, diğer yandan da yerleşik medya anlayışını da bu sisteme adapte etmeyi başardı. Özellikle içinde bulunduğumuz Batı dünyası, bu konuda tartışmasız ön saflarda bulunuyor. Batılı refiklerimizin aksine Türk medyası günden güne eriyor, hiçbir şekilde inandırıcı olmuyor ve itibarı yerle bir oluyor.

Buna mukabil, yerleşik medyamızın kullandığı araç gereç ve binalar, Batılı refiklerinin çok çok ilerisinde. Türk medyası akıllı binalara geçtiğinde, Başta Almanya ve İngiltere olmak üzere bir çok Batılı medya binasında asansör bile kullanılmıyordu neredeyse.

Yerleşik Türk medyası patronları, insan yerine teçhizat ve binalara yatırım yapınca, personelin kalitesi ve çapı bu beton yığınlarının çok gerisine düştü. Böylece Türkiye’de medyacılık “satılık kalem” ve tetikçiliğe dönüştü.

Kendini muhalif olarak tanımlayan medyanın tamamı bila kayd u şart, hükümetin bütün icraat ve fikirlerini tu kaka ilan edip muhalefetin gönüllü kapıkulu eri olurken, hükümet yanlısı olan yerleşik medyanın tamamı ise “sir yes sir” modunda. Yani tersi olarak birbirinin aynısı. Ve yaklaşık çeyrek yüzyıldır Türk medyası bu kurgu ile varlığını sürdürünce maalesef ülkemizde gazeteci kalmadı.

Gazetecilerin büyük çoğunluğu bu sistem tarafından dışlanırken, geriye kalanı da ya kahredip meslekten uzaklaştı ya da “kahrolası hanede evlad u ıyal var” deyip ekmeğinin kölesi olmak zorunda kalma adına haberciliği bırakıp editörlük ve sayfa sekreterliği yapmaya başladı.

Gazeteciler meydandan çekilince medyada, pos makinaları ceplerinde olan “akçeli kalemler” egemen olmaya başladılar. Daha beş on sene önce evinin kirasını ödeyemeyen gazeteci hatunlar, bu gün İstanbul’un en pahalı projelerinde on milyonlarca liralık konutlarda oturuyorlar. O konutların aidatları bile ortanın üstünde bir evin kirasından fazla.

Ha keza yeni nesil gazeteci beyler de öyle. Dün ancak çatı katında kiralık oturanlar, bugün villa tapusu koleksiyoneri oldular. Kimi de muhteris, yerden bitme siyasilere sırtını dayayarak, “tahsisas-ı mesture”den (Örtülü Ödenek) çarptıkları on milyonlarca dolarla medya grubu kurup başına geçtiler.

Çatı katında oturan bir muhabirin birden gazete patronu olması ve İstanbul Boğazı’na nazır 30-40 milyonluk villalarda oturmasının izah edilir bir yanı yok.

“İşadamı” görünümlü soyguncular, hırsızlar, kara para aklayıcıları, rantiyeciler, şantiyeciler bu kalemi paraya tahvil edilenleri tek tek ve bazen de grup halinde satın alarak bütün kirli işlerini örtbas ettirmeyi başardılar. Aynı işadamı görünümlü kara para aklayıcısı hırsızlar, bu gazeteciler üzerinden adliyelere sızıp adalet mekanizmasını ele geçirdiler. Örneğin bir mahkeme bu hırsız, kara para aklayıcısı ve FETÖ finans sağlayıcısı lehine 400 karar verebiliyor. Yanlış okumadınız, İstanbul’da bir adliyede bir mahkeme bu adamın lehine aynı gün yaklaşık 400 dosya hakkında karar verdi. Ve üzerinden iki yıl geçmesine rağmen ne HSK ne de Bakanlık kılını kıpırdatmadı. İş olsun diye mahkemeye bir yazı yazıp “ne oluyoruz birader” demedi. Demez çünkü, oralara giden yol “buralardan” geçiyor. Acı ama gerçek bu.

Konuyu daha da netleştirirsek;

Geçtiğimiz yıllarda Bir iş adamının FETÖ terör örgütüne 300 milyon dolar aktardığını ve Türk Hava Kurumu’nun mallarına çökeceğine dair bir haber dosyası yapmıştım.

Başıma gelmeyen kalmadı. Bir çok iftiraya maruz bırakılarak hiç alakasız bir adliyede alakasız bir dosyada tutuklandırıldım.

Bana iftira atılarak, suça teşebbüs ettiğim iddia edilen yer İstanbul Adliyesi sınırları içerisindeydi. Benim ikametgahım Bakırköy Adliyesin sınırları içerisinde. Beni tutuklayan ise Büyükçekmece adliyesi. Mahkeme kayıtlarına bakın, duruşmam tam 1 dakika 24 saniye sürdü. İlgili hâkim mahkeme kürsüsünden kaçarak indi ve koşa koşa salonu terk etti.

Vermediğim ifadeyi bana mal eden haber yapıldı bütün sol ve Kemalist gazetelerde. Bu arada kuyruk acısı olan namus ve ahlak yoksunu, İngiliz İstihbarat Servisi’ne çalıştıklarını vaktiyle ortaya çıkardığım ve ortalıkta HAK SÖZü ağzından düşürmeyen Kraliçenin dinci gazetecileri de sosyal medya hesaplarında bana çemkirmişlerdi.

Ve bu kara paracı olduğu gerekçesi ile firari FETÖ finansörü adamın 2. Rıza Zarab vakası olacağını tam üç yıl önce yazdım, hapse girmeden önce de çıktıktan sonra da ilgili herkese söyledim. Ama bunun dağıttığı paralar tatlı geldiği için kimse duymadı sesimi

Yazdım da ne oldu? Çok yakın olduğum, abi kardeş gibi içli dışlı olduğum parlamenterler, bakan ve siyasetin yüksek kademelerinde beraber çalıştığımız hiç kimse bırakın sahip çıkmayı, merak edip “bu adamın dosyasında ne var” diye araştırmadılar bile. 

Hiç tanımadığım görmediğim bir çete ile ilişkilendirmeye çalıştılar. Allah’tan adamların da teşhiste tanımadıkları ortaya çıkınca beni çete dosyasından ayırmak zorunda kaldı.

Benim aleyhimde haber yapan Hürriyet muhabirinin 2. Rıza Zarab olan şu anda adı Sezgin Baran Korkmaz olan kara para suçlaması ile hakkında tutuklama kararı bulunan ve yurt dışına firar eden şahsın haberlerini yapardı sürekli. Ayrıca bu muhabirin aleyhinde haber yaptığı şirketler bir süre sonra Sezgin Baran Korkmaz tarafından satın alınıyordu. Ve bu muhabir, FETÖ’den hala yargılandığı halde hala Hürriyet’te tutuluyor.

Sezgin Baran Korkmaz elbette sadece bu muhabirle ilgilenmemişti. Bir çok insanı satın aldığını bana açık açık söylemişti. Bu işten vaz geçmemi, sonunun benim için iyi olmayacağını da söylemişti. Hatta gözaltına alınacağım günü dahi söylemişti. Göz altında iken, çökmek istediği işadamıyla ilgili ifade verirsem serbest bırakılacağımı söylemişti.

Hiç itibar etmedim. Ama dediklerinin tamamını yaptı. Ne poliste ne savcılıkta ne de mahkemede malına mülküne çökmeye çalıştığı işadamı Recep Ercan Keskin’e iftira atmadım.

Ve şimdi Sezgin Baran Korkmaz’ın satın aldığı gazeteciler konuşuluyor. Şuna emin olun ki Korkmaz, sadece gazetecileri satın almadı, medya patronlarını da satın aldı.

Hem de her taraftan, bir yandan solcuları diğer yandan dincileri…

Bu gün herkes Habertürk’ün sunucusu Veyis Ateş’in üzerine yürüyor. Veyis Ateş’in cesedi üzerinde en çok tepinenlerin, basın özgürlüğü ve ahlakından söz edenlerin aynı gruptan olması herkesi şaşırtıyor ama beni şaşırtmıyor.

Açık açık söyleyeyim, Veyis Ateş’i tanımam. Günya gözü ile bir kere dahi karşılaşmadık konuşmadık 3. 5. Kişiler üzerinden ne selamını aldım ne selam gönderdim. Ama bu gün tanrılara kurban edilen Veyis Ateş’in cesedi üzerinde tepinenlerin kirli çamaşırlarını saymaya başlarsak, “burdan Fizan’a yol olur.”

Basın özgürlüğünden söz edenler, neden yıllarca Veyis Ateş’in belirlediği konuk dışında programlarına adam çıkaramadılar? Madem o kadar özgürlük düşkünü ve delikanlı idilerse neden “editoryal özgürlüğüm yok. Benden buraya kadar” deyip istifa etmediler?

Daha dün evinin kirasını ödeme gücü olmayıp da bu gün İstanbul’un en pahalı konut projelerinde ve Boğaza nazır dairelerinde oturan hanımlar ve beyler, Sezgin Baran Korkmazdan ve başka işadamlarından para koparmışlar mıdır?

Sezgin Baran Korkmaz, kaç kere ismini değiştirdi?

Bir insan durup dururken neden birden çok defa ismini değiştirir? Neyi gizlemeye çalışıyordu acaba?

İstanbul’da adliyelerde başsavcılardan daha güçlü olan Sezgin Baran Korkmaz’ın Ermeni Levon Termeciyan ile birlikte Ermeni dönmesi Fetullah Gülen’in yapılanmasına ne kadar para aktardı?

Sezgin Baran Korkmaz’ın yargı, siyaset ve güvenlik bürokrasisi içerisinde maaşlı elemanları kim?

Hedefe koyduğu işadamı Recep Ercan Keskin’e çöktü mü, ondan ne kadar kopardı veya kaç yüz milyon zarar verdi?

Sezgin Baran Korkmaz, sadece muhabirleri mi satın aldı yoksa medya patronlarını mı?

Bu medya patronlarının kaçı dinci, kaçı solcu, kaçı solcu?

Aynı medya patronları, suç örgütü kurup sayısız cinsi sapıklık ve suç işlediği için bir ton hapis cezası alan şahıstan yıllarca “reklam” adı altında kaç on milyon lira aldılar?

Sezgin Baran Korkmaz kaç gazeteciye “abla” diye hitap ediyordu? Ve bu “abla”lara milyonlarca dolarlık hediyeler sundu mu?

Sezgin Baran Korkmaz’ın FETÖ ile ilişkilerini anlatan bir ihbar yapıldı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına. Şikâyette, Korkmaz’ın FETÖ terör örgütünün başı Fetullah Gülen ile ilişkileri ve bu örgüte nasıl para aktardığı anlatılıyordu. İhbarda bulunan da ortağıydı. Ve o dosya kaç günde kapatıldı biliyor musunuz?
O dosyayı kapatan savcılar şu anda hangi yüksek makamlardalar, nerelerdeler hiç merak ediyor musunuz?

Şu anda Sezgin Baran Korkmaz burada değil ve şartlarımız da eşit değil. İtibarıma suikast ettiği halde aynısını yapmayacağım. “Kurtlukta düşeni yerler”, ama “mertlikte düşene bir tekme de vurulmaz.” Dünya gözü ile karışlaşırsak soracağım çok soru var. Bu gazetecilere dağıttığı yüz milyonlarca liralar onun topladığının yanında çerez kalır.

Konumuzla alakası yok ama aklıma bir de şu soru geldi:

Dünyanın EN ZENGİN Adalet Bakan Yardımcısı hangi ülkenindir ve bu serveti nasıl edinmiştir?

Eden bulur. Bu zulümlerin hesabını Allah tek tek soruyor. Milyarlarca dolarla oynayan insana şu anda bütün yeryüzü dar geliyor.

Sezgin Baran Korkmaz’dan para alarak bana iftira atana yine Sezgin Baran korkmaz Nisan ayının sonlarında sıktırdı da Allah karısına bağışladı. Onunla da mahkemede hesaplaşmaya başladık zaten.

Allah sadece Sezgin Baran Korkmaz’a değil, o gazeteci hanım ve beylere, adaleti mahvedenlere, medya patronlarına da yer yüzünde hesabı soracak emin olun. 

18.06.2021 09:29

ABD Başkanı Joe Biden’ın Türkiye ve Türk tarihine atılan iftira kampanyasına katılıp 1915’teki tehcir olayını “Ermene Soykırımı” olarak anması Türkiye’de belirli kesimleri şaşırttığı gibi bazılarının da maskelerinin bir kez daha düşmesine sebep oldu.

ABD karşıtı sağcı ve hükümet yanlısı muhafazakâr kesimde de “Türk-ABD müttefikliği” teraneleri okunup duruldu hem medya köşelerinde hem de sosyal medya hesaplarında.

Türkiye’de, sol, sosyal demokrat, Atatürkçü, ulusalcı İslamcı, sağcı, muhafazakâr ve dindar kesimlerin tamamında bir “Türk-Amerikan müttefikliği” lafıdır tutturmuş gidiyor. Hem de taaa 1947’den bu yana.

Peki gerçekte bir “Türk-Amerikan müttefikliği” var mı ortada ona bakmak lazım.

Amerika Birleşik Devletleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılma sürecinden bu yana Türkiye’ye karşı düşmanca tavır sergileyen ülkelerin başında gelen bir devlettir.

ABD, kuruluş şekli ve sürecine baktığımızda, sömürgelikten kurtulup sömürgece devlet olmayı hedef kılan bir ülkedir.

I. Dünya Savaşı’ndan bu yana pençelerini Avrupa ve bölgemize yerleştirerek sömürgeci politikalarını günden güne bir adım daha ileri götüren bir devlet halini almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana da kendini dünyanın tek sahibi olarak gören hastalıklı psikolojiyi devlet politikası haline getirmiştir.

ABD’nin bu hastalıklı politikasının hayat bulması ve günden güne kök salmasının en büyük sebebi, günün gelişmiş ve zengin ekonomisine sahip Batı Avrupa ülkeleridir. Batı Avrupa, tarihten bu yana (Habsburglar dönemi hariç) sürekli birbiri ile didişen, birbirinin ayağına çelme takan, iç çatışmacı ve kavgacı bir halde olduğu için ABD, bu devletleri tek tek yutmayı başardı ve kontrolü altına aldı.

O dönemki Avrupa’nın ekonomik olarak güçsüz ama bağımsızlık kültürü ve tarihsel birikimi ile en güçlü ülkesi olan Türkiye’yi de NATO aracılığıyla (ve kısmen de Stalin’in Türkiye’den toprak talep eden ahmak politikasın yüzünden) kontrol altına alma ve sömürme sürecine soktu maalesef.

Türk-Amerikan ilişkileri öyle bir hal aldı ki, ulusal istihbarat servisimizin personellerinin de maaşları ABD tarafından ödendi. Türk milli istihbaratı, onlarca yıl ABD’nin çıkarlarına hizmet eden, ve Amerika’nın menfaatlerini koruyan bir teşkilat haline geldi. Uzun yıllar servisin yönetim kadrosunun önemli bir kısmı “Amerika’nın mutemet adamı”ydı.

Ve bu Amerikancı kadrolar ülkemizde ne kadar milli ve yerli düşünen kesimler varsa önce hepsini şeytanlaştırıp sonradan öldürerek ortadan kaldırdı.

Sebahattin Ali’nin Amerikancı subay ve ajanlar tarafından sınırda kafasına sopa ile vura vura öldürülmesi olayı, ABD/NATO/GLADIO’nun ülkemizde işlediği ilk siyasi cinayettir.

Amerikan emperyalizmine karşı ömrünün son nefesine kadar mücadele eden Şefik Hüsnü’nün, Hikmet Kıvılcımlı gibi bütün milli ve yerli solcular, sosyalistler ve komünistlere dünyayı zindan etti.

Kendisine başkaldıran herkesi harcadı/harcattı Amerika.

İslami ve muhafazakâr kesime de aynı zulmü yaptı. Merhum Mehmet Zahid Kotku, Süleyman Hilmi Tunahan başta olmak üzere ismi bilinmeyen yüzlerce mahalli tarikat şeyhi, kanaat önderleri, aşiret reisleri, ABD tarafından her türlü zulüm ve baskıya uğratıldı bu ülkede.

Gün geldi, NATO faaliyetleri çerçevesinde devşirdiği askerlere darbe yaptırıp sağcıların, İslamcıların kafasını ezdi. Gün geldi aynı subaylara solcuları idam ettirdi, işkencede öldürttü.

Hasılı kelam, Komünistinden, Müslümanına kadar bu ülkede emperyalizme baş kaldıran, boyun eğmeyen ve teslim olmayan her kim varsa hepsini ferden ferda hapis, işkence ve öldürme marifetleri ile susturmaya çalıştı ABD.

Peki sadece anti emperyalist ve tam bağımsızlıkçı sivil yurttaşlarımızı mı katletti ABD?
Elbette hayır. Devlet kademelerinde ne kadar milli kadrolar varsa onları ya tasfiye etti ya da etkisiz konumlarda tutmayı başardı. Bunu başaramadığı zamanlarda Türk devleti bağımsız kararlar alıp uygulamaya koyunca da direk devlete müdahale etti. Başbakan astı, Başbakan indirdi.

Örneğin, Türkiye’de "ABD’nin en mutemet adamı" olarak bilinen Süleyman Demirel’i bile askeri muhtıra marifetiyle indirdi. Neden mi? Demirel, Sovyet Rusya ile sanayi işbirliğine girmesi ve ülkemizde demir çelik fabrikasını kurulmasını sağlamasıdır. ABD böyle bir canidir vampirdir, karaduldur. Kendi çıkarlarına aykırı hareket eden öz evladı da olsa onu harcamaktan çekinmez. Kendi Başkan’ını bile öldürür. J. F. Kennedy’yi Lee Harvey Oswald’ın öldürdüğünü mü sanıyorsunuz? Oswald sadece bir figürandı.

ABD, Hiçbir zaman Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni de dost olarak görmedi. Türkiye’ye “sağmal düşman inek” gözü ile baktı bu şekilde davrandı hep.

Türk devletinin zaman zaman bağımsızlıkçı kadroların aldığı kararları geri aldırtmak için açık açık düşmanlık sergilemiş ve Türkiye’ye karşı düşmanca politikalar uygulamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, bu ülkeye en uzun süreli ve kesintisiz ambargo uygulayan tek ülke Amerika Birleşik Devletleri’dir. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan bu yana Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne askeri, ekonomik ve siyasi savaşı açık açık yürütmektedir. 1974’ten bu yana tam yarım yüzyıldır (47 yıl) Türkiye ABD ambargosu altındadır. Ermeni teröristlerin katlettiği onlarca Türk diplomatları ile ilgili hiçbir diplomatik ve siyasi nezaket davranışı dahi sergilememiştir.  Üstelik Ermeni teröristler, ABD’nin güvenliği teminatında bulunan Türk diplomatları katletmesine rağmen ABD, bu terör örgütüne yönelik suya tirit bir işlem dahi yapmamıştır.

Ve ABD’nin Kıbrıs Barış Harekatı’na karşı Türkiye’ye ambargo uygulamasını sağlayan senatör kimdir biliyor musunuz? O gün ABD Kongresinde bulunan en genç senatör unvanına sahip Joe Biden’dir. Yani 47 yıldır Türkiye’ye yönelik silah, ekonomik ve siyasi ambargonun temelini atan ve bunu sürdürten adam, bugün ABD başkanlık koltuğunda oturan kişidir.

Daha dün, yani 1990’lı yıllarda Türkiye, polislerin kullanacağı beylik tabancasını ABD’den ithal etmek istedi. Bu tabancaların satışına bile ambargo uyguladı Amerika. Yani Amerika Birleşik Devletleri, Türk polisinin kendi canını korumasına dahi izin vermeyen bir devlettir.

Ayrıca, kurulduğu günden bu yana PKK terör örgütü ile ittifak halindedir. Ve bu ittifakı 2011 yılından bu yana aleni bir şekilde sürdürmektedir. Amerika Birleşik Devletleri gözümüze soka soka terörizmle ortaklık yapmaktadır. Bu terör örgütü Türkiye’yi yıkmayı hedefleyen bir örgüttür. Ve maalesef tam 10 yıldır bu aleni terörizm ortaklığına Türkiye net bir tavır koyamamıştır.

Terörizmle ortaklık yapmak uluslararası hukuka ve BM sözleşmelerine göre suçtur. Peki terörizmle ortak olan bir ülke ile müttefik olmak suç mudur değil midir?

15 Temmuz darbesini FETÖ’ye ABD yaptırmadı mı? FETÖ, ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi” çerçevesinde ülkemize yerleştirdi bir işgalci güç, bir terör örgütü değil midir?
1960’lardaki Şevket Eygi ne ise FETÖ de odur.

Vietnam Savaşı’ndan bu yana ABD’nin Kara, Hava ve Deniz Kuvvetlerini 15 Temmuz 2016’da yenmeyi ve bu işgalcileri ülkemizden kovmayı başarmış tek ülkeyiz biz. Yani ABD'nin askeri olan FETÖ kuvvetlerini yendik.

Bu durumda Amerika Birleşik Devletleri, bütün ordularını yenen bir devleti rahat bırakır mı sizce?

Peki ne yapmalıyız?

Öncelikle ABD’nin düşman ülke, sömürgeci emperyalist bir ülke olduğu bilincini resmi olarak diplomatik bir dille ilan etmeliyiz

İkincisi, Amerikancı aşiret, örgüt, cemaat varsa hepsini derdest etmeliyiz.

ABD’ye ait üsleri tamamen kapatmalıyız. Türkiye’de bulunan NATO’ya ait üslerdeki Amerikan askerlerine nefes dahi aldırmamalıyız.

Suriye’de Amerika’nın kara gücü olan PKK/YPG terör örgütüne derhal ölümcül darbe vurmalıyız.

Suriye’de Esad rejimi ile masaya oturmalı ve PKK/YPG’ye karşı behemahal ortak operasyon yapmalı ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü Esad birlikte sağlamalıyız.

Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarına ağır vize şartları getirmeliyiz.

Mutabakat esasına göre, Türkiye’nin ABD’de bulunan diplomat ve misyon görevlileri sayısı kadar ABD’nin Türkiye’deki görevli sayısını belirlemeliyiz. Geriye kalanların tümünü 24 saat içerisinde ülkeden sınır dışı etmeliyiz.

CIA ve Amerikan mali, uyuşturucu gibi suçları takip eden kuruluşlarının Türkiye istasyonlarını derhal kapatmalı ve Türkiye’de bulunan yüzlerce ajanı resmi olarak sınırdışı etmeliyiz.

Amerika’nın halihazırda Türkiye’de kurulu olan silahlı siyasi partisi HDP, bir yönetmelikle faaliyetlerine son verilip bütün yöneticileri tutuklanmalı.
ABD ile organik bağı olan bütün siyasi partiler devlet tarafından faş edilmelidir.

Bunlar yapıldıktan sonra Haziran’daki NATO toplantısında Biden ile görüşme masasına oturulmalıdır. Yoksa bunlar yapılmadan Biden ile masaya oturmak, ABD’nin kucağın oturmakla eş anlamlıdır. Nokta

26.04.2021 09:35

Malum Amerikan medyasının neredeyse tamamı Trump’a karşı cephe almış ve iktidarının son ününe kadar onunla savaşmışlardı. Ve Trump, bu savaşta galip gelmişti. Trump’a karşı cephede yer alan Netflix isimli yayın platformu, The Great Hack isimli bir belgeselle bunun öyküsünü anlatıyor. Tabi Trump’ı şeytanlaştırarak. Ama herkesin mutlaka izlemesini tavsiye ederim.

O belgeselde “Algı”nın “Olgu”yu nasıl yendiği o kadar güzel anlatılıyor ki.

Ve aynı oyun, yeni ABD başkanı Joe Biden’nin “our boys” (bizim çocuklar) dediği Türk muhalefeti tarafından bire bir sergileniyor. Hükümetin sosyal ve dijital medya sahasındaki beceriksizliği ve iş bilmezliği yüzünden, bir Sosyal Algı Ajansı üzerinden Türkiye’nin kaderi neredeyse tamamen değiştirilecek.

Hükümet, özellikle ana muhalefetin gerçek dışı beyanlarına karşı sürekli açıklama yaparak kendini savunur pozisyonda oluyor. Ve tabi artık günümüz dünyasında kamuoyu, ilk ortaya atılan iddiaya inanır. Siz o iddianın ne kadar yalan ve iftira olduğunu anlatsanız bile kamuoyu bunan inanmıştır. Çünkü, internetin gelişimi ve yayılması ile birlikte kitlelerin algılarının yönetimi ve yönetilmesi konusu da aynı paralelde geliştirilmiş ve tek elden yönetilebilir hale gelmiştir artık.

Hükümetin sosyal ve dijital medya alanındaki pasifliği maalesef Türkiye için hiç de hayra bir durum arzetmiyor. Örneklersek:

Muhalefetin son iddiası, hükümetin 128 milyar Dolar’ı iç ettiği/çaldığı iddia bir hatfadır ortada dolanıyor. Gözünü Erdoğan’La siyasete açan ve Erdoğan öncesi Türk siyasetini bilen iki nesil de maalesef bu yalana inanma ve ya bu yalanı kabullenme durumu ile karşı karşıya. Kendi sosyal çevremin büyük bir kısmı Erdoğancıdır. (AK Partili değil). Ve bu çevremden beni gören, 128 milyar Dolar’ın çalınıp çalınmadığı olayını kısmi inanarak soruyor. Maalesef bu konuda da hükümet çok gecikmeli olarak kamuoyunu bilgilendirmeye çalıştı.

Bu gecikmenin bir çok sebebi vardır. Ama kanaatimce başta Bakanlıklar olmak üzere kamu kurum ve kuruluşlarının tepe yönetimlerinin koordinasyonsuzluğu bunun amil sebeplerindendir. Ve çeyrek yüzyılı aşkın meslek tecrübesine dayanarak (ki yurtdışı merkezli bir çok yayın kuruluşunda da çalıştım) şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu koordinasyonsuzluğun önemli sebeplerinden biri de kurum tepe yöneticilerinin küçük dağları yaratma psikolojisi ile “güç zehirlenmesi” yaşamalarıdır. 

TRT ve dünyanın en eski ajanslarından biri olan Anadolu ajansı gibi iki dev kitle iletişim ve haberleşme kurumunu elinde bulunduran hükümetin, ana muhalefetin yalan ve iftiralarını yayan trollere yenilmesi kabul edilebilir bir durum değil.

Şimdi 128 milyar Dolar’ın hikayesine gelelim:

Sağolsun Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı derli toplu bir medya bilgilendirme metnini gönderdi de bizim dağınık bilgilerimizi derli toplu hale getirdi.

Bizim başından beri dile getirdiğimiz, “iç edildiğini iddia ettiğiniz 128 milyar Dolar, tamamen şu şu yatırımlara aktarılmıştır” sözümüzü tek tek “eşeğe anlatır gibi” izah etmiş İletişim Başkanlığı. Umarım Bu açıklamayı başta ana muhalefet Lideri Sayın Kılıçdaroğlu ve sayın Meral Akşener bu açıklamayı anlarlar. Ve iletişim başkanlığı, söz konusu paranın nerelere gittiğini, hangi yatırımlara dönüştüğünün basit yolunu anlatıyor. İlk olarak, herkese açık olan Merkez Bankası bilançolarında bunun bulunduğunu belirterek hepsini kalem kalem anlatıyor:

“TCMB'nin döviz rezervleri 2000-2001 döneminde 20-25 milyar dolar düzeyindeydi. Rezervler ilk kez 50 milyar dolar çıtasını 2005 sonunda, 100 milyar dolar çıtasını ise 2012 yılı ortasında geçebildi. Kasım 2013'te 135 milyar dolara yaklaşarak, en yüksek rakamı görmüştür. Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) 2002 yılında sadece 238 milyar dolar iken, 2019 yılında 761 milyar dolar seviyesine yükselmiştir. Kişi başına GSYH ise bu dönemde 3 bin 608 dolardan 9 bin 213 dolara yükselmiştir.

 • Ocak 2020'den itibaren dünyayı, marttan sonra ise Türkiye'yi etkisi altına alan Kovid-19 pandemisi nedeniyle Türkiye, 2019'a göre, mal ihracatında 12 milyar, hizmet ihracatında ise 30 milyar dolarlık bir kayıp yaşamıştır. Bu nedenle, Cumhuriyet tarihinde ilk kez, 2019'da yıllık bazda 6,8 milyar dolar fazla veren cari işlemler dengesi, 36,7 milyar doları açık vermiştir. En basit haliyle 2019'a göre cari işlemler dengesinde 45 milyar dolar sapma yaşanmıştır. Bu sapmanın tamamı TCMB'nin döviz rezervleriyle karşılanmıştır.

 • Kovid-19 salgının ilk şokunun yaşandığı dönemde, dünyada dolar likiditesinin sıkıştığı anda, ödemeler dengesinin devamlılığını sağlamak için Merkez Bankası'nın rezervlerini kullanmak elzemdi. Bu yaşanan süreçte TCMB elindeki rezervleri kullanmasaydı istihdam, büyüme, reel sektör, bankacılık kesimi dahil her sektörü etkileyen bir ekonomik kriz ile karşı karşıya kalınabilirdi. Her kriz ortamında dillendirilen faiz artışlarıyla bu süreç atlatılamazdı.

 • 2020 yılında tüm dünyayı kökten sarsan pandemi şokunun ekonomik ve toplumsal etkilerinin sonucunda dövize olan talep artmıştır. Artan talebi karşılamak için Türkiye ya IMF’e gidecekti ya da faizleri şok bir biçimde arttırarak kendi reel sektörüne zarar verecekti. Ancak, Türkiye bu yolları tercih etmemiş ve reel sektörün döviz ihtiyacını karşılamak için TCMB rezervlerini kullanmıştır.

• Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Birliği (UNCTAD), Kovid-19 salgınının geçen yıl dünyadaki tüm ekonomileri ciddi şekilde etkilediğini ve trilyonlarca dolarlık gelir kaybına uğrattığını; salgınla birlikte ülke ekonomileri ciddi gelir kayıplarına uğrayarak küçüldüğünü ancak birkaç ülkenin ekonomisinin beklenmedik bir şekilde direnç göstererek diğer ülkelerin aksine büyüdüğünü açıklamıştır. UNCTAD raporunda, Türkiye'nin, 2020 yılında sürpriz bir şekilde 1,6 oranında büyüme kaydettiğini; Türkiye’nin salgınında ekonomiyi kurtarmak ve ekonomik durgunluğu önlemek amacıyla yaptıkları harcamalar sayesinde bu ülkelerde emtia ve varlık fiyatlarının büyüme üzerinde olumlu etkisi olduğu ve sürpriz bir şekilde ekonomilerinde büyüme gerçekleştiğini belirtmiştir.

 • Öncelikle, en az 41 milyar doları 2020 yılının ödemeler dengesi açığını kapatmak adına, en az 30 milyar doları da reel sektörün, bankacılık sektörünün ve hane halkının döviz açık pozisyonunu döviz varlıklarını artırarak kapatması amacıyla kullandırılmıştır. Yani, ekonominin işleyişi çerçevesinde, 30 milyar dolar yine Türkiye ekonomisinde bir yerden başka bir yere aktarılmıştır.

 • TCMB’nin uyguladığı etkin politika sayesinde Türkiye, bütün finans, döviz, para piyasalarının dengesini bozma potansiyeli taşıyacak derecede büyük boyutlu bir finansal operasyonla başa çıkabilmiştir. Türkiye'nin Şubat 2021 itibariyle döviz rezervi ise 95,5 milyar dolar iken, Nisan ayı başında 87,6 milyar dolardır. Türkiye'nin uyguladığı etkin ekonomi politikaları ile üretim devam etmiş ve Kovid-19 küresel salgını sürecinde toplam 311 Milyar TL'lik destek ve teşvikler hayata geçirilmiştir.

 TCMB DÖVİZ REZERVİNİN 18 YILLIK SEYRİ

   2002: 27,5 milyar dolar

 2005 sonu ilk kez 50 milyar dolar çıtasını aştı

2012 ortası: 100 milyar doları geçti

 Kasım 2013 Gezi provokasyonlarına rağmen 135 milyar dolara yaklaştı

Ekim 2017: 117,8 milyar dolar

Ağustos 2018: ABD Başkanı Trump'ın Türkiye'ye ekonomik operasyonları ve kur saldırıları başladı.

Eylül 2018: 84,7 milyar dolar

Şubat 2020 (ekonomi yönetiminin tedbirleriyle): 107,7 milyar dolar

Şubat 2021: 95,5 milyar dolar

Nisan 2021: 87,6 milyar dolar

Özetlersek CHP lideri Sayın Kılıçdaroğlu’nun ve Meral Akşener hanımın “128 milyar Dolar buhar oldu” iddialarının bir yalan veya iftira olduğunu söyleyebiliriz. Lakin, milyonlarca seçmenlerine olan saygımızdan dolayı en hafifinden “tabanlarına yanlış açıklamalarda bulunmuşlar diyelim.

Kovid-19 pandemisi nedeniyle tüm dünyada olduğu gibi, TCMB döviz rezervleri de azalmıştır. Diğer ülkelerden farklı olarak ise, Türkiye pandemi sürecinde büyüme sağlayan ender ülkelerden birisidir. Türkiye 2020 yılında G-20 ülkeleri arasında 2’inci, dünyada en yüksek büyüme oranına sahip 4’üncü ülke olmuştur. Bu gerçeği yok sayarak 128 milyar dolar nerede sorusunu soracak cesareti bulmak ekonomi cehaletinden başka bir şey değildir.

10.04.2021 14:06

Bugün yaşananları yaklaşık bir hafta önceki “Süveyş Kanalı, İsrail ve ABD’nin Avrupa’ya Silah Yığması” başlıklı yazımızda enine boyuna gözler önüne sermeye çalışmıştık ve maalesef yaşananlar bizi haklı çıkardı. Dileyen https://www.haber365.com.tr/yazarlar/erdal-simsek/suveys-kanali-israil-ve-abdnin-avrupaya-silah-yigmasi-838 linkinden o yazımıza yeniden bakabilirler.

Bugün Ukrayna-Rusya arasında yaşanan/yaşatılan kriz, Ukraynalılara yönelik bir Batı illüzyonundan başka bir şey değildir. Her ne kadar Ukrayna ordusu Türk SİHA’ları ile güçlendirilse de SİHA’ların Ukrayna’daki Komuta Kontrol Merkezi (KKM) Rusya silahlı kuvvetlerinin açık hedefi halinde ve bu merkezin koordinatları şu an Rus Genelkurmay’ının masasında. Ayrıca burayı vuracak olan füze ve hava kuvvetlerine ait taarruz uçakları kolu dahi belirlenmiş durumda. Bu bilgiyi kesinleştiremediğim için hangisi olduğunu şimdilik söylemeyeceğiz maalesef. Ancak Rus Hava Kuvvetleri’nden bu bilgiyi double check yöntemi ile doğrultursak haber sitemizde sizlerle paylaşacağız.

Ayrıca Ukrayna Hava Savunma Sistemleri (HSS) Rus kökenli olmalarından dolayı çok büyük zafiyet gösterecekleri muhakkaktır. Ukrayna hava saldırı ve savunma uçar birliklerinin de yetenek ve güçleri maalesef ortadadır.

Bu durum çaresiz kabullenmişlik psikolojisi değildir. Sadece mevcut durumu teşrih masasına yatırmadır. Yoksa Rusya’yı Cephe Savaşı’nda alt etmenin bir çok yolu vardır. Ancak bu yollardan biri, halihazırda Ukrayna’nın aldığı pozisyon değildir kesinlikle.

Şu anda Batı ve ABD’nin Ukrayna’ya yaşattığı illüzyonun 13 yıl önceki bir benzerini sizlere hatırlatmak sanırım konuyu daha açıklayıcı olacaktır.

2008’de Rusya ile Gürcistan arasında ve Gürcistan toprağı olan Güney Osetya’da yaşanan savaşı haftalar öncesinden fark etmiş ve savaştan önce Gürcistan’a geçerek yaşananları o yıllarda çalıştığım tv kanalında saati saatine izleyicilerle paylaşmıştık.

Dönemin Gürcistan Devlet Başkanı Mikhael Saakaşvili, ABD, Katolik Kilise, yani Roma ve AB’nin dolmuşuna gelerek Rusya’ya çeşitli bahanelerle meydan okudu ve Güney Osetya’da insan hak ve özgürlüklerine riayet edeceğine totaliterliği tercih etti. Nüfusunun büyük bir kısmının Müslüman olduğu Gürcistan’ın tarihi bayrağını değiştirerek üzerinde bir çok Haç’ın yerleştirildiği bir bezi Gürcistan bayrağı yaptı. Buna Gürcüler dahi şiddetli tepki göstermişlerdi.

Akabinde, kendi boyunu kat be kat aşacak işlere kalkıştı. Katoliklerin Papası, AB ve ABD’nin dolmuşuna gelerek Avrupa ve NATO’yu Rusya’nın güneyine taşımaya çalıştı. Hem de hiçbir uluslararası anlaşma yapmadan.

Türkiye’nin beş yılda zar zor kurmaya çalıştığı ve düzenli hale getirdiği Gürcistan Ordusu’nu Türk Ordusunun gücüne eriştiği inancına kapıldı. Elinde doğru dürüst tek bir savaş uçağını bırakın, bir savaş helikopteri dahi yoktu. Şöyle izah edeyim, o gün Gürcistan’ın elinde bulunan savaş helikopterlerini sapanla bile düşürebilirdiniz.

Saakaşvili, Batı’nın dolmuşu ve Türkiye’nin eğittiği sınırlı sayıdaki Kara Kuvvetleri askerlerinin büyüsüne kapıldı. Dönemin Türkiye Başbakanı Sayın Erdoğan ile Gürcistan Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanlarının tüm itirazlarına rağmen Saakaşvili, kamu binalarının tepesine diktiği AB bayrağı ile ABD’nin sözlerinin kendisini koruyacağını sandı ve savaşı başlattı. Ülkesini mahvetti. Topraklarının önemli bir kısmını kaybetti. Türkiye’nin 5 yılda gece gündüz demeden kurduğu kara kuvvetlerini 5 günde yerle bir etti. Çünkü bu karacıları koruyacak hava savunma ve taarruz silah, mühimmat, teçhizat ve araç gereç yoktu. Gürcü kara ordusu, sadece kara savaşında Ruslara kök söktürdüler. Gürcü kara gücünün karşısında tutunamayan Rus kara birliklerine hava kuvvetleri yetişerek karşı tarafı ağır bombardımanla yerle bir etti. Gürcülerin dilinde o günlerde şu söz deyim haline geliyordu:

(5 ts’lis ganmavlobaşi Turkebma çamoak’alibes da Ğut dgheşi gaanadgures Mişa.” “Türkler 5 yılda kurdu, Mişa (Saakaşvili) beş günde yok etti.”

Ve Gürü çocukları kahramanca cephelerde savaşıp ölürken, AB liderleri, Katoliklerin Papası ve ABD başkanlığı sadece laf kalabalığı yapıyorlardı. Halbuki, bu gün Rusya destekli Ermenileri hak ile yeksan eden Azerbaycan ordusunun aynısı o yıllarda Türkiye Gürcistan’da kurmuştu. Ama teknolojik denge diye bir şey yoktu iki ülke arasında.

Dün Gürcistan’da yaşananların aynısı bugün Ukrayna’da adım adım uygulanıyor. Ukrayna Devlet Başkanı’na baktığımızda ne siyasi, ne de devlet birikimi olan biri. O bir sahne yıldızı ve neredeyse tamamı üretmeyen, üretim tüketim dengesini bilmeyen bedenleri kendi topraklarına ama akılları cyber ağlar/netwörkler tarafından esir alınmış/iğdiş edilmiş “Z kuşağı” tarafından seçildi.

Ukrayna halkı ve devletini tenzih ederim ama şu anki Ukrayna devlet başkanı Volodmir Zelenski, devlet yönetimi ile tiyatro sahnesinde rol kesmenin farklı işler olduğunu bilmiyor. İki devletin de dostu olan Türkiye’yi de yanına alarak Rusya ile masaya oturma yollarını hayata geçirmeliydi. Çünkü, bütün dünya da biliyor ki, Rus lider Vladmir Putin, bu dünyada sözüne güvendiği ve inandığı tek lider Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’dır.

AB ve AB dolmuşuna gelmeden reel politik davranıp, Donbas meselesini çok kolay ve kazasız bir şekilde halledebilirdi.

Sayın Zelenski tiyatro repliklerine ayırdığı zamanı yakın dönem tarihi ve kendinden önceki Ukrayna Devlet Başkanlarının başına neler geldiğini anlatan kitaplar okuyup o günlerin tanıklarını dinleseydi eminim çok farklı bir siyasi yöntem izlerdi. Sadece Poroşenko’nun başına gelenleri okuyabilseydi eminim bugünkü davranışlarını sergilemezdi

Şimdi yaşananların özetine gelirsek:

Daha reşit olmadan başladığım meslek ömrümüzün büyük çoğunluğu cepheleri, çatışmaları takip etmekle geçti. Bunca yılın tecrübesine ve Akdeniz ile Karadeniz’de yaşanan gelişmelere bakarak şöyle düşünmeden edemiyorum:

ABD, Karadeniz’de varlığını meşrulaştırmak ve bu denize kıyısı olan ülkeleri “yeni Rus yayılmacılığı” politikası ile korkutarak bir işgal projesini hayata geçiriyor.

Şu an Ukrayna ile Rusya arasında yaşanan kriz, Karadeniz ve Akdeniz’de büyüyen, her iki denizin tam bağımsızlığını korumaya çalışan Türkiye İle Rusya’yı Karadeniz’den de kuşatıp rehin alma planının final sahnesidir. Ve bu oyunun planlayıcısı, kurucusu PENTAGON’dur. Pentagon, burada NATO’yu da kukla olarak kullanmak istiyor. Ne var ki NATO’da Türkiye duvarına toslayacağını bildiği için Ukrayna’yı, Ukraynalıların canlarını bu kirli planlarına emellerine alet ediyor. Ve Ukrayna Devlet Başkanı Tiyatrocu Zelenski’yi bu kirli oyunda baş aktör olarak oynatıyor. Allah korusun çıkacak çatışmada ölecek olan Ukrayna’nın evlatları, bu kirli tiyatronun sadece figüranları olacaktır.

Burada sayın Zelenski’nin tiyatroculuğunu bir hakaret unsuru olarak kullanmadığımızı sadece gösteri sahneleri ile uluslararası ilişkiler sahnelerinin birbiri ile hiç alakaları olmadığını izah etmeye çalışıyoruz.

03.04.2021 11:14

Covid 19 virüsünün yayılmasından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2019’un sonlarında yaptığı bir konuşma oldukça dikkat çekiciydi benim için.

Sayın Cumhurbaşkanı şunları söylemişti: “Pandemiden sonra dünya artık yeni bir düzene geçecektir.”

İlginçtir, bu sözler ne Türk medyasında ne de dünya medyasında pek bir yankı bulmadı. Sadece bendeniz, bir iki İsrail gazetesi ile iki İngiliz ekonomi gazetesi Sayın Erdoğan’ın bu sözüne dikkat çekmeye çalıştık.

Pandemi ve sonrasında alınan önlem kararları ile birlikte dünya kendiliğinden bir yeni sürece girdi. Ve birden dünyanın aktörlerinin değiştiğini gördük. Pandemi ile birlikte Avrupa Birliği ve Avrupa’nın güç olarak kâğıttan kaplan olduğu, Rusya her ne kadar nükleer bir güç olsa da ekonomik, siyasal ve sosyal olarak zayıf ve zaaflarının olduğu, İngiltere’nin Avrupa girdabından kurtulup tek başına hareket etme kabiliyetini koruduğu, Türkiye, Çin, Pakistan’ın yeni dünyada başat aktör olduğu ortaya çıktı.

ABD’nin bütün baskı, şantaj ve tehditlerinin Türkiye ve Çin’e sökmediğini, buna mukabil Rusya’nın iki ileri bir gerim adım attığı da çok net bir şekilde anlaşıldı. Rusya’nın bu davranışı haklı aslında. Çünkü Rusya, kırk yamalı bohçadan da beter. Ve Rus Dışişleri Bakanlığı, tamamen Rus hükümetinin kontrolünde değil. Ülkenin her tarafında ciddi sorunlar var. 

Hazar üzerindeki egemenliğini kaybetmek üzere. Kafkasya pimi çekilmiş el bombası. Özellikle Kuzey Kafkasya’da bulunan siyasi ve askeri güç (Azerbaycan-Türkiye) Rusya’nın beklentilerinin ve çıkarlarının tamamen tersine gelişiyor. Dağıstan Özerk Cumhuriyeti patladı patlayacak. Türkiye veya Azerbaycan’ın Dağıstan’a minik bir göz kırpması, bölgeyi alev topuna dönüştürecek. Ancak, yerel kaynaklardan aldığım bilgilere bakılırsa, Türkiye, bölgede herhangi bir karışıklığın çıkmasına kesinlikle karşı. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Sayın İlham Aliyev de Türkiye ile aynı tavra sahip. 

Diğer taraftan Rusya’nın kuzeyi, Doğusu ve Kuzey Doğusu da Kafkaslardan farklı değil. Önümüzdeki süreçte Sibirya’da da kitlesel eylemleri görüleceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Çünkü Rus lider Putin, ülkesini demir yumrukla idare ederken, ekonomik veya sosyal refah adına hiçbir şey sunamadı. Rusya toplumu, siyasal olarak mutsuz olan halk ekonomi ve sosyal alanda da en kötü koşullarda yaşamaya mahkûm edilince ciddi bir sosyal patlamaya müsait bir hale geldi.

Pandemi sürecini en iyi değerlendiren ülkelerin başında Siyonist İsrail geliyor. Beğenelim veya beğenmeyelim uluslararası siyaseti en iyi uygulayan ülkelerin başında İsrail bulunuyor. İsrail, arkasında aldığı küresel güç ve sermayeyi çok iyi kullanıyor.

İsrail, 1960’larda hayata sokmaya çalıştığı Süveyş Kanalı’na alternatif kanal projesini konu ile ilgilenenler biliyorlardır. Hatta bu projeye ABD’yi de ortak etmişti. 

1963 yılında 520 adet nükleer bomba kullanarak, Ürdün’ün Akabe Körfezi’nden Necef çölü üzerinden Hayfa limanına kadar bir tren hattı kurma projesiydi bu. Proje, İngiltere’nin kontrolündeki Arap ülkelerini devreye koyması ile askıya alındı. 

Geçtiğimiz hafta Süveyş kanalının bir geminin karaya oturması ile tıkanması, alternatif yol arayışlarını yeniden gündeme getirdi.

Bu arada aynı günlerde Süveyş kanalında karaya oturan geminin bağlı olduğu şirkete ait bir tır da Çin’in en işlek ve İpekyolu bağlantısı olan otoyolda kaza yaparak bu yolu da saatlerce trafiğe kapattı. Bir anda aynı şirkete ait iki farklı zeminde taşımacılık yapan araçlarının kaza yapması ve ticaret yollarının kapanmasına sebep olmasını masum bir tesadüf olarak görmemek gerektiği kanaatindeyim.

Süveyş kanalının kapanması ile birlikte gündeme gelen yeni tedarik yollarından biri de Körfez ülkeleri ile İsrail arasındaki demiryolu oldu. Bu demiryolu “Tarihi Hicaz Yolu”nun bir bölümü.

İkincisi ise petrolün/enerji kaynaklarının Batı’ya taşınması yolu. Burada iki yol tasarlanıyor. Biri Suriye’nin kuzeyinde kurulacak PKK/YPG terör devleti. İkincisi ise Irak petrolünün yine bu hat üzerinden İsrail’e deniz yoluyla aktarılması. Burada en önemlisi, 1963’te rafa kaldırılan alternatif kanal ve demiryolu projesi.

Bu arada İran da yeni bir ticaret yolu önerdi Rusya’ya. İran’ın Moskova sefiri Kazım Celali, Süveyş Kanalı’na alternatif olarak ‘Kuzey-Güney Ulaştırma Koridoru’nun etkinleştirilmesi çağrısında bulundu. Bu Koridor ile Hint Okyanusu ve Körfez’i Hazar Denizi’ne bağlayıp İran’dan geçerek ardından St. Petersburg’a gidilmesi planlanıyor. Bu projenin şimdilik ekonomik olmadığı ve hat güvenliğinin sağlanmasının çok zor olduğundan hayata geçirilmesi çok zor.

Türkiye’nin Suriye kuzeyinde oluşturulmaya çalışılan terör devleti projesi karşısında durması, bu enerji hattının hayata geçirilmesine en büyük engel. 

Türkiye’nin bu hesaplanamayan tutumu, İsrail’in projesini hayata geçirmek için ciddi bir fırsat sundu. Ne var ki bu yol için Batı dünyası yeknesak değil. İngiltere ve Almanya bu yolun İsrail’de olması, Avrupa’nın Rusya’dan sonra İsrail/ABD ikilisine de bağımlı hale gelmesi olarak değerlendiriyor ve çekince koyuyorlar.

Diğer yandan ABD, bu yolun hayata geçirilmesi için Karadeniz’de Avrupa’yı Rusya ile çatıştırma planlarını hayata geçirmeye çalışıyor. Bu çerçevede yalnız Ukrayna’yı kullanmıyor. Karadeniz’de provokatif eylemler/tatbikatlar yapıyor. 

Burada anlayamadığım, Rus Savunma Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı’nın ABD’nin bu provokasyonlara gelmesidir. Rus Savunma Bakanlığı’nın yabancı etkisine açık olduğunu söylemek imkânsız. Ama aynı şeyi Dışişleri Bakanlığı için söylemek de imkânsız. Rus Dışişleri Bakanlığı, özellikle Lavrov’dan sonra başta FETÖ terör örgütü olmak üzere yabancı güçlere açık hale geldi. Diaspora Ermenilerinin ciddi bir etkinliği bulunuyor. Ve Diaspora Ermenilerinin ABD ile Fransa’nın kontrolünde olduğunu söylemeye gerek yok.

Suudi Arabistan’da gazeteci öldürten Muhammed bin Selman’ın egemen olması, BAE’nin İslam ve Arap karşıtı siyaset güderek İsrail ile partner olması, bu projenin hayata geçirilmesi için önemli bir karine. 

ABD’nin Avrupa’ya silah yığması, özellikle Yunanistan’ı silah deposu haline getirmesi de bu projenin bir an önce hayata geçirilmesi için atılmış adımlardan biri olarak görmek gerekiyor. Çünkü artık herkes biliyor ki Avrupa’daki bu adımı, Rusya’yı köşeye sıkıştırıp bir çatışmanın içine çekmek. Rusya, Avrupa veya Karadeniz’de gireceği en ufak çatışma, bu ülkenin felaketine sebep olacak. Ve bunun etkileri Başta Türkiye olmak üzere bölgemizi hayal edilemez boyutta etkileyecektir. 

Ve İsrail, bu alternatif yolun hayat geçmesi için elinden geleni yapacaktır. Bunun için start verildi bile. Bu çerçevede New York merkezli 15 dilde yayın yapan Amerikan iş çevrelerinde oldukça etkin olan ABD’nin ilginç haber sitelerinden https://www.businessinsider.com gerekli psikolojik altyapıyı hazırlamaya başladı bile.

31.03.2021 11:20

Öncelikle kavrama uzak olanlar için TL Long ne demektir onu çok basit bir dille ifade edelim: Yatırımcının gelecekte değerinin artacağını düşündüğü bir menkul kıymeti uzun vadeli satın almaya Long Position denir. Ve bu kavram, menkul kıymetler sektöründe/borsasında “long” olarak adlandırılır.

Şöyle örneklendirirsek, yatırımcı kişi Dolar/TL paritesinde uzun vadeli bulunacak demektir.

Kavramın anlamı açısından baktığımızda oldukça masum, bir yatırım yöntemi olarak görülür. Ancak pratiği tam tersidir. “long hesap” girdiği ülkenin küçük yatırımcılarını soymanın “legal adı”dır.

Ve bu soyguncular, Türkiye’den tutun Japonya’ya kadar mevcuttur. Bunlar, başta kendi ülkeleri olmak üzere organize bir şekilde soygun yapabilecekleri ülkelerin Menkul Kıymetler Borsası’na girerler. Ve buna da “Borsada yabancı yatırımcı” adı verilerek neredeyse dokunulmaz bir statü kendilerine verilir.

Bu soyguncular, hedef seçtikleri borsalara girmeden önce o ülkenin medyasının ekonomi bölümlerinde kendilerinin önünü açacak haberler yaptırırlar. Kamuoyu buna hazırlanır. Ve diyelim ki minimal olarak 30 milyon USD ile borsaya girer. Alacağı hisse senetleri aylar öncesinden belirlenmiştir. Hedefe alınan hisse en taban fiyattan alınır. Duruma göre adım adım ya da seri bir alım yapılarak hisselerin tavan yapması sağlanır. Yasal kovuşturmaktan kaçınmak için kıvamında sürede beklenir ve bu süre geçtikten sonra borsadan çıkılır.

Tabi bu arada hisselerin değer kazanması için çeşitli spekülasyonlar üretilir. Ve 30 milyon USD ile gelen birkaç ay sonra en az 60 milyon USD ile gider…

Bu döngü onlarca yıldır var. Sadece Türkiye’de değil, ABD’de aynı soygun düzeni kurulmuştur.

Sevin veya sevmeyin, Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan ve eski hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak bu düzene çomak sokmak için ellerinden geleni yaptılar ve bu çomağı sokmaya başardılar. Berat Albayrak’ın dirayetli duruşu Erdoğan’ın elini daha da güçlendirerek bu mücadelede hayli mesafe kat ettiler.

İşte tam da bu sırada Bir şeyler oldu ve Sayın Albayrak istifa etti.

Kanaatimce Berat Albayrak’ı istifaya götüren süreçte rol alan aktörler ve bu sürecin yolunda döşenen taşlar misali yaşanan bürokratik ve siyasal gelişmelerini iyi incelemek ve müsebbiplerini tek tek bulmak hem Berat Bey’in hem de mevcut siyasal iktidarın bir görevidir.

Albayrak’ın istifası ve Merkez Bankası Başkanı değişiminden sonra Türkiye’de yeniden faiz sistemine doğru sürüklenmek zorunda bırakıldı. Peki bu faiz artırımları bir gereklilik miydi? Kesinlikle değil. Çünkü hem içeride, dışarıda ve savunma sanayiinde aldığı pozisyondan dolayı her hal ü karda Türkiye’ye ekonomik ve siyasi operasyon yapacaklardır. Askeri operasyon olarak risk göze alamadıkları için, siyasi ve ekonomik saldırılarını aralıksız sürdürüyorlar.

Toplumsal karşılığı siyasal sarsılmanın sebebi olan 25 kuruşluk zincir market poşeti kadar olmayan kifayetsiz muhterislerle Batı emperyalizminin Türkiye mümessillerinin siyasal tepinmeleri istedikleri sürede bekleneni vermeyince ekonomi silahını devreye sokuyorlar.

2020 yılı ortalarında Berat Albayrak’ın Londra merkezli TL’ye yönelik operasyon çekenleri şapa oturtmasının acısı geçmeden, yeni bir saldırıyı deniyorlar şimdi. O gün, kamuoyu Erdoğan’ın arkasında dimdik durdu. Bugün de aynı güç ve azimle pozisyonunu koruyor.

Pazar günü sabah 11’den bu yana TL’ye operasyon çekiliyor. Yani siz bu satırları okuduğunuzda yapılan operasyonunu üzerinden tam üç gün geçti ve Sayın Cumhurbaşkanı hala konu ile ilgili ağzını açıp tek kelime söylemedi. Sadece Maliye ve Hazine Bakanı Lütfü Elvan yazılı bir açıklama yaptı ve Liberal Kambiyo dejimine devam edeceklerini dünyaya deklare etti.

İlk başta ben de dahil herkes bu “Liberal Kambiyo” (Serbest Döviz) açıklamasını şüphe ile karşıladık. Ne var ki Sayın Cumhurbaşkanı’nın suskunluğu bu açıklamayı daha farklı gözle okumamıza sebep oldu.

Kriz veya sistem kilitlenmesi koşullarında Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan kamuoyunun önüne çıkar, yumruğunu masaya vurur ve çözüm prosedürünü kamuoyu önünde deklare ederek işine bakar. Oysa Pazar gününden bu yana hem TL’ye hem de İstanbul Borsası’na yapılan operasyona ses çıkarmıyor.

Bakan Elvan’ın yazılı açıklaması, ülkede bulunan “gerçek yatırımcı”lara verilen bir teminat mesajı olarak okuyabiliriz. Yani “siz rahat olun, sizlere dokunulmayacak” teminatı verildi bu açıklama ile.

Erdoğan’ın suskunluğu ve soyguncuların Türkiye’de kamuoyunu kışkırtma çabaları ile hem TL’den hem de Borsa İstanbul’dan kaçış inanılmaz derecede gerçekleşti. Hem de hiçbir ekonomik, mali, siyasi veya askeri bir kriz olmadığı halde.

Kanaatimce Sayın Erdoğan, bu suskunluğu ile aylar önce bugün harekete geçirdikleri oynu kurgulayan “TL Long” spekülatörlerine bir tokat atıyor. TL’den kaçış şu anda öyle bir hale geldi ki, artık Türkiye’yi değil, para spekülatörlerinin zarar hanesine işliyor. Erdoğan sustukça kurulan bu tuzak, tuzakçıların ayağına dolanıyor. 

Beir çok tuzakta olduğu gibi bu tuzaktan da Sayın Erdoğan çifte kazançlı çıkıyor. Geçtiğimiz aylarda Londra merkezli kurulan aynı tuzağı spekülatörlerin boynuna dolayan Erdoğan, bu sefer hem onları hem de borsada vur-kaç yaparak gerçek yatırımcıları soyup soğana çeviren çetelere sert bir tokat attı. Yani, Borsa İstanbul’da artık keyifleri istediği zaman kurdukları oyunları bir daha sergileyemeyeceklerini canlarını acıtarak, onlara yaşatıyor.

AK Parti Kongresinde/sonrasında Sayın Erdoğan’ın açıklamalarında bunu göreceğimizi düşünüyor. Biraz sabır.

23.03.2021 14:50

Dünya’da yeni dengeler hızlı bir şekilde kurulmaya çalışılırken, Türk siyaseti maalesef kısır ve sığ magazinsel tartışmalarla günü kotarmaya çalışıyor. Türk siyasetinden kastım elbette iktidar değildir. İktidar, halk tarafından sırtına sorumluluk yüklenmiş ve devleti çekip çeviren siyasal partidir. Bir ülkede siyaseti iktidar değil, muhalefet domine eder. Neredeyse çeyrek yüzyıldır Türkiye’nin ana muhalefet partisi yeni bir siyaset üretemediği için bu üretimsizlik basın ve medya sektörüne de aynı oranda yansıyor. 

Dün, Doğu Akdeniz’deki sismik çalışmalara karşı çıkarken, bugün, bu çalışmalar sonucunda çıkacak olan petrol ve gazi Türkiye’ye getireceği vaadinde bulunuyor ana muhalefet lideri. Tabi iktidar da bu enerji kaynaklarını Hotanto’ya götürmek için milyonlarca dolar harcayarak Doğu Akdeniz’de çalışıyor. 

Konumuza dönersek, Son yıllarda dış gelişme okumalarımızın yüzde 90’ı Afrika üzerinden yoğunlaştırmaya çalışıyorum. Çünkü, “Yeni Dünya” Afrika’dan kuruluyor. Ve Türkiye’de muhalefet ve bir kısım ilgili bürokratlar maalesef hala bunun farkında değil. Bu yüzden de hükümeti teşvik edici veya elini güçlendirici argümanlar üretmiyorlar. 

Göreve geldiği günden beri Afrika okumalarını başarı ile yürüten Erdoğan, Türkiye’yi bu kıtanın her yerinde var ettiği gibi bir çok ülkesinde de etkin politik güç haline getirmeyi başardı. Türkiye’nin Afrika’da böylesine güç toplamasından dolayıdır ki Mısır’da General Abdulfettah el Sisi’ye darbe yaptırıldı. Ülke tarihinin demokratik yöntemlerle seçilen ilk ve tek cumhurbaşkanını öldürmesine göz yumuldu.

Türkiye görünürde Doğu Akdeniz’de kuşatılmış görünüyor ama asıl kuşatılmışlığı Afrika’da yaşıyor. Ve Türkiye, bu kuşatılmışı yarmazsa,21. yüzyılda etken değil edilgen yani 20. yüzyıldaki yarı ölü ülke durumuna düşecek maalesef.

Türkiye’yi Afrika’dan kovmaya çalışan güçler Mısır’ı kullanmaya çalışıyor. 

Mısır’ın politikalarını anlayabilmek için kuruluşunu ve kurucularını çok iyi bilmek gerek. Mısır, Osmanlı valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan bu yana Türkiye’ye yönelik aralıksız şantaj politikası gütmektedir. Rejim veya iktidar kimde olursa olsun, Mısır devletinin Türkiye’ye yönelik bu politikası zerre şaşmadı. Daha doğrusu Mısır’ın dış politikadaki şantajcılığı sadece Türkiye değil, bütün dünyaya karşı yürütüyor. Soğuk Savaş döneminde hem ABD hem de Sovyetler Birliği’nin etinden sütünden aynı anda faydalanan tek ülke Mısır’dır.

Mısır’ın İsrail, Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan ile Akdeniz’de yaptığı MEB (Münhasır Ekonomi Birliği) Anlaşması ile Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan ile yaptığı müttefiklik işbirliğini tamamen şantajla yürüttüğünü görüyoruz. Anlaşma yaptığı ülkelere Erdoğan ve Türkiye korkusunu şantaj olarak kullanıp onlardan olabildiğince faydalanmaya çalışıyor.

Örneğin, geçtiğimiz hafta Mısır yönetimi, Akdeniz doğalgaz arama bölgesi ile ilgili bir harita yayımladı. Bu haritada Türkiye’nin Libya ile yaptığı MEB anlaşmasına uygun koordinatlar verdi bu haritada. Bir anda ortalık karıştı. Kıbrıs Rum kesimi, BAE ve Suudi Arabistan’ın etekleri tutuştu. Yunanistan bu haritanın hemen akabinde Dışişleri Bakanı Dendias’ı Kahire’Ye gönderdi, “ne oluyoruz” diye…

Dendias’ın Kahire’ye gitmesinden sonra bu harita düzeltildi. Ama bu düzeltme karşılığında Yunanistan’dan neler kopartıldı, kesin bilgiler elde edemediğimiz için şimdilik açıklayamıyoruz. 

Mısır, bu harita ile Yunanistan, BAE ve İsrail’e “Türkiye ile her an anlaşabilirim” mesajını vererek bu ülkelerden bir çok şey kopardığı muhakkaktır. 

Mısır’ın bu haritayı yayımlamasından sonra şaşırtıcı bir şekilde Türkiye’den her kes şen şakrak Sisi güzellemesi yaptı. Sisi güzellemesi yapan arkadaşlar, Mısır’ın bu haritayı Dendias’ın ziyaretinden hemen sonra değiştirdiğini farketmediler bile.

Türkiye, sadece Doğu Akdeniz’de değil, Afrika’da da aldığı pozisyon Batı ve Mısır’la çatışmayı zorunlu hale getiriyor. Türkiye, Haklı olarak sömürmeden ortak çıkarlara dayalı ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirirken, Afrika’yı sömüren Batı ve onun kuklası Sisi rejimi, Kara kıtayı çatışma alanına çeviriyorlar.

Mısır, Afrika’da Çad ve Sudan ağırlıklı olarak Türkiye’ye karşı resmen diplomatik savaş yürütüyor. Sudan, şu anda askeri diktatörlükle yönetildiğini belirtmekte fayda var. 

Diğer yandan Etiyopya’da Nil üzerinde Büyük Etiyopya Rönesans Barajı kurdu. Bu barajı Mısır çıkarlarına aykırı görüyor. Türkiye’nin Afrika’daki en büyük müttefiki Somali ve bir diğer müttefiki olan Cibuti, yaptıkları ortak açıklamada “biz, bu baraj konusunda tarafsızız” dediler özetle. Türkiye’nin her iki müttefikinin bu açıklamayı yapması Mısır’a ağır darbe oldu. Çünkü Mısır’ın 110 milyon nüfuslu Etiyopya ile çatışacak ekonomik gücü yok. Mısır’ın girişeceği herhangi bir sıcak savaş, Sisi rejiminin ekonomik olarak tam iflası ve dolayısıyla devrilmesi demektir. 

Mısır, Etiyopya’yı durdurabilmek ve kuşatabilmek için Somali ve Çad’ı yanına almalı. Somali ve Çad, Afrika’da Türkiye’nin müttefiki olan iki ülke. Somali de Çad gibi hem Afrika Birliği hem de Arap Birliği üyesi. Ve bu da iki ülkeyi diplomatik olarak güçlü kılıyor.

Afrika haritasına baktığımızda, Etiyopya’nın denize kıyısı yok. Ve bu ülke denizaşırı dış ticaretinin yüzde 90’ını Somali ve Cibuti limanları üzerinden yapıyor. Dolayısıyla Mısır ne yapıp edip bu iki ülkeyi yanına almak zorunda. Yoksa Rönesans barajının tam kapasiteyle faaliyete geçmesi, ülke tarımına büyük darbe vuracaktır.

Diğer yandan Sudan hükümeti de kurulacak barajdan 20 milyon civarında vatandaşının da direkt olumsuz yönde etkileneceğini öne sürerek Mısır’ın yanında yer aldı.

Öte yandan Türkiye, Çad ile askeri, ekonomik ve siyasi işbirliği anlaşmaları yaptı. Orada okullar kuruyor ve ülkeyi hızlı kalkındırma programları uygulamaya koydu.

Libya’nın altında ve Çad’La da komşu olan Nijer’e askeri üs kuruyor. Libya ve diğer ülkeleri de göz önünde bulundurduğumuzda Mısır’ın dört bir tarafını kuşatan ve aynı zamanda Batının eski sömürgelerinde var olan bir Türkiye görüyoruz.

Mısır, Etiyopya’yı köşeye sıkıştırmak için bölge ile hiç alakası olmayan ABD ve Avrupa’yı arabulucu olarak önerdi. Afrika’da hiçbir zaman sömürülmemiş ve 2 bin yıllık devlet tecrübesi olan Etiyopya devleti, Mısır’ın bu sinsi teklifini reddederek, gözüm masasında Afrika Birliği’nden başka arabulucuya gerek olmadığını belirterek bu tuzağı bozdu.

Mısır, Etiyopya’yı ekonomik ve siyasi olarak kuşatması için Türkiye ile müttefik olan bu ülkelere ihtiyacı var. Bunu da elde edebilmek için Türkiye’ye karşı da şantaj politikası izleyecek. Bu politikanın başında terörizm geliyor. Mısır, BAE’nin finansmanı ile Afrika’nın her yerinde terör eylemi gerçekleştiriyor. 

Çad’da Devlet Başkanı İdris Debi’ye yönelik girişilen isyan hareketinin merkezinde sadece Franca değil, Mısır ve BAE de bulunuyor. 

Bizim Doğu Akdeniz’e odaklandığımızdan daha fazla Afrika’ya odaklanmamız gerekiyor. Afrika’da Mısır ve BAE, hem Türkiye’ye karşı hem de Afrika’da tarafsız ülkelere yönelik terörist eylemleri sıklaştıracaklar. 

Türkiye, Libya’dan Sahraaltı olan bölgeye kadar Afrika’da etkin bir ülke konumunda bulunuyor. Batı, Türkiye’nin bu etkinliğini kırmak ve yok etmek için BAE’nin parasıyla Mısır’ı tetikçi olarak kullanıyor. En az Ankara kadar Afrika’ya da odaklanmamız gerekiyor…

Bu yılın Temmuz ayında (2021) Etiyopya, Rönesans Barajı’nın ikinci fazını da doldurmaya başlayacağını açıkladı. O tarihe kadar bu sorunu Türkiye ve Afrika Birliği mutlaka çözmek zorundadır. Ya da Mısır’ın Sudan’ı da yanına alarak saldırmaya cesaret edemeyeceği askeri bir durum oluşturmalıdır Etiyopya’da. Etiyopya, ile bir an önce Askeri Stratejik işbirliği ve Ortak Savunma Anlaşması imzalamalıdır. Nijer ile birlikte Etiyopya’da da acilen askeri üs kurmak zorundadır.

Türkiye’nin Şeytan’la ilişkileri düzelebilir ama Mısır ile asla… Çünkü Mısır bunu kesinlikle istemiyor.

19.03.2021 11:08

Biden ile birlikte ABD’nin yayılmacılık politikası yeniden ivme kazandı. Obama döneminde hayata geçirilen ve Trump döneminde sekteye uğratılan ABD’nin Ortadoğu ve Akdeniz yayılmacılığı yeniden hız kazandı.

ABD’nin Ortadoğu ve Akdeniz yayılmacılığının nihai hedefi Bağımsız Devletler topluluğu, yani Rusya’dır. Rusya’ya erişimin sağlanması konusunda engel olan ülkeleri de bertaraf etme stratejisini şu anda harfiyen uyguluyor.

Suriye’nin ABD ve müttefikleri tarafından işgal teşebbüsü ve ondan sonra yaşanan olayları bu çerçevede okumak gerektiği kanaatindeyim. Türkiye; Cumhurbaşkanı Erdoğan bu resmi çok net gördü. Bu yüzdendir ki, atanmış Ahmet Davutoğlu’nu tazminatsız olarak işten attı. Ve Davutoğlu ile birlikte rotasını şaşıran Türkiye yavaş yavaş kendi eksenine dönmeye başladı. O günden bu yana Türkiye’nin attığı bütün askeri ve stratejik adımların bu çerçevede değerlendirilmesi gerekiyor.

Türkiye, Gara operasyonu başlatmadan önce ABD ve Batı tarafından Doğu Akdeniz ve bölgemizde atılan bütün adımları bu minval üzere değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim.

ABD, Suriye’ye yönelik işgal teşebbüsünden bu yana Doğu Avrupa ve Akdeniz’den Rusya’yı kuşatıyor. ABD’nin Karadeniz kıyıları ve periferisine yığdığı asker sayısı on binleri aştı.

Yunanistan’ın işgali altında bulunan Batı Trakya ve Girit adasındaki Amerikan askeri varlığı yine on binler civarında.

Batı Trakya ve Akdeniz’deki ABD askeri varlığının ilk sebebi Türkiye olduğunu düşünmekle birlikte nihai hedef Rusya’dır. Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye’yi 2010 yılından bu yana “düşman ülke” konseptinde görüyor ve değerlendiriyor. Türkiye ile müttefikliği kesin bir yalandır artık.

Türkiye, ABD’nin bu hasmane tavır ve değerlendirmelerine karşılık pozisyon alıyor ve hiçbir şekilde boyun eğmiyor.

Resmin diğer parçalarına da bakalım:

ABD, “Soğuk Savaş” döneminde Sovyetler Birliği/Doğu Bloku’nu yıkmak için “Din”i en güçlü aparat olarak kullandı. Sovyetlerin Doğusunda “Yeşil Kuşak Projesi” ile İslam’ı, Batıda ise Katolik Hıristiyanlığı kullandı.

Katolik Hristiyanların başı olduğu için bu dünya organize hareket etti ve hiç zayiat vermedi. Ama İslam dünyasının halifesiz/başsız olmasından dolayı bin parçaya bölündü. El Kaide, Taliban, DAEŞ, FETÖ, Hizbullah, Pasdar, Haşdi Şabi gibi onlarca terör örgütleri türedi. Bu örgütler, ABD’nin çıkarlarına hizmet edecek şekilde terörist faaliyetlerde bulundular. 1979’dan bu yana bu örgütler ve Amerikan emperyalizmi İslam dünyasında 10 milyona yakın insanı katlettiler. Ve bölgemizi, ABD ile peyklerinin rahat at koşturacağı hale getirdiler.

EBD, Katolik Hıristiyanlığı kullanarak, Sovyetler Birliği’ni yıktı. Herkes Sovyetlerin dağılmasını “Berlin Duvarı”nın yıkılmasına bağlar. Oysa Sovyetleri yıkan esas olay, o günkü Katoliklerin Papası Jean Paul’ün Sosyalist olan Polonya’da ayin düzenleme istemesiydi. Katolik Papa’nın, dolayısıyla Amerikan emperyalizminin emri altında olan o günün Polonya’sındaki en büyük işçi örgütü olan Dayanışma Sendikası’nın başkanı Lech Walesa gelen talimatlara uyarak işçileri sokağa dökmüş ve Sovyet şişesi kırılmıştı.   

Burada, Marx’ın hakkını teslim etmek gerekiyor

Din batı için çok iyi bir sömürge aracıdır. Marx’ın isyanı bunadır. Marx, “din afyondur” derken kilisenin sömürgeciler için kitleleri uyutmasına isyanıdır bu sözü. Ama mu sözün önü ve arkası var. Marx, dinin gerekliliğini de savunur. “Din”i “toplumun vijdanı ve ahlakın temellerinden biri” olarak görür. Ve yüzyılı aşkın bir süredir özellikle Türk sağ ve İslamcı aydını Marx’a iffira atmaktan çekinmez. Veya iftiraya aracı olmaktadır. Marx’ın sözünün başını sonunu kırparak sosyolojik bir tespiti çarpıtmaktan geri durmuyor.

Emperyalizm, birbirinin karşıtı olan iki ‘Din’i aynı amaçlar için kullanıp kesin sonuç alıyorsa, burada Marx’ın bu Sosyolojik ve Kitle Psikolojisi ile ilgili tespitinin de hakkını vermek gerek.

Şimdi aynı ABD, pandeminin zirvede olduğu bir zamanda Katoliklerin Papasını Erbil’e ayin düzenlemeye gönderiyor. Irak Kürdistan bölgesinde toplasanız bir mahalle Hıristiyan var. Bu mahalle de Erbil’deki ünlü Aynkawa’dır. Katoliklerin Papası 7 Mart’ta Erbil’de ayin düzenleyecek. Ve Erbil’deki Hariri Stadyumu’nda binlerce insanın da meraktan katılacağı bir ayin yapacak.

İki insanın bir araya gelmesini “ölümcül” bulan Dünya Sağlık Örgütü ve onun patronu Batı dünyası binlerce kişinin statta toplanıp ayin yapmasını teşvik ediyor.

Madem insanların statlarda toplanmasında sağlık açısından bir sorun yok ise neden bütün dünyada ligler seyircisiz oynanıyor?

Binlerce insan bir statta toplanıp ayin yapabiliyorlarsa neden camilerimiz, Kabe’miz kapalı?

Neden sokaklarımız, cenaze merasimlerimiz, ev ziyaretlerimiz kapalı?

Bu soruların cevabı asla verilmeyecek biliyorum, ama biz yine de soralım.

Resmin bir diğer parçasına da bakalım

Katoliklerin Papası’nın Erbil’de ayin düzenleyeceği şayiası yayıldığı sıralarda NATO, Kuzey Irak’a 10 bin civarında asker göndereceğini açıkladı. Ve bu askerler “eğitim amaçlı” orada bulunacakmış.

Eğitim amaçlı 10 binlerce asker… Afganistan’ı, Irak’ı, Suriye’yi işgal etmeden önce aynı ve benzer açıklamalar yapmıştı Batı emperyalizmi. Eğitim ve koruma amaçlı giden on binlerce asker, daha sonra işgalci olmuşlardı. Tam 20 yıldır Afganistan’da güvenlik amaçlı bulunan NATO bütün Afgan halkının taleplerine rağmen ülkeden çıkmayı reddediyor.

Ve resmin son parçası:
ABD, Suriye’nin kuzeyine orta ve uzun menzilli hava savunma sistemleri ile birlikte yeni üsler kuruyor. Ve Rusya, burada alan kaybediyor.

Merak ettiğim, Rus devleti ne zaman bu tehlikenin farkına varıp Türkiye’ye karşı ikiyüzlü politikalarından vazgeçecek? Türkiye, ABD’nin Rusya ile ilgili emellerinin yüzde 10’una bile “evet” dese, Bağımsız Devletler Topluluğu ve Rusya Federasyonu diye bir şey kalmayacak.

Rus devleti, Türkiye ile ilgili dış politikasını devlet kademelerindeki “Ermeni etkisi”nden dolayı bir türlü değiştiremiyor. Rusya, Türkiye ile ilgili siyasetinde Ermenilere adeta rehin olmuş durumda.

Rus Dışişleri Bakanlığı Türkiye söz konusu olunca, tem bir Ermeni Dışişleri Bakanlığı’na dönüşüyor. Başta Dışişleri Bakanı Lavrov olmak üzere ilgili masa ve müdürlükler tamamen Ermenilerin kontrolünde. Halbuki Rus asıllı sayısız Türkiye uzmanı dışişleri personeli ve akademisyen var Moskova’da.

Rusların efsane eski Ankara Büyükelçisi Albert Çernişev ve onun yetiştirdiği bir çok Türkiye uzmanı Rus, Sergey Lavrov tarafından pasife çekilirken, koca Rus Dışişleri Bakanlığı’nın Şark ve Türkiye masaları Ermenilere teslim edilmiş durumda.

Savaşın Ekseni Rusya’ya doğru kayıyor. Türkiye bunun farkında ve Mavi Vatan, Sismik araştırmalar ve Gara Operasyonu ile gerekli cevapları verdi.

Gara operasyonu, Amerikan Emperyalizminin bölgemiz ve Rusya’ya yönelik emellerine vurulmuş büyük ve öldürücü bir darbedir. Gara ile birlikte Irak’tan Suriye’nin kuzeyine olan koridor ağır bir darbe almış, kesilme noktasına gelmiştir. Umarım Ruslar bu fotoğrafı net görürler de dışişlerini Ermeni esaretinden kurtarırlar.

Ve Suriye’deki savaşın ekseni yeniden Irak’a kayıyor…

24.02.2021 20:27

Türkiye, Irak’ın kuzeyinde PKK terör örgütünün işgal ettiği alanları tek tek kurtardıkça, İran diktatoryası ve uzantılarından gelen homurtu sesleri yerini icraata bıraktılar.

İran kontrollü Şii terör örgütleri ve İran Dışişleri bakanlığı veya askeri bir kurum her gün Türkiye operasyonları ile ilgili aleyhte bir açıklamada bulunuyorlar.

İran Şia’sının temelinin terörizm olduğunu bu yüzden açıklamalarının ciddiye alınmaması gerektiğini düşünenler olabilir. Doğrudur, İran Şia’sı, terörizmdir; terörizmin kaynağıdır. Ancak Türkiye’nin Irak’taki uluslararası yasalar ve anlaşmalar gereği yürüttüğü terörle mücadele çabaları Kürdistan Bölgesel hükümeti tarafından desteklenirken, en çok İran’ı rahatsız ediyor.

Türkiye, Kürtçülük/bölücülük adına terörist faaliyet gösteren Marxist, Leninist ve aynı zamanda Stalinist PKK’ya karşı mücadelesinde Kürt hükümeti ve Irak Kürtleri destek verirken, adı “İslam Cumhuriyeti” olan ve yönetim şeklini Allaha dayandıran İran rejimi bu Ateist ve din düşmanı örgütü neden destekler?

Türkiye, Gara’yı PKK’dan temizlerken, İran’a bağlı Şii teröristler Musul’da bulunan Türk birliğine roketli saldırı düzenledi.

Bununla yetinmeyen Şii teröristler, akşam saatlerinde de Türkiye’yi destekleyen Barzani yönetiminin başkenti Erbil’e bir çok füze saldırısı düzenledi.

Peki adı “İslam cumhuriyeti” olan İran neden ateizmi kutsayan, din düşmanı PKK’nın yanında açık açık yer aldığını neden gösterdi?

Türkiye ve Barzani yönetimi, Gara ve Sincar/Şengal operasyonu ile birlikte İran’ın Suriye’ye karayolu bağlantısını kesti. İran’ı böylesine pervasızca açık açık terörist eyleme iten, Türkiye’nin bu terör koridorunu kesmesidir. Bu koridorun ısrarla Barzani bölgesinde olduğu şayiası yayılır Türkiye’de. Halbuki bu koridor, Talabani/YNK bölgesindedir. Ve bu bölgede Barzani yönetimine ait bir sinek dahi uçurulamaz. Aynı şekilde Barzani yönetimi de Kürdistan Federal sınırları içerisinde Şia’ya nefes aldırmaz.

İran rejimi yıllardır başta Mesut Barzani olmak üzere, Irak Kürdistan Federal Bölgesini gizli ve açık tehditlerle bu bölgede yayılmak istiyor. Şii medreseleri ve okulları kurmak istiyor. Sünni ve Nakşibendi Tarikatı’nın Mevlana Halid-i Bağdadi kolunun müntesibi biri. (Ki bu kol Türkiye Nakşiliğinin bağlı olduğu koldur) Ve gördüğüm tanıdığım kadarıyla da muttaki olmaya çalışan bir Sünni ve tarikat ehli.

Türkiye’ye yönelik her türlü desise ve fitnenin merkezinde yer alan Talabani ve onun siyasi organizasyonu YNK gözlerden kaçırılırken, yakinen tanıdığım ve en az 30 yıldır takip ettiğim ve Türkiye aleyhine hiçbir faaliyette bulunmayan Barzani garip bir biçimde şeytanlaştırılıyor.

Terörle mücadelede özellikle son yıllarda Türkiye’nin istediği desteği koşulsuz veren Barzani yönetimi dün gece İran’ın füzeli saldırılarının hedefi oldu.

Gazeteci olarak cephe savaşlarını pek önemsemem. Cephe savaşlarının tek önemsediğim tarafı insanların ölmesidir. Yoksa, sömürge ve paylaşım konusunda cephe savaşı sadece konulan son noktadır.

Sosyal, ekonomik ve siyasal algı yönetimi savaşları daha ciddi ve daha yıkıcıdır.

İran’ın Türkiye’den uzaklaşması ve kendi bölgesinde Şii medreseleri ile okullarının açılması karşılığında büyük ekonomik vaatlere aldırış etmeyen Barzani yönetimi maalesef bu sefer “kardeşleri” tarafından hançerlendi.

Geçtiğimiz günlerde, Türkiye’de nedense fark edilmeyen bir haber Rudaw internet sitesinde çıktı.

Rudaw, oldukça ilginç bir yayın mecrası. Rudaw’ın Arapça, Kürtçe, Aramice ve Türkçe yayınlarını takip ediyorum. Arapça ve Aramice yayınları normal seyrinde. Ama Türkçe ve Kürtçe siteleri tam bir PKK propaganda sayfaları gibi. Rudaw’ın başında bulunan Ako Muhammed kod Nurettin Veysi isimli eski PKK’lıdan kaynaklanıyor bu tuhaflık sanırım.

Haberde, Halepçe’de kısa adı Yekgırtu olan Kürdistan İslami Partisi’nin bir etkinliği konu edinmişti. 1357 kız sözde hafızlık ve İslami ilimler eğitimlerini tamamlayarak diplomalarını almışlardı.

Bu haber ilk başta insanın hoşuna gidiyor, binin üzerinde hafız ve İslami ilimlerde alim genç kız yetişmiş. Ama haberde gizlenen şifrelere bakınca vahametin farkına varıyor insan.

İran Şia’sı da FETÖ gibi ezoterik ve subliminal mesajlarla yüklü bir dindir. İran Şia’sında karşılaştığınız her rakam isim veya sembolün bir görünen bir de görünmeyen anlamı olduğunu asla unutmayın.

Malumunuz İran, Şemsi/Güneş Takvimini kullanıyor. Şemsi takvime göre 1357 tarihi, Humeyni’nin yaptığı “İslami devrim” yılı. Törenin yapıldığı gün, İran Humeyni devriminin 40. yıldönümü.

Törenin yapıldığı yer çok önemli: Halepçe.

Halepçe, yapılan kimyasal katliamla insanlık tarihinin en utanç sayfalarından biri haline geldi. Ve her ne kadar Halepçe katliamını Saddam Hüseyin rejimi yaptığı öne sürülüyor. Oysa eldeki verileri deştiğimizde Halepçe katliamını İran’ın yaptığına dair çok güçlü deliller bulunuyor!

Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesinden sonra tutuklanan generaller ve BAAS’çıların ifadelerini de bir araya getirdiğimizde Halepçe Katliamının İran’ın işi olduğunu çok net anlıyoruz. Saddamın generalleri diğer katliamlarını ret etmezken, Halepçe’yi şiddetle reddettiler. Örneğin Halepçe’de 5000 civarında insan katledildi. Oysa Enfal’de 200.000 Kürt katledildi. Saddam’ın adamları Enfal’i üstlenirken, Halepçe’yi ısrarla reddediyorlar.

Mesut Barzani’nin ölümü göze alarak, İran’ın Kürdistan Federal Bölgesi’nde siyasal, dini ve kültürel etkinlik yapmasına izin vermeme çabaları maalesef Kürdistan İslami Partisi tarafından yerle bir edilmiş durumda.

Hem de bütün Kürtler için kapanmayan yara olan Halepçe’de.

İran, Mesut Barzani’yi bertaraf etmek ve Irak Kürt bölgesine yerleşmek için önce Talabani ve çetesi YNK’yı ardında da Kürdistan İslam Partisi’ni satın almış durumda ve maalesef bölgeye yerleşmiş durumda.

 Mesut Barzani, hayatım boyunca tanıdığım en talihsiz siyasi liderlerden biridir. Sevin veya sevmeyin ama dindar, imanlı, hasbi ve içi dışı birdir. Yeryüzünde “İnsani masumiyet”ini koruyan ender siyasi liderlerden biridir. Düşmanına bile merhamet eden ve merhametli davranan biridir. (Merhamet yönünü bütün BAAS’çılara sorun. Hatta Saddam Hüseyin’in ailesine şu vasiyeti yaptığını BAAS’çılar da biliyor: “Eğer ABD’ye yenilirsem Mesut Barzani’ye sığının. Evet o bizim düşmanımız ama onurlu, namuslu, mert ve merhametli bir düşmandır.”)

Mesut Barzani’nin “referandum” hatası kadar büyük bir facia olan bir diğer hatası da, tamamen İran’ın kontrolünde olan bir casusluk ve ihanet şebekesi Kürdistan İslami Partisi’nin faaliyetlerini serbest bırakmasıdır.

Ve Mesut Barzani, Kürt kardeşleri tarafından sırtından bıçaklandı. Türkiye, Eğer İran tarafından kuşatılmak istemiyorsa, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne askeri, ekonomik ve siyasi destek vermelidir…

Kardeş ihanetini binlerce yıllık tarihindi bir çok kere yaşayan Türkiye, Barzani’nin düştüğü durumu en iyi bilecek olan ülkedir.

16.02.2021 12:07

Mümkün olduğunca iç siyaset ve hiçbir politikacı ile ilgili tek satır dahi yazmam. Çünkü iç politika, bütün dünyada sahnelenen çok kötü bir kurgu tiyatrodur. Çadır tiyatrosundan da kötüdür.

Ancak iç siyasette bazen piyes oynayıcıları, dışarıdan aldıkları sufleleri ve rolleri oynamaya kalkışınca bu direkt “vatana ihanet” kapsamına girer. Dolayısıyla mesleki olarak da bizim gözlem alanımıza düşmüş olur.

Şimdi yaşanan iç ve dış olayların son bir aylık parçalarını bir araya getirelim:

1- Boğaziçi Üniversitesi eylemlerinden bir ay önce TBMM’de grubu olan ve olmayan partiler arasında yoğun bir görüşme trafiği başladı.

2- Eş zamanlı olarak Ümit Boyner ve Caroline Koç ile ilgili minik pembe haberler yer aldı.

6-8 Ekim ve 50 civarında masum vatandaşın katledilmesi olaylarının baş aktörü, terörizmden hüküm giymiş ve onlarca terör dosyası olan Selahattin Demirtaş’ın eşi olan hanım da parlatılıp kamuoyuna melek olarak gösterildi.

Ne hikmetse bu hanımefendinin bütün mal varlığına rağmen, yıllarca derse girmeden sürekli raporlu görünerek devletten maaş aldığını hatırlamadı. Selahattin Demirtaş’ın FETÖ ile iltisağını kimse hatırlamadı.

Ve bir süre sonra Boğaziçi Üniversitesi’ne Cumhurbaşkanı tarafından Rektör atandı. YÖK’ün kurulduğu 1981’den bu yana, yani tam 40 yıldır rektörleri Cumhurbaşkanı tayin ediyor.

Cumhurbaşkanları, rektör adaylarının aldığı oylara bakmaksızın kendi kriterlerine uyan şahısları rektörlük makamına oturtuyorlardı. Hatta eski nizamın en mutemet Cumhurbaşkanlarından Ahmet Nejdet Sezer, 1 (yazı ile Bir) oy alan şahısları rektör olarak tayin ediyordu ve bu gün meydanlarda tepinenlerin tamamı bu atamaları can-ı gönülden kabul ediyorlardı.

3- ABD’de küreselcilerin desteklediği Joe Biden yemin edip Başkanlık koltuğuna oturdu

4- Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu makama halktan aldığı yetki ile bu makama oturduğu günden bu yana zamanı gelince her üniversiteye rektör tayin ediyor. Ve bu yetki ile bir kez daha Boğaziçi’ne rektör tayin etti.  Bu güne kadar itiraz etmeyenler, bugün neden sokağa dökülüyorlar.

5- ABD Dışişleri Bakanlığı, BM, AB, peş peşe Türkiye aleyhinde açıklama yaptılar.

6- Saadet Partisi’nin gerçek lideri ve yöneticisi Oğuzhan Asiltürk’ün rahatsızlığından dolayı Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ziyaret edilmesinden sonra, partinin Resmi başkanı Temel Karamollaoğlu’nun aksi yöndeki açıklamalarda bulundu. Asiltürk’ün Saadet Partisi ve bütün yöneticiler üzerindeki etkisi ve gücünü göz önünde bulundurduğumuzda Temel Karamollaoğlu’nun bu açıklamaları yapmadan önce, bir sakatatçı lokantasında duble porsiyon Ciğer yediğini düşünmemek elde değil.

7- Parti kurduğu günden bu yana ortalıkta görünmeyen Fatih Erbakan, birden ortaya çıktı ve Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal ile görüştü… Demokrat Parti’nin İYİ Parti gibi FETÖ’nün kontrolüne geçtiğine dair çok güçlü iddialar var. Ayrıca Gültekin Uysal’a milli olan herkesin çok ama çok dikkat etmesi gereken bir figür olduğunu bir kez daha hatırlatmamız gerekiyor.

8- Rusya’da aş zamanlı olarak beşinci sınıf bir politikacı olan ve Batı tarafından fonlandığı artık herkes tarafından bilinen Navalny’nin hakkında tutuklama kararı bulunan Almanya’dan Rusya’ya dönmesi ve ülkeyi kaosa sürüklemeye çalışması olayını da bundan bağımsız düşünmeyelim.

9- Ümit Boyner ve Caroline Koç ayrı ayrı Boğaziçi eylemlerini desteklediklerini açıkladılar. Üstelik, eyleme katılanların yüzde 90’ının terörist ve terör örgütleri ile iltisaklı oldukları ortaya çıkmasına rağmen. Sermayenin ürkek olduğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda, Türkiye sermaye sınıfının iki önemli isminin terörizmi sahiplenecek açıklama yapması ayrıca dikkat edilmesi gerekir

9- Bugün yarın Pakistan’da da çok önemli bir olay olduğunda, Türkiye’de ortalığı daha da karıştıracak bir eylem olacak ve bundan sonra Küreselciler, CHP’lileri tekmili birden sahaya sürüp ülkeyi kaosa götürmeye çalışacaklardır.

10- “Her ne olursa olsun, Parlamenter sisteme geri döneceğiz” diye erken seçim taleplerini oluşturacakları kaostan sonra daha şiddetli bir şekilde dile getirecekler. Hatta, bu cephenin cumhurbaşkanı adayına kamuoyu önünde “parlamenter sisteme geri dönüş taahütnamesi” imzalatacaklar. Çünkü uluslararası müesses nizam, Türkiye’yi Başkanlık Sistemi’nde iken tamamen ele geçiremeyeceğini gördü ve yaşadı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Gezi eylemleri sürecinde özellikle hükümet, emniyet ve adliyedeki FETÖ’cüler tarafından kuşatma altına alınmış ve bu terörist eylemlere anında müdahale edememişti. Ancak bu gün başkanlık sistemi var ve FETÖ’nün bu alanlardaki hakimiyeti neredeyse tamamen kırılmış durumda.

11- Bu satırları kaleme aldığımızda İçişleri Bakan Yardımcısı İsmail Çataklı çok kısa bir basın toplantısı düzenledi ve orda şu cümleyi sarf etti: “Hiç kimse Devletin gücünü sınamasını tavsiye etmem, bu sözüm herkesedir”

Tek cümle ile Türkiye’nin bu kuşatma teşebbüsüne sıfır tolerans göstereceğini herkese ve dünyaya ilan etti.

Yani Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın “Topunuz gelin” sözünü herkesin anlayacağı yalın bir dille telaffuz etti.

04.02.2021 11:37

Yatsı Namazı ile Sabah Namazı arasında “Gece Namazı” vaktinde Myanmar’da askeri darbe haberi ajanslara düştü.

Myanmar’ı Arakanlı Müslümanlara yönelik yaptığı soykırımla biliyor ülkemiz.

Hatta o soykırıma karşı Türkiye’nin dünyaya ayağa kaldırdığı sırada daha sonra tazminatsız bir şekilde işinden kovulan Ahmet Davutoğlu da Bangladeş’teki mülteci kampına gitmiş kameralara “sulugöz” poz vermişti.

Myanmar’ın tarihçesi ile ilgili ansiklopedik bilgiler paylaşıp malumatfuruşluk yapma kolaycılığına kaçmayacağız. Her fırsatta ısrarla vurguladığımız “lütfen harita okumayı öğrenin” ricamızı yineleyeceğiz. Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, kitlesel veya büyük bir olay meydana geldiğinde, yapmamız gereken ilk şey, dünya haritasından önce o ülkenin veya bölgenin konumunu tespit etmek. Akabinde kara, deniz ve hava ulaşımı konusundaki pozisyonunu, sonra da enerji, ticaret ve siyasal rejim değerlendirilmesi gereken konulardır.

İddia ediyorum, haritalar, bana harita okumak dünyanın en zevkli okumasıdır.

Harita üzerinde Myanmar’a baktığımızda karşımıza darbenin bir çok sebebini görürüz.

Bir diğer ipucu da, olayın geliştiği ülke veya bölgeye, son bir, üç ve altı ayda başka ülkelerden yapılan ziyaretler veya dış ilişkilerine bakalım. Ve bunları bir araya getirdiğimizde emin olun, türk televizyonlarının ekran uzmanlarının asla ulaşamayacağı doğru tespit, teşhis ve sonuçlara ulaşabiliriz.

Bugünkü adı ile Myanmar olan Burma, bölgesinde küçük bir ülke olmasına rağmen tarihte çok önemli fonksiyonlar icra etmiş, güçlü bir medeniyet doğurmuş bereketli bir topraktır.

Myanmar, 1500 Osmanlı askerine de mezar olan bir toprak olduğunu belirtelim. Hem de I. Dünya Savaşı sırasında. O askerlerimizin 220 tanesinin mezarına ulaşılmış ve hafızam beni yanıltmıyorsa Tayetmo’da bir Türk şehitliği de var.

Tarihin acı veren bu olayını ve Tayetmo esir kampının vahşetini ve 2000’lerin başında bu şehitliğe yaptığımız hüzünlü ziyaretimizi ŞİMDİLİK bir kenara bırakarak yeniden harita okumamıza dönelim.

Haritaya baktığımızda Myanmar’ın Çin, Hindistan, Bangladeş, Laos, Tayland ve Malezya ile komşu olduğunu görürüz. Bengal körfezi ve Andman denizine kontrol altına tutan bir yer. Ve emperyalistlerin sürekli kaşıdığı, DAEŞ ve El Kaide gibi terörist örgütleri yerleştirdiği Arakan bölgesi de Myanmar’ın burnunun dibinde.

Ayrıca dünya deniz ticaretinin neredeyse yüzde 80’inin kullanmak zorunda kaldığı Malakka Boğazı da hem kara hem de denizden Myanmar tarafından kontrol edilebilir.

Türkiye, Suud ve Körfez ülkelerinin İngiliz, Amerikan, Avrupa ve Rus emperyalizmine tam siper teslim olmasından sonra İslam dünyasının yeniden doğrulup ayakta durabilmesi için Malezya, Pakistan ve Asya’daki diğer Müslüman devletler nezdinde yıllardır ciddi girişimlerde bulundu ve şu anda tamamen emperyalizmin çıkarlarına ve İslam’a aykırı faaliyetlerde bulunan İslam İşbirliği Teşkilatı’na alternatif yeni bir birliğin temelini attı. Bu temel emeklemeye başladı. Pakistan’ın son bir iki yıldır dünyadaki müesses nizama karşı sesini yükseltmesi, her platformda tam siper Türkiye’nin yanında yer alması ve buna mukabil Hindistan hükümetinin hem Türkiye hem de Pakistan ile savaş durumuna gelmesini neden sanıyorsunuz ki?

Bugünkü Hindistan hükümeti, ABD emperyalizminin Asya’daki YPG’si durumundadır. Ve bölgede Müslümanların başına ABD tarafından tebelleş edilmiştir.

Türkiye’nin bu bölgede ciddi ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirdiği Malezya, dünya deniz ticaretinin kilit noktası olan Malakka Boğazı’nın sahibi olan ülkedir. Bu bilgiyi de buraya not edip şimdi bir diğer ipucuna geçelim:

Geçtiğimiz günlerde dünyaca ünlü Forbes dergisinin internet sitesinde David Hambling imzalı bir makale yayımlandı. Makalenin başlığı konu ile ilgilenenlerin haricinde hiç kimsenin dikkatini hiç çekmeyecek bir alandı: “Rusya Myanmar’a Askeri Dron satışıyla Myanmar Pazarına Girdi” (https://www.forbes.com/sites/davidhambling/2021/01/25/russia-enters-military-drone-export-market-with-sale-to-burma/?sh=54357f0c208d)

Normal basit bir ticari haber bu aslında. Ekonomik değeri pek de olmayan bir haber. Ancak, haberin detayında çok önemli bir bilgi vardı: Rusya Savunma Bakanı Şoygu, bu çerçevede Myanmar’ı ziyaret etmiş ve bu ülke ile bir dizi askeri ve savunma işbirliği anlaşması imzalamıştı.

Haberin yayımlandığı tarih 21 Ocak.

Mevcut Neo Liberal ekonominin en önemli sacayağı olan deniz ticaretinin yüzde 80’nin geçtiği Malakka Boğazı’nın hemen üst tarafında ve çıkış kapısında böylesine keskin bir askeri değişiklik/hareketlilik, dünyanın sinir uçlarına dokunmak değil, balyozla vurmakla eşdeğerdir.

Ve Türkiye saatiyle “Gece Namazı vakti”nde ülkede darbe oldu.

Devlet Başkanı Win Myint ve ekibi gözaltına alan Myanmar Ordusu Kasım 2020 seçimlerinde hile var demiş.

Hemen dünyanın tepkisine baktık. Ruslar suskun. Amerikalılar Endişelerini dile getiriyor. Almanya ve Türkiye suskun.

İngilizler ise bıyık altından gülüyor…

Bu darbe bir kez daha gösterdi ki, Amerika her ne kadar dünyanın jandarmalığına oynasa da İngiltere hala siyaseti belirleyen başat ülke konumundadır.

Myanmar’daki darbe Akdeniz’de birlikte hareket eden Türkiye ile İngiltere’yi karşı karşıya mı getirecek yoksa müttefikliklerini güçlendirecek mi?

Myanmar ve Malezya Türkiye’nin Asya’daki sinir uçları. Aynı şekilde İngilizlerin de.

Gün  ortası olmuş ve Dışişlerimizden “suya tirit mukabilinde” bile bir açıklama gelmemesi ilginç geliyor…

İngilizlerle Katolik nikahı da kıysak, Yemen’den Kafkasya’ya, Myanmar’dan Endonezya’ya kadar olan şehitliklerimizin acısı, öfkesi ve intikam hissi bir milim dahi şaşmamalı bizde…

01.02.2021 09:55

Uluslararası suç ve terör örgütü olan PKK, taşeron bir örgüt olarak yaklaşık yarım yüzyıldır bölgemizde terör estiriyor.

Düne kadar başta Suriye, İran, Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, Bulgaristan, Rusya, Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimi, Avusturya, Almanya ve İngiltere’nin yanısıra Kuzey Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamının bölgemizde yürüttüğü kirli savaşta taşeronluk yaptı. Türk İstihbarat Servisi tarafından kurulan fakat dana sonra GLADIO’nun kontrolüne geçen PKK, siyasal olarak Kürt ve Kürdistan kavramlarını kullanır ancak son 450 yıldır Kürtlere en büyük zulüm ve katliamı yapan iki örgütten biridir. PKK’nın öncülü olan Taşnaklar da geçtiğimiz yüzyılın başlarında hem Türkiye hem de Karabağ’da sayıları yüzbinleri bulan bir Kürt katliamı yapmışlardı. Hınçak ve Taşnak terörü çok şiddetli olmasına rağmen, Osmanlı Devleti’nin kalıcı müdahaleler yapması ve önlemler alması, Ermeni terörünün Kürtler üzerindeki katliam sürecini kısaltmıştır. Ne var ki birkaç yılda bile Ermeni teröristler/Ermeniler, yüzbinlerce Kürdü katletmiş, taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamışlardı.

Ermeni teröründen tam 60 yıl sonra ardılı olarak PKK, Kürtlerin bağrında ve böğründe yeşertildi. Ve Kurulduğu günden bu yana Kürtlere yönelik başta siyasal soykırım olmak üzere sosyolojik soykırımı en acımasız şekliyle gerçekleştirmiştir.

1970’li yıllarda PKK, (o zamanki adıyla Apocular), Doğu ve Güneydoğu’da tam bir Kürt aydını soykırımı yapmıştır. Kamboçya’daki Pol Pot rejimi gibi neredeyse okuyup yazabilen ve okumalarından sonuçlar çıkarabilen bütün Kürt yurttaşlarımızı tek tek infaz ediyordu.

1980 yılında ABD ve GLADIO’nun Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki elemanları (Kenan Evren ve çetesi) Türkiye’de darbe yapıp, ülkeyi tamamıyla ABD sömürgesi haline getirdiler ve PKK o günden bu yana başta ABD olmak üzere az önce ismini saydığım sömürgeci ülkelerin taşeronu oldu.

PKK, son yıllarda ABD yetkileri tarafından resmen kendilerinin “Kara gücü” olarak ilan edildi. PKK çetesi aynı zamanda Rusya’nın da “Suriye’deki kara gücü” olmaya talip oldu ve bunu bazı şehirlerde yapıyor da.

PKK bu gün İran’ın da Suriye ve Kuzey Irak’taki taşeronu ve “Şii Hilali”nin bu bölgedeki silahlı çetesi olduğu ortaya çıktı.

Yanlış duymadınız, ABD’nin kara gücü PKK, İran’ın Şii hilalinin Türkiye, Kuzey Irak (Güney Kürdistan) ve Kuzey Suriye (Rojava’daki bölümünün tamamlanması için taşeronluğu üstlenmiş durumda.

İşimiz gereği, özellikle Körfez ve Şia medyasını pür dikkat takip etmeye çalışıyoruz.

Bu kanallardan en ilginci, Şia dünyasının en büyük Ayetullahı olan Sistani’ye bağlı El Teğir televizyonudur. El Teğir eğer bir konu hakkında görüş bildirirse, o dünyadaki bütün Şiiler için uyulması gereken bir karardır.

El Teğir’de yayımlanan bir programda Ayetullahların anlattıkları, bölgemizde yeni bir kan havuzunun kurulacağının bilgisini de bize veriyor.

Programda Şeyh Halil El Alyavi isimli Şia Kültür Müdürü olduğu belirtilen bir Ayetullah konuşturuluyor. Konuştuğu yer de Musul’un sırtları… Her tarafının santim santim köşe bucak bildiğim can Musul…

Şia Kültür Müdürü El Alyavi, İslam tarihinde unutulmaya yüz tutmuş bir savaştan söz edince dikkatimi çekti. Yanında da Musul Üniversitesi’nden ve Şii bir militan olan Prof. Ali Karhavi de var. Bu isim programı daha da önemli kılıyor benim için.

Hicri 61. yılında yapılan Altaf Savaşı’na atıfta bulundu. (Bağdat’ın güneyinde bir yer) Ve bu savaştan sonra oluşturulan ve Nusaybin’e kadar gelen kervanda Hazreti Hüseyin’in de bulunduğu ve bu kervanla Mardin’in Nusaybin ilçesine kadar geldiğini, oradan da Halep, Şam üzeri geri döndüğünü öne sürerler.

Bu savaş, İslam dünyasınca da pek hatırlanmak istenmez. Çünkü bu konuda Şia’nın uydurduğu bir yalan var. Ve bu yalana da Hazreti Hüseyin efendimizi kattıkları için Sünni dünya da bu konuya mümkün olduğunca değinmemeye çalışır. Çünkü Hazreti Hüseyin efendimizin hatırasını incitmemek içindir bu suskunluk.

Sistani’nin televizyonunda konuşan Şii Ayetullah, Altaf Savaşı’ndan sonra oluşturulan “Sabaya Yolu”nu yeniden açarak Şii hilalinin bu bölgedeki ayağını tamamlamayı hedeflediklerini, bunun için yola çıktıklarını söyledi.

Bunu duyunca tüylerim diken diken oldu. Maalesef özellikle Türkiye’deki Müslümanlar bu rezil “Sabaya Yolu/SabayaKervanı” yalanını bilmiyorlar. Şii dünyasının Hazreti Ali ve ailesine atfettikleri yalan/kurgu efsane/iftiralardan biridir. Ve çok ağır bir o kadar da rezil iftiradır.

Peki İslam dünyası için utanç verici olan şiilerin bu iftirası nedir peki?

Şia’ya göre Altaf Savaşı’ndan sonra Hazreti Hüseyin’in de içinde bulunduğu bir kervan, Bağdat, Musul, Şengal/Sincar, Nusaybin, Hatay, Halep ve Şam üzerinden Mekke’ye döndüğü kutsal yoldur.

Peki Sabaya adı nereden gelmektedir. İşte işin rezil ve Hz. Hüseyin efendimize iftira atılan yeri de bu isimdir.

Şia iftiralarına göre Hz. Hüseyin efendimiz, bu yolda kervanla giderken, Musullular onu şehre almayınca, şehrin dışında Şengal’de bir kilisede konaklama zorunda kalır. Ve Hz. Hüseyin efendimiz de Şengal/Sincar halkından cariyeler ve kadınlarını köle olarak getirmelerini ister.

Malumunuz, Şengal bölgesi, Èzidi Kürtlerin yaşadığı bölgedir. Ve Èzidi Kürtler, kadınlarını kızlarını Hz. Hüseyin efendimize sunarlar. Bu kadar rezil ve iğrenç bir iftira. Hepimiz biliriz ki, ne Hz. Hüseyin efendimiz ne de Èzidiler bu kadar rezil ve namussuz değillerdir. Kaldı ki böyle bir kervan yolu da yoktur.

Sistani’nin televizyonunda konuşan Ayetullah Halil El Alyavi Hz. Hüseyin efendimize iftira atmaya devam ediyor: “Gerçek Sabaya Yolu’nu ortaya çıkarmak için ömrümü harcadım. Sonunda gerçek rotayı buldum. İmam Hüseyin, Sabaya yoluna eski Musul’dan başladı ve üç gün sürdü. Musul’un Kuzey ve Batısı hattından Telafer ile Sincar’a geçti. Sincar’dan Nusaybin, Antakya (Hatay), Halep ve Şam’da tamamlandı.”

Sapık Ayetullah yalanlarını sürdürmeye devam ediyor. Ve diyor ki, “bu yol Kerbela’da başladı. Sonra Altaf, Samarra, Badat Musul, diye devam etti. Sabya kervanında İmam Hüseyin vardı. Ve bu kervanın konaklandığı her yer bizim için kutsaldır. Bu yolu yeniden hayata geçirmemiz lazım dedik ve geçirmeye başladık. Buraya kadar geldik.”

Bu rezil Ayetullah’a göre bir sonraki adım, Nusaybin’den Hatay’a kadar olan Türkiye toprakları… Ve Hz. Hüseyin konakladığı her yerde Sabaya işine girişmiş.

Ve “Musul’un kırsalında Hazreti Zeyneb’in de kabri bulunduğunu” iddia ediyor.

Şunu iddia ediyorum ki, Bütün Irak’ı, özellikle Kuzey Irak’ı santim santim köşe bucak biliyorum defalarca gezdim. Bilen bilir, tarihe olan merakım, yabancı ülkelerde benim yol haritam olur. Musul’da Sultan IV. Murad Han’ın torunu olduğu öne sürülen şehzadeye varana kadar görüşmediğim önemli insan kalmadı. Şengal bölgesinde de ha keza öyle. Geçtiğimiz aylarda vefat eden Èzidilerin lideri Mir Tahsin Bey’e defalarca misafir oldum. Hatta Müslümanlara yasak olmasına rağmen, Mir Tahsin’in onayı ve izni ile 2008 yılında haftalar süren Èzidi hacının ritüellerine baştan sona kadar katıldım ve tamamını görüntüledik. Özetle, Habur Sınır Kapısı’ndan Basra’ya kadar bütün Irak’ı gözü kapalı dolaşacak kadar iyi biliyorum. Ama hiçbir yerinde Hazreti Zeyneb validemize atfedilen bir mezar veya mezarlık adı duymadım.

İran Şia hilalinin Kuzey ayağını tamamlamak için bu yalan ve efsaneyi uydurarak buralara çökmek istiyor. Hatırlarsanız, Şii teröristleri Suriye’ye gönderirken, Şam’da bulunan ve “Hazreti Zeyneb’e ait olduğunu ileri sürdükleri türbeyi korumayı” bahane olarak göstermişlerdi. Bu Şii manyakların o tür sapkın ve akıllara seza inançları var. Hazreti Ali Efendimize ithaf edilen en az üç türbe var diyeyim gerisini siz düşünün.

 İran, Irak’ın Kürt bölgesine sızmak için inanılmaz diplomatik siyasi ve terörist girişimlerde bulundu. Ancak tamamı Mesut Barzani’nin dirayetli duruşundan dolayı geri tepti. İran, Israrla Kuzey Irak’a “Hüseyniye Havzaları”, yani kültür merkezleri kurmak istiyor. Mesut Barzani de haklı olarak, “Kürtlerin içinde hiçbir fert veya Kürtlere ait Şii bir eşek veya bir köpek dahi yok. Neden Hüseyniye Kültür Merkezlerine izin vereyim” diyor.

Ne var ki İran, tarihin ve bölgemizin gördüğü ve göreceği en büyük “siyasi fahişesi” (Bu tabir bana ait olmayıp, Ortadoğu’daki bütün siyasi kulislerde Talabani’ye yönelik kullanılır) olan Talabani yönetimi ikna edildi. Önce Süleymaniye’yi Barzani’nin kontrolünden tamamen çıkardılar. Akabinde Bir çok terörist grubu yerleştirdiler ve sonra da Hüseyniye Havzası kurdular maalesef.

Şimdi tekrar PKK’ya gelelim. PKK ile Hz. Hüseyin Efendimizin ne ilgisi var diye soracaksınız haklı olarak. İzah Edeyim: PKK’nın iki üç yıldır ısrarla Şengal/Sincar’ı işgal etmeye çalışıyor. Arkasına Şii terörist grup Haşdi Şabi’yi alarak Barzani peşmergeleri ile bölgede bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına saldırıyor. Ve PKK’nın hem kuzey Irak hem de Kuzey Suriye’de egemenlik kurduğu yerleri gözlerinizin önüne getirin. Akabinde de Sapkın Şia’nın sapık ütopyası olan Saraya Yolu’nu hatırlayın. Bu, Şii Hilali’nin Kuzey ayağıdır. Dün İngiliz’e, Rum’a, Yunan’a, Esad’a, Suud’a köpeklik eden PKK bugün İran’a Suriye ve Irak’ta köpeklik yapıyor.

PKK ve İran, Sincar/Şengal bölgesine paramiliter güçleri yığıyor. Bölgeden aldığım bilgilere göre bu teröristlerin sayısı binleri aşıyor. Özellikle Şii teröristlerin sayısı oldukça fazla. Hatta Erbil’e de “amele” görüntüsü ile sızmış ve gelecek “saldırın” emrini bekleyen yüzlerce PKK’li terörist var.

Umarım Mesut Barzani ve Türkiye bir an önce bu tehlikenin farkına varır ve güç birliğine giderek, Şii Hilali’nin içine giren Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Türkiye’nin Güney topraklarını bu yeni tecavüz teşebbüsü ve terörist faaliyetlerinden temizlerler. Ve Türk Hükumetinden Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’na tavsiyem, videodaki Molla kılıklı teröristlerin ve Musul Üniversitesindeki şii militan profesörün Türkiye’ye girişine engel olmalıdırlar.

Türkiye ve Barzani eğer güç birliğine gitmezlerse, Şii Hilalinin bu bölümünde meydana gelecek terörist faaliyetler, batılı emperyalistlerin de çıkarlarına hizmet edeceği açıktır. Sadece İran değil, başta ABD olmak üzere tüm emperyalistler burada boy göstereceklerdir.

07.01.2021 16:09

Türkiye’de bir çok alanda yaşanan erozyon, siyasetten sonra en çok bizim mesleği vurdu. Malumunuz, Türkiye’de siyaset artık “muhalefetin tamamen yalan üzerine kurulu kara propaganda yapması ve iktidarın da bu yalanların ‘yalan’ olduğunu ispat etmeye çalışması” şekline dönüştü.


Gazetecilik de maalesef cahilliğin utanılmadan sergilendiği bir alan oldu maalesef. Gazeteciliğin “gazetecilik” olduğu Türkiye’de, yanış bir ifadede veya bilgilendirmede bulunmak, meslekten istifayı gerektiriyordu. Ama maalesef günümüzde arsızlık, rezilce iftiralar ve cehalet iftihar etmenin vesilesi oluyor.


Sondan başlayarak gidelim. Çıkardıkları gazeteler beş para etmeyen ve okunmayan gazeteci kimliğini kullanan Amerikan ve AB fonlarını lüpleten besleme basın, çareyi sosyal medyada aramaya yöneldi. Çünkü sosyal medya kullanıcılarının önemli bir kısmının “klavye cahili” olduğu bilinen bir gerçek. Ve beyinlerini, akıllarını tasarruflu kullanan bu kitleleri kandırmak, inandırmak ve onları sürü halinde yönlendirmek maliyetsiz ve daha kolay.


Özellikle muhalefette politika yapanlar ile besleme basının her bir ferdinin sosyal medyadaki paylaşımları çalıştıkları televizyonların ratinginden, gazetelerin tirajından internet sitelerinin okunma sayısından kat be kat fazla. Çünkü sosyal medya kullanıcılarının büyük çoğunluğu en düşük seviyenin bile çok ama çok altındadırlar.


Alın size SMA hastaları ile ilgili yalana bir göz atalım. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu ülkenin iktidarını devralmasından bu yana, SMA hastası olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tüm tedavi masrafları devlet tarafından karşılanıyor. Sağlık Bakanlığı ve uluslararası sağlık örgütlerince de onaylı olan bütün ilaçlardan SMA hastaları faydalanmaktadır.


Başta Cumhuriyet Halk Partisi milletvekilleri, parti yöneticileri, trolleri, tecavüzcü, tacizci, hırsız  ve bil umum yalancı belediye başkanları ve parti teşkilat yöneticileri aylardır SMA hastalarının tedavilerinin devlet tarafından karşılanmasını isteyen twitler atıyorlardı. Hükümet tarafından da bu hastaların bütün masraflarının devlet tarafından karşılandığı açıklanmıştı halbuki. Hasta sahipleri ve yakınları da bu gerçeği biliyordu.


CHP candaşı, ABD ve AB fonlarından beslenen medya ve medyacılar parti yöneticilerinin yaydığı bu yalanı sosyal medya üzerinden genele yaymaya başladılar ve bu platformların kullanıcıları bunlara inandı ve bir fırtına kopartmaya çalıştılar.


Özellikle, tecavüzcü, tacizci ve yalancı belediye başkanlarının yönettikleri kamu gücünü kullanarak trollerini çok iyi yönlendirmeyi başardılar ve bir anda devletin SMA hastalarına sahip çıkmadığı, ilaçlarını ödemediği algısı oluştu.


Yaklaşık 5 yıldır yine Algı olguyu yendi. Sosyal Medya Halkı muhalefetin bu galiz yalanına da inandı. Eskiden karşıt kutuplardaki gazeteler ve gazeteciler kapışırken koro halinde bu kapışma olmazdı. Taraflardan birinin yalan veya iftiraya sarılmasına mutlaka kendisinin de içinde olduğu medya grubundan itirazlar gelirdi ve arşivlerden konu ile ilgili gerçekler tek tek ortaya dökülürdü. Sadece arşiv kullanma anlamında değil, bizim kuşağın gazeteleri beyinlerini, muhakeme yeteneklerini de kullanırdı. Sonuçta vijdan denen olgu oluşurdu. Ama yeni nesil gazetecilerde bu melekelerden hiç biri yok maalesef.


Örneğin Cüneyt Özdemir. Bu şahıs, Mehmet Ali Birand’ın rahle-i tedrisatını kendine bir övünç kaynağı olarak gösterir lakin tipik yeni nesil gazetecidir. Olayın önünü arkasına sorgulamadan muhakeme etmeden hesapta “çok ince işçilikli” muhaliflik yapar. En son geçtiğimiz günlerde, uluslararası bir dolandırıcıyı kendi kanalında konuk ederek bu ahlaksızı akladı pakladı. Halbuki o dolandırıcının FETÖ ayağından tutun da her türlü rezil ve ahlaksız ilişkilerine dair sayfalar dolusu bilgiler var medyada. Birazcık arşivlere baksaydı bunu görürdü. Ya da aklını kullanıp, “arkasında bütün maddi, somut ve dijital izleri yakıp yok eden biri nasıl bir daha bu ülkeye adımını basar” sorusunu sorar tongaya düşmezdi. Tabi bizim bu görüşümüz tamamen naif olup, diğer gıllı gışlı ilişkileri telaffuz etmeye dahi utanırız.


Arşivlere müracaat etmeme, dünü bilmeme ve aklını kullanmama ile ilgili başka bir örnek daha vereyim. Dün, Kübra Par adlı gazeteci olduğu söylenen bir hanım, mesleğimiz için utanç verici bir saçmalığa imza attı.


Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “esnaf ziyaretleri” konusunda İP Genel Başkanı Meral Akşener’i taklit ettiğini yazdı.


Yeni nesil gazeteci Kübra Par Hanım bununla da yetinmemiş, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Meral Akşener’i sadece taklit etmediğini, izinden gittiğini de yazmış.


Bu hanım bizden birkaç yıl sonra gazeteciliğe başlamış. Yani yenilerden değil, 50’sine doğru hızla koşuyor yani. Gazetecilik adına bugüne kadar yaptığı bir haber konusunda da herhangi bilgim yok. Halbuki yıllardır haberleri iyi takip ettiğimi bilirim. İşim bu. Çünkü ekmeğimi bundan kazanıyorum.


HaberTürk isimli televizyon kanalında çalışıyormuş bu hanım kız.


Benim merak ettiğim, bu hanımefendiyi HaberTürk yöneticileri hangi ülkeden Türkiye’ye getirdi acaba?


Kübra Hanım, Erdoğan’ı ta belediye başkanlığından beri bilmesi tanıması gereken biri.


Türk siyaseti ve tarihi üzerinde bu kadar etkin olan bir siyasetçiyi, hele hele bu şahıs devlet başkanı isi bunu bilmemek, siyasi geçmişini didik didik didiklememek, bir gazeteci için utanç verici bir durumdur. Bizim meslekte, bilmediğin, iyi irdelemediğin biri hakkında hüküm vermek ya da ahkam kesmek, en hafif tabiriyle “cahil cesareti” olarak tanımlanır. Yazı yazabildiğine göre okul okumuş bu hanımefendi sanırım. Ve okuma yazma bilen biri mutlaka kendi zamanında bile yazılanları gözden geçirse kaleme aldığı kişi hakkında epeyce bilgi toplayabilir. Çünkü günümüz teknoloji ve iletişim gelişmişliğinden dolayı herkes ile ilgili her bilgiye ulaşabilirsiniz. Bilgiler, sanal alemde, elektronik arşivlerde duruyor. Ancak burada esas sorun, o bilgiye ulaşabilmeyi akıl etmek.


“Akletme” sorunsalınız olduğu zaman işte böyle utanılacak işlere imza atarsınız.


Türkiye’de ben ve Kübra Par’n kuşağı bütün gazeteciler Erdoğan’ı çok iyi bilir. Türk siyasetinde Sokağın nabzını tutan, hiçbir siyasetçinin kapısını çalmayı akıl edemediği kişi kesim ve yerlerin kapısını çalan ve onlarla iletişim kuran ilk siyasetçi Recep Tayyip Erdoğan’dır. Çingenesinden, bedenini satmak zorunda olan kızlarımıza, 3. cinslere varana kadar herkesle iletişim kuran ve onları dinleyen ilk siyasetçi Erdoğan’dır.


Cumhurbaşkanı olduğu günden bu yana hala sokakla en içli dışlı olan tek siyasetçi Erdoğan olduğunu bilmemek için kör ve sağır olmak yetmiyor. Sanırım, akıl melekelerini kullanamamak ve onlardan bihaber olmak gerek. Çünkü Erdoğan, bu ülkede haftada en az bir kere bir taksi durağı bir esnaf bir büfeci, bir gecekonduya veya seyyar satıcıya bizzat gidip onlarla oturup halleşen bir siyasidir. Erdoğan bunu Türk siyasetine kazandıran insandır. Erdoğan’dan sonra “monşer ve Beyaz Türk partisi CHP” de sokağa inmek zorunda kaldı. Gerçi evlere ayakkabıları ile giriyorlar. Ama olsun bu bile büyük bir başarı. Ve bu başarıyı sağlayan Erdoğan’dır.


Ya hu, Erdoğan’dan sonra CHP genel başkanları Cami, Cuma yüzü gördü. Bunu da mı bilmiyorsunuz Allah aşkına?


Hani Meral Hanım güzellemesi yapıyorsunuz. Yapın tabii ki. Aldığınızın hakkını verme adına yapmalısınız da. Bunu kınamıyorum. Ama Meral Hanım’ın geçmişini de mi bilmiyorsunuz? Meral Hanım’ın geçmişine inseniz en az üç dört yerde Erdoğan karşınıza çıkar.


Bu yaşta ve neredeyse çeyrek yüzyıl gazetecilik yaptığı söylenen birinin bu kadar hata yapması gazetecilik adına tükenmişliğin sembolüdür.

Bunların gazeteci olduğu memlekette “ört ki ölem.”

04.01.2021 14:40

Altınordu/Altın Orda devletini bilmeyenimiz yok sanırım. Hele kendini Oğuz/Selçuklu/Osmanlı bakiyesi olarak gören herkes Altınordu devletinin “Türk ve İslam dünyasına yaptığı ihaneti” çok iyi bilir. Halbuki kendileri de Müslümandır. Ama bütün devletler ve boylar arasında olduğu gibi Altınordu ve kardeşi Türk hanlıkları arasındaki güç kavgası, onları bir stratejiyi uygulamaya götürür. Ve sürekli birbirlerini boğazlayan Rus Knezlerini/Prensliklerini bir araya getirip devletleşme sürecini başlatır.


Oğuz-Türk tarihi açısından baktığımızda Altınordu’nun yaptığı bir ihanettir. Ama biz Altınordu zaviyesinden bu olaya yeteri olarak bakamıyoruz. Çünkü, bizim kaynaklar bu konuda o kadar kısıtlı ki…


Knezlerle Altınordu ilişkilerini anlatan ciddi kaynaklar Moskova Devlet Kütüphanesi ile Moskova Bilimler Akademisi Kütüphanesi’nde hayli mevcut. Ne var ki bu kıymetli eserleri okuyup inceleyecek Rusçaya vakıf değiliz ve bunun için hayli kat etmem gereken mesafe var.


Rusları, bu Knezlik döneminden başlayarak inceleyemeden bu ülkenin siyaset taktik ve stratejilerini kavramak çok zor. Türkiye’de her konuda bilgi sahibi olan uzmanlarımız, sadece Deli Petro’nun adını duydukları halde bu Rus siyaseti konusunda da her şeye vakıf bir eda ile medya alanlarında gerdan kırıyorlar.


Türkiye, Rusya konusunda tarihi bir fırsat ve bir o kadar da riskli bir süreçle karşı karşıya bulunuyor.


Rusya, tarihinde hiç olmadığı kadar bir mengene arasında sıkışmış durumda bulunuyor. Doğuda Çin tufanı geliyor. Çin, çok kısa zamanda Rusya’yı istila etmek zorunda. Yoksa o kadar nüfusu besleyecek gıda üretme imkanına sahip değil. Bunu yapmazsa mevcut rejim yıkılacak. Çin’in göz koyduğu Rusya (Bağımsız Devletler Topluluğu)’un bir kısmında Türk cumhuriyetleri bulunuyor.


Çin’in istila için hedef olarak seçtiği bölge bakir topraklara sahip olan Sibirya. Ve ne pahasına olursa olsun buraları bir şekilde ele geçirmeye çalışacak.


Diğer yandan güç kaybı yaşayan Amerika Birleşik Devletleri, Batı Avrupa ve AB üzerinden Rusya’yı Batı ve Kuzeybatıdan cendereye almaya çalışıyor.


Maalesef Ruslar, ABD’nin bu tuzağına düştü. Kırım’ı işgal ve ilhak etti. Dünyanın en barışsever ve kendi halinde olan ülkesi Ukrayna’nın topraklarında iç savaş çıkarttı.


Ve Rusya’nın bu cepheden çok ağır darbe yiyeceği muhakkaktır.


Rusya’nın Güneyi ve Güneybatısı patlamaya hazır pimi çekilmiş bir el bombası gibi duruyor. Özellikle Güney Kafkasya ve Dağıstan patladı patlayacak.


Ermeniler üzerinden Fransa ve ABD Güney Kafkasya’ya yerleşmek istiyor. Bu konuda Ermenistan Başbakanı Paşinyan üzerinden gerekli adımları attılar. O adım şimdilik “Türk Duvarı”na çarpmış bulunuyor.


Rusya, Kırım’ı işgal ve ilhakla birlikte dördüncü cephede Türkiye’ye karşı soğuk savaş başlattığı 4. cephe oldu. Ve sanırım 5. cephe Dağıstan’da açılacak. Maalesef Rus siyaseti de bu tuzağa düşecek.


Batı ve Çin’in bu cenderesine karşı Rusya, bir “Türk Dünyası Birliği” ve “Müşterek Türk Ordusu” tuzağı kurmuş durumda. Ama kurduğu bu tuzağın nefesalma borusunun üzerine de çökmüş bulunuyor. Türkiye ile Türk dünyasını birleştirecek Laçın Koridorunun sağını solunu üstünü altını tamamen işgal etmiş ve en ağır konvansiyonel silahlarını bölgeye sevk etmiş durumda. Ayrıca “Türk Dünyası”nın ne kadar hikâyeden bir balon olduğunu Son Karabağ’ı kurtarma operasyonunda gördük. Bütün Türk cumhuriyetleri, Ermenistan’ın yanında yer aldı. Sadece Türkiye Cumhuriyeti devleti ve İran işgali altında bulunan ve hiç biri özgür olmayan Güney Azerbaycanlılar ile Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Azerbaycan’ın yanında yer aldı.


Türk dünyası denen bölgeyi adım adım sokak sokak gezdim defalarca ve çok iyi gözlemleme imkânım oldu.


Bir çok cumhuriyetin yurttaşları kendilerini türk bile görmüyorlar. Örneğin, Özbekler, kendilerini Türk olarak görüyorlar. Ama aynı zamanda Özbek’in Oğuz’dan üstün olduğuna inanırlar.


Kırgızlar, Türk’ü adamdan bile saymıyorlar. Garip gelecek ama Kazakistan’da Türklük bilinci daha gelişkin.


Hıristiyan Türkler, Türklüklerinin farkında bile değil.


Gagauzya’da aydın mı aydın bir orta sınıf Gagauz bürokratı hanımla konuşuyorduk birkaç yıl önce. Kendisine “Türk müsünüz” diye sormuştum. “Hayır değilim” demişti. Gerisini siz düşünün. Üç beş romantiğin “Türklük goygoyu” yerine akılcı gözlerle Türk dünyasının incelenmesi gerektiği kanaatindeyiz.


Bu arada Gagauzya’da o hanımefendi ile konuştuğumuz dil Türkiye Türkçesi idi. Rusya, Komünist dönemde Türklerin birbirinden ilişkisini koparmak için dil eğitimlerini farklılaştırmış, Gagauzların eğitim ve resmi dilini Türkiye Türkçesi yapmıştı.


Adı Türkmenistan olan ülkede bile Türklük bilinci yerlerde sürünüyor halk arasında. Devlet yönetimi ise hala aşırı Rusçu. Ruhları, beyinleri Rus maalesef.


Rusya, burada silahlı bir güç oluşturmanın peşinde ve bunu bedava yapacak gibi. Türkiye’ye yol açarak burayı organize hale getirecek. Ne var ki bu güç, Çin yayılmacılığına karşı kullanılacak. Kırılan, bölgedeki Müslüman/Türk nüfus olacak.


Ayrıca ve en önemlisi, Türkiye’nin hem ekonomik hem askeri savunma hem de siyasal birlik olarak O bölgeleri askeri birlik olarak elinde/yanında tutması imkânsız.


Savaş, ve diplomasi, para demektir. Çünkü para güçtür ve daha dün, Teksaslı bir kovboy twitterda “istesem Türk ekonomisini bir twitle bitiririm” diye Türkiye’yi Tehdit etti. Ve neler yaşandığını hepimiz gördük.


Rusya Türkiye’nin Orta Asya’da kelimenin tam anlamı ile “Katır Reşo” olmasını istiyor. Sürüsüne bereket, bizde de Enver Paşa’nın ruhunu taşıyan hayli lümpen var. Ama akıl, Enver Paşa’nın sonunu hatırlatmalı hep… Evet Enver Ruhu ölmemeli ama, Bizans’ı/Roma’yı alt eden akıl da olmazsa olmazımızdır


Rusya bir yandan Orta Asya’da Türkiye’ye “gel gel” yaparken diğer yandan da kendi başının çaresine bakmaya çalışıyor. Kuzey Kutbu'nda bulunan silah geliştirme laboratuvarını yeniden açtı. Mühendislik Merkez Araştırma Enstitüsü (TSNIITOCHMASH), aşırı hava koşullarında kullanılabilecek sistemlerin testlerini bölgede gerçekleştirme çalışmalarına başladı bile.


Diğer yandan, Türk dünyası ile birleşme yolu olan Güney Kafkasya’da cephesini muhkem hale getirme çalışmalarını hızla sürdürüyor. Azerbaycan savaşın galibi olduğu halde Karabağ’ı daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor.


Azerbaycan ile yaptığı mtabakata uymamaya başladı bile Örneğin, mutabakat bağlamında Gazah'ın 7 köyü, Kelbecer'in Veng köyü, Şuşakend köyünün Azerbaycan'a bırakılmasını gerekiyor. Ama Rusya oralı bile değil


Mutabakata uygun olarak Ermenistan askerleriyle sözde Karabağ silahlılarının derhal bölgeden uzaklaştırılması, barış gücü komutanlığının ayrılıkçı yapıyla tüm ilişkileri dondurması, sözde Karabağ Ermeni bayrağı ile Rusya bayrağının yan yana getirilmemesi gerekiyordu. Fakat bunların hepsini yapıyor


Diğer yandan Rus ordusu, Suriye'de de Türkiye’ye karşı cephesini kuvvetlendiriyor. Lazkiye’deki Hmeymim Hava Üssü'nden yüzlerce asker ve aracı Haseke'nin Kamışlı ilçesine gönderdi. Kamışlı ve çevresindeki Rus askeri sayısı binli rakamları aştı. Ayn İsa’ya yığınak yaptı ve burayı yeniden Esad’a verdi.


Libya’da her gün Wagnerleri Türkiye’nin üstüne salıyor.


ABD ve NATO da bir an önce yükselen güç Türkiye’nin Rus duvarına toslayarak yeniden kendisine mahkûm olmasını dört gözle bekliyor. Bunun için de iki ülkenin kapışması için elinden geleni yapıyor.


Sonç olarak, Türkiye, bu ekonomik yapısı ve siyasal konjonktürden dolayı şimdilik “Ortak Türk Silahlı Kuvvetleri” projesini bekletmeli ya da çok ağırdan almalı. Eğitilecek askerlerin seçimi konusunda Azerbaycan’da davrandığı gii davranmalı. Yoksa duygusal bir hareket hafazanllah Türkiye’nin felaketi olur.


ÖVÜNÇ KAYNAĞI BİR TİCARET ANLAYIŞI


Bütün yazı hayatım boyunca hiç bir şekilde kişisel bir konuyu bana tahsis edilen alanlarda kaleme almadım. Ancak Türkiye’de e ticaretin gelişmemesi için elinden geleni yapan dağıtıcılar ile kargoculara rağmen, yerli üretim yapan şirketler ısrarla bu mücadelesini sürdüren bir firmamızı anmak sanırım onların en tabii hakkı.


Pandemi dolayısıyla kişisel temizlikten sağlığa kadar, sanki hiç devlet yokmuş gibi bütün tedbirlerimizi aldık hamdolsun. Saç tıraş makinasından Oksijen makinasına, immunim sistemi güçlendiren takviyelerden serumuna kadar gerekli stoklamayı yaptık. Aldığım ürünlerin varsa yerli mallarını tercih ettik. Yoksa Lisanlı üretimi tercih ettim. Markayı lisanslı üretim sanmıştım. Hayli kaliteli bir ürün ve bir yıldan fazladır bu makina ile tıraşımı kendim yapıyorum. Bu çerçevede aldığım tıraş makinasında kutuda olmayan bir iki parçaya ihtiyacım oldu.


İnternetten kendilerine ulaştım ve inanmayacaksınız ama Türkiye’deki kargo şirketlerinin lakaytlığına rağmen ertesi gün ihtiyacım olan iki aparatı da elime ulaştırdılar.


Böylesine hızlı çalışan bu şirketi merak ettim. Doğrusu İngiliz olabileceğini düşündüm. Çünkü markanın adı İngilizce. İnternetten markayı araştırdım ve çok şaşırdım. Aldığım makine tamamen yerli ürün. Orta Anadolulu bir girişimce yaklaşık 20 yıl önce dış pazarı hedef alarak kuaför malzemeleri üretimi işine girişmiş bu yüzden markasının atını İngilizce koymuş.


Pandemiden dolayı önceliği iç piyasaya vermiş ve kendi berberimin tavsiyesi ile Powertec marka makinayı satın almak bize de nasip oldu.


Böylesine yerli girişimcilere can kurban. Şirket yetkilileri ile konuştum. Pandemi sürecinde üretime ara vermedikleri gibi bir tek personel bile çıkarmamışlar. İstihdama olabildiğince katkı sağlıyorlarmış. SGK’dan kayıtlarını araştırdım bu söyledikleri doğruydu. Böylesine dürüst çalışan ve bu ülkeye döviz kazandıran ayrıca ürünün mali değerinin üç beş lira olduğuna bakmadan müşteri memnuniyeti için Türkiye standartları üzerinde çaba sarf eden Powertec’e ve bu şirketi kurup bu hale getiren Beşir Saygılı Bey’e gönülden teşekkür ederim.

28.12.2020 15:13

Hani derler ya, “insan 7’sinde neyse, 70’inde de odur.” İnsanın kaderi de aslında ta küçük yaşlarda kendini net olarak gösteriyor.

Çocukken iki kardeşimi toprağa vermiştim. Sağlıkçı bir aile olmamıza rağmen, iki kardeşim de antibiyotik olmadığı için öldüler. Biri Çocuk Felci semptomlarından diğeri Boğmaca'dan

Ercan benden sonra doğan ikinci kardeşimdi. Çok seviyordum onu… Başka bir sevgiydi. Onun ölümünden sonra günlerce kendime gelememiştim… Yeme içmeden kesilmiştim. Hala Ercan ismini duyunca içim paralanır.

Ercan’ın sevgisini ve yerini artık can oğlum Ahmed Şamil Bera aldı.

1970’li yılların sonlarıydı…

Sonra kız kardeşim Vilayet yine bir kış günü bir köy sağlık ocağının lojmanında günler, haftalar süren kar fırtınalı bir günde Boğmaca hastalığından dolayı meleklere katıldı. Vilayet’in ölümü de beni çok üzmüştü, ama Ercan başkaydı…

Kız kardeşimin ismi ilginç gelebilir size. Annem kelimenin tam anlamı ile bir hanım ağa idi. Anne tarafından Çerkes Beyi torunu, baba tarafından ünlü Zırkan aşiretinin lideri Keremè Kalağası’nın yeğeni. Kelimenin tam anlamı ile tam bir beyzadedir annem. Diğer kızlarının ismini yazayım da nasıl bir kadın olduğu hakkında size ipucu verir umarım. Büyük kızının adı Variyet, diğer kızının adı Saltanat

Saten bu beyzade kadın olmasaydı 12 Eylül askeri darbesinin üzerinden silindir gibi geçtiği ailemizi kimse toparlayamazdı. 12 Eylül’ün yetim bıraktığı dört küçük çocuk… Onlara hem analık hem babalık yapmak…

Bir anda yokluğun içine düşmek… Gururundan ne bir amcama ne de dayıma yoksulluğundan hiç söz etmemek…

12 Eylül bizi öylesine vurmuştu ki kelimelerle anlatamam. Canım babam Erzurum askeri cezaevinde tutuklu… İşten atılmış, dolayısıyla lojmandan da atılmışız. Elde yok cepte yok. Her zamanki memur hali…

1981’in Ramazan’ında bir iftar vakti annem bize taşı patates diye kaynattı. Ve o patatesler yakacağımız az olduğu için pişmemiş, annem tuzlu suyunu sofraya kurmuş ve o suya tandır ekmeğimizi banarak iftarımızı açmıştık…

O patatesler 39 yıl oldu hala pişmedi… hiçbir zaman pişmeyecek.

Yıllar sonra annemin yokluktan dolayı bizi o taşlarla avuttuğunu anlayacaktım.

Aslında ailemizin iki tarafı da zengindi. Ama annem onlardan tek bir yardım dahi almadı. Hep, “ihtiyacım yok” derdi.

Annemin çileli ömrünü yazmaya ne kalem yeter ne de defter… Kocasını işkenceler altında kaybeden kadın yıllarca oğullarını işkencehanelerin kapısında, mahkeme koridorlarına bekleyip durdu.

İşte o kasvetli 12 Eylül günlerinin uzantısında canım babacığım işkenceden dolayı emanetini hakka teslim etti…

Babam ölene kadar benim için en büyük ölümün kardeşim Ercan’ın ölümü olduğunu sanmıştım…

Cenazesini alıyorsun o soğuk tıp morgundan daha küçücük bir çocuksun. Tabuta omuz atıp onu kaldırabilecek ne yaşın ne boyun ne de gücün var…

Ömrünce hep milletin sağlığı ile ilgilenirken ailesini ihmal eden, ama varlığı ile dağlardan daha güçlü ve daha cüsseli olan baban vardı arkanda.

İşte o soğuk morg o üç metrelik tabut bir anda o ulaşılmaz, yıkılmaz dağı senden alıp kapağının altına mahkûm ediyor…

Babam için hiç ağlamamıştım… Sadece susup kalmıştım haftalarca…

Ölümünden aylar sonra bir hatırası ile karşılaştığımda ilk kez o zaman ağlamıştım…

Keşke hep ağlasaymışım. İçimdeki o intikam o öfke duygusunu hiç taşımasaydım.

İşkenceciler de cezalarını aldır bu dünyada. Hesap Günü’nde zaten her şey sorulacak zalimlere…

Yetim büyümek dünyanın en zor yaşamı, en zor ömrüdür. Bayram olur elini öpeceğin baban yok. Düğün derneğe gidersin, önünde büyüğün yok. Aileler arası sulhu sağlamaya gidersin, üzerinde babanı temsil etmenin kahredici ağırlığı; yükü var.

Hiçbir düğün dernekte oynayamazsın… Hep bir tarafın eksiktir. Ayrıca bir yük de vardır omzunda. “Babanı temsil ediyorsun ağır başlı ol” uyarısı ile karşılaşırsın hep…

Doğru düzgün bir sevda bile yaşamazsın…

Dedim ya yetimsin, bir yarın yok. En güçlü en kudretli yarın… Baban yok. Yetimsin işte.

Evin yükü omzunda. “Okuldan işe, işten eve, evden okula” döngüsünü yaşarsın ömrünce.

En iyi okulu kazanırsın mutlu olamazsın. Çünkü seninle iftihar edecek bir baban yok yanında. “Aslan oğlum, dereceye girdi. Türkiye’nin en yüksek puanlı bölümünü kazandı. Uzay bilimlerinde çalışacak” diye seninle gururlanırken seni de pohpohlayacak bir baban yoktur yanı başında.

O büyük başarın sana hüzün olarak gelir. Göz yaşı olur başarın sana. Yüreğin kanar hep. “Neden ben? Neden bırakıp gittin bizi baba? Senin zulümden, faşizmden kurtarmaya çalıştığın halkın, bu yetim, bu boynu bükük çocuklarının farkında değil bile” diye feryat edersin sessizce…

Askere gidersin elini öpeceğin baban yok

Evlenirsin, sana nasihat edecek, nikahında yanında olacak baban yok

Çocuğun olur, onu kucağına alıp sevecek baban yok…

En büyük merhamet kaynağı baban yok işte… Hiçbir yerde.

Başarılarında, başarısızlıklarında, hüzünlerinde, yenilgilerinde, mapus damında… hayatın hiçbir yerinde baban yok işte.

Askerliğin, evliliğin, çocuğunun dünyaya gelişi… hepsi zehir olur sana…

Oturur ağlarsın. Bakanlar, sevinç gözyaşı sanır. Oysa gözyaşların el ele tutuşup yanaklarından “Baba!.. Baba!..” diye feryad u figanla süzülüyor.

Baba yokluğu, eksikliği ve ezikliği ile İstanbul’a okul okumaya geldim…

Ve çalışma zorunluluğu. Nasibin gazetecilikte olur her ne kadar mühendislik okusan da.

İlk maaşını aldığında ağlarsın, baban senin para kazandığını görmediği için. İşinde yükselirsin en iyileri yapmaya başlarsın ve oturup gizli gizli ağlarsın baban bunları görmedi diye…

İşte böyle bir sevgi, şefkat ve merhamet yokluğunda Ahmet abiyi tanıdım.

Meleğin ete kemiğe bürünmüş Ahmet Kekeç’i yani…

Merhamet, muhabbet ve insanlık abidesi Ahmet abi…

Hastaneye son yattığı güne kadar beni sırtında taşıdı hep…

Benim gibi kavgacı, benim gibi haşarı, benim gibi ele avuca sığmaz bir haylazı tam 29 yıl taşıdı omuzlarında.

Bana yazmayı öğretti.

Sanatı, edebiyatı, kültürü, tarihi… Bugün donanım olarak bende olan bütün hasletleri Ahmet Kekeç verdi bana. Bir babanın evladını büyütüp yetiştirmesi gibi…

Başına bela olmuştum ama o hep merhamet gösterdi. 20 yaşındaki delikanlı değil de 8-10 yaşındaki çocuğu büyütür gibi ilgilendi.

Her hapsimde kahrımı çekti. Adliye koridorlarını bir baba merhametiyle arşınladı.

28 Şubat’ın o melun günlerinde ikimiz de bazı dosyalarda yargılandık.

Bir dosyadan toplamda 32 yıl hapis almıştım. Beşiktaş’taki DGM’den (Devlet Güvenlik Mahkemesi) çıkıp Fatih’e gitmiştim Ahmet abi ile Salih Tuna abinin her zaman oturdukları Ozanlar Kıraathanesi'ne. Dava sonucunu sordu. "Toplamda 32 yıl verdiler abi” dedim. Espri olsun diye kızmıştı, “Defol git buradan, utanmıyor musun büyüğünü geçmeye” diye takılmıştı. Yani bir dosyada kendisinden fazla ceza aldığım için hesapta kızıyordu ama gönlümü almak için yapıyordu bunları.

“Şimdi 32 yıl boyunca her hafta Metris’e seni ziyarete mi geleceğim? Ulan Erdal, bunca yıldır senden küçük bir hayırlı iş görmedik” diye kahkaha atarak takılmıştı. Bana o takılmaları yaparken kendisin de boynunda 28 Şubat zalim yargısının onlarca urganı vardı.

(NOT: O yıllarda yürürlükte olan yasalar gereği, gazetecilerin meslekten dolayı aldıkları cezaları yüksek mahkemece onaylanmadığı sürece tutuklanmazlardı.)

Hayatımda çok ciddi travmalar yaşadım. Hep yanımda oldu Ahmet abi. Bir abiden çok bir baba gibi hep tuttu elimden, korudu beni. Bana Karaciğer kanseri teşhisi konduğunda yine yapayalnızdım dünyanın bin bir kahrı ile. Nejdet, Ergin ve Metin Külünk abilerle birlikte Ahmet abi yanımdaydı. Maddi manevi hep beni destekledi. Ve kelimenin tam anlamı ile kanseri Ahmet abi ile birlikte yendik.

Evlendim, yanımdaydı, öldüm yanımdaydı, dirildim yanımdaydı. Bir babanın şefkati, merhameti ve gücü ile…

Ve 30 yıl boyunca hep abi-baba merhamet ve sevgisi ile hayatımda vardın. Şimdi 39 sene sonra bir daha beni niye babasız bıraktın be abi?

Hani sen benim helvamı yemek için gün sayıyordun yıllar önce? Odu mu şimdi bu?

Hani her yanlışımda kızdığında “sen benim için Hakan’dan farksızsın. Senin yanlışların, hataların beni kırıyor artık” diye söyleniyordun bana abi.

Şimdi kim hatamdan dolayı bana kızıp beni düzeltecek?

Ah abi ah…

Tam 39 sen sonra bir daha belimi büktün, beni yetim bıraktın abi…

Söz veriyorum, “Yağmurdan sonra” yanındayım abi. Öbür tarafta da kahrımı çekeceksin…

18.11.2020 16:41

Kolberlik, Türkiye nüfusunun neredeyse tamamının yabancı olduğu bir kelimedir. Doğu vilayetlerimizde ve sınıra yakın köylerde kasabalarda oturanlardan başka kimsenin bilmediği kadim bir kavramdır.

Bu kavram aynı zamanda bir mesleğin adıdır

Ve yüz yıldır insanlar bu meslekle çoluk çocuğunu geçindirir…

Bilen bilir, Doğulu; Erzurumluyum. Merhum babam sağlıkçıydı ve görev yerleri arasında doğu illeri de vardı.

Cennetmekan babamın şark görevleri hayal meyal de olsa gözümün önüne geliyor arada.

Kolberlik kavramı ta o günlerde hafızama girdi. 1970’lerin Doğubayazıt’ındaydı babam. Hudut köylerinde bir sağlık ocağında görevliydi.

Türkiye’nin en yoksul dönemleri. Asprin, ağrı kesici, tütün, yağ, şeker ve Gazyağı’nın olmadığı yıllar. Un ve bulgurdan gayrı işlenmiş hiçbir gıda ürünü yoktu. Sol hükümet (Ecevit)’in bir daha Türkiye’yi batırdığı yıllardı. Yanlış okumadınız, tarım ülkesi Türkiye’de tütün yoktu.

“Gazyağı”nı bir çok insan bilmez. Hatta yaşı 40’ın altında olan kimse bilmez. 1970’li yıllarda Türkiye’nin bir çok ilinde dahi elektrik yoktu. Elektrikler, illerde bulunan jeneratörlerle verilirdi ve akşamları ortalama dört beş saat verilirdi.

İşte o günlerde gecelerimizi Gaz Lambası ile aydınlatırdırk. Ve Gazyağı, Motorin'in daha da inceltilmişi olan bir petrol ürünüdür.

Bir çok Doğu ili 1980’lerden sonra jeneratörsüz elektriği merhum Turgut Özal ile tanıdı.

Kolberler işte o dönemler, Doğu Anadolu’nun adeta can damarı gibiydiler. İran’dan katır sırtları ile yağ gazyağı, ağrı kesiciler, inanmayacaksınız ama Penisilinimizi bile Kolberler İran’dan getiriyorlardı. Ne acı bir durum değil mi, Türkiye’nin sınır sağlık ocağına devletin sağlık memuru veya hemşiresi kendi cebinden ara verip İran’dan kaçak yollarla Penisilin getirip özellikle zatürre olan çocuklara kullanıyorlardı.

 Ben bunlara defaatle şahit oldum. İki kardeşim, Penisilin olmadığı için daha bebek iken öldüler o yıllarda. Biri Çocuk Felci, biri de Boğmaca’dan. Kardeşim Ercan’ın ölümü, Allah’ın bir babaya vereceği en acı ölümdü. Babam, at sırtında köylere Bogmaca aşısı yapmaya gitmişti. Bir gittiğinde bir haftaden önce dönmüyordu. Sağlık ocağına bağlı köylerde çocuklara boğmaca aşısı yapardı. Yerde en az iki metre kar ve atla günde ancak bir köye gidilebiliyordu. Babam da günün bittiği köyde kalıyor, ertesi gün bir sonraki köye gidiyordu.

Kardeşim hastalandıktan beş gün sonra geldi ve 1 yaşındaki oğlunun bilincinin kapalı olduğunu gördü.

Babam ertesi gün Doğubayazıt ya da Ağrı’ya gidebilmek için kızakla oğlunu iki gün taşıdı… Yolda, kucağında oğlu can vermişti. Tabi bunu Doğubayazıt merkezde sağlık ocağına girdikten sonra anlıyor. (O yıllarda ilçelerde hastahane yoktu. Sadece sağlık ocakları vardı). Çünkü bebek Ercan kırk kat battaniyeye beze sarılı. Arada nabzını kontrol ediyor. En son Doğubayazıt’a yaklaşırken kontrol etmiş kardeşim yaşıyormuş…

Bir insan düşünün, karda, kışta kıyamette, kurtlar tarafından parçalanma tehlikesi göze alarak uzak köylerdeki çocukların canını kurtarmaya çalışırken, antibiyotik yokluğundan dolayı kendi öz evladını kaybediyordu.

Babam devletin Sağlık Memuru ve sınırdaki Sağlık Ocağında görevli ve yöneticisiydi… Ve devlet, kendi memurunun çocuğuna bile Penisilin türü antibiyotik gönderemiyordu.

Kardeşimin defin işlemleri yapılırken komşulardan duyduğum, aşırı tipi ve fırtınadan dolayı Kolberler haftalık turlarını yapmamışlar. O yüzden Penisilin yokmuş.

Kolberler, sadece acıyla yüzleşmeyelim diye çalışmıyorlardı. Bayramlarda düğünlerde yüzümüzü güldürürlerdi. Kara lastiklerimiz, kıyafetlerimiz hep onlardan alınırdı…

Tek dertleri vardı, bizi sevindirirken kazandıkları üç beş kuruşla çocuklarını sevindirmek…

Bu, Ağrı da, Van’da Hakkari’de, Şırnak'ta da öyle idi.

Jandarma da kolberlere pek karışmazdı. Çünkü onların da ihtiyaçları olurdu. Kuş uçmaz kervan göçmez dağlardaki jandarma karakollarının ihtiyacını yine kolberler karşılıyordu. Jandarma da bilirdi ki bu insanlar tek derdi küçük ticaret. Ve bu ticaret köylerdeki yokluğu az da olsa ortadan kaldırıyordu.

Lambalarımızı aydınlatmamız için Gazyağını, Traktörlere mazotu, görünce sevinçten havalandığımız makarnayı, pirinci bu Kolberler getiriyordu. Aklınıza öyle büyük miktarda tonalar gelmesin. Bir Kolberin en fazla iki katırı olurdu. Ve her katıra 100-150 kilo arası yük bindirilirdi.

Ta ki PKK denen uluslararası tetikçi kanlı terör örgütü ortaya çıkana kadar kolberler sorunsuz işlerini yapıyorlardı.

Terör örgütü PKK ortaya çıkınca bu Kolberlere zorla silah, bomba ve mühimmat taşıtmaya çalışıyordu. Ve kolberlerin çoğu işlerini bırakmak zorunda kaldılar. Daha sonra Türkiye’nin sınır güvenlik birimleri tarafından bunların PKK’ye mühimmat taşıdıkları, istihbarat faaliyeti yaptıkları tespit edilince bunlara nefes aldırılmadı. Kolberler, ya işi bırakacak ya da PKK’ye çalışacaklardı. Rızık korkusu taşıyanlar, ölümü göze alarak Kolberliğe devam ettiler. Ve her yıl birkaç çoğu hem PKK hem de sınır güvenlik birimleri tarafından öldürüldü. Sınıra mayınlar yerleştirildi. Hasılı kelam Kolberlik, Azrail ile dans etmekle eşdeğer hale geldi.

Kolberlerin işi bırakmasından sonra Türkiye tarafında bulunan köylerden Kolberler ortaya çıktı. Özellikle Hakkari ve Şırnak civarında bu işe soyunanlar çok oldu. Ne var ki neredeyse tamamının PKK’ye çalıştıkları ortaya çıktı. Devlet bunlara da engel oldu.

PKK’nın Doğudaki dağlardan temizlenmesinden sonra İran tarafından kolberler yine küçük alışverişler için işe başladılar. Fakat bu sefer ticareti yapan onlar değildi. Onlar, ambargodan dolayı sadece Türkiye ve iran tarafındaki tüccarların mallarını taşıyorlar.

AMerikan ambargosuna takılan ticaret, Kolberler üzerinden deliniyor. Belki çoğunuza garip gelecek ama Özellikle İran’a tekstil ve ayakkabı ihracatı yapan bir çok şirketin ambargodan dolayı duran ticareti bu Kolberlerin sayesinde yeniden canlandı. Hani “akmasa da damlıyor” dedikleri türden.

Kolberlik ile ilgili İran sınırında bulunan güvenlik görevlilerden sorumlu mülki yönetimler bir çözüm bulmalı. Hem İran hem Türkiye tarafından bu işi yapanlar sadece rızıkları için çalışıyor. Artık katır sırtında mazot veya akaryakıt getirilmesi ekonomik değil ve zaten mümkün de değil. Ama bir katırın sırtına en az 500 çift ayakkabı yüklenebiliyor. Bu da nereden bakarsanız bakın ülke ekonomisine birkaç on bin dolar girdi demek.

Kabuklanmış kardeş yaramı bugün bana deştiren, Arapça yayın yapan bir internet sitesinde sınırda İran askerleri tarafından vurulan iki kolber kardeşin haberi oldu.

İran’ın Urmiye kentinin Kuran köyünde yaşayan ve Kolberlik iki fakir kardeş, sınır hattında açılar ateş sonucu ağır yaralanıyor. Kardeşlerden Muhsin Kasımi (24) olay yerinde tüm müdahalelere rağmen yaşamını yitiriyor. Diğer kardeş Muslih Kasımi (21) ise Türk sınır birlikleri tarafından kurtarılarak Hakkâri Devlet Hastanesi’ne kaldırılıyor

Haberi okuyunca gözlerimden yaşlar aktığını fark fark etmemiştim… Yüzünü dahi hayal meyal hatırladığım kardeşim Ercan’ın Penisilin yokluğundan ölümüne mi, Muhsin ile Muslih’in yokluktan bile bile ölüme yürümelerine mi ağladım bilemiyorum…

Uluslararası cinayet şebekesi PKK olmasaydı bugüne kadar sınırda hiçbir Kolber asker kurşunu ile ölmezdi… Allahın kahrı ve laneti üzerinde olsun ey PKK…

11.11.2020 12:51

Kaç gün oldu bilmiyorum, Türkiye, ABD seçimlerine kilitlenmiş. Geleneksel medyadan tutun dijital medya platformlarına kadar her yerde ABD seçimleri ile yatıp kalkıyor Türkiye.

Bir zamanlar Sol, Kemalist cenah ve liberaller ABD seçimlerine bu kadar ilgi gösteriyordu.

Maalesef bu kervana İslami kesim ile Muhafazakâr ve sağcı medya platformları da katıldılar.

Kelimenin tam anlamı 7/24 her tarafımız ABD seçimleri ile dolup taşıyor.

Daha düne kadar, Uluslararası ilişkiler uzmanı, Stratejist (ne demekse), Güvenlik uzmanı (bu da ne demekse? Ve bunların tamamı emekli asker) Doğum uzmanı, Bevliye Uzmanı, Beyaz Eşya Tamir Uzmanı, At Nalı Uzmanı gibi tekmili birden uzman olanların alayı birdenbire karşımıza ABD uzmanı olarak çıktılar her yerde.

Bunların en büyük ortak özellikleri, tamamı her konuda yanılıyor. Özellikle, TSK tarafından artık bir fayda sağlanamayacağı için takavvuta ayırdığı generallerin ekranlarda boy göstermeleri artık eğlence olmaktan çıkalı çok oldu. Türkiye’nin en büyük sorunu zaten bu uzmanların olduğu anlaşılırsa, içeride ve dışarıda yaşanan gelişmelerle ilgili toplumumuz el yordamı ile doğruya daha da yaklaşmış olacak.

Bunlara bakılırsa, bu seçimden sonra ABD’de iç savaş çıkabilecekmiş, ABD dağılıyormuş, vs, vs, vs…

Halbuki Amerika Birleşik Devletleri’nin devlet yapısını ve Anayasasını bilseler bu tür saçmalıklara tevessül etmezler.

Dahası, ABD yurttaşlarındaki “Amerikalılık” bilinci hakkında incir çekirdeği kadar bilgileri olsa bu lafları söylemeden 40 kere düşünürler…

ABD’deki Anayasal ve yasal zorunlulukların yanısıra, ABD toplumundaki “Amerikalılık” duygusunun üstüne, devleti ayakta tutmak için oluşturulan kurum ve yapılanmaları da koyun, varın düşünün facianın durumunu.

Ya hu adamlar NSA üzerinden uzaya düzer vermeye çalışıyorlar. Böylesine bir çaba, kendi iç yapını sağlamlaştırmadan gerçekleşebilir mi?

Ve Amerika Birleşik Devletleri’tamam

nin daha çok “sürekli kendini yenileyen bir modern şirket” olduğunu dahi bilemeyecek kadar cahiller.

2000 yılındaki ABD seçimlerinin sonucunu hatırlasalar eminim bu sözlerinden dolayı utanırlar. Çünkü o seçimde hafızam beni yanıltmıyorsa 1000’in altında bir oyla başkanlık koltuğu el değiştirmişti. Eğer o sonuç Avrupa’da herhangi bir ülkede olsaydı, eminim kan gövdeyi götürürdü.

Bu gün toplumsal yapısı ve yurttaşlık bilinci en sağlam ülkelerin başında ABD gelir.

Bu “Herşeyolog”ları ve saçmalıklarını bir kenara bırakıp konumuza dönersek, karşımızdaki tablonun bir facia olduğunu rahatlıkla görebiliriz.

ABD seçimleri başlamadan günler önce Türkiye’de bazı kesimlerde yaşanan telaşı bir nebze de olsa anlayabiliriz. Örneğin CHP’deki telaşı anlayabiliriz. Çükü CHP, Batı’nın ve Batı çıkarlarının ülkemizdeki temsilcisidir.

Sol görüşlüleri deseniz ha keza. Neredeyse tamamı Batı’nın taşeronudur. Liberaller, bu iki gruba göre daha ahlaklılar. Çünkü batı temsilciliğini açık açık yapmaktadırlar.

Eskiden ABD’deki Başkanlık seçimleri döneminde Türkiye’de batıcı, liberal ve Sol basın her gün yayın yapar ve görüşler yayımlardı. Biz Müslümanlar bu seçimleri sadece “haber” olarak değerlendirirdik. Bilirdik ki kim gelirse gelsin, ABD’nin emperyalist çıkarlarına hizmet etmek üzere Başkanlık koltuğuna oturacaktır. Çünkü biz Müslümanlar, “küfür tek millettir” ayetini beynimize kazımış insanlarız.

Dikkat ederseniz, dünyada en çok kan, sözde insan hakları savunucusu “Demokrat Başkan”lar döneminde akıtıldı. Obama döneminde ABD bölgemize DAEŞ adlı bir terör örgütünü yerleştirdi. Clinton da El Kaide’yi…

ABD ve egemenler, fiili olarak sömüremedikleri veya fiili sömürgesi maliyetli olacak ülkelerde beyinleri sömürgeleştirir. Türkçe ifade ile mankurtlaştırır. Türkiye’deki İslami ve milli kesim “bu kadar Batı yanlısı” bulunmasına şaşırıyorlar. Şaşılacak bir durum yok. Çünkü Türkiye, fiili olarak sömürülmesini gerektirecek bir zenginliği olmadığı için emperyalizm, içimizde mümessillerini bırakarak tam bağımsızlığımızı engellemeye çalıştılar.

Emperyalizm, yıllarca ülkemizde mankurtlaşma çalışmalarında İslami kesim üzerinde hiç de başarılı olamadı. Ne var ki 28 Şubat Amerikancı post modern askeri darbesinden sonra tasfiye eden Müslümanların yerine FETÖ terör örgütün ihsas etti. İslam’ı maske olarak kullanan bu örgüt, maalesef Müslümanların mankurtlaştırılması konusunda başarılı olduğu görülüyor.

Çünkü bu son ABD seçimleri bu mankurtlaştırılma operasyonunun en somut delili oldu.

İslami kesim medyası da maalesef son ABD Başkanlık seçimleri ile ilgili 7/24 yayın yapıyorlar. Her ne kadar kendilerini İslami değil de “muhafazakâr” olarak tanımlasalar da İslami söylem ve jargondan asla vazgeçmiyorlar. Çünkü he kadar inkâr etseler de geldikleri gelenek bu.

ABD seçimlerinde kimin kazanacağı benim umurumda değil. Çünkü Biden de Trump da Emperyalist.

Bu seçimin beni ilgilendiren tek tarafı şu: Maalesef bizim de tarlamızı sürmüşler. Türkiye çok acil olarak yeniden bağımsız, milli düşünen insan kaynağını oluşturmalı.

06.11.2020 15:08

Neredeyse yarım yüzyıldır terörle yüz yüze olan bir ülkenin yurttaşı olarak terör saldırılarının ne mene bir şey olduğunu çok iyi biliyoruz. İki kuşağımız terör eylemleri altında büyüdük. Üçüncü kuşağımızın da bıyıkları terlemek üzere.

Ve bize yöneltilen namluların tamamı Batı Avrupa tarafından doldurulduğunu da hepimiz biliyoruz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ısrarla Avrupalıları uyardı: “Bu terör bir gün size dönecek!”

Dinlemediler, hatta önemsemediler. Çünkü terörü kendileri finanse ediyor ve piyasaya sürüyorlardı. Yıllardır savaş ve terör alanında çalışan bir gazeteci olarak şunu kesinlikle ifade edeyim, dünyadaki bütün terörist faaliyetlerin arkasında Batılı devletler var. Özellikle, Fransa, Almanya, Avusturya, Kanada ve ABD terörizmle ilişkilerini aleni bir halde sergiliyorlar. İngiltere daha sofistike ve mesture bir şekilde terörist faaliyetlerde bulunuyor.

Tabi Rusya’nın da terörün bir diğer organizatörü olduğunu unutmamak lazım.

Bu gün Türkiye’de asker sivil, güvenlik görevlisi yurttaşlar ve ölen teröristler dahil yaklaşık 100 bin insanı katleden PKK terör örgütü Macaristan ve Polonya hariç, irili ufaklı bütün Avrupa ülkeleri tarafından korunuyor, kollanıyor ve finanse ediliyor.

  1. ve 21. yüzyılın en sofistike ve en acımasız terör örgütü olan FETÖ, bütün Avrupa ülkelerinin himayesi altında halen terörist faaliyetlerini sürdürüyor.

“Arap Baharı” denen, bölgemizi yeniden sömürgeleştirme operasyonu sonrasında ortaya çıkan nevzuhur katiller sürüsü örgütlerin çatı ve omurgasını oluşturan bütün teröristlerin AB vatandaşı olması aslında bu ilişkiyi bir kez daha ortaya koyuyor.
Hatırlarsanız DAEŞ’in ilk eylemlerinin yapıldığı zamanlarda teröristler birileri ile Fransızca veya Almanca konuşuyorlardı. Tabi tamamının İngilizce bildiğini de unutmayalım.

Batı’nın çıkarlarına hizmet etmek istemeyen bütün yerel direniş örgütleri önce DAEŞ’in eliyle yerle bir edildiler. Arta kalanları da ABD ve Ruslar öldürdüler, öldürmeye devam ediyorlar.

Burada herkesten farklı bir bakış açısı ortaya koymak istiyorum: Batı’nın Türkiye’ye açık açık düşmanlık güttüğü döneme bakın. Türkiye, DAEŞ terör örgütüne karşı cephe savaşı başlattığı dönemle aynı olması tesadüf müdür? Türkiye, önce DEAŞ’ın yayılmasını engelleyen cepheyi oluşturdu yerel unsurlar üzerinden. Akabinde de bu örgüte karşı devlet olarak tek başına mücadele etti ve örgütü kelimenin tam anlamı ile bitirdi. 5 bin civarında DAEŞ’li teröristi TSK ve TSK’nın desteklediği yerel unsurlar etkisiz hale getirdi.

Dileyen herkes dünyanın en zengin açık kaynağı olan Google’da bakarak bu bilgilere ulaşabilir: ABD’nin bize karşı açık açık hörelenme tarihi ile Türkiye’nin DAEŞ’e darbe vurduğu tarihin aynı olduğunu göreceksiniz.

Türkiye, yerel unsurlarla DAEŞ’e nefes aldırmadığı zamanlar, uluslararası casusluk ve ihanet örgütü olan Fetullahçı Terör Örgütü’nün bütün propaganda araçları, Türkiye’nin DAEŞ’e silah, mühimmat ve lojistik yardımı yaptığı iftirasını yaydılar. Adana’daki meşhur MİT tırları olayı da bu yürütülen kirli operasyonun bir parçasıydı. Ve devletin içindeki milli unsurların Erdoğan’ın önderliği ile direnişi ve karşı harekete geçmesi ile birlikte bu kirli tuzak, FETÖ’nün başına çalındı.

FETÖ terör örgütünün bu milletin başına açık açık ve çok hızlı bir şekilde bela edilmesi 28 Şubat Amerikancı Post modern Darbesi ile bela edildi. Türkiye’de alnı secde gören insanlar takibat ve tarassut altına alınırken, FETÖ’nün lise çağlarındaki örgüt üyeleri dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı tarafından Genelkurmay binasında törenle karşılanıyordu. Cumhuriyet tarihinin en milli gençlik örgütlenmelerinden olan ve neredeyse her mahallede teşkilatlanan Milli Gençlik Vakfı tasfiye edilmiş yerine bir anda mantar gibi her semtte FETÖ terör örgütünün yurtları dershaneleri, dernekleri ve vakıfları kurulmuştu.

28 Şubat’a kadar hiçbir dünyevi işle alakası olmayan Türk tasavvuf ekolleri (tarikatlar) bu süreçte kelimenin tam anlamı ile tırpanlanıyordu. Akabinde yeniden toparlanma sürecine girdiklerinde baskının etkisiyle, manevi dünyaya hitap eden tarikatlarımızın önemli bir kısmı dünyevileşmiş ve kelimenin tam anlamı ile “Allah rızası A.Ş.”ye dönüştürüldüler. Ve bu yüzden insanların manevi dünyasında oluşan boşluğu FETÖ terör örgütü ile doldurdular maalesef.

Şimdi Fransa’daki terör saldırıları ile Avrupa’nın 28 Şubat’ı başlatıldı. Avusturya’daki melun ve meşkuk saldırı ile de bu 28 Şubat’ı zirveye taşıdılar.

Bir çok İslami dernek ve vakıf Avrupa’da tek tek kapatılmaya başlandı. Bugüne kadar hiçbir siyasi ve asayiş olayına adı karışmamış Ülkü Ocakları da Fransa’da kapatıldı. Bu karar bütün Avrupa’ya yayılacak.

Şimdi sırada Avrupa’daki Milli Görüş Teşkilatları, Avrupa Demokratlar Birliği ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Avrupa’daki resmi yapılanması hedefe konacak. Bu gün Siyonizm’in Türkiye’deki temsilcisi pozisyonuna bürünen Saadet Partisine boyun eğen Milli Görüş şubelerine dokunulmayacak. Ama diğerlerinin tamamı kapatılacak. Diyanetin kuruluşları kapatılmayacak ama kapatılmaktan beter edilecek. Çünkü kapatırlarsa mütekabiliyet gereği Türkiye de gerekenleri yapacak.

Avrupa’daki Müslümanları arasında doğan boşluklar FETÖ terör örgütünün kurduğu örgütlenmeler, dernekler dolduracak. FETÖ terör örgütü şu anda Avrupa’da yüzlerce farklı dernek vs ile maskeli bir şekilde örgütlenmiş ve pasifte bekliyorlar.

PKK ve uzantıları ile Avrupa’daki Alevi dernek (İsminin Alevi olduklarına bakmayın. Tamamı Alman İstihbarat örgütünün kontrolünde) ve kuruluşlarına dokunmayıp onların önünü daha da açacaklar. PKK’ya dini maskeli dernekler kurduracaklar.

Ama bu Avrupa için çözüm olmayacak. Avrupa ülkeleri istihbarat servislerinin eğitilip bölgemize gönderilen binlerce DAEŞ’li terörist vatandaşlarına yönelik hiçbir rehabilitasyon tedbiri almadı. Bu teröristler, Türkiye’nin darbesinden sonra yaklaşık 6 yıldır döndükleri vatanları olan Avrupa’da elbette boş durmayacaklardı. Kuvvetle muhtemel istihbarat servilerinin kontrolünden çıkmış hücreler de mevcut ve yeni terörist eylemleri gerçekleştireceklerdir.

Benim bir sonraki tahminim Almanya’dır. Zayıf bir ihtimal de Kanada’dır. Umarım her iki ülkenin güvenlik birimleri dikkatli davranır ve hiçbir masum insanın burnu dahi kanamaz.

Almanya veya Kanada’da terörist eylemler gerçekleştiğinde, el altından yürütülen Avrupa 28 Şubat’ı artık alenileşecek.

Avusturya’daki eylem birkaç amaca matuf olduğunu düşünüyorum. Sosyal medyada iletişim halinde olduğum bir arkadaşımın da belirttiği gibi bu eylem, neredeyse tamamen Ermenistan çıkarlarına hizmet etmiştir.

Saldırıdan birkaç gün önce Terörist Ermeni devletinin başındaki haydut Paşinyan ne demişti: “Eğer Türkleri durduramazsanız, tekrar Viyana kapılarına dayanırlar.”

Ve saldırıdan hemen sonra haydut Paşinyan attığı twitle Türkiye’yi ve Türkleri bir kez daha suçladı.

Dikkat edin bundan sonra AB, daha da Ermenistan’a sahip çıkacak. Ancak Almanya’nın da tavrı burada çok belirgin olacağı kuşkusuzdur. Almanya’ya dikkat etmek lazım.

Almanya’nın en büyük ticari ortaklarından olan dünyanın en büyük terörizm organizatörlerinden olan İran’a da dikkat.

03.11.2020 12:03

Daha önce de belirttiğimiz gibi artık haftada bir kere iç politik gelişmeler ile ilgili bilgiler paylaşacağız. Bilgilerden kastım, politik kulislerin en mahrem dairesinde yaşananları sizlerle paylaşmak.

Bu Pazar da Sabah namazından sonra Ankara’ya revan olduk. Çukurambar’dan Cinnah’a, Çay Yolu’na, Ümitköy’e kadar mini bir tur yaptık.

İP’de Meral Akşener’e “torun bakıcılığı yolu” gözüktüğünü belirttiğimiz kulis yazımız çok büyük ilgi gördü. Ve bu çok normaldi çünkü bilgiler tamamen doğru. Sadece darbeci bir askerin oğlu olan Ümit Özdağ’ın harekete geçirileceği konusunda net bilgi elime ulaşmadığı için paylaşmamıştım. Double check edemediğim için paylaşmamıştım.

Ümit Özdağ’ın çıkışı da o yazımızda dile getirdiğimiz konuyu hızlandırma amacıyla yapılan bir siyasi atraksiyondu ve bunu çok iyi başardılar. Özdağ’ın bu çıkışı, İP’teki yıkımı hızlandırarak, Babacan’ın Meclis Grubu kurması çabasına matuftur.

İP ile ilgili herkes, malumun ilamı ile uğraşıyor. İP’teki esas derin FETÖ hala “uykuda” bekletiliyor.  “Uykuda bekletiliyor”daki kastım, sessiz duruyor değil. Arada bazı konularda çıkışlar yaparak bütün dikkatleri üstüne toplamayı başarıyor. Konuşma metinlerinin nereden hazırlandığına kadar bilgiler bizde mevcut. Lakin İP’te yıkım sürecini hızlandırmak için harekete geçtiği zaman bu bilgileri kamuoyu ile paylaşacağız.

Aldığım kesin bilgilere göre FETÖ bir ikilemde bulunmuş durumda. FETÖ’nün üst aklı, malum şahsın da bir an önce harekete geçip yıkımı hızlandırması istiyor. FETÖ’nün kurmay heyeti ise, bu şahsı yıkım sonrasında olunacak bölünmede, Koray Aydın’ın yanında yamamaya çalıyor. FETÖ ve üst aklı bu konuda bir karara vardığında bilgileri sizlerle paylaşacağız.

Hülasa, Okyanus ötesi, kendi İP’inden tamamen umutsuz oldu.

İP’teki dağılmayı bir kenara bırakarak CHP’ye dönmek istiyorum.

Ümitköy’de oldukça mütevazı bir evde (maalesef yeni siyasilerin tamamının evleri minik bir saray yavrusu) CHP’nin “görünmeyen abi”lerinden, akıl hocalarından, yaşı 70’i aşmış bir sanayici ile yıllar sonra yeniden bir araya gelmenin keyfini yaşadık. Erdal İnönü’den bu yana CHP’nin “görünmeyen akıl”larından biri bu sanayici dostumuz.

Geçmişi yad etme faslından sonra CHP’deki bu “PKK’lileşme” sürecine lafı getirdik. Bu süreci kim başlattı, kim yürütüyor?

CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçtaroğlu bu sürecin neresinde? Plan kendisine mi ait, uygulayıcısı mı yoksa sadece gözetmeni mi?

Duyduklarım beni şaşırtmadı. Fotoğrafın parçalarını bir araya getirip aldığım diğer kulis bilgileri ile birleştirince bütün kareler yerine oturdu.

CHP’nin hızla PKK’lileşme süreci projesi, Okyanus ötesinden geliyor.  CHP’nin “görünmeyen akıl”larından biri olan değerli dostumun verdiği şu ip ucu çok önemli:

“FETÖ terör örgütünün siyasetle ilgilenmediğini söylemek, aptallık değil, bu örgütün propagandasını yapmaktır. Örgüt, Rahşan Hanım ve Bülent Bey üzerinden bu ülkede hükümet oldu hatırlarsanız. Ve o zaman devletin en kılcal damarlarına sızmaya ve kilit noktaları ele geçirmeye başladılar.

Şu anki Türkiye’ye baktığımızda şu soruyu soralım: ‘En çok hangi parti başkanının danışmanları ve milletvekilleri FETÖ’den dolayı tutuklu?”

Bu soruya cevap verirsek, FETÖ’nün hangi partinin beyin kadrosunu ele geçirdiğini görürsünüz. Peki ne yaptı bu kadro?

Öncelikle, Kemal Bey’in etrafında dik duran partide sözü geçen tabanı olan ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin kitlesine hâkim olan insanları tek tek tasfiye etmeye başladılar. Bu tasfiyenin ilk adımı Gürsel Tekin oldu. Çünkü Gürsel Tekin, parti tabanının tümünde bilinen ve etkin bir isimdi. Maalesef partinin ‘milli kanadı’ Gürsel Tekin’in yanında yer almadı. Ve böylece diğerleri de daha kolay bir şekilde tek tek tasfiye edildi. Böylece parti tamamen Okyanus ötesinin kontrolüne geçti. Ve şu anda HDP’den daha çok PKK ile yan yana duruyor görüntüsü veriyor. Bütün bunlarda Kemal Bey’in hiçbir dahli yok. O, sadece izleme ve uygulama yapıyor.

Partinin il ve ilçe örgütlerindeki ulusalcı milli isimler tek tek tasfiye edildi, edilecek. Böylece 2023 seçimlerine parti tamamen tek ses haline getirilip, Okyanus ötesinin sesi haline getirilecek. Ama CHP, FETÖ’nün değil, HDP politikalarının sözcüsü olacak.

Peki 2023 planı ne bunların?

Bu seçimde HDP olmayacak. HDP’liler, CHP listesinden seçime girecekler. Böylece CHP’nin Meclis çoğunluğu sağlanmış olacak. Aynı zamanda da CHP’nin içinde bulunduğu ittifakın adayı cumhurbaşkanlığı seçimini kazanacak.

Cumhurbaşkanı adayının ismini hala gizli tutuyorlar. Ekrem, Mansur, Babacan… Bunların tamamı, kamuoyunun önüne yem olarak atılıp harcanmak istiyorlar. Ekrem’in bir çıkıntılık yapması bekleniyor. Ama onu da politika sahnesinden tamamen silecek kulpu ellerinde bulunuyor.”

“Peki CHP tabanında etkinliği olan ve milli olan isimleri kim tasfiye etti” sorumuza aldığım cevap ise beni şaşırtmadı desem yalan olur. Evet o isimi tanıyordum. İstanbul İl Başkanlığı’na getirildiğinde, “TÜSİAD’ın CHP İl Başkanı” dedikodusu çıkmıştı. Yani TÜSİAD’ın CHP’deki temsilcisi…

Gelişi ve il başkanlığı büyük gürültü koparan bu şahıs Kemal Bey’in danışmanı olduktan sonra sesi soluğu kesildi ve sahneden çekildi.

Meğer bu pozisyon değişikliği ve suskunluk kendisinin tercihi değil, bir görev imiş.

Kemal Kılıçtaroğlu ile Canan Kaftancıoğlu’nun arasını açan ve Canan Hanım’ı da topun ucuna koyanın aynı şahıs olduğunu söyledi CHP’nin akil abisi dostum.

Peki bu isim kim?

Kaynağımın söylediğine göre eski İstanbul İl Başkanı ve Kemal Kılıçtaroğlu’nun sır katibi bir isim.

Bu arada bana biraz zor gelen bir iddia daha öne sürdü sosyal demokrat dostum:

“Bu şahıs, Kemal Bey’in yerine getirilecek.”

Peki ne zaman dediğimde ise her zamanki gibi aklımı kullanmamı isteyen şu cevabı verdi

“Gelişmelere bak, tarihe ulaşırsın.”

26.10.2020 11:54

Azerbaycan ile Ermenistan arasında Moskova’da varılan ateşkes anlaşması, başta Türkiye kamuoyu olmak üzere Azerbaycan halkı tarafından büyük bir hayal kırıklığı ve psikolojik çöküntüye sebep oldu.

İlk baktığımızda bu ateşkes, Ermenistan için kelimenin tam anlamı ile bir kurtuluş, bir can simidi oldu. Zaten Erivan’dan yansıyan görüntülere baktığımızda, bütün Ermeniler sokağa dökülmüş ve bayram gibi bu anlaşmayı kutladılar. Çünkü, bu anlaşma onları Azerbaycan Türk Silahlı Kuvvetlerinin elinden kurtarıyor.

Bu, olayın görünen boyutu.

Yaklaşık 30 yıl önce, bu savaş ve terör konusunda mesleki uzmanlığı tercih ettiğimde, bir çok diplomat, örgüt lideri veya illegal savaş yapmış teröristler, gayri nizami harp yöntemlerinin usta ismi emekli askerler, istihbaratçılar ve akademisyenlerle görüşmüştüm.

Hepsinin içerisinde bir emekli büyükelçinin sözleri dikkatimi çekmişti:

“Bu işe yöneldiğinde, masada görünene bakma. Masada gösterilenin arkasına bakmayı başaramazsan ne dış haberci ne terörcü ne de savaşçı olursun.”

İsmet İnönü’nün hiç sevmediği ve kendisini “duyun u umumiyeci olarak” tahkir ettiği merhum Oğuz Gökmen’di.

Oğuz Gökmen, Türk Dışişlerinde müthiş bir kariyer ve saygınlığa sahip bir insandı. Dileyen onunla ilgili yazılanlara bakar internetten. 2007’de rahmetli oldu.

Merhum Gökmen’in bana vasiyet gibi söylediği bir sözü vardı:

“Uluslararası ilişkilerde olanları çabuk anlamak istiyorsan, İsmet Paşa’nın hayatını çok iyi incele. Sırrı onda yakalarsın.”

Bu nasihatten sonra İnönü ile ilgili o güne kadar Türkçe yazılmış ulaşabildiğim ne kadar yazı ve kitap varsa okudum. Tamamının ortak iki özelliği vardı. Oldukça yeknesak ve aşırı tedbirli (Zaman zaman korkaklığa kadar varacak tedbirlilik)ve herkesin baktığının tersine olaylara bakma.

Merhum Kemal Tahir, İsmet Paşa için şunları yazmıştı:
“Bir olayla ilgili insanların tamamı bir yöne bakarken, İsmet Paşa ters tarafa bakar.”

Ve dersimi çalıştığımı sandığımda rahmetli Büyükelçinin kapısını çalmıştım. Bu iki hasletini söyledim. Bana, “şimdi oldu, bütün olaylara İsmet Paşa gibi tersinden bak. Ama korkarak değil, çözüm üreterek o bakışını tamamla.”

Moskova’da iki Ermeni’nin ve bir türkün (Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov Gürcistan Ermenisidir) ateşkes masasında elbette adalet çıkmazdı. Lakin, Hadiselere tersinden bakarsak Azerbaycan bunu muazzam bir fırsata çevirebilir. Şöyle ki:

Azerbaycan Türk Silahlı Kuvvetleri, Karabağ’da ortalama 30-35 km ilerledi. Bazı bölgelerde 50 km.’yi aşan ilerlemeler kaydetti. Karabağ’ı gezen gören biri olarak söylüyorum ki, o kadar kısa zaman içerisinde bu kadar ilerlemek, her ordunun harcı değildir. Bu alan hakimiyetini, 40 yıldır teröristlerin yürüttüğü gayri nizami harp yöntemlerine karşı muharebe eden Türk Silahlı Kuvvetlerinden başkası yapamaz. Bu imkansızdır. Amerika, Rus, Kanada, İtalyan, İngiliz, Alman, Çin başta olmak üzere dünyanın bir çok ordusunun muharebe yeteneğini cephede/sahada gören, gözlemleyen biri olarak iddia ediyorum, hiçbir ordu bu kadar sürede Karabağ gibi bir arazide bu kadar alan hakimiyeti kuramaz.

Bu kadar hızlı ilerleyen ve dünyanın en engebeli arazilerinden biri olan Karabağ’da hakimiyet kuran Azerbaycan Türk Silahlı Kuvvetlerinin lojistik ve tahkimat ihtiyacı o kadar yükselmiştir ki…

Cephenin zafiyet göstermemesi için cephe gerisinin sağlam olması gerekmektedir. Yani lojistik ve tahkimatının da aynı oranda sağlamlaştırılması lazım. Bu yüzden, Azerbaycan ordusunun bir ateşkes eşliğinde bir müddet durması ve arkasını sağlama alması gerekmektedir.

Savaşta bir askerin hastalanması veya yaralanması demek, en üz üç askerin görev dışı kalması demektir. Bu yüzdendir ki Amerikan ordusu M 16 tüfeklerini icat etti. Ağır yaralayan ama öldürmeyen bu tüfeğin bir isabetli ateşiyle cephede en az üç askeri görev dışı bırakıyor. Çünkü yaralı askeri taşıyacak, tedavi edecek ve cephe gerisine taşıyacak en az iki askere ihtiyaç vardır.

Azerbaycan ordusunun askerlerinin çatışmalarda olmasa bile doğal koşullardan kaynaklanan yaralanmalarla karşılaşmaları kaçınılmazdır. İşte bu askerlerin tedavi ve sevkleri o arazide imkansıza yakın bir güçlüktedir. Bunun için kurtarılan topraklara derhal lojistik merkezleri ve takviye üsler kurulmalıdır.

Azerbaycan Türk Silahlı Kuvvetlerinin aklı eski Sovyet aklı değil artık. Türkiye Cumhuriyeti Türk Silahlı Kuvvetlerinin onlarca yıldır verdikleri eğitiminden dolayı artık bu ordunun da savaş ve barış aklı binlerce yıllık Türk ordusu geleneği aklıdır. Yani Azerbaycan Türk Silahlı Kuvvetleri de dünya askerlik tarihinin piri olan Mete Han aklıdır. Ve bu aklın taktikleri halen dünyanın en ileri taktiğidir. Stratejide de durum aynıdır. Sivil yöneticiler de bu aklı görmüşlerdir.

Azerbaycan Türk Silahlı Kuvvetleri, Mete Han’dan kendisine sirayet eden bu aklın taktik ve stratejilerini uygulayarak Karabağ’ın gerekli stratejik noktalarına levazım merkezleri, üsler ve tahkimat noktaları kurarsa, olası ikinci bir çatışmada çok daha hızlı ilerleyecektir.

Özellikle Azerbaycan kara ile zırhlı birlikleri için bu ateşkes sürece biçilmiş kaftan olacaktır. Evet Ermeniler bu ateşkesle canlarını kurtardıkları için sevinsinler. Ama ya ikinci bir çatışma?

O zaman Ermeni ordusunun toplu intiharı demektir. Umarım ve dilerim Ermenistan ikinci bir çatışmaya sebep olmadan Azerbaycan’ın işgal ettiği topraklarından çekilir.

Özellikle Türk kamuoyu şunu bilsin ki, Orta Asya, Kafkasya Sibirya, Rusya dahil olmak üzere, o bölgenin en gelişmiş, en yetenekli ve en teknik ordusu Azerbaycan Türk Silahlı Kuvvetleridir.

Umarım ve dilerim.

10.10.2020 11:10

Uluslararası casusluk ve ihanet şebekesi FETÖ terör örgütünün ülkemizde oluşturduğu tahribat ve şeytana vekaleten yaptığı katliamlardan dolayı kirli bir el, bu toplumun ve devletin temel direklerinden biri olan tarikatlar ve cemaatleri de aynı kategoriye koymaya çalışıyorlar.

Bu çerçevede ilk hedefe koydukları, “Adıyaman” veya “Menzil cemaati” olarak adlandırılan tarikatına inanılmaz iftiralar atıyorlar.

Menzil cemaatinin devlete sızdığına dair tezviratlar yaymaya çalışıyorlar.

Türkiye Cumhuriyeti, kurum ve kuruluşları ile kuruluş aşamasında halka karşı mevzilendiği için milletin attığı her adımı kuşku ile karşılamıştır.

Cumhuriyet Türkiye’sinin faşizan anlayışının önemli isimlerinden o dönemin Ankara valilerinden Nevzat Tandoğan’ın sol görüşlü öğrencileri polis marifeti ile toplatıp iyi bir dayaktan geçirttikten sonra karşılarına geçip söylediği şu cümle, cumhuriyetimizin paradigmasını özetliyor:

“Size ne oluyor lan? Bu ülkeye komünizm lazımsa onu da biz (yani cumhuriyet elitleri) getiririz.”

Demokrat Parti’nin ortaya çıkması ile, İsmet İnönü’nün pek edepli ve nezih şu cümlesi “Kıçı yamalı Hassolara Hüssolara mı devleti bırakacağız” cumhuriyetin reflekslerini göstermesi bakımından önemlidir.

Yani yeni rejimimiz, dindar ve Anadolu insanına kapılarını kapatmıştır. Ve halk ile rejim arasındaki küslük 80 yıl sürdü. Yaklaşık on yıldır yeni yeni bir barışık düzen kurulabildi.

Cumhuriyeti elitleri, bir yandan tekke ve zaviyeleri kapatırken, diğer yandan içi tamamen boşaltılmış aslı ile hiçbir ilişkisi olmayan yeni bir Bektaşilik tarikatı ihsas etmeye çalışmıştır. Ancak bunu başaramamıştır.

Tek parti faşizmini restore etme amaçlı yapılan 27 Mayıs 1960 kanlı darbesi de İslamsız Bektaşi denemesinin başarısızlığını göz önünde bulundurarak, Mevleviliği aynı kaygılar ve paradigmalarla öne çıkarmaya çalışmış ve tamamen seküler, tanrısız, insanı tanrılaştıran yeni bir din tasavvuru üzerine oluşturulmaya çalışılmış ve bu da başarılmamıştır.

Bu süreçte halk, bu alandaki boşluğu kendisi doldurmayı başarmıştır. Tarikatlar ve tarikat ehli olan insanlardan ders ve irfan almaya çalışmıştır.

Ve tarikatlar konusunda Türkiye, doğal olarak kendi kökleri; yani Nakşibendilik üzerinde yeşermeyi, ayakta kalmayı ve kendi hayatını idame ettirmeyi başarmıştır.

Hem taşra da hem de Anadolu kentlerinde baskı, ceza ve yasakları rağmen halk Nakşibendi dergahının kapılarını hep açık tutmayı başardı.

O direnmenin semeresini de aldı.

Merhum Erbakan hocamız, Merhum Turgut Özal, Cumhurbaşkanımız Erdoğan ve merhum Muhsin Yazıcıoğluilk etapta akla gelen Nakşibendi dergahından yetişen isimlerdir.

Ankara’da Cennetmekan Abdulhakim Arvasi Hazretlerinin sanat, edebiyat ve kültür dünyamıza kattığı isimleri saymaya kalkarsak bize ayrılan alan yetmez.

İstanbul’da ise cennetmekan Mehmet Zahit Kotku Hazretleri’nin rahle-i tedrisatından geçen devlet adamları ise Türkiye’yi bugünkü seviyesine çıkaran liderlerin tamamı ise Cennetmekan Mehmet Zahit Kotku Hazretleri’nin rahle-i tedrisatından geçen insanlar:

Merhum Erbakan hocamız, Cennetmekan Turgut Özal, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan…

Adıyaman cemaatinin güzel neferi FETÖ’nün katlettiği ettiği aziz şehidimiz Muhsin Yazıcıoğlu…

Bu isimler sadece devletin ve toplumun liderliğini kabul ettiği insanlar. Bir de hem bakanlık hem de bürokraside bu millete hizmet eden insan sayısına ansiklopediler yetmez.

Hele hele Adıyaman cemaatinin ıslahına vesile olduğu, uysallaştırdığı katilleri, uyuşturucu bağımlılarını, suç makinalarını saymaya kalksak ne kalem ne mürekkep yeter.

İsmailağa, Erenköy ve bu iki cemaat gibi onlarca Nakşibendi cemaatinin bu ülkeye kattıklarını saymaya anlatmaya ömrümüz yeter mi bilmiyorum.

Türkiye’de hiçbir zaman hiçbir tasavvuf ehli tarikat ne devlete ne de başka yere sızmayı amaç edinmedi edinmez de. Çünkü bu tarikatın, tasavvufun ruhuna, amacına tamamen aykırı.

Bugün FETÖ terör örgütünü “cemaat” diye yutanlar, bu gün İslami cemaat ve özellikle bu toplumun çimentosu olan tarikatlarımıza çatal dillerini uzatıyorlar. İslam’a olan kinlerini tarikatlar üzerinden kusuyorlar.

Bir terör örgütünü “cemaat” olarak görecek kadar muhakeme, bilgi ve akıl yoksunu olanlar, Temeli 1000 yılı aşan ve sadece ama sadece İslam’a “Alp” ve “Alperen” yetiştiren özellikle Nakşibendi cemaatine dil uzatmak hadlerine değildir.

Yıllarca FETÖ terör örgütüne “cemaat” diye inanıp bakanlar, Nakşibendi yolunda bir çakıl dahi olamazlar.

Ha, tarikat okulundan yetişmiş olup da itikadı şirk dolu ve medya maymunu olanlar bu ekolu bağlamaz. Demek o ahmaklar Nakşibendi dergahından nasiplerini alamamışlar.

Tarikatlar, özellikle Nakşibendi ekolleri devlete adam sızdırmazlar, DEVLET ADAMI yetiştirirler. Ahmaklar bunu kafalarına soksunlar. Masum demokrat ayaklarına yatıp da İslam’a olan kinlerini bizim bu dergahlarımız üzerinden kusanları da ıslah olmaları için Allaha havale ediyoruz.

08.10.2020 13:25

Bundan sonra Ankara kulisleri ve iç siyasetle ilgili haftada en az bir fıkra (Türkçede köşe yazılarının adı “Fıkra”dır, “Makale” değildir. Fıkra, günlük konuları işlerken, Makale tamamen farklı olup, düşünce filozofi içerir.) yazmaya çalışacağız.


Hafta sonu anlık bir Ankara turu yapma zorunluluğu gerçekleştirdik. Ankara her zamanki gibi aklın almadığı, almayacağı komplo teorileri, dedikodular, bürokratik çekişmelerle dolup taşan bir şehir. Bu yüzden, birkaç defa orada çalışmama rağmen bu şehri hiç sevmedim.


Benim merak ettiğim, muhteris Davutoğlu’nun partisi değil aslında. Uluslararası sermaye ve “üst akıl”ın kurdurduğu Babacanın partisi ile ilgili son geliştirmeleri önemsediğim ve bugüne kadar beni yanıltmayan kaynaklarla görüşmek arzusuyla kısa bir Ankara turu ile hayli kulis bilgileri toplama imkanımız oldu.


Öncelikle Ahmet Bey’in kurduğu ve her gün yeni bir ilin kendini feshettiği partisi ile ilgili kulis bilgilerini ve Türkiye genelinde yaptığım gözlemlerimi bir cümle ile aktarayım:

Davutoğlu’nun partisinden siyasi olarak kelimenin tam anlamı ile “bir cacık” olmaz, olmayacak. Stepne bile olamayacak kadar yok hükmünde.


Kurulduğu günden beri FETÖ gölgesi ve şüphesini hep üzerinde taşıyan İyi Parti ile ilgili inanılmaz gelişmeler olacak.


İyi Parti önümüzdeki günlerde parçalanacak. Meral hanım evde oturup torun sevmek zorunda kalacak.


Kulislerden aldığım bilgilere göre Meral Hanım, özellikle FETÖ ve onu yöneten “üst aklın” beklentilerini yerine getiremedi.


Özellikle son seçimde yaşadığı hüsran, Meral Hanım ile ilgili bütün umutları yok etti. Meral Hanım’ın yaşadığı bu yenilgiye karşılık “üst aklın” hemen harekete geçtiği ve akabinde de Babacan-Gül ayrışması yaşandığı ortaya çıktı.


Halbuki herkes biliyordu ki Babacan, Abdullah Gül’ün gölgesinde varlığı yürütebilen bir figürdü. Babacan’ın Abdullah Gül’ün içli dışlı olduğu “üst aklın” dışında başka bir üst akılla iletişim kurarak kendine ayrı bir yol haritası çizdiği ve bunun sonucunda da Deva Partisi’nin peydahlandığı belirtiliyor.


Babacan’ın partisini kurmasından sonra aylar geçmesine rağmen bir elin parmağını geçmeyen illerde örgütlenebilmesi üst aklı harekete geçirerek, Meral Hanım’a emanet verilen isimlerin bu partiye geçmesi için start verdi.


Görünürde Meral Hanım ile Koray Aydın arasında kıyasıyla bir kapışma var. Ancak, asıl kapışma Meral Hanım’a yol açan merkezle olacak. Ve hatta başlamış bile. Şu anda İyi Parti’den 15 ismi Ali Babacan’a yönlendirmesi söz konusu.


Aynı üst akıl, Babacan’ı Koray Aydın ile dahi görüştürdü. Koray Aydın’ın bir süre sonra Babacan ile sıkı bir pazarlığa girdiği ve pazarlığın hala devam ettiği de edindiğim kulisler arasında.


Koray Aydın, Babacan ile anlaşamazsa, Meral Hanım’ı İyi Parti’den tasfiye edecek ve İyi Parti’yi Cumhur ittifakına katacağına dair iddialar da mevcut.


Ancak şu anda 3 İyi Partili vekil, Babacan ile anlaştığı bilgisi birkaç kanaldan bana geldi. Yani bu bilgiyi double check edebilme imkânım oldu.


İyi Parti’den Babacan ile anlaşan üç isim şunlar: Aytun Çıray, Hasan Subaşı ve Ümit Özdağ.


Hasan Subaşı ile Aytun Çıray ile ilgili FETÖ dedikoduları hiçbir zaman eksilmediğini de hatırlatmamız gerek.


Üst aklın en büyük çabası bir an önce Ali Babacan’ın partisine Meclis’te grup kurdurmak. Bunun için kesenin ağzını açmış durumda. Ancak Koray Aydın ve ekibinin keseye dönüp bakmadıkları da belirtiliyor. Aydın’ın partide güç paylaşımı ve yetki istediği doğrulattığım bir diğer kulis bilgisi.


Aynı şekilde HDP’den de Babacan’ın partisine transfer yapılacağı bilgisine ulaşabildik. FETÖ tarafından HDP’nin içine sızdırılmış üç milletvekilinden ilk etapta birinin Babacan’ın partisine geçeceği, diğer ikisinin “her ihtimale karşı HDP içinde erkete beklemesi” istendiği bilgisi edinebildik.


Babacan’ın “ust aklın” suflelerini Meclis’te dillendirebilmesi ve bu vesile ile geniş kitlelere ulaşabilmesi için Meral Akşener’e yaptıkları “kıyak”ın aynısını gerçekleştirecekleri öğrenildi.

2023 yılına kadar Meclis dışında olan Babacan’ın halka ulaşabilmesi imkânsız. Çünkü bir yıldır yola çıkmasına rağmen hala birkaç ilde öğütlenebildi. Türkiye’de partilerin kitlelere ulaşabilmesi için Meclis çatısı altında bir grup oluşturmaları gerekiyor. Bunu da iyi bilen üst akıl, Babacan’a Meclis Grubu kurmak için harıl harıl çalışıyor. Ve bu kaynağı da İyi Parti’den temin edecek.


Bir diğer kulis bilgisi de Üst akıl ve FETÖ’nün bir diğer projesi de, HDP’yi tasfiye ederek CHP’ye eklemlemek. Çünkü CHP, doğu ve Güneydoğu’da sadece bir tabela partisi. Bölücülerin bir sonraki parlamento döneminde ayrılıkçılık seslerini daha gür çıkarmaları için CHP çatısı altında Meclis’e gireceği belirtiliyor.


Yani 2023 seçimlerinde HDP yok.


Son kulis bilgimiz de CHP ile alakalı. Kemal Kılıçtaroğlu ile birlikte gittikçe ayrılıkçı, bölücü ve marjinal mezhepçi bir parti kimliğine bürünen CHP’de Atatürkçüler oldukça rahatsız. Atatürkçülerin de “yeni bir parti için yoğun çalışmaları yürüttüklerine dair bilgiler Ankara’nın her sokağına dökülmüş durumda. Ne var ki CHP’deki Atatürkçülerin tek bir handikapı var: Şu anda bir kısmı Perinçk’in partisinde bulunan darbeci faşist eski subay ve paşaların da yeni partide yer almaları. Parti çalışmalarında bu darbeci ulusalcı faşist eski askerler ortalıkta pek görünmeseler de sahadakileri yönlendirdiklerine dair ciddi emareler bulunuyor.

03.10.2020 12:48

Dün kaleme aldığımız “PKK’nin ya da Allah’ın Kürdü Olmak” başlıklı yazımızla ilgili Gerek “Allah’ın Kürdü” ve gerekse “PKK’nin Kürdü” arkadaşımdan müspet veya menfi bir çok tepki aldım. Benim için şaşırtıcı olan, PKK sempatizanı olan bazı isimlerin bana hak vermesiydi. Demek ki “mankurtlaşma süreci”ni tamamlamamışlar.

Ermenilerin her fırsatta Kürtlere yönelik yaptıkları soykırım ile ilgili en çok ilgiyi gören, 1992’de Azerbaycan Türkleri ile Èzidi Kürtlere yaptıkları zulüm ve soykırımdı. Bir diğer şaşırdığım konu ise Türkiye’de neredeyse hiç kimsenin Ermenilerin 1992’de Karabağ’da Kürtlere yönelik yaptığı soykırım eylemini bilmemeleriydi.

Bu yüzden bugünkü yazımızda kısaca yeniden Karabağ’da Laçin Koridorunda ve Ermenilerin işgal ettiği diğer bölgelerde Kürtlere yaptıkları zulmü anlatmak istiyorum.

Öncelikle, Türkiye’de en çok sesi çıkan ve arkaik Türk soluna payandalık yapan “PKK kalemleri ve PKK aydınları”nın bu konuya hiç değinmemeleri namus ve vijdan sahibi olan herkes tarafından sorgulanmalıdır.

Èzidi Kürtlerinin yaşadığı Karabağ Yaylası’nın (Bu bölgenin gerçek adı budur. Dağlık Karabağ, Rus devletinin uydurduğu bir isimdir) bir bölümü Sovyet rejimi döneminde Kızıl Kürdistan diye bir muhtariyet ilan edildi. Stalin’in ünlü böl parçala, kaosu sürdür politikası ve Azerbaycan’daki Türk kimliği akımına karşı sadece Ermenileri değil, Èzidi Kürtleri de kullanmak arzusu ile bu bölge ihsas edildi.

Ermeniler, Karabağ Yaylası ile birlikte bu “Kızıl Kürdistan” muhtariyet bölgesini de 1992’de işgal ettiler.

Bu işgal sırasında resmi kayıtlara göre Ermeniler, tam 50. 000 (elli bin) Kürdü katlettiler.

Kaçabilen Kürtlerden yaklaşık 20. 000’i de göç sırasında donarak ve açlıktan öldüler.

Ermeniler bu vahşetlerini durdular mı?

Tabii ki hayır.

Èzidilerin Türklerle yüzlerce yıldır bir arada barış içinde yaşaması ve bütün zorlamalara rağmen Türklerle savaşmamaları Ermenileri daha da vahşileştirdi.

1992-1994 yılları arasında Laçin bölgesinden Xankendin’e, Karabağ yaylasının en üst kısmı olan Terter’e kadar yaşayan bütün Kürtleri topraklarından söküp sürgün etti.

Ermeni zulmü ve soykırımından dolayı bu Kürtlerin yüzde 90’ı Azerbaycan’a sığındı. O günkü Azerbaycan bütün yoksulluk ve çaresizliğine rağmen, Karabağ Yaylasından gelen muhacir Türklerle birlikte bu Kürtleri de kabul etti ve hepsini kamplara yerleştirdi.

Geriye kalan yüzde 10’u ise Gürcistan’a sığındı. Büyük Kürt göçünden sonra o dönemde Gürcistan Devlet Başkanı olan Eduard Şevarnadze ile bir görüşme yapmıştık gazeteci olarak. Kendilerine bu mültecilerin durumunu sormuştum. Verdiği cevap çaresizliğini anlatıyordu:

“Ülkemizin ekonomik durumu ortada. Komşularımızdan bu mülteciler için yardım bekliyoruz”

Gürcistan’daki Ezidi mültecilerin durumu içler acısıydı. Çünkü Gürcistan o kadar yoksuldu ki, kendi halkı da açlıkla karşı karşıya idi. Şimdi burayı “PKK Kürtleri” iyice okusun: Çeçenya Savaşı’nı takip etmek için sürekli Gürcistan’dan geçmek zorundaydık. Ve o mülteci Èzidilerin tamamı başta başkent Tiflis olmak üzere bir çok şehirde perişan halde yaşıyorlardı. Bir süre sonra Tiflis ve diğer büyük şehirlerin gece kulüplerinde Èzidi kızlar maalesef karınlarını doyurmak için bedenlerini satıyorlardı. Bu kahredici durumu bizzat Müşahede ettim. Özellikle, Tiflis’in ünlü Kutaysi caddesi ve etrafındaki gece kulüplerinin neredeyse tamamında Èzidi kızlar çalışıyordu.

Bir insan, bir Müslüman, bir Kürt olarak bu manzara beni canımdan vurmuştu… Ve o günlerde yazdıklarımız dar bir çerçevede kaldı. Ne PKK ne de Türk solu medyası bu gerçekleri görmedi. Merkez medya da “maskeli solcu”ların kontrolünde olduğu için hepsi kulaklarını tıkadılar.

Bugün Ermenistan’da Kürtçe konuşmak resmen yasak. Kürtçe Kitap gazete vs tamamı yasak.

Sadece PKK’nin bürolarının olduğu yerlerde bu yayınlar var ve bunlar da tamamen Ermenistan propagandasını yapıyorlar.

Bugün Karabag Yaylası Kürtleri’nin Ermenistan’a turist olarak dahi girmesi yasak. Eğer kazara geçen biri olsa da derhal tutuklanır ve aylarca hapsedildikten sonra büyük rüşvetler karşılığında serbest bırakılır.

Karabağ kökenli bir Kürdün Ermenistan’dan transit geçişi bile yasaktır.

30 yıldır bu hakikat maalesef Türkiye’deki Kürt aydın yazar çizer takımı tarafından dile getirilmez. Çünkü bunların çoğu ya PKK’lidir ya da kalemini PKK’ya satmıştır.

Ermenistan’da İslam ile ilgili her şey yasaktır. Sadece İran Şiası serbesttir.

Ermenistan’da Türküm demek de yasak. Ne acıdır ki bu ülkede “hepiniz Ermeniyiz” diyenler meydanları rahatlıkla inletebiliyorlar.

01.10.2020 13:01

Uluslararası cinayet şebekesi ve taşeron terör örgütü PKK, kurulduğu günden bu yana Kürtlerin sosyolojisini bozmak üzere faaliyet gösterdi.

Öncelikle kurulduğu Türkiye’de Kürtlerin sosyolojik ve kültürel yapısını katletmaya başladı. Kürtlerin geleneksel dindar kimliği yerine hiçbir ahlaki ve insani değerin olmadığı “ahlaksız Materyalizm”i dayadı.

Ve 40 yılın sonunda hiçbir insani ahlaki ve sosyolojik değeri olmayan kökensiz, kültürsüz, lümpen, kullanışlı şiddet aracı bir Kürt prototipi oluşturmayı başardı. Türk edebiyat ve romanında toplumsal, dini ve devlet mekanizmalarına olan sadakatiyle anlatılan Kürdün tersine; türedi, hiçbir toplumun değerleri ile benzeşmeyen, köksüz ve kullanışlı ahmaklar yığını oluşturdu.

PKK ve onun peyki olan görüntüde ağırlıklı olarak dindar insanların haklarını savunma amaçlı kurulmuş bir insan hakları derneğinin de olağanüstü sinsice verdiği destekle Türkiye Kürtlerinin önemli bir kesiminin köksüzleşmesini sağladı. Aslında o derneğin kurucu başkanının geçmişine bakmak lazım. Kürt müydü Ermeni mi?
Bu derneği kurarak, tüm varlığı ile devletinin yanında yer alan Müslüman, dindar Kürtleri PKK’nın güdümüne sokmayı nasıl başardı. Bu süreçte hangi akıl onu yönlendirdi bunu izah etmeli.

Müslüman görünüp dindar Kürtleri dinsiz ve köksüzleştirip PKK’nin kucağına itmek, 1915’in intikamı mıydı?

Ve Müslüman görünümlü bu başkan eş zamanlı olarak FETÖ terör örgütü ile ilişkili miydi değil miydi? Kendisi ve aile bireyler uluslararası casusluk ve ihanet şebekesi olan FETÖ terör örgütünde hangi etkin mevkideydiler?
Tabi dindar ve Kürt görünümlü “Ermeni İntikamcısı” bu kişi ve ailesini sorgulamak bir başka yazı konusu. Biz yine köksüz, töresiz, aklını kiraya vermiş PKK Kürdü profiline dönelim

19. yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başlarında meydana gelen Ermeni İsyanlarında Ermenilerin birincil hedefi Kürtlerdi.

Ermenilerin katlettiği Kürt sayısı yüzbinleri aşmaktadır. Hamidiye Alayları, Kürt yurttaşlarımızı Ermeni çetecilere karşı korumak için devlet tarafından kurulmuş sivil savunma birlikleriydi.

Ermenilerin Kürtlere yönelik yaptıkları soykırım ve zulümler, insanlık tarihinde çok nadir görülen zulümlerdendir.
Biz, Ermenilerin atalarımıza yaptığı zulümlerin öyküleriyle büyüdük.

Ben kendimden örnek vereyim. Ben Erzurumluyum. Bizim Karayazı ilçesine bağlı onlarca köyümüzde Ermeniler toplu katliam yaptılar. Ve o köylerde yaşayan binlerce insanın içerisinde sadece büyük anne annem sağ kurtuluyor. Olay özetle şöyle:
Osmanlı Rus harbinden dolayı eli silah tutan bütün erkekler cepheye gidiyorlar. Köylerde kadınlar çocuklar, yaşlılar ve hastalar kalıyorlar. Bir süre sonra köylerimize Ermeniler saldırıyorlar. Kadın, çocuk, yaşlı, sakat, hamile demeden herkesi öldürüyorlar. Hatta ahırlardaki hayvanlara varana kadar öldürüyorlar. Büyük anneannem de daha 15’li yaşlarda o köylerin ağasının kızı. Korkudan konaktaki şöminenin bacasına giriyor. Bir gün boyunca şöminenin bacasında saklanıyor. Ertesi gün, erkeklerin feryat ve ağlama sesleri geliyor.

Rahmetlinin anlattığına göre abilerinin de ağlama ve feryat seslerini duyuyor ama korkudan Şöminenin bacasından inemiyor. Çünkü, erkeklerin de esir alınmış olabileceğini düşünüyor. Ta ki köyde Ezan okununca, artık bizimkilerin köye döndüğüne inanıyor ve bacadan iniyor.

Büyük anneannem her şeyi anlatıyor bizimkilere. Bizim aile ve milisleri de cidden çok ciddi savaşçı insanlar. Bu sefer bizimkiler Ermeni köylerine karşı intikam operasyonları yapıyorlar ve misliyle cevap veriyorlar. Akabinde devlet devreye giriyor ve Ermenileri elimizden kurtarıyor.

Ve bir daha dönmemek üzere bütün Ermenileri Karayazı’dan söküp atıyoruz.

Bu sıradan bir öykü değil. Ben Keremè Kolağası’nın torunuyum. Bizim aile üzerine yakılmış birçok kahramanlık Kılam (Kürtçe Türkü) ve efsane öyküler vardır. Özellikle Ermeni ve Acem vahşeti ile ilgili Kılamlar ve öyküler cidden yürek yakıcıdır.

Dedemi Erzurum’dan Süleymaniye’ye Tebriz’e Maku’ya kadar bilmeyen yoktur. Merak eden dedemle ilgili devlet arşivlerinde bolce kaynak ve veriye ulaşabilir. Sadece Bizim Erzurum’da değil, Trabzon’dan Adana’ya kadar Ermeniler, bu millete soykırım uyguladı. Ama özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgesinde Kürt vatandaşlarımız çoğunlukta olduğu için Ermeni zulümlerine en çok maruz kalanlar tabii olarak bunlar oldular.

Ermenilerin yaptığı vahşeti en iyi anlatan kılamlardan biri de Mahmut Kızıl’ın okuduğu “İbo begè Parsinè”dir. Kürtçe bilen veya bilmeyen kim bu Kılam’ı (Türkü) dinlese en hafifinden gözleri nemlenir. (https://www.youtube.com/watch?v=2TW8S-vdHUo )

Bu Kılam, Parsin’li (Diyarbakır Kulp ilçesi) İbrahim Ağa’nın Ermenilerden gördüğü zulmü anlatır. Ermeni çeteciler İbrahim Ağa’nın konağını muhasara altına alırlar. Ve İbrahim Ağa direnir. Ancak Ermeniler galip gelmek üzeredir. O sırada karısı, gelini ve kızı İbrahim Bey’e gelir kendilerini öldürmesini isterler. Çünkü Ermenilerin eline geçen Kürt kadınlarının başına neler geldiğini çok iyi bilmektedir. İbrahim Bey, muharebenin sonlarına doğru Eşini, Kızını (Cemile) ve gelinini (Almas) öldürür. Şehit olmadan önce de Ermeni çetecibaşı Darçin’i cehenneme gönderir.

Sadece 1900’lü yıllarda Ermeniler biz Kürtleri katletmediler. Her fırsatta Kürtlere dünyayı zindan ettiler.

Daha geçtiğimiz yıllarda Karabağ ve Ermenistan’da Kürtlere yaptıkları zulümler yeri göğü inletir boyutta. Laiçin Koridoru ve Karabağ’daki Èzidi Kürtlere karşı kelimenin tam anlamı ile bir soykırım uyguladılar. Karabağ’da ve Laçin Koridorunda yüzbinlerce Èzidi Kürt yaşıyordu. Bu gün onlardan bir tane kalmadı. Kaçanlar canlarını kurtardılar, kaçamayan binlerce Èzidi Kürt katledildi. Bu Èzidi Kürtlere sadece Azerbaycan ve Gürcistan sahip çıktı. Maalesef medyamız bu soykırım ve “yüzyılın Kürt sürgünü”nü haber olarak dahi görmedi. Azerbaycan sadece Karabağ Azerilerine değil, Karabağ Kürtlerine de kucağını açtı. Aynı şekilde bütün yoksulluk ve yokluğa rağmen Gürcistan da Kürtlerin sığınağı oldu.

Èzidilerin yaşadığı bu dramı bir türlü dile getirememeleri de uluslararası cinayet ve terör şebekesi PKK’nin yaptığı infazlar ve baskılardan dolayı pek dile getiremezler. Yıllar önce Erbil’de karşılaştığım, İsveç’te yaşayan Ézidi aydınlardan Wezirè Eşo’yaneden Ermenilerin bu zulmünü anlatmıyorsunuz dünyaya anlatmıyorsunuz” diye sormuştum. Wezirè Eşo’nun cevabını asla unutmayacağım: “Yeğen, sen PKK’yi tanımıyor musun? Dünyanın neresinde Kürde nefes aldırmış ki biz de sesimizi çıkaralım. Ermenilerin bize Karabağ ve Laçin’de yaptığı katliamı konuşanı infaz ediyor PKK.”

Ve bugün PKK’nin Kürt gençlerini Ermenistan’a götürüp Ermeni işgalciler için öldürttüğü ortaya çıktı.

Kahraman Türk basını “PKK’nin 300 ile 500 arasında PKK’li teröristi Ermenistan’a götürüp Karabağ’da savaştırıyor” manşetleri atıyor. Bu haberlerin tamamı külliyen yalandır.

Bu PKK terör örgütünün propagandasıdır. Sanırım grup grup en fazla (o da bulabildiyse) 50 terörist göndermiştir.

Çünkü bu gün PKK değil 500, 50 tane teröristi dahi bir araya toplayabilecek güç kapasite ve yeteneğe sahip değildir. Türkiye’nin PKK’ye karşı yürüttüğü operasyonlarla örgüt dağılma sürecinde. PKK, üçten fazla teröristi bir araya getirdiğinde SİHA’lar onları hemen avlıyor.

Değil 500 eğer PKK 50 teröristi dahi bir araya getirebilseydi şuna emin olun ki sınırdaki bir sabit askeri birliğimize saldırıp katliam girişimi yapacaklardı.
PKK’nin bittiği bu fahişeleşmiş kirli cinayet şebekesinin sempatizan tabanında dahi çok ciddi oranda hissediliyor. Ve bir çoğu bunu biliyor da. PKK, bozulan moralleri düzeltmek için bu kirli propagandaya başladı.

Ve her biri her şeyi bilen aynı zamanda birer Bordoklavye kahramanı olan medyamızın bazı yöneticileri bu yalanın üstüne atladılar. Böylece bitmiş olan PKK’nin güçlü bir savaş makinası olduğu imajını doğurdular.

Her şeyi açık açık söylemek lazım artık: Bugün Türkiye’deki Kürtlerin önemli bir kısmı PKK ve siyasi uzantılarının mankurtlaştırdığı yığınlar haline gelmiştir. PKK’nin Kürtlere yönelik yaptığı bu alçaklığa hiç biri itiraz etmiyor, sorgulamıyor: Her fırsatta bize soykırım uygulayan Ermeniler için neden Kürt gençlerini öldürtüyorsun?

Bugün Kürtler artık yol ayırımında. Ya ruhsuz kansız mankurtlaşmış PKK kürdü olacaklar, ya da onur, ahlak ve iman sahibi Allahın Kürdü olmakta direnecekler

30.09.2020 13:45

Bir önceki yazımızda Fransızların Charles De Gualle isimli uçak gemisini batırmak Türkiye için çekirdek çıtlatmak kadar basit olduğunu izah etmeye çalışmıştık.

Ne var ki, bedeni burada, ruhu Avrupa’nın mezbeleliklerinde çöplenen bazı arkadaş ve maalesef meslektaşlarımız hem telefon hem de elektronik posta yoluyla anlattıklarımıza şaşırdıklarını belirtiyorlardı. Halbuki Türkiye, yıllardır Savunma Sanayii’nde yaptığı atılımların tamamını şeffaf bir şekilde dünya ile paylaşıyor ve bu yüzdendir ki onlarca ülke Türkiye’nin ürettiği bu silahları satın almak için sıraya girmiş durumda.

Türkiye’nin bugünkü durumunu küçümseyenler, tarihi bilselerdi kendi ülkelerine ne kadar haksızlık ettiklerini anlayacaklardı. Dünya tarihinde uçak gemilerini batıran ilk ülke Türkiye’nin olduğunu bilselerdi sanırım utanırlardı biraz. Hem de öyle bir dönemde batırdılar ki, Osmanlı devletinin yıkım arifesinde olduğu bir zamandı ve I. Dünya Savaşı başlamış ve müttefiklerin (İngiltere ve Fransa) iki uçak gemisini batırmıştı.

Türkiye’nin ilk batırdığı uçak gemisi İngilizlerin HMS Ben My Cheree. İkincisi ise Fransızlara ait olan Paris -II

İki uçağın batış öyküsü kelimenin tam anlamı ile bir efsanedir. Patika yolunun bile olmadığı Kaş’a ta Antalya’dan götürülen dört hafif topla Topçu Teğmen Mustafa Ertuğrul Bey’in dünya savaş tarihine geçen nefis operasyonu ile batırılır.

Dünya tarihinde bir ilki başarır Topçu Teğmen Mustafa Ertuğrul Bey: 7.7 inchlik 4 adet topa sahip “dağ bataryası”yla HMS Ben My Cheree gemisini sadece 36 dakikada batırır.
Paris-II’nin batırılışı ise bir başka efsanedir. Merak eden google’da bu iki konuyla alakalı oldukça fazla bilgi ve görsel malzeme vardır.

Şimdi gelelim “günümüz Savaş Uçağı Gemisi nasıl batırılır” sorusuna.

Uçak gemisi üreten ülkelerin yürüttüğü propagandanın etkisiyle bütün dünyanın kamuoyunda oluşan algıya göre hiçbir savaş gemisi uçağı batırılamaz. Bu algı tamamen yanlış. Fizik bize şunu söyler, yüzen, yüzdürülen her şey batırılır, batırılabilir.

Uçak gemisinin batırılamayışı, kendisine eskortluk eden savaş gemileri ve denizaltıların oluşturduğu çelikten zırha bağlanır. Peki Bir uçak gemisi nasıl sefere çıkar?

Öncelikle hemen şunu söyleyelim ki bir uçak gemisi asla tek başına göreve çıkmaz. Uçak gemisine çeşitli özellik ve amaçlara sahip savaş gemileri eşlik ederler. Ortalama bir uçak gemisine 2 firkateyn, 2 adet tamamen hava savunma amaçlı teçhiz edilmiş korvet, su altı savunma amaçlı donatılmış destroyer ve en az bir denizaltı eşlik eder.

Fransızların herhangi bir savaşta çerez olarak değerlendirilebilecek Charles De Gualle’üne denizaltı eşlik etmiyor.

Dikkat ettiyseniz bu gemilerin koruma kalkanı ağırlıklı olarak hava savunma şeklinde. Deniz altından gelen saldırılara yönelik önlemler ise ikinci dereceye alınmış durumda. Ve bu gemilerin en büyük zafiyeti, su yüzeyinden gelebilecek saldırılara karşı savunmasız olmaları.

İkinci en büyük zafiyetleri ise bu gemilerin savunma stratejileri yüzde 90’ı akıllı mühimmatlara göre kurgulanmış olması.

Üçüncü zayıf noktaları ise, elektronik perdelemenin bu gemilerde hiçbir işe yaramaması.

Türkiye’nin ürettiği son füzelerin bir kısmı bu gemileri etkisiz hale getirmeye yönelik kurgulandığını rahatlıkla söyleyelim. Türkiye, imparatorluk ve binlerce yıllık ordu birikimine sahip olduğundan dolayı savunma stratejilerini bu brikimden hareketle kurgular.

Örneğin, Türk Harp Okulu’ndan mezun bir Teğmen, Savunma hatlarını oluştururken, aynı zamanda taarruz yapılabilecek şekilde kurguluyor. Türk saldırı hatları ise tamamen başka bir konsept üzerine kurulu.

Anglo Sakson, Germen, Slav ve Aryan ordularının savunma hatları tamamen yeri tutmak ve korumak üzeredir. Yani Türk savunma hatları gibi yeri korumak ve taarruza geçmek üzere kurulu değildir.

Çanakkale ve 1. Dünya Savaşı sırasında teknolojik ve mühimmat olarak oldukça yetersiz olan Türk ordusunun savunma hatlarında günün en ileri teknolojisi, mühimmatı ve psikolojik morali ile zirvede olan ordularını (İngiliz, Fransız ve İtalyanlar) durdurup akabinde de bunları perişan etmesinin sebebi budur. Türk askeri savunması, taarruz yapmak üzere kurulur.

Şimdi tekrar, Türk Savunma sistemlerinde Uçak gemilerini savaşta tamamen bertaraf etme yeteneğine gelelim.

Pek bir merakla takip ettiğim IDEF fuarları aslında Türkiye’nin bu yeteneğe sahip olduğunu 2 yıl önce gösterdi bize. Türk ve batı medyasının gözünden kaçtı ama biz bir kenara not etmiştik o fuardaki ilginç bir cümleyi.

2019 IDEF Fuarı’nda ROKETSAN’dan oldukça ilginç bir açıklama gelmişti.

O fuarda ROKETSAN’ın lansman silahı Atmaca füzesi idi. Ve Atmaca füzesi ile ilgili ROKETSAN’ın üst düzey bir yetkili şu ilginç cümleyi söylemişti: “Bununla bir uçak gemisini bile batırabiliriz.”

O gün şunu sormuştuk, “peki, nükleer uçak gemisini de batırabilir mi?”

Cevap benim için mükemmeldi. O da şimdilik “sır” kalsın.

Uçak gemilerinin en büyük zaaflarının su yüzeyinden gelen saldırılar olduğunu belirtmiştik. Ve bir uçak gemisini etkisiz hale getirmek için Sea Sparrow türü bir füzeden faydalanmak yeterlidir. Sea Sparrow, NATO donanma kuvvetlerinde, gemilerde kullanılan kısa menzilli hava savunma füzesidir. Ancak bu füzeyi su yüzeyinden saldırı amacıyla kullanınca karşıdaki geminin hiçbir şansı kalmıyor.

Çünkü Amerikalılar bundan tam 28 yıl önce Ege’de icra edilen bir NATO tatbikatı sırasında Muavenet Zırhlımızı bu füze ile “kazaen” vurmuştu. Oysa bu kaza değildi. ABD’liler, Kuzey Irak’ta operasyon yürüten 2 ABD” helikopterinin Türk askerine ateş açması üzerine Türkiye tarafından düşürülen 2 Amerikan helikopterinin intikamı alınmıştı aslında. O günkü sözde anti emperyalist olduğunu iddia eden sosyal demokrat CHP’nin koalisyon ortağı olduğu hükümetimiz ABD’ye boyun eğmiş ve tarihimizde kara bir leke olarak yer almışlardı.

Bunun yanında Türkiye’nin akıllı mühimmatlarının yanısıra Kara Topçu yeteneği ve teknolojisi şu anda NATO içerisinde en ileri konumdadır.
Sahra bataryalarını dağda, dağ bataryalarını sahrada kullanan Türk ordusu için, bunları basit savaş gemilerinde konuşlanarak kullanması işten bile değil.

Uçak gemileri ile onları savunan firkateyn, korvet, destroyer ve diğer yüzer araçlarının en büyük zaaflarının başında radar sistemleri geliyor. Tamamının radar sistemleri aynı algoritma üzerine kurulu.

Ve bu radarlar, GPS’siz hedef odaklı hareket eden Türk İnsansız Hava Silahlı Araçları’nı görebilmeleri imkânsız.
Ayrıca, bu gemileri etkisiz hale getirmek için batırmaya gerek yok. Geminin komuta kısmı ve pervanesine yapılan şiddetli minik bir akın, bu yüzen orduyu bir demir yığını haline getirir.

Uçak Gemisi’ni batırmak, mevcut Yunan ordusunu Makedonya’ya kadar kovmak kadar kolaydır Türk Silahlı Kuvvetleri için.

14.09.2020 16:09

Doğu Akdeniz’de Yunanistan, uluslararası hiçbir hak hukuğa dayanmadan Türkiye’nin üzerine geldikçe geliyor. Yunanistan’ın askeri ve ekonomik çöküntüye rağmen kendisinde onlarca kat güçlü bir ülkeye hem de tamamen haksız ve hukuksuz bir şekilde tebelleş olması akıl karı değildir. Bütün haklılık durumuna rağmen Yunanistan’ın eceline susmuşçasına Akdeniz’de Türkiye’nin ayağına dolanmasının esas sebebi başkadır.

Yunanistan’ın hamiliğine soyunan Fransa, AB, ABD ve onların üst aklı Siyonizm’in esas amacı Yunanistan ile Türkiye’yi boğuşturmak ve Türkiye’yi Afrika’dan, Kuzey Afrika’dan ve Akdeniz’den uzak tutmak. Yani Türkiye’nin bütün enerjisini Yunanistan üzerine çekerek onu bu alanlardan uzak tutmak.

Yunanistan, varlık olarak kurulduğu günden bu yana gerçek bir devlet olmayıp vekil bir devlettir. Krallık döneminde bile, Yunanlılar arasından değil de başka bir Avrupalı aileden bir ferdi Kral olarak gönderdiler. Parlamenter demokratik sisteme geçişleri de tamamen Batı’nın çıkarlarına hizmet etmek üzere kurgulanmıştır.

Yunanistan’daki bu köle düzenini fark eden Yunan Komünistler buna isyan etmiş ve çok ağır bedeller ödemişlerdir. Yüzlerce komünist ve onlarca Komünist lider faili meçhul suikastlara kurban gitmiştir. Özellikle Girit Komünistlerinin yaşadıkları dram, kelimenin tam anlamı ile bir faciadır.

Vatansever, anti emperyalist gerçek komünistler tasfiye edildikten sonra onların yerine GLADIO’nun atadığı komünistler geldiler.

Aynı dönmede aynı oyun Türkiye’de de sergilendi. Sebahattin Ali gibi namuslu komünistler faili meçhuller, hapisler ve sürgünlerle sindirildikten sonra Yunanistan’daki gibi Türkiye’de de GLADIO’nun, CIA’in solcuları hep öncü kadroda rol aldılar ve kitleleri uyuşturarak hepsinden birer ulusalcı faşist yobaz kafası örümcekli tipler üretmeyi başardılar. Tabi bu bahsi diğer. Esas konumuza geçersek, Yunanistan’ın tamamen haksız ve hukuksuz bir biçimde Türkiye’nin başına tebelleş olmasının esas sebebi Avrupa, ABD ve İsrail’dir. Bu görüneni. Bu üç gücü de domine eden uluslararası sermaye ve onun ana omurgası Siyonizm’dir.

Görünürde, Yunanistan’ı en çok kışkırtan Fransa. Ve Fransa, gücüne çapına bakmadan Türkiye’ye her gün tehditler üstüne tehditler savuruyor. Elinde bulunan tek uçak gemisi Charles De Gualle uçak gemisini Kıbrıs’a göndererek Türkiye’ye tehditlerini somutlaştırıyor. Buna mukabil Türkiye, sadece Dışişileri Bakanlığı üzerinden Fransa Cumhurbaşkanı Macron’a her önüne gelene havlayan it muamelesi yapıyor.

Türkiye, devlet düzeyinden polemikten çok, Fransa’yı can evinden vurmayı tercih ediyor. Her gün Fransız sömürgesi olan bir Afrika ülkesinde bir Türk devlet heyeti boy gösteriyor ve bu ülkelerle resmi uluslararası anlaşmalar imzalıyor. Fransız sömürgelerine bağımsızlık ve özgürlük anlayışını götürmeye çabalıyor. Asıl öldürücü olan darbe kanaatimce bunlar.

Türkiye’nin diplomasi alanındaki bu öldürücü manevralarının yanısıra askeri durumlara da bir göz atmak lazım.

Gelen uçak gemisinde 40 adet uçak ve bir miktar helikopter bulunuyor. yaklaşık 3 bin askeri personel bulunuyor. Gemide bulunan savaş uçaklarının tamamı Rafale modelleri. Yani Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancısı olmadığı savaş uçakları.

Savaş gemilerinde bulunan uçakların yaklaşık yarısı gemiyi koruma amaçlı görev yapar. Yani Macro’nun camdan sarkarak bağırıp çağıran umumhane sermayesi gibi çığırmasının hepi topu bu. 40 savaş uçağı ve birkaç helikopter taşıyan savunma sistemi oldukça zayıf olan bir savaş gemisi.

Bu savaş gemisinin tehdit etmeye geldiği ülkenin 400’ün üzerinde savaş uçağı var. Bunların çoğu avcı uçağı. Bu uçakların kullandığı mühimmatın çok önemli bir kısmı ne NATO ne de başka bir ülke tarafından biliniyor ve tamamı farklı uzun menzillerde ve tamamen özgün yapıya sahipler.

Türkiye’nin karadan havaya, denizden havaya, havadan havaya ve denizden karaya füze sistemlerinde yüzde 80’lere varan bir özgünlüğe sahip olduğunu bilmeyen yok. Ayrıca, kara kuvvetlerinin topçu birliklerinin yetenekleri NATO’nun bile standartlarının çok üstünde. Türk topçusunun bir top bataryası ile ne destanlar yazdığını Fransızlar dahil o ülkeye burnunu sokmaya çalışanların tamamı tanık oldu.

Deniz Kuvvetlerindeki özgünlük de yüzde 80’leri bulmuş durumda.

Ve Türkiye’nin en büyük savunma gücü olan Elektronik Harp sistemi, Suriye ve Libya’da bütün dünyayı şaşkına çeviren bir güce sahip. Özellikle İnsansız Silahlı Hava Araçlarında Türkiye, dünyada bir ilki gerçekleştirdi: Sürü İHA ile operasyon. Ve Türkiye bu operasyonla Suriye ordusunun gücünü ve onun destekçilerini iki gün içerisinde kelimenin tam anlamı ile yerle bir etti. Hiçbir hava savunma sistemi Türk SİHA’larını ve elektronik harp araçlarını engelleyemiyor.

Şimdi 83 milyonluk devasa bir ülke. 400’ün üzerinde savaş uçağı olan bir ülke. Bu uçakların neredeyse tamamı özgün ve milli füzeler ve silahlar kullanıyor.

Bunca teknoloji ve gelişmiş özgün silahlara karşılık 40 uçak taşıyan bir savaş gemisi mi meydan okuyacak. Allah vere de öyle bir çatışma olması durumunda Charles De Gualle’nin denizin üzerindeki ömrü maksimum 1 saattir. Bütün uçakları, helikopterleri ve 3 bin askeri ile o gemi en fazla bir saat içerisinde Akdeniz’in dibine gömülür.

Fransa Savunma Bakanlığı’nın ve özgür basın düşmanı çapsız lideri Macron bu durumu bilmiyor mu?

Elbette biliyorlar.

Peki Neden bu boş tehdide sarılmış durumdalar?

Çünkü Fransa’da ekonomi ve sistem çökmüş durumda. Macron, zevahiri kurtarmak için kartondan kaplan rolünü oynuyor. 

Peki Türkiye neden buna mahal veriyor? İşte zurnanın “zırt” dediği yer burası.

Fransa’nın efelenmesinin ne kadar boş ve anlamsız olduğunu Fransa sömürgelerine anlatmak için buna mahal veriyor. Macron efelendikçe, Türkiye Afrika’daki Fransız sömürgeleriyle ilişkilerini daha da genişletğyor.

Size garip gelecek ama hala Afrika’da bir çok Fransız sömürgesi, Fransa’nın dünyanın tek patronu, lideri sanıyorlar. Macron’un efelenmeleri bu ülkelerin medyasında da yankılanıyor. Ancak ertesi gün kendi medyalarından ülkelerine Türk diplomatik heyetinin ziyarete geldiğini ve bir çok ticari ve diplomatik anlaşma imzaladıklarını görüyorlar. Böylece Kralın çıplak olduğunu anlıyorlar. Türkiye’nin gürültüsüz patırtısız bu ülkelerde iş kotarması, buralardaki uyanışa pek etkili olmazdı. Ancak Fransa’nın bütün sahte tehdit efelenmelerini es geçerek Afrika’da icraatta bulunması işte bu, uyuyan kara kıtanın uyanmasını hızlandırıyor.

Sonuç olarak şunu söylememiz kâfi. Kıbrıs’a gelmeye çalışan Charles De Gualle uçak gemisinin Türk askeri savunma gücü karşısında ömrü maksimum 1 saattir. Ve sizi temin ederim ki bu gemiden kalkan hiçbir uçak Türk hava sahasında girdikleri anda düşürülecektir. Bunlardan hiç birinin Türk toprakları üzerinde uçması mümkün değildir.

De Gualle, Doğu Akdeniz’e gelmesi ile her hangi bir Fransız balıkçı teknesinin gelmesi arasında Türkiye için hiçbir fark yoktur. İkisi de TSK için sadece çerezdir.

11.09.2020 15:15

Türkiye’de meslek odaları ve barolar, baskıcı ve totaliter rejimin devamını sağlamak amacıyla kurulmuşlardır. Özellikle barolar, Tek Parti Faşizminin hayatta ve hükümran kalması için özel bir görev ihsas ederler.

Baroların, toplumsal devrim ve dönüşümün önünde en büyük engellerden biri olduğunu bilmeyen yok sanırım.

Türkiye’de tabandan gelen değişim ve dönüşüm taleplerinin daha hızlı bir şekilde yerine getirilmesi için öncelikle baro tekelinin kırılması gerekliliği görüldü ve gereken yapıldı: Çoklu Baro Sistemi

Babası üç, kendisi de iki faşist ve İslam karşıtı darbe yaşamış bir birey olarak, baroların, Kemalist diktanın (Atatürk ve Atatürkçülükle alakası yok Kemalizm’in. Daha çok Stalinizm ve Faşizm karışımı korporatist bir diktatoryal zihniyet) 28 Şubat zulmünün en önemli payandalarından biri olduğunu bütün acıları ile yaşayan biri olarak Çoklu Baro Sistemi’ne en çok sevinenlerden olduk.

Yasa, TBMM’den geçip Cumhurbaşkanı’nın onayı ve Resmî Gazete’de yayımlanmasından sonra İkinci Baro çalışmalarına başlanıldı.

Dikta rejimin devamında önemli iki saç ayağı olan İstanbul Ve Ankara’daki barolara karşı ikinci baro çalışmaları herkesi heyecanlandırdı. Her iki ilde de binlerce (İstanbul’da on binlerce) avukat, mevcut baronun politika ve siyasal organizasyonmuş gibi duruşuna katılmıyor ve bu politikalardan rahatsızdı.

Özellikle İstanbul’da 2. Baro’nun kurulması işten bile değildi. Çünkü bu baronun kuruluş çalışmalarına girişen, hak ve özgürlüklerden yana olan kitlenin sesi olarak temeli atılan Hukukçular Derneği’nin 2000 bin avukat bulması çelik çomak oyunu kadar basitti.

Zaman geçtikçe, verilen süre yaklaştıkça hepimizin heyecanı artıyordu. Özellikle benim kuşağım için 2. Baro, adeta yeni bir Kurtuluş Savaşı Zaferi idi. Kuruluş girişimini başlatanların başında olan zat, televizyonlara çıkıp 2 bin imza topladığını haftalar önce ilan edince derin bir oh çekmiştik…

Ne var ki, eklenen gün geldi, bir de baktık ki kral çıplak.

50 bin avukatın bulunduğu İstanbul’da ikinci baronunu kurulması için 2 bin avukat bulunamamıştı. Demek ki haftalar öncesinde televizyonlara verilen “2000 avukat imzası aldık” meyanındaki açıklama bir kandırmacaymış. Demek ki adalet adına yola çıkıldığında gerçek dışı konuşulabiliyormuş. E, hani adalet, gerçeğin tesisini amaçlıyordu? Bir yurttaş olarak aklımız bu çelişik durumu almadı.

Bu başarısızlığın sebebini araştırmaya çalışınca korkunç bir manzara ile karşılaştık.

Benim kuşağın gözünün nuru, medar-ı iftiharı ve 2. Baroyu kurmak için yola çıkan Hukukçular Derneği meğer artık o Hukukçular Derneği değilmiş. Çünkü çoklu Baro tartışmaları başladığında, Hukukçular Derneği, resmi Twitter hesabından “çoklu baroya karşıyız” diye açıklamada bulunuyor. Hem çoklu baroya karşı çık hem de 2. Baroyu kurmaya kalkış, bu ne mene bir iştir?

İkinci tuhaf ve evlere şenlik iş de kendilerini kanun dışı bir şekilde “Kurucular Kurulu” olarak ilan edenlerin arasında tek bir başörtülü avukatın olmamasıdır. “Başörtülü olması şart mıdır” diyeceksiniz. Bize göre şart değil “Farz”dır. Çünkü barolardan en büyük zulmü başörtülüler gördü bu ülkede. Hatta bize kalsaydı, bu ekibin başında bir başörtülü avukat olmasını istedik. O mazlum hanımlarımızın kızlarımızın arasında öyle yiğit ve delikanlı avukatlarımız var ki her birinin yüreği 10 okka gelir.

Barolardan en çok zulüm görenleri temsilen bir kişinin olmaması da ayrı bir utanç verici durum.

Kurucular Kurulu olayı ayrı bir garabet ve facia. Çünkü yasaya baktığımızda, şöyle emrediyor:

“2000 kişinin imzasını toplanması ve bu 2000 kişinin arasından kurucular kurulunun seçilmesi gerekiyor.” Ama bu yapılmadı.

Tanıdık bir çok avukat arkadaş ve dostumuzu arayıp konuşunca daha da üzücü durumla karşılaştık. “Bizim avukatları” arayıp 2. baroya katılmaya davet edenlerden bazılarının mensubu veya yakın durduğu siyasi partiler kafadan 2. Baroya karşı. Ve konuştuğumuz avukat arkadaşlarımız, bu çelişkili durumdan dolayı uzak durduklarını söylediler. Çünkü tarafı oldukları siyasi parti, Sayın Erdoğan’ın bu devrimci duruş ve çabalarına karşı siyaset güttükleri için, bu çalışmadan imtina ediyorlar. 

Aslında burada sorgulanması gereken, milletin ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın üzerinde hassasiyetle durduğu 2. Baro çalışmalarının bir drama dönüşmesine sebep olanların faş edilmesidir.

Önce 2. Baroya karşıyım deyip sonra kuruluş çalışmalarının başına geçerek, bu işi kadük bırakmak bu yöntem kimin yöntemidir, hangi grubun, örgütün ve yapının taktiğidir bu ortaya konulmalı ve gereği yapılmalıdır.

Çünkü Ankara ve İstanbul’daki 2 baro çalışmalarının içi daha başlamadan boşaltılmıştır ve ortaya şu acı tablo çıkıyor:

Ekim ayında Türkiye Barolar Birliği'ne kesinlikle delege gönderilemeyecek. Çünkü 2000 imza toplanamadı ve 2. Baro teşekkül ettirilmedi. Bu husus her şeyden önce Sayın Erdoğan'a vurulan ağır bir darbedir.

Burada asıl sorgulanması gereken bir diğer konu da son baro seçimlerinde ülkücü adayı destekleyen 9 bin civarındaki Ülkücü avukatlardan neden bir tanesi dahi bu çalışmaya katılmadı?

Bunun içinde Gelecek, Saadet ve Deva etkisi nedir? Ülkücü avukatlar bu durumdan dolayı mı 2. Baro çalışmalarından uzak durdular?

Benim asıl merak ettiğim, açık açık “Burası AK Parti’nin arka bahçesi değildir.” diyerek içinde/başında bulunduğu yapıyı Erdoğan’a karşı mevzilendirenlere 2. Baronun kurulması görevini neden tevdi ederler?
Bu bir dramdır. Görünürde sadece 2. Baro dramı olmasına rağmen, aslında bu milletin hak, hukuk ve adalet arayışının dramıdır. Ama ok yaydan çıktı. “Kervan yolda dizilir” anlayışıyla Sayın Erdoğan ve bu millet, bu dramı tarihin çöplüğüne atarak hakikatin tesisini gerçekleştirecektir.

05.09.2020 15:31

Dün İ.E. ve M.O.’nun önemli figürü olan Siirt 1. Ağır Ceza Mahkemesinde olan bir dava dosyası ile ilgili yazdığımız yazıda belirttiğimiz gibi, bugünkü yazımızda şüphelerimizi delilleri ile birlikte tek tek sıralayacağız.

Dün de belirttiğimiz gibi bu dava; HDP, CHP, Türk ve İslamcı Kürdofaşistlerin iddia ettikleri şeylerin neredeyse tamamı yalan. İ.E., M.O. ile 20 gün aynı evde kaldığı ve M.O.’nun zorla cinsel ilişkiye girdiği iddialarının da tamamı yalan.

Ve M.O.’nun “Alkollüydüm ne yaptığımı hatırlamıyorum. Kızla cinsel ilişkiye girdim” diye bir ifadesi yok. Dava dosyasını defaatle okudum ve şimdi dosyada olağan şüphe ve şüphelileri tek tek ortaya sunarak kararı kamu vicdanına bırakıyorum:

İ.E. ve M.O. sadece iki gün aynı evde kalıyorlar. İ.E., 23 Haziran’da evinden kaçtıktan sonra önce 2 gün Öğretmen Evi’nde, sonra üç gün daha Siirt merkezde bir otelde kalıyor. Otele giriş yaptığı saat, MOBESE kamera kayıtlarına göre 25 Haziran 2020. Saat: 15:00 ve 28 Haziran’a kadar otelde konaklıyor. 25 Haziran günü otelden dışarı adımını dahi atmıyor.

İ.E.’nin ifadesi ve MOBESE kamera kayıtlarına göre bu dönemde (25-28 Haziran) M.O. ile görüşmüyor.

26 Haziran gecesi dosyada mağdur olan kız, saat 23 civarında otelden çıkıyor. O gece odasına dönmüyor ertesi gün yani 27 Haziran sabahı saat 06:30’da odasına dönüyor.

27 Haziran gecesi de aynı saatlerde otelden ayrılıyor ve 28 Haziran sabah 06:30 sularında otele dönüyor. Bunların tamamı kamera kayıtlarında ve dosyada tamamen mevcut.

Ve İ.E., bu tarihlerde M.O. ile hiçbir şekilde görüşmüyor.

28 Haziran günü yine alışılmışın dışında bir hareketlilik MOBESE kameralarının kayıtlarına düşüyor.

27 Haziran’da öğlen saatlerinde otel sahibi S.K. ile birlikte dışarı çıkıyor ve S.K.'ya ait 34 SA ….. plakalı aracıyla otelden ayrılıyorlar. Bu durum hem MOBESE kayıtlarında hem de otel çalışanlarından B.E.’nin ifadesinde mevcut.

Bu olayı otel sahibi S.K. ifadesinde şöyle anlatıyor:

"27 Haziran günü evden geldiğimde otelin önünde yol çalışması vardı. Aracımı Hotel'in önüne park ettim. Otele giriş yaptığımda İ.E. lobide oturuyordu. Otele girip çıktım, kapı önündeki yol çalışmasına yardım ettim. Yol çalışması bitti otele girdiğimde İ.E. saçlarıyla oynuyordu. Bana taksi bulamadığını Botan Çayı'na gitmek istediğini söyledi. Galiba arabamı gördü. Bende taksi olmadığı için acıdım, yazık görsün istedim ve İ.E. ile birlikte saat 14:30 sıralarında 34 SA xxx plakalı aracımla onu Botan Çayına götürdüm. Botan Çayına gittiğimizde yol bozuk olduğu için aşağıya inmek istemedim. Çok ısrar etti bende kırmayıp indirdim. Aşağısı çok kalabalıktı. Suyun kenarında biraz dolaştı. 15 dakika bekledim ve bayan şahsa otelde kimsenin olmadığını geri gitmem gerektiğini söyledim."

Şimdi bu konu ile ilgili otel çalışanı B.E.’nin ifadesine bakalım.

B.E., 22 Temmuz’da verdiği ifadesinde şunları söylüyor:

"28 Haziran günü sokağa çıkma yasağı olduğu için ben henüz otelde idim. Otelde 1. Katta bulunan salonda dinlendiğim sırada patronum aradı. Patronum, İ.E. isimli şahsı Botan Çayına götüreceğini gelene kadar aşağıda beklememi söyledi. Bu sırada S. ve İ. isimli şahıs patronuma ait 34 SA xxx plakalı arabayla otelden ayrıldılar."

Saatler süren Botan Çayı gezisinde ne oldu acaba? Botan Çayı gezilerinin ne olduğunu Siirtiler çok iyi biliyor.

İ.E., M.O. ile görüşmeyi, bu Botan Çayı Gezisi’nden sonra yapıyor. Evden kaçtığı günden beri M.O? ile il defa 28 Haziran günü görüşüyor. M.O., İ.E.’nin isteği üzerine onu aynı gün öğleden sonra otelden alıp eve götürüyor.

Ve Zurnanın “zırt” dediği yerlerden birine daha geliyoruz burada. Otel’in kayıtları silinmiş durumda. Sadece 1 gün otelde kaldığı görünüyor. Halbuki MOBESE kameraları kayıtları ve otel çalışanlarının ifadelerine göre İ.E. 25 Haziran’da otele giriş yapmış ve 28 Haziran günü çıkış yapmış. İ.E., de ifadesinde 4 gün otelde kaldığını söylüyor.

Tanıklar, devletin resmi kamera kayıtları ve mağdurenin ifadesine göre 4 gün kaldığı otelin kayıtlarında neden bir gün görünüyor? Ve edindiğimiz bilgilere göre bu kayıtlara otelin sahibinden başka kimsenin ulaşması mümkün değil.

Ve yine otelde 26 ve 27 Haziran gecesi çıkış yapıp sabah 06:30’da dönen İ.E., nerede kaldı. İ.E. ve otel işletmecisi S.K.’nın telefon bazlarına bakılırsa belki bir ipucuna ulaşılır diye düşünüyorum.

Bunun cevabını umarım Siirt Adliyesi arar bulur.

Bu arada İ.E., M.O.’yu otel sahibi S.K.’nın telefonundan arıyor. Ve M.O. aynı gün otele gidip 16’dan sonra İ.E.’yi otelden alıp eve götürüyor. 29 ve 30 Haziran günü ikisi aynı evde kalıyorlar. 1 Temmuz günü de Siirt’ten İzmir’e saat 12:30’da hareket eden otobüsle İ.E., İzmir’e gidiyor. Yol parasını ve 500 TL cep harçlığının yanısıra banka kartını da kullanması için İ.E.’ye veriyor M.O.

Dosyadaki ifadelerden şimdi de Adli Tıp raporuna gelelim. M.O.’yu suçlu ilan eden HDPKK ve feminist kadın dernekleri ile CHP’lilerin dillerine doladıkları ve delil olarak sundukları Adli Tıp raporuna bakalım. Hemen baştan söyleyelim ki Adli Tıp Raporu’na göre M.O. masum görünüyor. Şöyle ki:

8 Temmuz 2020'de Adli Tıp uzmanları tarafından yapılan muayenede İ.E.’nin muayene tarihinden en fazla 10 gün öncesinden “bekaretini yitirdiği” belirtiliyor.

Şimdi takvim yapraklarını geriye doğru çevirelim. İ.E., 23 haziranda evden kaçıyor. 2 gün Öğretmen Evi, 4 gün de otelde kalıyor.

Ancak 26 ve 27 Haziran gecelerinde İ.E. otelden çıkıp bilinmeyen bir yere gediyor, sabah 06:30’da geliyor. Bu saat, güneydoğu ve doğu illerimiz için Batı illerimizin 08-09’u gibidir.

Ve bir de 27’sinde iki saatlik bir Botan Çayı gezisi var.

İ.E.’nin ifadesine göre 328 Haziran’ı 29’a bağlayan gece M.O. ile aynı yatağı paylaşıyor ve o gece cinsel ilişkiye girmiyorlar. 29’u 30 Haziran’a bağlayan gece cinsel ilişkiye girdiğini ve ertesi gün İzmir’e gittiğini söylüyor İ.E.

İ.E.’nin kamera kayıtlarının, tanıkların ifadesini göz önünde bulundurduğumuzda şu ortaya çıkıyor: M.O.’nun dışında 2. Bir olağan şüpheli daha var. İ.E.’nin 26 ve 27 Haziran gecelerinde nereye gittiği baz kesişmeleri alınırsa ve Botan Çayı Gezisi açığa çıkarılırsa ilk cinsel ilişkinin kiminle yaşandığı ortaya çıkar.

Cinsel Saldırı konusuna gelince, ilk gece İ.E. istemediği için cinsel ilişki gerçekleşmiyor. Sadece öpüşme vs var. Hem mağdure hem de zanlı M.O. ifadelerinde bunu açık açık söylüyorlar. İkinci gece cinsel ilişki yaşadıklarını iki taraf da söylüyor. Ama İ.E., bunun isteği dışında gerçekleştiğini söylüyor. İşte buna mahkeme inanmıyor ve bunu “hayatın akışına ters” buluyor. Ve zanlıyı tahliye ediyor.

İ.E.’nin “intihar” olayı da oldukça şüpheli. Olay Yeni İnceleme Şubesi’nin elde ettiği bulgular ve fotoğrafları incelediğimizde “intihar” olayı oldukça kuşkulu bir hal alıyor. Çünkü mağdur İ.E.’nin intihar ettiği öne sürülen odanın duvarında br kaç tane saçma izini buluyor güvenlik güçleri.

Dünkü yazımızda da belirtmiştik, vücuda dayatılan bir av tüfeğinin fişeği eğer saçma ise, saçmaların bedeni delip çıkması imkansızdır. Saçma, başkasının ateşi sonucu bedene veya hedefe isabet etmeden en yakın engele çarpar. Bu da oldukça şüpehli bir durum.

Özetle, bu dosyada sadece M.O. değil- Otel sahibi ve kızın “intihara teşebbüs ettiği” gün yakınında bulunanlar da olağan şüpheli kanaatimce.

ÖNEMLİ NOT:

Dün Siirt’te meydana gelen bir adli vakanın nasıl siyasi cinayete çevrilmeye çalışıldığının içyüzünü anlatmaya çalıştım. Hem de mahkeme dosyasına ve dosyadaki delillere dayanarak.

HDP, tabanının kaymasını engellemek ve elindekini diri tutmak için karmaşık bir aşk ilişkisinin sonucunda meydana gelen intihar iddiasını siyasi bir cinayete çevirmeyi başardı. Taraflardan biri Kürt, diğer Türk ve askerdi. Kürt olan kız, Türk ve asker olan erkek yüzünden “intihar etmiş” (Ki burası daha kesin değil).

HDP ve uzantıları ile bu partinin Batı Anadolu ve Ege’deki yansıması olan CHP ve paydaşları tamamı yalanlar üzerine kurgulanmış algı yönetimi ile dosyada şüpheli bulunan askeri resmen linç ettiler. Adliye mekanizması da hukuku, kanunları değil linççi koroya katılarak askeri tutukladı.

Linç amaçlı haberlerin tamamında mantık hataları hakimdi. Dünkü yazımıza PKK/HDP’lilerin olan tepkilerini önemsemedim. Çünkü biz onların elinden oyuncaklarını aldım. Kürt yurttaşları yine yalanlarla domine edip kan pazarını devam ettireceklerdi ki biz bu kirli tezgâhı bozduk. Beni şaşırtan ve sonra da kızdıran, Müslüman olarak gördüğüm ve bu yüzden değer verdiğim medyada yer alan Kürt arkadaşlarımın aklı, vicdanı ve insafı bir kenara bırakarak PKK/HDP/CHP ağzı ve üslubuyla bana saldırmaları.

PKK’nin domine ettiği seküler Kürtlerden bir Kürdofaşist prototipi ortaya çıkmıştı. Demek ki PKK Müslüman olarak bildiğimiz bu tiplerden birer İslamcı Kürdofaşist üretmeyi başarmış.

Bu arkadaşlarımın tümü (sadece bir kişi hariç. Bizi hak hukuk konusunda uyaran ve yol göstermeye çalışan halen bürokraside önemli bir konumda olan, yürekten abi dediğim bu kalem ve insan güzeli şahıs hariç) askerin şahsında direk devleti suçluyorlardı. Olayda şüpheli olan şahsın asker olması direk burada devleti taraf yapıyor onların gözünde.

Bu salim arkadaşlar, arkaik HDPKK’nin 1970’lerin Stalinist refleksle hala Türkiye’nin eski ceberut devlet refleksine sahip olduğu propagandasına inanmışlar. Ve bu inançladır ki her zaman olduğu gibi bu olayda da aklı bir kenara bırakıp iç güdüleri ile refleks gösteriyorlar. Her fırsatta iç güdülerini bırakıp akılla hareket etmelerini salık vermemiz pek etkili olmamış anlaşılan.

Hele bunlardan bir kevaşe var ki evlere şenlik. Direk devlet düşmanlığı yapıyor özel yazışmasında. Halbuki bu kevaşe, devletin kapısında kemik kemirebilmek için az uğraşmamıştı. Ve yıllardır devletin kemiğini kemiriyor. Üstelik bu kıt aklı ile devletin halka hitap medya kurumlarında yazılar yazıp millete akıl vermeye çalışıyor.

Beni “TeCe’nin kalemi” olarak göstermeye çalışan bu dinci tayfanın bazıları T.C.’nin kurumlarında çalışıyorlar. Bunlar sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin değil, HDPKK’nin önünde 40 takla atan kişiliksiz şahsiyetsiz tiplerdir.

Örneğin, yıllarca JİTEM’e muhbirlik yapan, elinde Kürt kanı olan Bedel Boseli adlı kişilik yoksunu amip, bu yapılanma tasfiye edilince hem PKK hem de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin patronu olan KDP’nin kapısında yıllarca yağlı bir kemik için takla atıp durdu.

Bu İslamcı/dinci Kürdofaşistler de Bedel Boseli gibi ajanlaşmış kişiliğin farklı versiyonu olmuşlar adeta.

Allah korkusunu, vicdanı, ahlakı ve insafı bırakan tanıdığım bütün İslamcı Kürdofaşistler! An itibariyle sizi talakı salise ile hayatımdan boşayıp gönderiyorum. Ve Müslüman bir Kürt olarak bir kez daha söylüyorum ki: Cennetmekan merhum babam dahi zalimin yanında yer alırsa ona karşı direnirim. Mazlum, babamın katili olan 12 Eylül işkencecileri olsa bile o konuda mazlumun yanında yer alırım

Bu güne kadar hayatımda yer almış ve HDP yaltakçısı bütün İslamcı Kürdofaşistler! Üzerinize sifonu çektim.

27.08.2020 16:20

FETÖ terör örgütünün diğer kamu kurumları gibi Adalet sistemini de işgal edip kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı günden bu yana sistem hala yerine oturamadı. Yargı, özellikle Ağır Ceza Mahkemeleri’nin son yıllarda bazı kararları cinayetten daha ağır sonuçlara sebep oluyor. Çocukluğumun 12 Eylül mahkemeleri bile (Siyasi davalar hariç) adli davalarda böylesine fahiş hatalar işlemediler. Özellikle Ağır Ceza Mahkemeleri’nin kararları neredeyse Yargıtay içtihadı gibiydi. Ve çoğu karar Yargıtay’ca onanırdı. Ama günümüzde bütün Ağır Ceza Mahkemelerinin kararlarından bir çoğu Yargıtay’ca bozuluyor. Kimi esastan, kimi usülden. Esas ve usül hatasını yapan insanların nasıl Ağır Ceza mahkemelerinde görev aldıkları ayrıca sorgulanması gereken bir konu.

Yargının aldığı yanlış kararlardan dolayı bir çok insanın hayatı kararıyor. Karar tevzii ve yeniden yargılanma süreci derken davacı veya davalı zaten kamu vicdanında ve kendi sosyal çevresinde kelimenin tam anlamı ile bitiyor. Karar düzeltilse bile itibarı beş paralık olmuş insan olarak kalıyorsunuz ortalıkta.

Doktorlar, bir hata işlediklerinde onlardan haklarımızı hukuk önünde söke söke alıyoruz da bu hâkim ve savcıların fahiş hatalarının hesabını yargı önünde soramamamız ne acı.

Lafı Musa Orhan isimli uzman Çavuş’un yargı tarafından canlı canlı gömülmesi konusuna getirmek istiyorum. Olay patlak verdiğinde hep boş bir taraf vardı ve kuşkuluydu. İşin içinde bir cinayet olduğu için hem kendi vicdanımda hem de Mahkeme-i Kübra’da Allah’a karşı mesul olmamak için bu haberi 5N1K şeklinde de yayımlamadım. Bütün editör arkadaşlarımı uyardım ve bu olayla ilgili benim talimatım dışında hiçbir haber girilmemesini salık verdim. Yapacağımız en ufak bir hata, bir daha helalleşme şansımızın olmadığı ölmüş bir insanın bizden ruz-i mahşerde hesap sormasına sebep olacaktı.

Musa Orhan’ın serbest bırakılmasından sonra ivedilikle konuyu araştırdım ve adaletin yavaş yavaş yerine geldiğini gördük ve hemen “Adalet Yerini Buldu” manşeti ile birinci haber olarak yayımladık.

Musa Orhan’ın kurbanlık koç olarak seçildiği olayda özellikle HDP ve bilumum terör unsurları ile onların legaldeki uzantılarının adliyeyi etkilemek için bütün kamuoyunu ayağa kaldırmaya çalışmaları başlı başına midemizin bulanmasına sebep oluyordu. Çünkü eğer iddia edildiği gibi bir cinsel saldırı ise neden olay politikleştiriliyor? Şiddeti ve terörü kutsayan yapı ve organizasyonların adli ve meşkuk bir olayda bir askeri hedefe koyması aklın ve vicdanın kabul etmeyeceği bir durumdu.

Haberlerde, kızın Musa Orhan’la aynı evde 20 gün yaşadığı yazıyordu. Bir kadın hiçbir şekilde 20 gün bir evde zorla tutulamaz. Şöyle ki: Söz konusu olan şahıs bir askerdir ve her sabah 06 sularında birliğine olacak ve içtima verecek ya da alacaktır. Akşam iş çıkışı 17:00’dır. Eve barışı 18’i bulur. Bunca saat içerisinde kadın bağlı olsa bile bağırır ses çıkarır gürültü yapar ve komşular polis çağırır olay ortaya çıkar.

Bu şekilde düşündüğüm için zorla cinsel saldırı olayına inanmadım, aklım almadı. Burada kesinlikle gönüllü bir birliktelik olduğu ayan beyan ortada.

Musa Orhan’ın serbest bırakılmasından sonra yaptığımız araştırmada ortaya korkunç bir sonuç çıktı: BÜTÜN MEDYA MECRALARINDA YER ALAN HABERLERİN TAMAMI YALAN VE İFTİRA. Genç bir asker kurtlar sofrasında canlı canlı parçalanıyordu. Gazete, televizyon ve internet sitelerinde yazılan haberlerin tamamı gerçek dışıydı.

Olayın aslı şöyle:

İ. E. ile Musa Orhan arasında uzun süredir duygusal bir ilişki var. İ. E. Ailesinin kendisini Musa Orhan’a vermeyeceğini düşünerek kaçmaya karar verir. Kaçmadan çok önce valizini Musa’ya veriyor. Bir süre sonra evden kaçıyor. Önce birkaç gün Öğretmen Evi’nde kalıyor. Akabinde de Adı bizde bulunan Bir otele geçip orada kalıyor.

Çünkü Musa Orhan, o sıralarda görevdedir, yani operasyondadır. Gece gündüz görev yerindedir. Evine gelmesine imkân yoktur.

İşte Zurnanın “zırt” dediği yer tam da burası. İ. E., otelde kaldığı üç gece boyunca kamera kayıtlarına göre saat 23 gibi otelden çıkıp sabah 05’te otele geliyor.

Ayrıca MOBESE kamera kayıtlarında otel işletmecisi ile Botan Çayı’na bir arabayla gidiyorlar ve arabada üç saat kalıyorlar.

Bu söylediklerimin tümünün kamera kayıtları dosyada bulunuyor.

Operasyon bittikten sonra Musa Organ şehir merkezine geliyor ve İ. E.’yi alarak arkadaşının evine gidiyor. Evde üç gün kalıyorlar.

İ. E. ölmeden verdiği ifadede evde ne yaşadıklarını hepsini tek tek anlatıyor. Ancak kavga ettiklerine dair ya da Musa Orhan’ın kendisine şiddet veya cinsel saldırıda bulunduğuna dair hiçbir söz söylemiyor. Orhan’la gönüllü olarak birlikte olduklarını söylüyor.

Musa’nın arkadaşının evinde üç gün Musa ile birlikte kaldıktan sonra İzmir’e gidiyor ve sonra geri dönüp köyüne gidiyor.

Bütün bunları İ. E., ifadesinde anlatıyor. Ve bir süre sonra İ. E.’nin intihara teşebbüs ettiği iddia ediliyor.

Fakat intihar ettiği silahı bir kadının kullanması çok zordur. Söz konusu silah av tüfeğidir. Bir insanın av tüfeğinin namlusunu kendi bedenine dayayıp eliyle tetiği çekmesi neredeyse imkansızdır. Çünkü av tüfeğinin namlusu uzundur.

Olay yeri inceleme ekibi intihara teşebbüs ettiği denilen yerde çok ilginç bulgulara ulaşıyor. O da şu: Duvarlarda tüfeğe ait saçmalar bulunuyor.

Halbuki en küçük balistik bilgisine sahip olan kişi bilir ki, av tüfek saçmaları bir insanın bedenini veya kafasını delip çıkamaz. O saçmalar vücutta kalır.

İ. E.’nin verdiği ifade, olay yeri inceleme, Musa Orhan’ın ve tanıkların ifadelerinin yanısıra delillerin tamamı dosyada olduğu için ilk mahkeme Orhan’ı tutuklamıyor.

Ne var ki devreye HDP, CHP ve PKK ile uzantıları devreye girince duyguları parçalanmış bu masum asker Siirt 1. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tutuklanıyor.

Olayın rezilliği bununla da bitmiyor. CMUK gereği Musa Orhan’ı savunmak için atanan avukat da sosyal medya hesaplarında #MusaOrhanTutuklansın tagına destek veriyor. Bu tag altında yapılan paylaşımları rt ediyor.

Bu ne hukuka e ahlaka sığan bir durumdur. Hem bir insanın hukukunu korumu görevini para karşılığı yapıyorsunuz hem de hukuksuz bir şekilde tutuklanması için kamuoyu oluşturmaya çalışıyorsunuz.

Bu avukat, Diyarbakır Barosu’na kayıtlı. Musa Orhan’ı linç edenlerin başında Diyarbakır Barosu da geliyordu. Şimdi Bu avukatı Baro’ya şikayet ederse baro yine hukuğu ayaklar altına alacak.

Hukuk ahlakı ve normal vicdan şunu gerektirir: Baro sizi CMUK avukatı olarak tayin ettiğinde, bu olayda taraf olduğunuzu belirtir ve davadan çekilirsiniz. Ama avukat cüppesi içindeki kişi bu ahlaki normu hayata geçirmiyor.

Musa Orhan olayı ile ilgili belgeleri ve daha çok bilinmeyeni bugün gün içinde yayımlayacağımız haberimizde detayıyla okuyabilirsiniz.

26.08.2020 13:32

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Karadeniz’de Türkiye’nin Münhasır Ekonomik Bölge Alanında yaptığı çalışmalar sonucunda ortaya çıkardığı 320 milyar metreküplük doğal gaz yatağını açıklamasından sonra Türkiye’de büyük bir sevinç yaşandı. Gazın ekonomiye katkısı, oluşturacağı ekonomik katkının yanısıra, psikolojik etkinin de ülke ekonomisine katkıları konuşulurken, hiçbir zaman kamu mutluluğunu tatmayan, tatmak istemeyen kronik mutsuz, huzursuz ve obsesif atakları olan Besleme Medyası ve Besleme Muhalefet bu zenginleşmeye kara çaldı.

Özellikle Amerikan fonları tarafından beslenen medya bu kara çalmanın merkezi oldu adeta.

Joe Biden’ın daha önce gizli gizli el altından desteklediğini ve bundan sonra açık açık destekleyip yönlendireceğini açıkladığı Türkiye’deki muhalefet kesiminde de aynı temelsiz ve tamamen ruhsal huzursuzluk ve mutsuzluktan kaynaklanan kara çalma refleksiyle harekete geçti.

Cumhuriyet Halk Partisi milletvekilleri ve medyası derhal tezviratlar eşliğinde Türkiye’nin elde ettiği bu kazanımın bir kazanım olmadığını hatta zarar olduğunu söylemeye başladılar.

Ancak, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçtaroğlu, bütün milletvekillerine birer SMS göndererek gazı eleştirmemeleri talimatını verdi.

Kemal Bey’in bu talimatından sonra Milletvekilleri, ABD’nin fonladığı Besleme Medya üzerinden içlerindeki kara çalma cürufu akıtmaya devam ettiler.

ABD Başkan adayı Joe Biden’in “bizim çocuklar” dediği CHP ve İP’liler, Türkiye’nin bu muazzam başarısını lekelemek ve toplumsal mutluluğu bozmak için çeşitli yalanları piyasaya sürdüler.

Kronik mutsuz muhalefetimizin Karadeniz’de çıkan azı karalamak için en kullandıkları “gaz çıktı”, “petrol çıktı” haberlerinin neredeyse tamamı Türkiye’de petrol ve gaz arama imtiyazına sahip emperyalist ülkelere ait petrol şirketlerinin medyaya verdiği demeçler olması hayli dikkat çekici.

Öncelikle şunu belirtelim: Petrol ve gaz arama çalışmaları oldukça pahalı. Şöyle örneklersek, Bizim Oruç veya Hızır Reis gemisi ile yaptığımız sismik araştırmadan sonra  Fatih veya Kanuni ile yaptığımız bir kazının maliyeti 30 milyon dolar civarı. Özel şirketler bunu 120 ile 150 milyon dolar arası yapıyorlar. Büyük bir rant var. Ve yabancı şirketler, bu çalışmalarını sürdürtmek, yani uzatıp başka yerlerde de arama imtiyazı elde edebilmek için bu tür haberleri üflüyorlar gazetelerin kulağına. Ve bu gazetelerin tamamı da çalışma yaptıkları ülkedeki hükümet yanlısı gazete ve televizyonlardır. Bu çok normaldir. Böylece hükümetin algısı üzerinde etki yaparak yeni yeni milyarlarca dolarlık petrol gaz arama imtiyazı elde etmeyi başarmak.

Bu şirketlerin ortaya üfledikleri bu balon haberlerde petrol miktarını gaz miktarını şişire şişire söylerler. Bunların tamamı yalan olduğunu hepimiz biliyoruz ve hiç itibar etmedik. O yıllarda muhalefet ve Besleme Basın da itibar etmedi.

Müzmin mutsuz muhaliflerin petrol arama imtiyazı alan şirketlerin açıklamaları ile ilgili yalanlarını kaale bile almıyorum. Çünkü bu açıklamaların tamamı petrol ve gaz araması yapan şirketlerin yaptırdıkları manipülatif haberler. Bu haberlerden de amaç, imtiyaz sürelerini doldurmak ve hükümetlerden biraz daha vurgun yapmak.

Bunları önlemek için Sayın Erdoğan, tüm petrol ve gaz arama çalışmalarını millileştirdi. Ve Türkiye’nin kesesinden milyarlarca doların çıkmasını önledi. Ve bir diğer önemli husus da, Türkiye’nin yeni yeraltı maden ve petrol haritası yabancıların eline geçmeyecek artık.

Ben şunu açık açık iddia ediyor ve hodri meydan diyorum: Bu haberlerde adı geçen şirketler, gazın/petrolün miktarı, verimliliği ve maliyeti ile ilgili yayımladıkları tek bir laboratuvar test sonucunu gösterin, bu yalan iddiaların tamamını kabul edeceğim.

Ancak petrol ve gaz aramalarının millileşmesinden sonra bir çok gaz, kaya gazı ve petrol yatakları bulundu. Bunların ekonomik değerleri ile ilgili gerekli raporlamalar yapıldı. Ve özellikle Türkiye’nin tara topraklarında bulunan petrol ve kaya gazının bugünkü teknoloji ile çıkarma maliyeti oldukça yüksek olduğu için hükümet, bu yatakların haritalarını kayıt altına alarak devletin arşivine kattı. Petrol ile ilgili hükümete atıf yapılarak yayımlanan haberlerin tamamı doğrudur. Ancak, muhalefet burada şu uyanıklığı yapıyor? Bulunan petrol ve kaya gazının ekonomik değeri ile ilgili hükümetin görüşlerini kamuoyu ile paylaşmayarak hakikatin üstünü örtüyorlar. Sanki, hükümet sadece kamuoyunu aldatmaya yönelik bir algı çalışması yürütüyormuş gibi bir hava oluşturdular.

Atalarımız ne güzel demiş, “Kişi, kendinden bilir işi.” Joe Biden’ın “bizim çocuklar” dediği Besleme Muhalefet ile Besleme Medya’nın bu yalanlarında başarılı olmasının en büyük sebebi ise, sosyal ve dijital medyayı çok iyi domine etmeleridir.

 Besleme Medya ve onları aparat olarak kullanan kronik mutsuz müzmin muhalefetimizin dile getirdikleri bir diğer iddia da Karadeniz ve Akçakoca gaz yatakları ile ilgili. Bunlarla ilgili kamuoyunu inanılmaz derecede yalanlara aldatıyorlar ve maalesef bunu becerdiler.

Türkiye’de Petrol ve gaz arama çalışmaları ile ilgili devlet ve hükümet yetkilileri sadece Akçakoca ve Karadeniz gaz ile Hakkari’de bulunan petrol yatakları konusunda açıklama yaptılar.

Şimdi gelelim dillerine doladıkları Karadeniz ve Akçakoca gazı ile Hakkari’de bulunan petrolün gerçek öyküsüne.

Akçakoca gazı ile ilgili çalışmalar Ak Parti hükümetlerinin ilk dönemlerinde yapıldı ve gaz bulundu. Daha sonra yapılan çalışmalar ile bu gaz çıkartılarak halkın kullanımına sunuldu.

Akçakoca’da gaz bulunduğunda, hükümet ilk başlarda temkinli yaklaşmış ve ihtimalleri dile getirmişti. Fakat bu ihtimallerin tamamı sıfırlandı ve gaz çıkarılarak halkın kullanımına sokuldu.

Akçakoca gazı çıkarıldıktan birkaç ay sonra TPAO Üretim Daire Başkan Yardımcısı Mehmet Kul, Düzce’nin Akçakoca İlçesi açıklarındaki 4’üncü doğalgaz üretim platformunun devreye girmesiyle günlük 250 bin metreküp olan doğalgaz üretimlerinin 600 bin metreküpe çıktığını söylemişti.

Bu gazı 2007 yılında dönemin Enerji Bakanı, halkın hizmetine sunulduğunu açıklamıştı. Ve hizmete girerken yapılan törenin görüntüleri de basında yer almış durumda. Dileyen internet arama motorlarında bu açılış töreni ile ilgili bol bol görsel bulur. Ayrıca bu haberlerle ilgili linkleri de yazımısın sonunda sizlerle paylaşacağız.

Hakkari’de bulunan petrolün çıkarılmamasının sebebi ise oldukça trajik. Dönemin Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın “Hakkari’de petrol bulduk ama çıkaramıyoruz. Çünkü bölgede ciddi terör faaliyetleri var. Bu terör faaliyetleri temizlenene kadar petrolü çıkaramıyoruz” diyordu.

Hakkari’de o yıllarda hangi örgüt terörist eylemler yapıyordu ve halen de yapmaya çalışıyor?

Cevabı çok açık, Besleme Medya’nın silahlı kanadı PKK. Evet, Amerika tarafından fonlanan ve kendisine muhalif süsü veren Besleme Medya’nın silahlı kanadı PKK'nin yaptığı vahşi terör eylemlerinden dolayı Türkiye, çalışanların hayatını riske etmemek için bulduğu petrolü çıkarıp işleyemiyor. Ama aldığım bilgiler bu sahalarda kuyu açmaya çok az süre kaldı. Sınır ötesi yapılan bu kalıcı KAPLAN-PENÇE harekatlarının bir diğer sebebinin de bölge il ve ilçelerdeki petrollerin ekonomiye kazanılması için olduğunu belirtmekte fayda var.

https://www.memurlar.net/haber/275809/bakan-yildiz-hakkari-de-petrol-bulduk-ama-teror-yuzunden-cikaramiyoruz.html

https://www.ahaber.com.tr/ekonomi/2012/08/25/petrol-bulduk-ama-cikaramiyoruz

22.08.2020 19:41

Dün akşamdan beri Türk medyasında Cemil Bayık’ın öldürüldüğüne dair haberler dolanmaya başladı. Ve maalesef bizim hem internet medyası hem de geleneksel medya bu yüzde bir milyon ihtimal olabilecek konulu haberi yayımladılar.

Türkiye’de medya sektörü maalesef gittikçe hızlı bir ölüme doğru gidiyor. Bu sözü bizim mahalle veya Amerikan ve Alman fonları ile kendilerini satan Besleme Medya’yı ayrıştırarak söylemiyorum. Türk medyasının tamamı ölüme koşar adım gidiyor.

Cemil Bayık’ın konumu, ABD ve Avrupa Birliği yanısıra NATO ve İran için anlamı nedir, İsrail/BAE için ne ifade ediyor, hangi rolleri üstlenmiş durumda olduğunu bilmeden hesaplamadan onunla ilgili haber yapmak okyanusun dibinde iğne aramak kadar zor bir şeydir.

Cemil Bayık’ın aynı zamanda PKK içindeki gruplaşmalarda da ne anlama geldiğini bilmeden onunla ilgili haber yapmak, kelimenin tam anlamı ile cahilliktir.

Biz gazetecilerin görevi, öncelikle ulusal, uluslararası, bölgesel konuları ve sorunları takip edip yorumlamak, haber olarak değerlendirmektir. Ve bu minval üzere modadan, teröre, enerji sektöründen çevreye kadar her alanda “uzman” elaman olarak kendimizi yetiştirmeye çalışmak zorundayız. Eğer bunu yapmıyorsak, bizden sadece her şeyi bilen cahil çıkar.

Ve maalesef Türkiye’de bilginin ve haberin halka sosyal medya üzerinden hızlıca yayılmasından sonra medyamız kendisini bu sürece adapte edememiş var olan "alan ustası" gazetecilerin yerini dolduracak yeni kadrolar yetiştirmemiştir. Ve bu yüzden şu anda dünyanın en zayıf medyası durumuna geldik.

Cemil Bayık’ın öldürüldüğüne dair haber sosyal medyaya düşünce, haber365 yöneticisi ve sorumlusu olarak hemen haberi şüpheli olacak şekilde sunduk ve buna inancımızın zayıf olduğunu okurumuza hissettirdik. Irak’lı generallerin bu görüşmesinin emir komuta dışında olduğunu tahmin ettik ve haklı çıktık. (https://www.haber365.com.tr/gundem-haberleri/tsknin-hava-operasyonunda-ust-duzey-teroristler-etkisiz-hale-getirildi-h224799.html)

Dün akşam 22 sularında Irak Genelkurmay Başkan Yardımcılığı makamına denk gelen komutanlıktan aldığımız bilgi bizim tahminimizi doğruluyordu. Sınır muhafızı generaller, Genelkurmay’a bilgi vermeden PKK’lılarla görüşüyor. Ve bir bilgi daha: Ölen iki general de, Kuzey Iraklı Kürt. Ama Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin Peşmerge Bakanlığı ve Peşmerge Komutanlığı’nın da bu görüşmeden haberi yok. Zaten Barzani ve Peşmerge Komutanlığı PKK ile savaşın eşiğindeler.

Cemil Bayık, PKK içinde “İran’ın adamı” olarak bilinir. Ve İran İstihbarat Servisi (VEVAK- Bu arada SAVAMAK diye bir istihbarat servisi yok. O ismin de ayrı bir rezil hikayesi var. Türk Medyasının uydurduğu bir isim.) Bayık'ı 7 gün 24 saat hem teknik hem de fiziki olarak koruyor.

Cemil Bayık, Kandil Dağı’nda yaşıyor. Tabi bir çok meslektaşımız Kandil Dağı’nın önemli bir kısmının İran sınırları içinde olduğunu bilmiyor maalesef. Ve Cemil Bayık, İran Kandili’nde VEVAK’ın koruması altında yaşıyor. Ve VEVAK’a (Vezaretè İtlaat ve Emniyeti Kisvar- و امنييتي كشفار   ايتلاعات وزارت) da Bayık’ı emanet eden ABD Ulusal İstihbarat Servisi CIA. Şaşırdınız değil mi? Ortadoğu’da aldığınız nefes dahi sizi şaşırtmıyorsa, bilin ki Ortadoğu’yu yaşamıyorsunuz, başka alemdesinizdir.

Bayık, Kandil’in Irak tarafına adımını attığı anda Türk SİHA’ları tarafından etkisiz hale getirileceğini bütün sahipleri biliyor. O yüzden “her ne olursa olsun Cemil Bayık’ın İran sınırından Irak tarafına kesinlikle geçmemesi” talimatına hem İran hem de PKK sıkı sıkıya uymaktadır.

Yaptığımız araştırmada dün Türkiye’nin yaptığı operasyonda ölenin Cemil Bayık değil, PKK’nin Şengal Bölgesi Komutanı Agit Civyan kod Vahyettin Karay ve yardımcısı olduğu bilgisine ulaştık.

Vahyettin Karay, aslen Şırnaklı’dır. Karaylar, Türkiye’nin Güneydoğu'sundaki “Uyuşturucu Baronu aile” olarak biliniyor.  Vahyettin Karay'ın amcazadesi Hacı Karay, 1992 yılında ünlü uyuşturucu kaçakçısı Savaş Buldan'la birlikte Sapanca'da ölü olarak bulunmuştu. (Savaş Buldan'ın Pervin Buldan'ın kocası olduğunu belirterek Abdullah Öcalan'ın Pervin Buldanı neden milletvekili yaptığı sorusunu çeyrek yüzyıl sonra yineleyerek hatırlatayım. Bu sorunun cevabı var ama şimdi konumuz değil) Bu olay bile ailenin uyuşturucu trafiğindeki rolü hakkında ipucu olabilir.

Ve Karay, ailesinin örgüt içindeki narkotik trafiği işlerini yürüttüğü belirtiliyor. PKK’nin Avrupa’ya taşıdığı uyuşturucunun trafiğini yöneten önemli isimlerden biri olarak öne sürülüyor.

Agit Civyan kod PKK’li Karay, Türkiye’de bir çok kanlı katliamlarda imzası bulunan bir terörist.  21 Ekim 2007’de Hakkari Dağlıca’daki seyyar tabura yüzlerce teröristle saldırıp 12 askerimizi şehit eden eylemi bizzat yönetiyor.

Bunun gibi bir çok eylemi var. Ve Agit’in yaptığı eylemlere baktığımızda ilginç bir hat çıkıyor karşımıza. O hattın tamamı PKK ve baronların uyuşturucu taşıdıkları bölge olduğunu görürüz.

İstanbul’dan dışarı çıkmadan, hatta 50 Katlı Plaza’nın 35. Katındaki ofisimizden adımımızı dışarı atmadan, telefon ve sahadaki ilişkiler ağı üzerinden bilgilere ulaşıp doube check yapabildik. Zaho’dan Sincar/Şengal’e, Erbil’den, Süleymaniye’den Bağdat’a ilgili bütün kurum ve haber kaynaklarını harekete geçirerek bu bilgileri toparlayabildik. Maalesef Türk medyası, değil konusunun uzmanı haberci, bu ve buna benzer pratik yöntemleri de deneyebilecek kadrolardan yoksun.

12.08.2020 14:27


Birleşik Arap Emirlikleri’nin neden Libyalı terörist Hafter’e destek verdiği ortaya çıktı. BAE, Libya’nın yeraltı zenginliklerinden olan altını çalmaya başlamış bile.

“Ortadoğu’nun İkinci İsrail’i” olarak adlandırılan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)’nin Neden Terörist Hafter’i silahlandırdığı ve finanse ettiği ortaya çıkıyor.

Petrol zengini olan BAE’nin Libya petrolleri veya demokratik düzenin Libya’ya gelmemesi için bu kadar risk üstlenmesi hiç akılcı gelmedi. Uzun süredir Libya ile ilgili bildiğim dillerden okumalar yapmaya çalışıyorum. Web ve deepwebde girdiğimiz legal, illegal internet sayfası kalmadı desem yeridir. Özellikle “özgür bilgi”nin dolaştığı deepwebden bulacağımı umduğumuz bilgilerin hiç biri yoktu. Bu arada Oxford üniversitesinin sanal kütüphanesinde araştırma yaparken sıradan ufak birkaç bilgi kırıntısına ulaşırken toparladığım verilerle bir araya getirince inanılmaz bir manzara ile karşılaştık.

Birleşik Arap Emirlikleri, önümüzdeki yıllarda petrolün çok değersiz olacağını ve ekonomisi petrole bağımlı ülkelerin yoksul ülkeler sınıfında yer alacağını çok iyi biliyor. Aynı bilgiye Rusya da sahip. Yani önümüzdeki yıllarda dünyanın fosil yakıta olan bağımlılığı gittikçe azalacak. Fosil yakıta olan bağımlılığın azalması ile birlikte petrol ürünlerini ihraç eden ülkeler ciddi ekonomik krizlerle karşı karşıya geleceği kuşkusuzdur. Bu yüzdendir ki BAE nükleer santral kurdu. Herkes BAE’nin nükleer silaha sahip olmak için bu santrali kurduğunu düşünüyor. Elbette BAE de nükleer silaha sahip olmak ister ancak birinci önceliği çok başka.

Oysa durumun öyküsü başka. (Bu arada BAE’deki nükleer santralin kuruluş safhalarında neredeyse tamamının İsrail’li nükleer uzmanların çalıştığını belirtelim.) Konu tamamen Batı’nın İslam dünyasındaki ikinci önemli istasyonu olan BAE’nin geleceğe yönelik ekonomik refahını korumak için yapılan terörist faaliyet olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

BAE’nin terörist Hafter’e silah, teçhizat, mühimmat, finans ve insan kaynağı sağlamasına baktığımızda kontrol altına aldığı bölge Doğu Libya.

Doğu Libya’da Hafter’e silahlı milis sağlayan bir diğer isim ise (ülke değil şahıs) çok daha ilginç. Söz konusu şahıs, Sudan Askeri Konseyi Başkan Yardımcısı ve Hızlı Destek Kuvvetleri Komutanı Muhammed Hamdan Dağalo (Hemeti)

Dağalo ne yapıyor? Çad, Suriye, Nijer ve Sudan'dan silah ve paralı askerler sağlıyor. Ve bu sağlama finansmanını Birleşik Arap Emirlikleri’nin sağladığına dair bir çok iz ve ipucuna ulaştık.

Burada sahnenin önünde her ne kadar yürümekte güçlük çeken, kortizonsuz ve düzenli olarak adrenalin almazsa ayakta duramayacak olan ve

80’emerdiven dayamış Hafter görünüyor olsa da bu karanlık ilişkileri yürüten oğullarıdır. Özellikle büyük oğlu Saddam Hafter, bu kirli karanlık trafiğin merkez istasyonudur. Diğer oğlu Belgacem Hafter de bu gıllıgışlı işlerde ağabeyine yardım ediyor.

Bu araştırmaları yürüttüğümüz günlerde geçtiğimiz hafta Libya’nın güneyinde bulunan ve gözlerden ırak Kufrakentinde BAE’nin üst düzey savaş ve terör baronları, Saddam Hafter ve Abdulrahman El-Kilani ile birlikte çok gizli bir toplantı ile ilgili minik bir habere rastlamıştık. Ve ne hikmetse haber hemen aynı gün öğlene doğru siteden kaldırıldı. Bu toplantıda adı ilk kez duyulan Abdulrahman El-Kilani de bölgenin en büyük savaş baronlarından. Silahlı çetesine Barış Tugayı adını vermiş. Oldukça kirli ve kanlı bir savaş baronu.

Peki bu toplantı ne için yapılmıştı? Toplantının konusu: Libya, Sudan ve Mısır sınır üçgeninde bulunan Cebel el Ewniyat (Avniyat Dağı)

Harita’dan ve uydu fotoğraflarından, internetteki fotoğraflardan bakarsanız bu dağın Kuzey Afrika’da bir benzerinin olmadığını görürsünüz. Kayalık yapısı da oldukça farklıdır. Bu dağın esas özelliği, Kuzey Afrika’nın en zengin altın maden yataklarına sahip olmasıdır. Fotoğrafları iyice incelediğinizde bu kayalıkların granitten oluştuğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Granitten oluşan dağlardaki maden rezervleri oldukça zengin ve yüzeye yakın olur. Dolayısıyla hem işletme hem de üretim maliyeti çok çok düşük olur.

Toplantıda, bu dağdan çıkarılan altınların güvenilir bir şekilde Birleşik Arap Emirlikleri’ne transfer edilmesi konusu ele alınıyor.

Sadece bu konuşulmuyor. Bölgede altın araması yapacak birkaç şirketin daha maden yataklarına gelmesi ve rahat çalışması konusu da ele alınıyor. Ve bunun için bölgenin savaş baronu El Kilani’den taahhüt alınıyor. Bu taahhüt karşılığı savaş baronu El Kilani’ye bolca para ve milislerine silah ve araç temini sağlanacak.

Peki bu kadar paranın saçıldığı Cebel el Ewniyat, bu kadar kıymetli mi? Bu konu ile ilgili herhangi resmi bir kam yok. Ancak Dağın 1.500 kilometre karelik bir alana sahip olduğunu belirtelim. Dağın yüzde 65’i Libya sınırları içerisinde. Ayrıca altın madeni yataklarının neredeyse tamamı Libya topraklarında bulunuyor.

Mısır’ın seçimle göreve gelen ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ile Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’e yapılan darbenin ne anlama geldiği daha da net anlaşılıyor. Eğer Mısır’ın başında halkın seçtiği Mursi ile Sudan’da Ömer El Beşir olsaydı, emperyalistler hem doğu Akdeniz’de hem de Kuzey Afrika’da böylesine at koşturabilir miydi acaba?

Sadece altın yok bu dağda. Karkur Hamid, Kore Adri ve Tina bölgeleri, Afrika’nın en değerli maden yataklarına sahip ve çoğu bakir sayılabilecek durumda.

Jabal El Ewniat'tan çıkarılan altının BAE'ye aktarılması ve Sudan’dan çıkan altının da kontrol altına alınması Muhammed Hamdan Dağalo tarafından sağlanıyor. Sudanlı bu savaş baronu general, oğulları ile birlikte Afrika’nın en önemli ve en büyük altın kaçakçısı konumunda bulunuyor. Serveti, Sudan devleti ile yarışacak boyuta geldiği belirtiliyor. Bu yüzden darbenin şefleri dahi ona dokunamıyor. Çünkü kendisine kurduğu özel ordu oldukça ciddi bir güç olarak kabul ediliyor. Dağalo, sadece Libya-Mısır-Sudan üçgeninde BAE adına altın kaçakçılığı yapmıyor. Aynı zamanda Sudan’ın başkenti Darfur ve diğer Sudan bölgelerinde birkaç altın madenini kontrol ediyor. Ve bu madenlerden çıkan altınların çok büyük bir bölümü direk BAE’ye gönderiliyor.

Muhammed Hamdan Dağalo 2017'den beri Darfur'daki Cebel Emir altın madeninin yanı sıra Güney Kordofan ve diğer yerlerdeki en az üç diğer madenin kontrolünü ele geçirmiş bulunuyor. Ve bütün bunları BAE adına yapıyor.

Dağalo’nun kardeşi Abdülrahim Dağalo ve oğullarının, en önemli altın arama şirketlerinden biri olan "El Cüneyd" şirketinin sahibi olduğunu ve yardımcısı Hemedti'nin yardımcısı Abdulrahman El-Bakri'nin, bir dönemde şirketin genel müdürü olduğunu söylersek umarım şaşırmazsınız.

Bir de bu konuda dünyanın resmi verilerine bakalım isterseniz.

Birleşik Arap Emirlikleri’nin kirli karanlık işlerini üzerinden finanse ettiği bankanın adı

Abu Dabi Ulusal Bankası.

Uluslararası raporlara göre BAE, 2018 yılı küresel ticaret verilerine göre ihracatın yüzde 99,2'sini ithal ettiği için dünyadaki en büyük Sudan altın ithalatçısı konumunda bulunuyor. Bazı kaynaklara göre BAE, Hafter milislerine Libya'da savaşacak paralı askerler ve savaşçıları tedarik etmek için Hemedti ile geniş bir anlaşma dahilinde sözleşme imzaladığı da aldığımız notlar arasında bulunuyor.

11.08.2020 15:53

Son 5 günde Türkiye merkezli Ortadoğu ve Akdeniz’de yaşanan olayları şöyle alt alta sıralayalım:

1- Yunanistan-Mısır Türkiye'nin Kıta Sahanlığını ihlal eden deniz yetki alanı anlaşması imzaladı.

2- ABD-PKK/PYD terör örgütü ile petrol anlaşması imzaladı.

3- ABD-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi askeri eğitim anlaşması imzaladı.

4- Fransa-GKRY ortak savunma anlaşması imzaladı.

5- Beyrut’ta Hizbullah terör örgütüne ait patlayıcı ve mühimmat deposu İsrail tarafından havaya uçuruldu. Beyrut, yerle bir oldu.

ABD’nin PKK/YPG terör örgütü ile meşkuk bir petrol şirketi üzerinden anlaşma imzalaması ile ilgili bir önceki yazımızda yorumumuzu yapmıştık. Ve ABD’nin bu anlaşma ile birlikte Fiilen ve resmen PKK Devleti kurduğuna dikkat çekmiştik.

Diğer yandan, eş zamanlı olarak Lübnan’daki Siyonist terör eylemi gerçekleşti ve bununla ilgili yorumları haberlerimizde verdik.

Bu gün uyandığımızda, Mısır ile Yunanistan’ın “Deniz Yetki Alanı” anlaşması yaptığını gördük.

Yunanistan ile Mısır, denizde komşu değiller. Peki neden böyle bir anlaşmayı tercih ettiler?

Türkiye, uzun zamandır Doğu Akdeniz’deki ekonomik ve siyasi haklarını canla başla koruyor. Başta Batı Avrupa olmak üzere bütün batılı ve doğulu güçlere boyun eğmeyerek haklarını korumaya çalışıyor ve koruyor da.

Türkiye’nin bu çabaları, tabii olarak emperyalist ülkelerin çıkarları ile bire bir çatışıyor. Bunların başında, yüzyıllardır Afrika’yı sömüren Fransa geliyor. Fransa, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika’da görünmesinden çok rahatsız. Çünkü Türkiye, gittiği ülkelere sömürgeci değil eşit, paylaşımcı ticari ve siyasi ortaklıkları geliştiriyor. Bu da Fransa’nın sömürgesi olan Afrika ülkelerinde bağımsızlık yönünde uyanışa sebep oluyor.

Türkiye, Doğu Akdeniz’deki haklarını korumaya çalıştıkça hiçbir savaş kabiliyeti olmayan, hem ekonomik hem de askeri olarak Türkiye ile kıyas dahi edilmeyen kukla devletler ile darbeci kanlı diktatörler piyasaya sürülüyor.
Mısır’ın eli kanlı diktatörü Sisi, işgal ettiği koltukta oturabilmek için başta Nil Nehri olmak üzere kara ve deniz haklarını bir bir bedava dağıtıyor.

Kızıldeniz’in girişinde bulunan Tiran ve Safir adalarını Suudilere bıraktı. Etiyopya ile yaptığı anlaşmayla Nil nehrini bu ülkeye bıraktı.

Kıbrıs Rum yönetimi ile yaptığı anlaşmayla Akdeniz’deki deniz hakkından on binlerce kilometre karelik alanı Rumlara bıraktı.

Ve bu gün Türkiye, Libya’da oluşturulacak kukla diktatörlük projesini boşa çıkarınca diktatör Sisi’nin eteği tutuştu. Çünkü çok iyi biliyor ki eğer Libya özgürleşirse, Mısır halkı da özgürlük fitilini ateşleyecek.

Bu anlaşma hem uluslararası hukuka hem de normal insan aklına mantığına aykırıdır. Çünkü, Yunanistan ile Mısır arasında deniz sınırı yoktur. Dolayısıyla bu anlaşma Türkiye açısından kesinlikle yok hükmündedir. Yani ne bölgesel ne de uluslararası hukukta ve siyasi arenada hiçbir bağlayıcılığı yoktur.

Türkiye, yaptığı resmî açıklamada, bu anlaşmanın masada da sahada da yok hükmünde olduğunu ortaya koyacağını belirtti ve gereğini yaptı.

Bu satırları yazdığımız sırada Türkiye, bu anlaşmayı denizin dibine batıran bir Navtex yayımladı. Bununla da yetinmedi, Gölcük Donanması’nda bulunan bazı savaş gemilerini bölgeye yönlendirdi.

Bununla da yetinmedi, gemimiz yeniden daha önce belirlenen bölgede sismik araştırma çalışmaları başlattı.

Mısır ve Yunanistan kelimenin tam anlamı ile kendi kendilerine gelin güvey oluyorlar. Çünkü her iki ülke de Birleşmiş Milletlere de bildirilen ve uluslararası statüye sahip olan Türk kıta sahanlığı içinde yer yer alan bölgeleri gasp etmeye çalışıyorlar.

Bu anlaşma Yunanistan için bir kazanç gibi gözükebilir ama Sisi, yine koltuğu için Mısır halkına çok büyük bir kazık atmıştır.

Mısır, Yunanistan'la bugün imzaladığı bu sözde anlaşma ile deniz yetki alanı kaybına uğramaktadır hem de daha önce Kıbrıs Rum Kesimi ile yaptığı anlaşmada kaybettiği alandan daha fazla alan kaybetti.

Bu anlaşma ile Yunanistan ve Mısır sadece Türkiye’nin değil, Libya’nın da haklarını gasp etmeye teşebbüs ediyor pervasızca.

Puzzleın bütün parçalarını bir araya getirdiğimizde ortaya şu manzara çıkıyor:
AB ve Batı, Mısır ile Yunanistan’ı üzerimize salıyorlar. Her iki ülke de yaptıkları bu anlaşmanın uluslararası hukuka aykırı olduğunu bal gibi biliyorlar. Ancak batmış ve bitmiş Yunanistan ile Diktatör Sisi, ayakta durabilmek için batılılar adına vekalet savaşı aparatı olmayı kabullenmişledir.

Türkiye ile değil gerçek hayatta, rüyasında bile karşılaşmayı göze alamayacak Yunanistan, olası bir sıcak temas halinde çok büyük kayıplar vereceği kuşkusuzdur. Türkiye’nin mevcut savunma sanayii araç ve gereçleri, tek bir uçak dahi kaldırmadan Atina’nın her noktasını patlatacak teknolojik güç ve imkana sahiptir. Ve bu sıcak temasta Yunanistan, Ege, Akdeniz ve Batı Trakya’da geçen yüzyılın başında işgal ettiği bir çok yeri kaybedecektir.

Türkiye’nin Müslüman Mısır halkından dolayı diktatör Sisi’ye tokat atacağını düşünmüyorum. Çünkü olası bir sıcak temasta ölecek olan Mısır askeri, yüz yıl önce Türkiye vatandaşıydı. Ve yüz binlerce Mısırlı hala Türkiye ile çok güçlü kan ve akrabalık bağı var. Türkiye bu hassas durumu göz önünde bulundurarak Mısır’la, Mısır Toprakları ve hava sahasında sıcak temasa gireceğini düşünmüyorum.

Ayrıca, Mısır halkının büyük çoğunluğu katil kukla diktatör Sisi’den kurtulmanın yollarına bakıyor. Ve onlar da Türkiye ile hiçbir zaman asla sıcak teması istemiyorlar, istemezler.

Aslına bakarsanız Türkiye, bir önceki Meis ve Girit civarındaki NAVTEX ilanından sonra Almanya’nın devreye girmesi ile Yunanistan’ın masada çözüm yanaşacağını düşünmesi yanlış bir tutumdu. Sismik araştırmaya ara verilmeyecek, Oruç Reis işini sürdürecekti.

Her ne kadar geri adım olmasa da bu bir taviz olarak görüldü Yunanistan cephesinde ve şımarıklıklarını zirveye çıkarma cesaretini kendinde buldu.

Merkel’in Nazi Almanyası, her zaman olduğu gibi bu konuda da Türkiye’yi aldatmıştır.

Batı’nın şımarık çocuğu Yunanistan’ın, Türkiye’yi uluslararası hukuğun dışına çekme tuzağına dikkat etmeli ve bu tuzağa düşmemeli.

Ancak şu gerçeği de unutmamalı. Söz konusu olan ekonomik çıkar. Ve insanlık tarihinin kayıt altına alındığı günden bu yana hiçbir ekonomik çatışma diplomasi ile çözülmemiştir. Tamamı silahla çözülmüştür. Türkiye, önünde sonunda Akdeniz’deki çıkarlarını korumak için silaha başvurmak zorunda bırakılacaktır. Oysa şimdi hukuki zemin varken derhal silaha başvurmalıdır. Savaş gemilerini ve Batı Anadolu’daki ordusunu alarma geçirmeli. 1. Ordu Zırhlı Birliklerini ve İstihkam taburlarını ve Samur adlı seyyar köprüleri derhal Yunanistan sınırına yığmalıdır.

Birinci ordu bölgesi Yunanistan sınırında 24 saat aralıksız İHA/SİHA'lar uçurulmalı ve Yunanista'ın uykuları kabusa çevrilmeli. Bu şekilde bir planlama ve taktik hem istihbarat him de caydırıcılık açısından çok önemli.

Şımarık Yunanlılar ve Türkiye’nin çıkarlarına göz diken Batılı efendileri bu dilden anlar sadece…

07.08.2020 17:39

Türkiye, Doğu Akdeniz ve Yunanistan ile uğraşırken, ABD, güneyimizde inanılmaz muazzam bir kazı attı Türkiye’ye.

Kurban, bayram ziyaretleri ve akabinde yaşadığım klima çarpması ile gündeki iki üç gün takip edemedim. ABD, bu bayram süresinde Türkiye’ye attığı kazık maalesef hiçbir medya organımız tarafından görülmedi. Hadi kendini muhalif diye tesmiye eden ABD vakıflarının fonladığı solcu Besleme Medya Türkiye’nin değil, kendilerini besleyen emperyalistlerin çıkarlarının yanında yer aldığını biliyoruz. Peki, Türkiye’nin çıkarlarını savunduğunu iddia eden “yerli medya” neden bu olayı atladı, kamuoyu ila paylaşmadı ona şaşarım?

Sonra, “neden gazetelerimiz okunmuyor?” sorusuna canhıraş bir şekilde cevap arıyorlar.

Bu gece (2 Ağustos) baş dönmesi ve mide bulantısı hafifleyince internetten gelişmelere bakınca yaşanan fecaati gördüm. Tam iki gün önce ABD Türkiye’ye öyle bir kazık atmış ki çıkarabilene aşk olsun.

ABD Başkanı General Mazlum dediği onlarca asker, polis ve sivili katleden ve Abdullah Öcalan’ın “Manevi oğlum” dediği Şahin Cilo kod (Mazlum Kobani yeni kod terörist) ile bir petrol anlaşması imzaladı. Bu anlaşma, PKK devletinin kuruluşunun resmidir. Hiç lafı evelemeye gevelemeye gerek yok. Bu anlaşma, PKK terör devletinin kuruluşudur.

Amerika Birleşik Devletleri, 29 Temmuz’da yaptığı anlaşma ile güney sınırımızda resmen Terör devleti kurdu. Şahin Cilo ya da Mazlum Abdi veya Mazlum Kobani adlı terörist, şu anda ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük müttefiki.

Bu şahıs, Türkiye’de onlarca insanı katletmiş bir çok terör eylemi yapmasına ve INTERPOL tarafından aranmasına rağmen NATO’da müttefikimiz olan ve uluslararası anlaşmaları bağlı olduğunu iddia eden ABD tarafından meşru bir kişilik görüldüğü gibi kendisine bir terör devleti de hediye edildi.

Sadece ABD değil, NATO’deki bütün müttefiklerimiz (özellikle Batı Avrupa ve Kanada) bu teröristlerle her türlü ilişkileri geliştiriyorlar. Ve bu terörist öyle gizli saklı dolaşmıyor. Türkiye, onun gün gün nerede ne yaptığını biliyor. Hatta çok daha net ve kesin bilgiyi söyleyeyim, Türkiye, Şahin Cilo adlı katil teröristin günlük giydiği iç çamaşırının üzerindeki etiketi dahi biliyor. Ve Türkiye, Uluslararası hukuktan doğan hakkını bu teröristle ilgili nedense kullanmıyor. Yani operasyon yapmıyor. PKK’nın bütün kademelerindeki teröristleri gördüğü anda etkisiz hale getiren Türkiye Cumhuriyeti, nedense Mazlum Kobani kod Şahin Cilo’yu etkisiz hale getirmiyor. Şunu çok açık net iddia ediyorum, SİHA’ların uçuş mesafesini de göz önünde bulundurarak söyleyeyim, Türkiye istese Şahin Cilo’yu maksimum iki saat içerisinde buharlaştırır. Hem bu güce, bu istihbarat yeteneğine hem de uluslararası hukukun verdiği meşru hakka sahip. Ama nedense Şahin Cilo’ya herhangi bir operasyon yapılmıyor.

Esas sinirleri alt üst edici durum ise FETÖ terör örgütünün propaganda organı olan Al Monitor’da yine FETÖCÜ terörist Amberin Zaman’ın yazdığına göre, ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffry, bu anlaşma ile ilgili Türkiye’yi bilgilendiriyor ve Türkiye bu anlaşmaya herhangi bir tepki göstermiyor. Bu yazıyı kaleme aldığım gecenn bu saatine kadar Türkiye hala bu anlaşmaya bir tepki göstermemiş.

Şimdi gelelim ABD ile BAE'’nin ortaklaşa kurdukları terör devletinin temelini oluşturan anlaşmaya.

ABD’nin Delta Crescent Energy LLC isimli petrol şirketi, Suriye Demokratik Güçleri adını kullanan terör örgütü PKK’nin başı Şahin Cilo/Ferhat Abdi Şahin/Mazlum Kobani/Ferhat Mazlum Abdi kod terörist ile petrol çıkarma, işletme ve pazarlama anlaşması imzalıyor.

Yani burnumuzun dibinde kurulan terör koridoruna can damarı bağlanıyor. Bu anlaşmadan Rusya da haberdar ve Rusya da herhangi bir tepki göstermiyor.

Burada Bir diğer karanlık ve o kadar da ilgi çekici olan nokta ise anlaşmayı yapan şirket.

ABD’nin Delaware isimli eyaletinde bulunuyor. Maryland ile New Jersey arasında bulunan denize kıyısı olan bir eyalet. Bu şirketle ilgili kamuoyunda neredeyse hiçbir bilgi yok. Uzun süren internet araştırmalarında ancak bulabiliyorsunuz birkaç suya trit bilgi bulunuyor.

Şirket, pek bilinmemesine rağmen araştırmayı derinleştirdikçe, Ortadoğu’yu resmen bir örümcek ağı gibi sarıldığı ortaya çıkıyor. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) şirketin Ortadoğu’da yürüttüğü operasyonların merkezi durumunda adeta. Irak’ın güney bölgesindeki güçlü petrol kuyularının tamamını bu şirket satın alıp işletiyor. Basra Körfezi’ndeki petrol tankerlerinin trafiğinin yarısından fazlası bu şirkete ait.

Delta Crescent'ın başında üç kişi görünüyor: John Dorrier, Jim Reese ve James Cain.

Bu üç isim birbirinden ilginç. ABD içinde bir çok etkin firmalara sahipler. Özellikle güvenlik şirketlerinde tam anlamı ile söz sahibidirler

En ilginç isim ise John Dorrier. Dorrier, AB ambargosuna kadar Esad ile Suriye’nin Kuzeydoğusunda (Türkiyenin sınırı. Bugünü terör koridoru) bulunan petrol rezervleri ile ilgili anlaşma yapan Gulfsands Petroleum'un kurucusu ve eski genel müdürü…

Bu kadar girift ilişkileri olan Dorrier, ABD’nin Suriye’ye uyguladığı ambargoyu da deliyor. Delta Crescent, ABD Hazine Bakanlığı'nın Dış Varlık Kontrolü Ofisi'nden (OFAC) Suriye'ye karşı yaptırımlar nedeniyle gerekli olan bir feragat almayı başarıyor…

Şimdi sıkı durun. Dorrier’in ortadoğu’da en yakın olduğu isimlerden biri de ABD tarafından Irak Başbakanlık koltuğuna oturtulan Mustafa El Kazımi’dir.

Delta Cresent, bu petrolü Şam veya Türkiye üzerinden satamayacağı kesin. Tek yer kalıyor, Irak’ın Kürdistan Bölgesel Yönetimi üzerinden dünyaya bu petrolü taşıması. Ve Türkiye Kaplan Pençe hanekatını bu bölgeye kaydırmasının sebebi şimdi çok net bir şekilde anlaşılıyor. Türkiye, Irak Suriye sınırını oluşturan Sincar (Şengal) Bölgesi’nde güvenlik kontrolünü ele geçirirse ABD’nin bu operasyonu da boşa çıkacağı kuşkusuzdur.

Birleşik Arap Emirlikleri, ABD ve Delta Cresent, PKK’YPG’nin başı terörist Şahin Cilo ile yaptığı sözleşmeyle PKK terör devleti’koridorunun temelini attı. Ve belirttiğim gibi Bu yazıyı bitirdiğim saate kadar Türkiye’de bu anlaşma ile ilgili bir açıklama gelmedi.

Suriye’deki PKK yapılanmasını Barzani yönetimi de karşı. Ve Türkiye, bazı paradigmalarından az geçip Ortadoğu’daki en iyi ilişki kurabalieceği Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile bir an önce ilişkileri geliştirerek PKK yapılanmasını engellemelidir.

NOT: Yazımız yayımlandıktan sonra Dışişleri Bakanlığımız tarafından bu anlaşmayı protesto eden bir açıklama geldi.

03.08.2020 18:15

Bugün Sosyal Medya Yasası yürürlüğe girdi. Ülkeye hayırlı olsun. Bu yasa, biz namuslu yurttaşları, küfürbaz ve müfterilere karşı koruma yasası olarak hayata geçiyor.

Yasa çıktığı anda muhalefet kanadının özellikle Cumhuriyet Halk Partisi’nin trolleri, vekilleri, parti yöneticileri ve bilumum kazurat takımının bu yasaya saldırdı.

Türkiye’de hayatın doğru dürüst hayırlı, bereketli ve huzurlu devam etmesinin olmazsa olmaz düsturu vardır: Cumhuriyet Halk Partisi bir şeye karşı çıkıyorsa, o şey kesinlikle Türk toplumunun ve insanlığın hayrına bir şeydir. Sadrazam Nedimof Paşa’dan bu yana ana düsturdur bu.

Nedimof Paşa’nın organize hale gelmiş ardıllarının topluluğu olan CHP, varlık olarak dürüst yurttaşın çıkarlarına, huzuruna ve mutluluğuna aykırı çalışan bir kuruluştur maalesef.

CHP’lilere bakılırsa, çıkan yasa, Türkiye’de tüm sosyal medya mecralarına yasak geliyor. Halbuki işin aslı böyle değil. Her konuda olduğu gibi bu yasayla ilgili de yalanlar üzerinden toplumun algısını değiştirmeye çalışıyorlar. Hadi daha açık bir dille söylersek, milleti yalan sözlerle kandırmaya çalışıyorlar.

Çok çok özetle söylersek bu yasa, sosyal medyada ahlaksızlar ve korkakların sahte isim ve hesaplarla sağa sola küfreden, ahlaksızları bulup yargının önüne çıkarmalarını sağlayacak. Bir diğer husus ta, darbe ürünü olan ve hukuksuz bir şekilde bu milletin tepesine oturtulan Anayasa Mahkemesi’nin müşfik kolları altına sığınan Twitter gibi diğer sosyal medya şirketlerinin de kendilerini la yüs’el (dokunulmaz) görmelerini tamamen ortadan kaldırıyor. Özellikle Twitter, üçüncü sınıf batılı ülkelerin bile yasalarına tabi olurken Türkiye’nin yasalarına tabi olmayı kabul etmiyordu. Ve her yıl ülkemizden topladığı yüz milyonlarca dolarlık reklam parasını tek kuruş vergi vermeden ABD’ye götürüyordu. İşte bu yasa tam da bu soyguna dur diyecek.

Sosyal Medya Yasası’nı Batı Avrupa ülkelerinin tamamı yıllardır çıkardılar ve çatır çatır uyguluyorlar. Ancak Türkiye ve bir çok İslam ülkelerinde Twitter ve benzerleri, emperyalist ülkeler tarafından sosyal mühendislik aracı olarak kullanılıp anayasal düzenlerin yıkılması için kullanıldılar. Şimdi Türkiye bu yasa ile hem anayasal düzeni koruma altına aldı hem de namuslu yurttaşların onur ve itibarlarının zedelenmesini engelledi.

Herkesin el pençe divan durum temenna ve teennide bulunduğu FETÖ terör örgütüne karşı mücadele ediyorduk. Özellikle MİT’e yönelik yaptıkları operasyon ile birlikte bu ihanet ve casusluk şebekesi ile mücadele ettik.

Olmadık iftiralar attılar sosyal medya üzerinden. Adımızın MİT’çiye çıkarılmasına kadar her türlü iftira ve karalama kampanyasını yürüttüler.

Özellikle CIA’nın kadrolu elemanı Emre Uslu ile örgütün en namus şeref ve haysiyet yoksunu aşağılık Önder Aytaç isimli teröristlerin resmen hedefi haline getirilmiştim. Yüzlerce FETÖCÜ hesap aleyhimize inanılmaz iftiralar atıyorlardı. Tamamını yargıya taşıdık ama hem yasa olmadığı için hem de yargı FETÖCÜ teröristlerin işgali altında olduğu için şikayetlerimiz anında red sonuçsuz bırakılıyordu.

Hatırlayın o günleri… Yani FETÖ’nün ülkemizde her yere egemen olduğu günler. Kendilerine boyun eğmeyen insanların itibarını anında sosyal medya aracılığı ile yerle bir ediyorlardı.

FETÖ’den boşalan bu yalan ve iftira mekanizmasını CHP hakkıyla yerine getiriyor.

CHP ve sosyal medya kullanıcısı CHP’lilerin tamamı yalan ve iftira silahı ile bu mecrada itibar cellatlığının feriştahını yapıyorlar. Algı yönetiminde ve kara propagandada Hitlerin ünlü propagandisti Göbbels’i bile geride bırakıyorlar.

Bu yasadan sonra hiçbir CHP’li ve trolleri, bu ülkenin namuslu yurttaşlarına artık sahte hesaplar açarak iftira atamayacaklar. Anında izleri bulunacak ve attıkları iftiranın cezasını çekecekler.

Sadece CHP mi? Elbette ki hayır. Bu gün Siyonizm’in Türkiye’deki en güçlü kalesi olan bir parti ve onların mensupları da artık insanların itibarıyla oynamayacaklar. Milli Görünüp gazetelerinde sosyal mecrada Saadetli bir şekilde insanlara iftira atamayacaklar. Bunların Siyonizm’in ülkemizdeki yeni temsilcileri oldukları Sosyal Medya Yasası ile birlikte net bir şekilde ortaya çıkacak.

Bu yasa çıkarken bile ısrarla hala yalanlarını sürdürüyorlar. Hala bu yasanın sansür olduğu iftirasını atıyorlar. Bu, doğrunun ve hakikatin sansürü değil, yalanın iftiranın, algı yönetiminin ve Saadetle Siyonizm’e hizmet etmenin sansürü.

Bu konuda başta devlet bürokrasisini ve karar verici mercileri ikna eden o makamlarda ilgili herkese gerekli izahatları yaparak Türkiye’nin ve namuslu Türk vatandaşlarının ihtiyaç duyduğu bu yasayı hayata geçirten Ulaştırma ve Altyapı Bakan Yardımcısı Sayın Ömer Fatih Sayan’a bütün ülke olarak ne kadar dua etsek azdır.

Bundan sonra Dikkat edin CHP, Saadetli Siyonistler ve diğer sözde muhalefet adlı kazurat takımının hedefinde bakan yardımcısı Sayın Sayan olacak. Ulaştırma bakanlığının asfalt ve tünel açma bakanlığı olmadığını, ülkenin telekomünikasyon, iletişim ve teknolojik hamle yapmasını sağlayan Ömer Faruk Sayan’ın başarılı olması için dua etmemiz gerekiyor.

29.07.2020 17:54

Türkiye’nin bırakın Akdeniz’de, şu anda mevcut topraklarda var olma mücadelesi amansız bir şekilde devam ediyor. Ülkedeki iç düzenin muhkem olması ve sosyal alanda devletin tam sorumluluk üstlenerek vatandaşın yükünü omuzlaması, dışarıda yaşanan bu amansız mücadeleyi içeride hissedilmesine engel oluyor.

Türkiye eğer özellikle sağlık ve sosyal devlet anlayışında 1990’ların Türkiye’si olsaydı şu anda dört bir yandan yürütülen diplomasi ve sinir savaşının yanısıra sıcak savaş tehlikelerini iliklerimize kadar yaşardık. Erdoğan’ın yanlısı olalım veya olmayalım bu hakkı teslim etmek lazım. 24 saatin bile yetmediği dış ilişkilerde Türkiye kelimenin tam anlamı ile bir savaş veriyor.

Tarihe dönersek eğer şu anda tıpkı 1800’lerin Osmanlısını yaşıyoruz. Bütün Batılı devletler, Türkiye’nin yasal çıkarlarını korumak için yürüttüğü mücadelenin karşı cephesinde yer almış durumda. Türkiye olmazsa hepsinin birbirini boğazlayacağı bu Şer Ekseni şimdi güç birliğine gidip bizi Anadolu’da da boğmaya çabalıyorlar. Ve 1800’lerde olduğu gibi Batı yine aynı mayın eşeklerini kullanıyor. Yunanistan ve Rusya.

Rusya, Deli Petro’nun kendilerine dayattığı bir ham hayal olan Sıcak Denizler Ütopyası, (Горячие моря утопия- Goryachiye morya utopiya) Slav kavmini 200 yıldır Batı’nın tuzaklarına kurban ediyor. Ve bugün Batı Avrupa ile müttefiki ABD tarafından Türkiye’nin etrafında kurulan bütün tuzakların operasyon elemanı olarak Rusya Karşımıza çıkıyor.

Suriye, Akdeniz, LibyaTürk kamuoyu farkında değil ama Somali, Cibuti, Basra Körfezi ve Yemen’de de Rusya, Batı’nın mayın eşeği olarak karşımıza çıkıyor.

Batı’nın bir diğer mayın eşeği/operasyon elemanı ise Yunanlılar maalesef. Türklerle 450 yıl bir arada sorunsuzca yaşayan Yunanlılar, Batı’nın provokasyonlarına gelerek 1800’lerden bu yana Türkiye’ye karşı yürütülen operasyonlarda piyon olarak kullanılıyorlar. Yunanistan’ın bugünkü Türkiye’nin politikalarına ve komşuluk ilişkilerine normal koşullarda direnmesi veya itiraz etmesi imkânsız. Çünkü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ikili ilişkilerde “kazan kazan”politikasını mehaz olarak alıyor. Ancak Yunanistan devlet yönetimi, iflas etmiş ekonomisi yüzünden Almanların verdiği birkaç kuruş uğruna ülkesini ve yurttaşlarını ateşe atıyor.

Bu gün sebepler dünyasında Yunanistan’ın Türkiye ile herhangi bir sıcak çatışmada başarı elde etmesini bırakın, mevcut konumunu dahi koruması imkansızdır. Matematikse olarak da sosyal ve siyasal güç olarak da imkansızdır. Hepi topu İstanbul’un yarısı karar bir nüfusa, bitik bir ekonomiye ve savaş kabiliyetinden uzak bir silahlı kuvvetlere sahip olan Yunanistan devlet ve hükumet yöneticileri, özellikle Almanya’nın kışkırtmaları ile yeniden mayın eşekliği rolünü oynamaya başladı.

Türkiye’nin Akdeniz’de yasal haklarını koruma ve kullanmaya başlaması ile birlikte Yunanistan’ın feryadına Rusya’nın yetişmeye çabalaması, Avrupa’nın kurduğu tuzağın kesin göstergesidir. Ege’de hiçbir hakkı ve hatta yaşam şansı olmayan Rusya, Yunanistan’ın Türkiye ile kapışmaya çalışmasında rol kapmaya başladı bile. Dün bütün ajanslar, Deli Petroluğa oynayan Rusya’nın eli kanlı diktatörü Vladmir Putin’in Yunan Başbakanı Mitsotakis’i aradığı ve Ege ile Akdeniz konusunu görüştüğünü, Rusya’nın çıkan krize müdahil olmak istediğini duyurdular. Yukarıda da belirttiğim gibi 180’lü yıllarda olduğu gibi yine hr yerden karşımıza çıkan Rusya’dır. Rusya, bu iradeyi kendi başına gösterebilecek güç kapasite ve siyasi yeteneğe sahip değildir. Rusya, Batı’nın, Akdeniz’deki çıkarlarının bozulmasını istemeyen egemen güçlerin talepleri/kışkırtması ile Türkiye’nin ayağına dolanmaya çalışıyor.

Şu gerçek asla unutulmamalı: Türkiye’nin kendi topraklarında, olmazsa Akdeniz’de boğma operasyonun en önemli piyonu Rusya’dır.

Ermenistan’ın Azerbaycan’a son saldırısı da bu çerçevede değerlendirilmeli. Ermenistan’ın ekmek bulmada bile güçlük çektiği bilinirken, oldukça iyi yetişmiş ve savaş kabiliyeti yüksek Azerbaycan ordusu ile savaşa girişmesi kelimenin tam anlamı ile intihardır. Oysa aynı Ermenistan bu intihara teşebbüs ediyor. Ve bakıyoruz, Ermenistan’ı buna zorlayanın Rusya olduğunu görüyoruz.

Bugünkü Rus devlet aklı, Deli Petro döneminin ahmak aklına sarılmış durumda. O dönemde de Ruslar, Türkleri Akdeniz’deki en büyük rakipleri olarak görüyor ve Türkleri yenmeleri halinde Akdeniz’in kendilerine kalacağı zehabına kapılmışlar ve bedelini çok ağır ödemişlerdi. Onların da Türklerinde İmparatorluklarını kaybetmesi oldu bu bedel. Ve her iki imparatorluk yıkıldıktan sonra savaşı başlatan Batılılar, barışı getirdiler. Yine iki devleti ve milleti karşı karşıya konumlandırdılar.

Şurası tarihi bir gerçek ki, Anadolu’da, Boğazlarda tek bir Türk kalmasa dahi, Avrupa, Rusların Akdeniz’e inmesine asla izin vermeyecekler.

Son olarak Libya olayında bunu gördük. Fransızlar, Kuzey Afrika’daki sömürgeciliğini sürdürebilmek için, Türkiye’nin o bölgeye özgürlük ve adalet götürmesine engel olmak için NATO’yu AB’yi ve ABD’yi ayaklandırmayı denedi. Ancak hiç biri Türkiye’ye sökmedi. Son olarak, Rusya’nın koynuna girerek medet isteyince Batı dünyasının lideri ABD, Fransa’ya açıkça “dur” dedi. Ve Libya’da Türkiye’nin yanında olduğunu belirtti. Oysa Türkiye 1 yıldır Libya’da terörizme ve teröristlere karşı mücadele eden yasal hükümetin yanında. ABD bu konuda Türkiye’yi destekleyecek tek kelime etmedi ve bir adım atmadı. Ne zaman ki Rusların Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika’da yer tutma çabalarının güçlenme ihtimalini gördü anında Türkiye’nin yanında yer aldı. Rusya’nın Libya’ya yaptığı bütün yığınakları deşifre etti.

Putin’in siyaset sahnesine çıktığı günden bu yana her şeyi ve her yönü ile okuyup takip eden biri olarak söyleyebilirim ki, O akil, kendi halkının yerlerde sürünen onurunu ayağa kaldıran Putin gitmiş, yerine Deli Petro’nun bücür versiyonu ortaya çıkmış. Putin umarım eski kodlarına döner ve ayrışan Batı’nın Avrupa kanadının mayın eşeği olmaktan ülkesini kurtarır.

Türkiye ile girişeceği bir kapışma, Rusya’nın en az 100 yıl daha Akdeniz’de turistik amaçlı dahi var olamayacağı sonucunu doğurur. Çünkü Türkiye ne eski Türkiye’dir ne de NATO Rusya’nın bu sıcak temasını kaçırır. Olası bir çatışmada Rusya, Topraklarının en az üçte ikisini kaybedecektir. Ve iddia ediyorum Rusya, Kafkasya’dan spatula ile kazınacaktır. Bu, NATO’nun ve ABD’nin ütopyasıdır. Umarım yeni Deli Petro Putin bunun arkına varır.

Türkiye’ye gelince:

Kanaatimce Türkiye, çok ama çok hassas adımlar atmaya devam etmeli ve asla eğilip bükülmemeli. Türk devleti ve özellikle Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, Batı’nın ülkemizdeki çıkarlarının temsilcisi CHP ve İP’e asla kulak vermemeli. Sadece Aysun Kayacı değil, dağdaki çoban da CHP ve İP’in Batı’nın Türkiye mümessilleri olduğunu biliyor.

Türkiye, bir an önce bu çoklu cephe riskini minimuma indirmeli. Rusya ile Libya’da vardığı mutabakatı sürdürmeli. Ve burada biriken gerilimi sıfırlamalı. Türkiye’nin ekonomik ve maalesef siyasi durumu birden çok cephede savaşı uzun vadeli sürdürebilecek bir güce şimdilik sahip değil.

Türkiye’nin Rusya’ tarafından yapılan bu kuşatılmışlığa bir an önce son vermeli ve NATO kartını sürekli canlı tutmalı. Ayrıca yasalara aykırı bir şekilde Kıbrıs Rum kesiminin AB’ye üye edilmesi olayını hep canlı tutmalıdır. NATO’da yalpalanan Fransa’yı örgüt içerisinde yalnızlığa itecek taktikler uygulamalıdır.

Türkiye hedefi geniş tutup cepheyi daraltırsa, eminim bu tuzak ve cendereden çok rahat çıkacaktır.

23.07.2020 13:29

Libya’da her geçen gün başarı üstüne başarı elde eden meşru hükümete karşı Avrupa, emperyalizmin Ortadoğu’daki mümessili Arap krallıkları, BM ve Rusya tarafından yeni tuzaklar kuruluyor.

Almanya ve BM’nin “Sirte ve Cufra askersiz bölge olsun” diye önerdiği teklif kelimenin tam anlamı ile Libya’yı resmen parçalama önerisidir. Türkiye’nin askeri danışmanlık yaptığı meşru hükümet bu öneriyi kabul etmesi durumunda Libya fiilen üçe bölünecek Almanya’nın başını çektiği ve Birleşmiş Milletlerin ısrarla önerdiği barış önerisi, Libya’yı parçalamayı hedefleyen bir teklif olduğunu belirtelim.

Libya haritasını önünüze aldığınızda ne demek istediğim orada çok daha iyi anlaşılır sanırım. Fransa, Rusya, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Suudi Arabistan ve Yunanistan’ın açıkça desteklediği ve her türlü silah, mühimmat, lojistik ve istihbarat yardımı yaptığı terörist Halife Hafter, Libya’da bir yılı aşkın süredir sivillere yönelik kitlesel katliamlar yapıyordu.

BM’nin tanıdığı Sarac başkanlığındaki meşru Libya hükümeti bu katliamları durdurmak için bütün dünya dan yardım istedi. BM’nin ve Avrupa’nın kapısını 50 kere çaldı. Ama kimseden yüz bulmadı. Ve son olarak yine kadim dost olan Türkiye’nin kapısını çaldı.

Türkiye hükümeti Sarac’ın bu talebini geri çevirmedi ve uluslararası hukuka uygun olan bir anlaşma metni imzaladı. Yapılan anlaşma metnindeki bir maddeye göre Türkiye, Sarac hükümetine askeri danışmanlık hizmeti yapacaktı. Türkiye, askeri danışmanlık hizmeti verdiği günden bu yana Sarac hükümeti teröristleri işgal ettiği yerlerden bir bir püskürttü.

Türkiye’nin desteklediği ve askeri hizmet verdiği meşru Libya hükümeti. Ülkesinin birlik ve beraberliğini korumak için elde ettiği zaferler, terörist Hafter’i destekleyen Fransa, Rusya, Mısır, BAE, Yunanistan ve Suudi Arabistan’ı yeni arayışlara yöneltti. Ve şimdi bu 6’lı çete, Libya’yı bölmek için “barış” taleplerinde bulunuyorlar.

Son olarak Almanya ve Birleşmiş Milletler’den bir barış çağrısı geldi. Almanya ve BM’nin teklif ettiği “Sirte ve Cufra’nın askersiz bölge olsun” önerisi Libya’yı parçalamayı hedefleyen bir çalışma olduğu görüldü. Çünkü terörist Hafter’i tam destekleyen Mısır’ın eli kanlı diktatörü Sisi’nin işgal etmek istediği bölge Sirte ve Cufra.

Diğer yandan, bu bölgenin askerden arındırılması, terörist Hafter için tampon oluşturma alanı olduğu belirtiliyor. “BM Barış gücü” tarafından kontrol edilecek olan “askersiz bölge”, Mısır’ın Libya’yı fiili olarak önünü açtığı da gözlemlendi.

Mısır’nı petrol kaynaklarından dolayı Sirte ve Cufra’yı işgal etme çabaları bütün uluslararası gözlemciler tarafından biliniyor. Son 5 aydır Mısır ordusunun en önemli kara birlikleri ile bütün hava kuvvetlerini Libya sınırına yığdığı gözlemleniyor. Aslında Sarac hükümetinin BM’ye vereceği cevap budur:


“Cufra ve Sirte’nin askerden arındırılması yetmez. Biz size başkentimiz Trablusu da askerden arındıralım. Siz de terörist Hafter’in işgal ettiği Bingazi’yi silahlarla donatmaya devam edin. Hatta Suriye'den gelen Scudların sayısını arttırın, Fransa’nın gönderdiği füze bataryalarına yenilerini ekleyin. İsrail ve Rus silahlarını Hafter’e göndermeye devam edin. Rus Paralı askerlerini, Esed çetelerini ve Sudan’dan satın alınan paralı teröristleri de getirip yığın Bingazi’ye.”

BM, misyonu gereği, Libya’da da barıştan değil kaostan yana. Çünkü BM, emperyalizmin çıkarlarının korunduğu resmi bir kuruluştur. Meşru Libya hükümeti ve Türk askeri danışmanlar bu öneriyi kesin bir dille red etmeli ve Cufra ile Sirte’yi bir an önce Hafter milislerinden kurtarmalıdırlar.

Peki Sirte ve Cufra kurtulduktan sonra ne mi olacak?

Türkiye, Mısır’ın komşusu olacak. Bunun bir sonraki adımı belki çoğu kişiye payal gibi gelecek ama, Türkiye, İsrail ile komşu olacak. Çünkü, Mısır’daki Sisi diktatörlüğü çatır çatır çatırdıyor. Her gün insanlar açlıktan fakirlikten dolayı intihar ediyorlar. Bu olayların tümü mısır medyasında yer alıyor. Ve Mısırlılar, ülkelerini işgalci katil diktatör Sisi’den kesinlikle kurtarıp milli bir hükümet kuracaklardır. Ve milli bir hükümet mutlaka ama mutlaka Türkiye ile çok iyi geçinecektir. Milli olan Mısır’ın çıkarları ile Türkiye’nin çıkarları birbiri ile ciddi anlamda örtüşüyor. İşte İsrail’in ve onun hamisi Batı’nın en büyük kabusu budur. Türkiye’nin Mısır ile komşu olması.

Türkiye, yıllar önce Suriye üzerinden İsrail ile komşu olacağı çok net bir şekilde görülüyordu. Bunu engellemek için Hizbullah ve onun türevleri Lübnan ile Suriye’ye yerleştirildi. Veya bu terör örgütünün Libya ile Suriye’de egemen olmasına göz yumuldu. Dolayısıyla İsrail ile Türkiye arasına Şii/Rafızi/terör koridoru çekilerek İsrail’in güvenliği sağlandı.

Aynı operasyonu şimdi Libya’da uygulamaya çalışıyorlar. Cufra ve Sirte bölgesini önce askerden arındırıp sonra Sisi’ye teslim etmek. Cufra ve Sirte bölgesindeki petrol geliri, diktatör katil Sisi’ye bir nefes borusu olacaktır. Böylece Mısır’ın başında İsrail yanlısı bir diktatör rejimi varlığını sürdürmüş olacaktır.

Meşru Libya hükümeti Almanya ve BM’nin önerdiği bu “barış” adı altındaki parçalanma önerisini derhal red ederek bir an önce Cufra ve Sirte’yi terörist işgalinden kurtulacaktır.

09.07.2020 16:20

Rusya, en üst düzeyde Libya’da ateşkes istedi. Olabilir. Bu onların tabii hakkıdır. Lakin, Rusların bütün istekleri, bir sonraki adımı atmak içindir. Olanı düzeltmek için değildir. Şöyle izah edeyim:

Rusya okumalarım, Altınorda Türk devletinin Türk-İslam dünyasına ihaneti ve Slavların önünü açmasıyla başlar. Ve Slavların Prenslikten devlete, devletten İmparatorluğa evrilme süreçlerini okumaya anlamaya çalıştım.

Bazı tarihçiler, Slavların açlıktan ve sıkışmışlıktan dolayı mecburen kuzeyden aşağı inmek zorunda olduklarını, inmemeleri halinde açlıktan kırılacaklarını ve açlıktan veya savaşarak ölümü tercih etme zorunda kaldıkları için karşılarında hiçbir gücün duramayacağını öne sürerler.

Oysa tarih okumalarımız bu iddiayı yalanlıyor. Dönemin Altınorda hanlarının hatası bugünkü Rus belasının oluşmasına sebep oldu. Moskova Knezliği konusunda otorite olan Nikolay Mikhailovich Karamzin (12 Aralık 1766 - 3 Haziran 1826) 12 ciltlik Rus Devlet Tarihi isimli kitabında aynen şunları söyler:

“Moskova, ihtişamını Hanlara borçludur.”

Rus Knezliklerinin Moskova’ya tabi olması, bu Knezliği Slavların patronu yaptı. Çünkü konum olarak oldukça güvenli bir yerdeydi. Etrafında bir sürü Knezlikler vardı ve bu da onu Avrupa’dan, özellikle Alman ve İsveç saldırılarından korumuştur. Güney ve Doğu tarafı da Altınorda devleti olduğu için Moskova Knezliği yayılma imkanını sağlamıştır. Çünkü Altınorda, Rusları Turan ve Türk-İslam saldırılarından kordu. Hatta ortodoksluğun Slav ırkı arasında yayılmasının önünü Altınorda devleti açtı ve böylece Sibirya’dan Çin sınırına kadar yekpare bir mezhebi yapı oluşmasına sebep olundu.

Karamzin, Moskova Knezliğinin başarılı olmasının bir diğer nedenini de şu cümle ile özetler:

“Knezlerin diplomatik başarıları ve kurnazlıkları da Moskova’nın hızla büyümesinde etkin rol oynamıştır.”

İşte bu cümle, Rus İmparatorluğu, Sovyet rejimi ve Putin ile birlikte II. Çarlık Dönemi’ni en iyi özetleyen cümle budur.
Ruslar, Osmanlı döneminde de Türklerle girdikleri her savaşta sıkıştıklarında ateşkes veya barış istemiş ve toparlandıktan sonra yeniden saldırıya geçmişlerdir.

Osmanlı Devleti’nin yıkılma sürecinde önemli figür olmaya çalışan Sadrazam Nedimof Paşa vardır.

Sultan Abdülaziz tarafından Sadrazam (Başbakan) tayin edilen Mahmut Nedim Paşa, Osmanlı devlet bürokrasisi içerisinde yer alan Avrupa ile ilişkileri ve Osmanlı’nın Batı’ya yayılmasını savunan bütün üst düzey bürokratları görevlerinden alıp yerine Rusya’ya hayran bürokratlar tayin etti. Bir çok kaynak ve hatırattan okuduğum kadarıyla Mahmut Nedim Paşa Sultan Abdülaziz Han’dan çok Rus Büyükelçi Nikolay Pavloviç İgnatyev'e bağlı olduğu çok net bir şekilde görülür. Ve Sultan, onun bu ihanetini görünce görevden alır.

Bir züre sonra Sultan Abdülhamid Han tahta geçer. Ve Abdülhamid Han, bütün itirazlara rağmen onu sürgünden affedip İstanbul’a getirir ve İçişleri Bakanı yapar. Sultanın buna ihtiyacı vardır. Çünkü iç isyanlarla ilgili Nedimof Paşa’nın ileri sürdüğü firiklerin tamamının tersi yönünde hareket eder ve başarılı olur.

Rusların Osmanlı ile ilgili çabalarını Sadrazam Nedim(of) paşayı kullanarak akıllıca bertaraf eder. En barışçıl Sultan olmasına rağmen, Sultan II. Abdülhamid Han, Ruslarla ilgili barış konusunda tam tersi politikaları tercih eder ve bunlarda başarılı olur.

İyi bir tarih okuyucusu olan Sultan II. Abdülhamid Han, çok iyi bilir ki Ruslar “barış”ı nefes almak ve toparlanmak için isterler.

Cumhuriyet kurulduğunda Ankara hükümeti de yeni Rus Rejimi ile bir çok anlaşma imzaladı. Örneğin Türkiye’Nin toprak bütünlüğüne bağlı kalınacağına Komünist rejim bir çok anlaşmayı imzaladı. Ama Ruslar toparlanır toparlanmaz hemen Türkiye’den toprak talebinde bulundular. Rus tehdidi ve tehlikesinden dolayı Türkiye NATO kulübüne girmek zorunda kaldı. Rus tehdidi ve tehlikesi olmasaydı, Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ni imzalamak zorunda kalmayacaktı. Bildiğiniz gibi bu sözleşmeden dolayı Türkiye, boğazların hakimi değil. Boğazlar bizde değil. Kemalistlerin yalanlarına inanmayın Açın Montrö’yü okuyun.

Ruslarla Son karşılaşmamız Suriye’dir. Terörist Esat, ülkesinde kitlesel katliamlar yaptığı sırada Ruslar da ona tam destek vermiş ve milyonun üzerinde masumu katletmişlerdi. Türkiye’nin desteklediği Suriye halkı bu savaşta katil Esat ve Rusya'yı köşeye sıkıştırdığında Ruslar derhal barış talebinde bulundular. Ve Türkiye maalesef tarihten ders almadığı için Rusların bu talebini olumlu karşıladılar. Eğer Türkye, Rusların bu barış talebini kabul etmeselerdi, Bugün Suriye’de belki hiç Rus askeri olmayacaktı. O süreçte direnişçiler, Rus üslerini dahi kuşatma altına almışlardı.

Ve Astana, Soçi mutabakatları… Hepsine bakın, bütün bu oyalamalar, Rusların nefes alıp toparlanmaları içindir. Ruslar, o görüşmeler sürecinde toparlanıp sorunsuz bir şekilde Suriye’ye yığınak yaptıktan sonra her iki süreci de sekteye uğratıp yeniden katliamlarına giriştiler.

Rusların Suriye’de attıkları en son ve en büyük kazık İdlib mutabakatıdır. Ve Türkiye’nin gözünün içine baka baka, yalanlar söyleye söyleye bu bölgeyi kuşattılar. Türkiye’yi şu anda Suriye’de zor duruma soktular.

Yıllardır Rusların savaş ve muharebelerini takip eden biri olarak söylüyorum, Rus ordusu cephe çatışmasında dünyanın en zayıf ordularının başında gelir. Çin ordusundan daha aptal bir ordudur. Çatışma biraz şiddetlenince Rus ordusunda emir komuta zinciri hemen dağılır. Rusların tek gücü hava ve füze üstünlüğüdür. Ne var ki bugünkü teknolojik donanım Rusların o gücünü de büyük oranda kırmıştır.

Rusların bu gücünün olması bir anlam ifade etmiyor. Çünkü dediğim gibi Rus ordusu, emir komuta zinciri en zayıf olan ordudur.

Türkiye, her ne olursa olsun, Libya’da ateşkes konusunu hiçbir şekilde Rusya ile görüşmemeli ve Rusların bu talebini kabul etmemeli. Zaman kaybetmeden, askeri danışmanlık verdiği meşru Libya ordusu derhal Jufra ve Sirte operasyonlarını başlatmalı. Ve buraları işgalden kurtarmalıdır. Ruslar, Libya’da barış istediklerine göre, buraya çok büyük yığınak yapacaklar ve bu süreçte aşiretleri ayartmaya çalışıp Libya’yı içinden çıkılmaz hale getireceklerdir.
Ruslar, yüzlerce yıldır bu taktiği uyguluyorlar. Kaybedecekleri savaşları barış görüşmesi, ateşkes adı altında kilitlerler. Ve istedikleri süreyi elde ettikten sonra yeniden saldırıya geçer ve hedefledikleri toprakları işgal ederler.

Aynı oyunu soğuk savaş döneminde NATO ve özellikle ABD ile de oynadılar defalarca ve Amerikayı kandırdılar. 
Son olarak 1979 Afganistan’ı işgal ettikten sonra bunu denediler ama ABD buna inanmadı. Afganistan’ı Ruslara mezar ettirdiler. Ruslar arkalarına bakmadan kaçtılar.

Ve Türk yetkililerine buradan bir kez daha sesleniyorum. Kesinlikle ateşkes veya barış görüşmesi diye bir tuzak sürece girmeyin, Vagnerler, Migler ve Su savaş uçaklarını yerle bir edin. Bu çok kolay olacak emin olun. Çünkü Rusların birden çok savaşını bizzat cephede gözlemlemiş biri olarak söylüyorum. Rus ordusu zoru gördüğü anda dağılıyor, emir komuta zinciri darmaduman oluyor.

08.07.2020 17:12

“Gün gelecek, Avrupa’dan daha fazla aşırıcı ve İslamcı terörist çıktığını göreceğiz. Çünkü Batı dünyasında kararsızlık ve politik doğruculuk hâkim.”

Bu cümleler herhangi Nazist veya aşırı sağcı bir Avrupalı politikacıya ait değil. İslam’ı bu kadar karalayan bu sözler, Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed’e ait.

Bugünkü yazımızda İslam coğrafyası içerisinde yer alan ve Müslüman olarak bilinen Birleşik Arap Emirlikleri kimdir, nedir diye kısaca bakalım.

Haritada toplu iğne ucu kadar yer kaplayan ancak, elindeki petrol gücü ile Ortadoğu ve bölgemizi dizayn etmeye çalışan ABD’nin Basra Körfez’deki en önemli istasyonu Birleşik Arap Emirliklerinden söz etmek istiyorum. Emirlik, 1820’de İngilizlerin desteği ile giriştiği isyanda başarılı olmuş ve resmen İngilizlerin himayesine girerek sözde bağımsız olmuştur.

Nüfus ve yüzölçümü bakımından İstanbul’un bir kenar mahallesi kadar olan bu küçücük ülke gücünü aşan şekilde müdahaleci bir politika benimsemekle hangi temel hedefleri güdüyor? Amaçlarına ulaşmak için hangi araçları ne şekilde kullanıyor? Başarı şansı var mı hep beraber bir göz atalım.

Dünya petrol rezervlerinin yüzde 10’una sahip ve petrol ihracatında dünya yedincisi olan BAE için Körfez’deki enerji kaynaklarının dışarıya güvenli arzı kritik bir mesele. Çünkü karşı kıyıdaki komşusu İran, Ağzını açmış dev bir ejderha gibi duruyor.

Dolayısıyla Asya-Avrupa arasındaki deniz ticaret yollarını ve enerji güzergâhlarını kontrol etmek istiyor. Yani ABD adına bölgede racon kesmek.

Bu amacına erişmek için Körfez’den başlayıp Kızıldeniz ve Akdeniz’e uzanan güzergâhtaki stratejik boğazlar, adalar ve ticaret yolları üzerinde limanlar, askeri üsler ve lojistik ikmal hatları kurarak ekonomik ve askeri olarak gücünü yaymaya, adeta bir "deniz imparatorluğu" kurmaya çalışıyor.

BAE'nin oyununu ne denli iddialı oynadığını anlamak için kontrol etmeye çalıştığı noktalara bir göz atmak yeterli:
Dubai’nin Cebel Ali limanından başlayarak Yemen’in Aden, Mokha, Mukalla ve eş-Şihr limanları, Sokotra ve Perim/Meyun adaları, Eritre’nin Assab limanı, Somali’nin Puntland ve Somaliland/Berbera bölgeleri, Kıbrıs’ta Limasol limanı, Libya’nın Bingazi bölgesine uzanıyor.

BAE’nin diğer hedefleri ise siyasi nitelikli. Gelecekte kendi rejimini de tehdit edebileceği korkusu ile Ortadoğu’daki tüm demokrasi hareketlerini Batı nezdinde paranın gücü ile şeytanlaştırıp terör listesine aldırıyor.

2013’ten bu yana bölgede değişimi savunan güçlere karşı askeri darbeden psikolojik harbe, siber savaştan tehdit ve şantaja, vekâlet savaşından doğrudan askeri müdahaleye kadar her yönteme başvuruyor. Muhammed Dahlan gibi Arap dünyasının en kirli ve karanlık adamları, veliaht prensin danışmanı sıfatıyla bu misyonlarda aktif bir şekilde kullanılıyor.

Vahabi milliyetçi rejimlerin en önemli alternatifine dönüşen Müslüman Kardeşler başta olmak üzere, siyasi iddiası olan İslami hareketlerin tamamını terör örgütleri kapsamına sokturarak onlarla içte ve dışta topyekûn mücadele etmek. İslam’a karşı Vahabiliği ve jakoben laikliği destekliyor.

BAE Arap ve İslam dünyasında artan Türkiye sevgisi ve etkinliğini kırmak için Siyonist İsrail ve ABD ile her türlü işbirliği yapıyor. Daha önce Filistin’de İsrail hesabına casusluk yapan ve Filistin’in birliğini yıkan Muhammed Dahlan’ın en büyük finansör ve destekçisi.

BAE, Başta Amerikan faşistleri olan Neoconlar olmak üzere Yahudi lobilerinin en büyük finansörlüğünü yapıyor. Trump rejiminden bu yana ABD’nin politikalarını uygulatmaya en hevesli aktör oldu. İsrail’in Arap dünyasıyla ilişkilerini güçlendirme noktasında hayati bir rol oynadı.

BAE, uzun yıllardır bekasını 2011’den itibaren Blackwater’ın kurucusu Erik Prince başta olmak üzere çeşitli yabancı özel güvenlik şirketleriyle korumaya çalışıyor. İlk kez 2014’te kendi vatandaşlarına zorunlu askerliği getirse de ordusu halen büyük ölçüde Asyalı, Afrikalı ve Latin Amerikalı paralı askerlerden oluşuyor.

Dünyada en çok silah ithal eden üçüncü ülke konumunda. 1991 Körfez Savaşı’ndan bu yana neredeyse tüm Amerikan harekâtlarına muharip birlikler yolluyor ve bu sayede operasyonel tecrübe kazanıyor. Halen Yemen’den Libya’ya ve Suriye’ye kadar birçok alanda kontrgerilla faaliyetleri yürütüyor. Sivillere karşı katliamları gerçekleştiriyor.

İngiltere’yi ve ABD’yi Müslüman Kardeşler ve bu düşünce hareketinden etkilenen tüm hareketleri terör örgütleri listesine almaya zorlamak için milyar dolarlık yatırımlarla silah ve petrol anlaşmalarını baskı aracı olarak kullanıyor.
Türkiye ve Mısır’da karşı devrimleri finanse etti.

BAE, Batı’da birçok medya kuruluşunun, STK’nın, üniversitenin, düşünce kuruluşunun, akademik derginin finansörü veya bağışçısı olarak bilgi üretimini de doğrudan veya dolaylı olarak etkiliyor, zaman zaman yönlendiriyor. Ayrıca çok sayıda uydu kanalına ev sahipliği yaparak ve birçok medya kuruluşuna maddi kaynak sağlamaktadır.

Birleşik Arap Emirlikleri, ABD’de Türkiye aleyhinde en rijit tezler ve söylemler üreden Foundation For Defense of Democrasies (Demokrasileri Savunma Vakfı)nın en büyük finansörlüğünü yapıyor. Vakfın Başkan Yardımcısı Jonhatan Schanzer, BAE emir ailesi olan Nahyanların özel danışmanlığını yapıyor.

2014’ten beri Türkiye aleyhinde aktif propaganda yürüten Schanzer, Türkiye’nin NATO’dan atılmasını ve BAE’nin Katar’da giriştiği darbeyi önlemesinden dolayı, Türkiye’nin ABD tarafından askeri müdahale ile cezalandırılması gerektiğini her platformda dile getirdi.

BAE merkezli medyada dile getirdiği ve Türkiye’ye yönelik yaptığı karalamaları şu görüşler ise hiçbir şekilde kabul edilemez. Ama bu ve buna benzer Türkiye aleyhtarı bütün görüşlerin batılı merkezlerde yayılması için BAE 17 yıldır yüz milyonlarca dolar harcıyor. Bakın ne diyor:

“AKP’nin Müslüman Kardeşler’in bir fraksiyonu oluşu, bu anlamdaki eğilimleri açısından iyi bir ipucu veriyor. Daha da huzursuz edici bir durum ise, Türkiye Filistinli terör örgütü HAMAS’ın en büyük destekçisi halindedir ve bir çok örgüt liderinin Türkiye’den operasyon yürütmesine izin vermektedir. Türkiye istikrarlı bir şekilde uluslararası terör finansmanı standartlarına uymakta başarışız olmuş, kendi topraklarındaki el Kaide üyelerini bile terör listesine almayı başaramamıştır. Hatta el Kaide lideri EymEn el-Zewahiri’ye sadakat ahdeden Nusra cephesi gibi örgütlerin terör örgütleri olduğunu kabul etmekte bile isteksiz davranmıştır. Tehlikeli derecede gevşek olan Suriye-sınırı politikaları ise IŞİD’in yükselişine katkıda bulunmuştur. Terör sponsorluğu konusunda bir Dünya lideri olan İran’ın yasadışı nükleer programını engelleye çalışan tüm uluslararası çabalar karşısında, Türkiye İran’ın uluslararası yaptırımları delmesine yardımcı olmuştur.”

BAE’nin en büyük hatası, sınırları cetvelle çizilen Arap dikta rejimlerine yaptığı muameleyi Türkiye’ye karşı yapması. BAE’nin Türkiye’ye karşı bu düşmanca tutumu, bu ülke için geriye sayımın başlangıcı olacağı kuşkusuzdur.

Bugün dünyada Türkiye’nin en büyük düşmanı ve düşmanca faaliyet gösteren ülke BAE’dir. BAE, Türkiye karşıtı bütün tv kanallarını, STK’ları, think thank kuruluşlarını ve lobi faaliyetlerini finanse ediyor.

Son olarak Watiya üssünün yakınlarını savaş uçaklarına bombalatarak Türkiye’ye gözdağı verdi.

Bakalım Türkiye’nin BAE’ye cevabı nasıl olacak? Osmanlı Tokadı mı, Oğuz gazabımı BAE’nin suratına patlayacak?

06.07.2020 13:26

Yazının başlığı sizi yanıltmasın. Bu bir ekonomi yazısı değildir. Evet Oyun Teorisi ekonomi alanında ortaya çıktı ancak bugün neredeyse bütün sektörlerde kullanılan bir tektik ve strateji oyunudur. Teori ile ilgili kısa bir bilgilendirme, yazının sonuna dipnot olarak verilmiştir.

Oyun teorisi; bireyin başarısının, diğerlerinin seçimlerine dayalı olduğu seçimler yapması olan bazı stratejik durumların matematiksel olarak davranış biçimlerini yakalamaya çalışır.

Ekonomi alanında ortaya atılan bu teori, günümüzde diplomasi ve askeri alanda daha çok kullanılıyor.

Bugün başta Türkiye, Yunanistan olmak üzeri, Bölgemiz ve Kuzey Afrika’da yaşanan olayların temel teorisini çözmedikçe, sahadaki uygulamalar arasında enerjimizi harcar ve günün sonunda “Sıfıra sıfır, elde var sıfır” pozisyonuna düşmemiz kaçınılmaz olacaktır.

Oyun Teorisi’nde taraflar, birbirlerinin zekasını kendi çıkarlarına tahvil etmeye çalışırlar. Somut bir olay üzerinden şöyle izah edeyim:

Şu anda Libya’da yaşananların tamamı Oyun Teorisi’nin en canlı örneğidir. Ve bu oyun maalesef Rusya ve ABD arasında geçiyor. Şu anda üstün görünen Amerika Birleşik Devletleri. Çünkü, Libya’da en aktif rol alan bir siyasi ve askeri güç, ABD’nin NATO’dan müttefiki.

Ve her iki taraf, Suriye’de uyguladığı vekalet savaş yönteminden istedikleri sonucu alamadıkları için Libya’da Oyun Teorisi üzerinden hesaplaşıyorlar. Bundan dolayıdır ki, Libya’da ABD ve Rusya, karşılıklı sofistike silahlarını kullanmıyor, her iki taraf ta birbirinden zeki hamleler yapıyor. Ve Etraf Diplomasisi yöntemini uyguluyorlar. (Kavram tarafımıza ait olup, ana oyuncuların müttefik ve müttefiklerin müttefikinin çıkarları ile örtüşen politik argümanlar geliştirmek.)
Oyun teorisinin cephedeki uygulamasını şöyle örneklendirirsek sanırım daha da kolay anlaşılmış olur.

Büyük bir cephe savaşında siz savaş pilotusunuz. Ve size verilen görev de bütün cephe içerisinde X özellikli düşmanı bulup imha etmek. Casuslar ve teknoloji marifeti ile imha edeceğiniz hedefin noktalaması yapılmamıştır. Size verilen bilgi, imha edeceğiniz unsurun sadece bölgesi veriliyor. Bu durumda pilot olarak siz hedefin peşine düşersiniz.

Şimdi de yerde hedefiniz olan askere bakalım. Yerdeki düşman asker, karşı tarafın, yani sizin kendisini öldürmekle görevli olduğunuzu biliyor. Siz ona havadan akın edeceksiniz. Bu askerin bulunduğu yerde 4 tane mevzi var. Ve bu asker öyle bir mevziye sığınmalı ki sizin ateşinizden kendisini koruyabilsin.

Bu durumda akla gelen, askerin en güçlü mevziiye sığınması gerekiyor. Klasik askeri savunma ve harp taktiği bunu zorunlu kılar.

Oysa, o stratejik öneme sahip olan asker, sizin aklınızı kullanarak kendi savunmasını hazırlamak zorunda, şöyle ki:
Siz gelişmiş füzelerle donanımlı bir pilot olarak ilk nereyi vuracağınızı hesap edersiniz. Haklı olarak elinizdeki sofistike füzeleri en güçlü mevzi/sığınağa atacağınızı tahmin eder. Bu çok doğru bir tahmindir. Çünkü savaş pilotu, kanadına takılı sofistike Buster Banker veya türevi füzeyi açık ve zayıf bir mevzi/sığınağa değil, en güçlü olan sığınağa göndereceğinizi bilir.

Ve burada bir risk alarak hava saldırılarından korunmak için en zayıf mevzi/sığınağa girer.

Burada eğer pilot da Oyun Teorisi kuralıyla hareket ediyorsa, riskiniz sizin hayatınıza mal olur. Ancak pilot, tek şansı olan bir savaşta Oyun Teorisi kuralını çok ama çok zor uygular.

Diyelim ki uygular. Belki ikinci belki de üçüncü sığınağı vurabilir. İşte bu safha oyunun başladığı safhadır.

Bunun adı Oyun Teorisi’dir. Bu bir kısır döngü. Kısır döngüyü kırmak için beklenmedik hamleler yapmak gerekir. Örneğin en güçlü sığınağı yok edecek seviyede gelip en güçsüze saldırmanız gibi. Bundan sonrası rakibi iyi izlemektir. Rakibin hareketlerini tahmin etmek ve şanslı olmak.

Türkiye, ABD ve Rusya'nın, Libya’da yaptığı kelimenin tam anlamıyla budur. ABD'nin buradaki en büyük amacı, zaten Suriye ile Akdeniz'e inmiş olan Rusların bir de Libya ile Akdeniz'e inmesini engellemek. Türkiye’nin de kendi başına bağımsız bir aktör olarak yer alması Oyun Teorisi’ni daha da farklılaştırıyor.

Özetlersek, Ruslar Libya'dan hem hava hem de deniz üsleri istiyor.

Ruslar Hafter'i el altından desteklese de, diplomatik kanalda tarafsızlığını korumaya çalışıyor görüntüsü veriyor.

Böylece 'önceden' kazanmakta olan tarafı el altından desteklerken, bir yandan da ters bir durum için diplomatik kanalları yokluyor. Ruslar oyunu en iyi bilenlerin başında geliyor. Tabi burada Yeni Türkiye’nin de hakkını teslim etmek lazım. 2014’ten beri BAE, Mısır’ı yedeğine alarak Libya’da kendince oyun kurmaya çalıştı. Türkiye hep bekler görüntüsü verdi. Ve Oyun Teorisi’ni bugüne kadar Libya’da en iyi uygulayan ülke oldu. Yumruğunu ısırarak bekledi ve her şey bitti derken, uluslararası hukuka uygun bir şekilde oyunun başrol oyuncusu olduğunu ilan etti. Ruslar burada kelimenin tam anlamı ile ters köşeye yattılar. Hafter'e açık destek verirlerse ABD Trablus'un yanında konuşlanır. Ruslar Trablus'a açık destek verirlerse ABD Hafter'in yanında konuşlanır.

İşte yukarıda verdiğim o sığınak örneğinde olduğu gibi. İki taraf da tam anlamıyla açık destek vermekten kaçınıyor ve diplomatik kanalları yokluyor.

Ancak ABD'nin Ruslardan önce kime destek verdiğinin önemi yok. İkili arasındaki oyun da burada başlıyor. Düşmanlık gütmemek adına, ABD'nin açık destek verdiği bir taraf olursa Ruslar da o tarafa açık destek verir ve ABD'nin başarısına ortak olur. Masada da karşı tarafa kapalı desteğini kullanır.

O yüzden burada önemli olan şey ilk desteği ABD'nin vermemesi. Bu sebepten ABD geri kalıyor ve her iki tarafla da eşit olmaya çalışırken, diğer büyük Oyun Teorisi uygulayıcısı olan Türkiye’ye NATO üzerinden her türlü askeri istihbarat ve açıktan da diplomatik destek veriyor. Ara sıra diplomatik kanallarla zıt taraflara farklı zamanlarda destek vererek Rusların tepkisin ölçüyor.

Mısır'ın ilan etmeye çalıştığı ateşkes için Mısır'a "Sen değil BM ilan eder, oraya git." derken; Türkiye için de "Yaptığın deniz anlaşması kötü ve kalitesiz" diye tepki gösteriyor. Ruslara bir pozisyon tutma zorunluluğu dayatıyor. Ancak Ruslar ustaca savıyor bu hamleleri.

Bu arada Fransa da oyuna dahil olmak istiyor ama henüz yürümeyi beceremeyen çocuk misali Maraton’a katılmak istiyor.

Buradaki oyun teorisine göre, beklenmedik hamleyi ABD yapmalı. Ancak tek atımlık bir kurşunu olacak. Dolayısıyla bu hamleyi yaparken öyle bir konjonktür kurmalı ki Ruslar yanına gelip başarıya ortak olamamalı.

Bu konjonktürü yaratmanın tek yolu oyuna yeni ülkeler dahil etmek ve Libya'daki kamplaşmayı arttırarak, Rusya karşı tarafındayken, ABD kendi tarafında Rus tarafını ezecek bir güç bulundurmak zorunda kalıyor. Bu yüzden Türkiye’nin yanında olduğu mesajını arada verme ihtiyacını hissediyor.

Tabii burada Ruslar cesur davranırlarsa onlar da beklenmedik hamleyi yapabilirler. Onların beklenmedik hamlesi ise Trablus'a açık destek vermek veya Fransa’yı yanına almak olabilir. (Bu satırlar yazıldığında Fransa çark etmeye başladı)  Ya da Hafter'i koltuğundan indirip LNA'nın çehresini değiştirerek LNA ve GNA'yı birbirine kırdırtmayı denemek de olabilir.

İkinci seçenek en mantıklı seçenek gibi duruyor. Ruslar eğer cüretkâr hareket ederlerse bu hamleyi onlardan görmemiz mümkündür. Gelelim bu oyun teorisine göre ABD'nin beklenmedik hamlesine.

Yukarıda da bahsettiğim gibi, tıpkı sığınak örneği gibi, tıpkı bir boksörün zayıf yumruklarla rakibi denemesi gibi; ABD çeşitli açıklamalarıyla Rusları 'alenen' taraf seçmeye zorluyor. Beklenmedik hamlesi ise bunu yapmamak. Rusları taraf seçmeye zorlamamak.

Peki bu nasıl olacak?

ABD, Ruslarla kendi yüzleşmek yerine kamplaşmayı arttırarak Libya'daki gerilimi yükseltecek. Fransızlar, Yunanlar, İtalyanlar ve Mısırlılar oyuna daha çok dahil olacak.

Ancak burada Türkiye’nin pozisyonu ve duruşu, hem Rusların bu hamlesini hem de ABD’nin AFRICOM üzerinden Libya’ya konmasını engelleme kapasitesine sahip.

Bunu yapmanın tek yolu da Türkiye'nin bölgedeki gerilimi arttırması yani Sirte ve Cufra'yı alması. Eğer bu olursa; bu saydığım ülkeler oyuna daha çok girecekler ve ABD yerine Rusya'yı onlar seçim yapmaya zorlayacaklar.

Dolayısıyla buradan varılacak sonuç, ABD'nin, Türkiye'nin Sirte ve Cufra'ya yapacağı herhangi bir operasyona en fazla 'kınıyoruz” diyeceklerdir.

Şu anda ne Rusya ne Amerika, hangi sığınağı vuracağını bilmiyor. Çünkü, ortada üçüncü bir oyuncu var. Bu oyuncuda hep sürpriz yapmayı seven bir ülke. Yani Türkiye. Tıpkı bir zamanlar, Avrupa kupalarında olduğu gibi, 89 dakika kendi aleyhine giden maçı son dakikada lehine çevirdiği günlerdeki gibi, son iki yıldır Akdeniz’de son dakika sürprizi yaparak bütün oyunları bozup kendi lehine çevirmeyi başarıyor.

İşte bu yüzdendir ki hem Rus Hem de ABD tarafı hangi sığınağı vuracağını bilemiyor.

Sonuç itibarıyla şunu efade edebiliriz:

ABD ve Rusya birbirlerinin yumruklarını ısırıp kim pes edecek diye bekliyorlar. İlk pes eden ilk beklenmedik hamleyi yapıp riski alandır.

NOT: Teorinin pratik uygulaması konusunda @bureauofeconomy nin örneklendirilmesinden faydalanılmıştır.

 
 

OYUN TEORİSİ NEDİR?

Oyun teorisi veya Oyun kuramı, istatistik, sosyal bilimler, biyoloji, mühendislik, siyasi bilimler, bilgisayar bilimleri (temel olarak yapay zekâ çalışmaları üzerinde) kullanılan meşhur teoridir.

Oyun teorisi, bireyin başarısının diğerlerinin seçimlerine dayalı olduğu seçimler yapması olan bazı stratejik durumların matematiksel olarak davranış biçimlerini yakalamaya çalışır.

Karar verenlerin diğer düşüncelerle uyumlu ya da rekabet halinde olduğu sosyal durumları modelleyen bir yaklaşım olması bu kuramın en temel özelliğidir. Daha öncesinde bazı gelişmeler olmuşsa da, oyun kuramı, 1944 yılında çıkan John von Neumann ve Oskar Morgenstern tarafından yazılmış olan Theory of Games and Economic Behavior (Oyunların ve Ekonomik Davranışın Kuramı) adlı kitapla başlamıştır. Bu kuram 1950'lerde birçok akademisyen tarafından geliştirilmiştir. Benzer gelişmeler 1930'lara kadar gitmekte idiyse de, 1970'lerde açıktan biyolojiye uygulanmıştır. Birçok alanda önemli bir araç olarak kabul edilmiştir. Ekonomide sekiz oyun kuramcısı Nobel Ödülü almıştır ve John Maynard Smith biyolojideki uygulaması için Crafoord Ödülüne layık görülmüştür.

 

30.06.2020 10:17

Yeniçeri Ocağı, Osmanlı’nın en vurucu gücü idi. Adı bile kendi döneminin ordularının titremesine yeterli sebepti. Her bir Yeniçeri askeri, bugünkü tabirle birer zırhlı muharebe aracı gibiydi. Yeniçeri Ocağı, Osmanlı orduları içerisinde sayısal olarak pek de fazla olmamasına rağmen bu öldürücü gücü ve sürekli payitahtta (başkent) bulunmayı siyası ranta çevirmeye kalkınca artık Osmanlı Devleti’nin sırtında bir kambur, bir yük olmaya başladı. Uzun süre hem savaşçı hem de siyasi güç olmayı sürdürdü. Eli silahlı siyasi olmanın savaşçı olmaktan daha çok rant sağladığını gören Yeniçeri, savaşmayı bırakıp siyasi entrikaların merkezi oldu.

Fitne ve siyasi entrikaların kaynağı haline gelen Yeniçeriyi Sultan II. Mahmud Han kaldırarak devleti bu habis urdan kurtarmayı başardı.

Bugünkü Mısır ordusuna bakınca, Yeniçeri Ocağı kapatılmasaydı acaba Türkiye’nin bugünkü hali ne olurdu diye sormadan edemiyor insan.

Mısır ordusu da üç buçuk İsrail askerine yenilince, savaşmayı bırakıp kendi halkına karşı ceberut bir güç almaya başladı. Ordunun namlusu düşmana değil, masum Mısır halkına yöneldi. darbeler ve entrikalarla ülkeyi yönetiyorlar.

Bugünkü Mısır ordusu, Fırıncılıktan bostanda hıyar yetiştiriciliğine kadar ekonominin her alanında egemen ve tekel. Mısır ekonomisinin beşte dördü direkt ordunun elinde. Geriye kalan beşte biri de yine orduya bağımlı halde olan bir ekonomik yapı.

Pazarcılık, fırıncılık, işportacılık, bakkallık, otobüs taşımacılığı, oto galericiliği, emlakçılık, mağazacılık gibi hayatın bütün alanlarında mısır ordusu en büyük ve rakipsiz ticari aktör.

Bu yüzden sadece halk tarafından değil, iş dünyası ve esnaf tarafından da Mısır ordusu hiçbir şekilde sevilmez.

Gerçi dünyanın neresinde olursa olsun işportacılık yapan hiçbir ordunun saygınlığı ve sevgisi olmaz halk nezdinde. Ordunun ülkede ticareti tekeli altında tutması Mısırlılar tarafından alışık olunan bir durum ama durumu zayıf esnaf ateş püskürüyor. Kimse bu orduya çocuğunu şehit vermek istemez

Mısır ordusu yurttaşları arasında da ciddi ayırımcılık yapıyor. Her ne kadar İslam ülkesi gibi görünse de ekonominin ana damarını ülkedeki Hıristiyan Kıptilerle kurmuş durumda. Ordunun mal aldığı büyük ihaleler verdiklerinin tamamı Hıristiyan Kıptiler. Bu yüzden Müslüman Araplar oldukça rahatsız. Yaklaşık 100 milyonluk ülkenin kaymağını ordu ile ortaklaşa bir şekilde 10-12 milyonluk Hıristiyan Kıpti azınlık yiyor.

Pazarda mağaza tezgahında müşteri kovalayan Mısır ordu generallerinin emrindeki kara kuvvetleri gibi Deniz Kuvvetleri de oldukça kötü durumdadır.

Mısır’ın görünürde kalabalık bir deniz gücü var ama bu güç o kadar birbirinden dağınık ve teknik yetersizliğe sahip ki, lojistikleri kelimenin tam anlamı ile berbat.

Örneğin Kızıldeniz donanması, Akdeniz'e, Akdeniz donanması da Kızıldeniz'e ulaşması neredeyse imkansız. Oldukça zor bir iletişim ve geçişkenliğe sahip.

Her ne kadar Süveyş’ten ağır aksak geçişkenlik görünse de, bu süreçte bütün gemiler hava ve kara savunmasından mahrumdurlar. Yani kenar mahalle kopillerinin taş yükleyip uçurdukları oyuncak dornlarla bile Mısır’ın Nil’deki deniz gücü etkisiz hale getirilebilir.

Bu açığı gidermek için donanmasına yatırım yapan Mısır diktatörü katil Sisi, ülkenin bütün gelirlerini bunlara harcıyor. Bu yüzden ülkedeki açlık oranı hayli yüksek.

Her ne kadar Türk medyası yazıp haber vermese de Mısır medyasında her gün en az bir intihar haberi görülür. Ve bu intiharların sebebi de tamamı işsizlik veya açlık. Sisi’nin yatırım yaptığı donanmaya alınan gemiler de bir modern muharebe güç ve tekniğinden tamamen uzaklar. Bunun sebebi ise, tüccar generaller, gemileri dışarıdan satın alırken kurdukları Rüşvet çarkıdır. Ve bu çark yüksek rakamlarla işliyor. Dolayısıyla ülke parasının neredeyse yarısı rüşvete gittiği için istenilen teknolojiye sahip savaş gemisi alınamıyor.

Sisi’nin 20 milyar dolar civarnıda harcama yaptığı Mısır Deniz Kuvvetleri ülkeyi ekonomik olarak bitirdiği gibi hala savaşma yeteneğine sahip değil. Çünkü gemiler oldukça ilkel teknolojiye sahip. Örneğin bir Türk SİHA’sı elektronik perdeleme yapmadan yani gizlenmeden aleni bir şekilde istediği yerde ve istediği mesafede Mısır Donanmasını perişan edebilir. Çünkü Mısır donanmasının elindeki en uzun menzile sahip hiçbir füze SİHA’nın menziline ulaşamıyor.

Diktatör Sisi, ülkeyi ekonomik olarak felakete götürdüğü için bunu Libya’da zaferle kapatmaya çalışmıştı. Bu yüzden Suudi Arabistan ve BAE’nin tetikçisi olmayı kabullenmişti. Türkiye’nin meşru Libya hükümeti ile savunma işbirliği anlaşması yapması ile bütün planları suya düştü ve Mısır, hızla çökmeye devam ediyor.

Diktatör Sisi’nin hedefi, Libya'ya girerek ekonomik açıdan kendisine yetecek bir ek kaynak sağlamak ve Libya'nın doğusundaki Sirenayka bölgesini, yani terörist Hafter’in işgal ettiği bölgeyi uydu bir ülke haline getirmekti.

Mısır’ın en büyük güvenlik sorunun başında 100 milyonluk vatandaşını hava veya kara saldırılarına karşı koruyamamasıdır. Çünkü nüfusun yüzde 97’si Nil nehri vadisi ve deltasında yaşıyor. Yani halkın yüzde 97’si, Mısır topraklarının % 3’ünde ikamet ediyor.

Bu durumu Türkiye haritası üzerinde tanımlamaya çalışırsak, yaklaşık olarak Malatya ilimiz kadar bir yerde yaşayan 97 milyon insan var. Bu yüzden, Türkiye ile Mısır’ın kapışması durumunda öyle uzun menzilli füzeleri devreye koymaya hiç gerek kalmayacak. Kuzey Kıbrıs’taki askeri havalimanından kalkacak birkaç F 16 ile Mısır kara ve deniz birlikleri tereyağından kıl çeker gibi imha edilebilir.

Fakir çorbası görünümündeki Mısır Hava Kuvvetleri'ne birkaç SİHA fazla bile gelir. Daha Türk Deniz Kuvvetleri’nin envanterinde bulunan denizden havaya, ve denizden Karaya atılabilen uzun menzilli füzelerden söz etmeye gerek bile yok.

Peki Türkiye böyle bir operasyon yapar mı? Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti yönetimi, sivillerle iç içe olan askeri bölgelere operasyon yapacağını düşünmüyor. Çünkü bu operasyonlarda sivil kayıplar da oldukça fazla olacaktır. Türkiye devleti bunu yapmaz. Ama Mısır Hava Kuvvetleri ile Ak Deniz ve Nil nehrindeki deniz kuvvetlerini tamamen imha edebilir ve eder de.

 Ayrıca Mısır’ın savaşabilecek bir ekonomisi yok. Ülke tamamen Suudilerin ve ikinci İsrail olan ateist BAE rejimine bağlı bir ülke. Türkiye ile bir kapışmadan sonra sıranın kendilerine geleceğini çok iyi biliyorlar

Sisi rejiminin savaş araç gereçlerinde kullanılacak temel madde ihtiyaçlarının tamamı verişi İngiltere, ABD ve Çin ve Fransa'dan gelir.

Türkiye ise yaklaşık 20 yıldır bu Ak Deniz’de adım adım en güçlü olmaya çalıştı ve şu anda o konuma geldi. Savunma sanayiinin üçte ikisi yerli ve hammadde ihtiyacını da içeriden karşılıyor.

Mısır’ın düz bir araziye sahip olması ve ordusunun da Nil vadisindeki bu arazilerde konuşlu bulunması en büyük handikap. Oyuncak dronların karşısında bile kendini koruyamaz bir pozisyondadır. Çünkü Mısır Hava savunma sistemi, Türk SİHA’larının maymuna çevirdiği rus hava savunma sistemleridir.

Mısır’ın karayolu ulaşımı neredeyse hiç yoktur. Bütün asfaltlı yol ağının toplamı, Türkiye’nin Marmara Bölgesi karayolu ağından daha azdır. Bu da, kara birliklerinin sevk ve savunma muharebe gücünü oldukça olumsuz etkiler.

Birçok yerde düz arazide bir anda beliren kayalık platolar, yol yapımı maliyetlerini artırdığı için batık olan Mısır ekonomisi buna müdahil olmaya gücü yoktur. Bu yüzden en işlek yol, Marsa Matruh yolu olarak kalıyor. Bu da yani Libya'ya giden yol.

Bu yol, 2. Dünya savaşında yapılmıştı. Almanların efsane komutanı General Rommel ile İngiliz General Montgomery arasında savaşın yaşadığı bölgedeki yoldur. Bu yolu General Rommel yapmıştı. Ve ilk savaşta Montgomery’yi El Alameyn'e kadar püskürtüp ilerledikleri yoldur. Mısır’ın coğrafi haritası üzerinde yaptığım incelemede şunu gördüm: Bu yolu ele geçiren güç bütün Mısır’a hakim olur aslında. Çünkü bu yol, Mısır'ın kalbi olan Nil deltasına ilerler. Ve Mısır’ın bu savunacak hiçbir kuvveti yok. Türk birlikleri Libya sınırından Mısır’a girdiği anda durumu fark eden katil Sisi derhal Mısır’ı terk etmezse bütün iddialarımı geri alırım. Çünkü Mısırın elinde o yolu savunacak menzile sahip hiçbir silah, uçak ve mühimmat yok. Ama Türkiye’nin o yola TAM HAKİMİYETİNİ sağlayacak kara, deniz ve hava gücü, silahı, mühimmatı ve savaş araç gereçleri mevcut.

Bu yola tam hakimiyeti sağlamak ve Mısır’ın Ak Deniz’deki donanmasını demirledikleri limanda suyun dibine batırmak için aslında Türk hava akınlarına bile gerek yok. Deniz Kuvvetlerinin elindeki donanma buna fazlasıyla yeterli.

El Alameyn yoluna hakim olmak için de Libya toprağını kullanmaya da hiç gerek yok. Türkiye’nin bu kapasiteye sahip bir çok çıkarma gemisi var. Ayrıca Anadolu ve TCG Trakya gemileri de denize inmemin arifesinde. Savaş uçağı platformuna sahip bu gemilerde hangi uçakların konuşlandırılacağı da şimdiden belli ve o yöne simülatif çalışmalar bile yapılıyor.

Özetlersek eğer; Mısır’ın, “Arap dünyasının doğal lideri olan bir ülke” sözü ve inancı tamamen bir safsatadır. Aslında bir bakıma evet Mısır, Arap dünyasının lider ülkesidir ama, sinemada liderdir, nüfusta liderdir, sahne sanatlarında, mizahta, liderdir. Mısır'ın iplerini elinde tutanlar ise Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’dir. Suud’a bütün İslam aleminin bakışı bellidir. Ve İslam dünyası BAE’nin ikinci İsrail olduğu, burayı yöneten ailenin tamamının ateist ve İslam düşmanı müşrikler olduğunu artık öğrendi. Dolayısıyla, Mısır’ın bu iki diktatörlükle anılması, İslam dünyasında kalan krediciğini de bitirmiştir.

25.06.2020 13:13

Lübnan’da Suud ve BAE yetiştirmesi olan Ermeni Nişan Der Harusiyan’ın Türkiye ve Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’a yönelik sarf ettiği kendi soysuzluğunu tescil eden terbiyesiz ve hakaretamiz lafları üzerine Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta halk ayaklandı resmen. Televizyonun önünü ve sokakları dolduran Beyrutlular bu rezilliği ve bu rezilliğe yol veren Lübnan hükümetini protesto ettiler.

Birkaç gün önce de yine Beyrut’ta Cumhurbaşkanı Hıristiyan Mişel Aun’u protesto eden bir gösteri düzenlendi. Hatırlarsanız bu terörist eskisi Aun, Türkiye’nin Suriye ve Libya’da halka yönelik terörist eylemlere karşı mücadele etmesini eleştirmiş ve “Türkleri sömürgecilik”le suçlamıştı. Bunun üzerine Beyrut’ta halk, ellerinde Türk bayrakları ile protesto gösterisi yapmış ve Aun’u telin etmişlerdi.

Protesto gösterisi ile ilgili bir çok video sosyal medyaya düşmüştü

Videodaki Beyrutlu özetle şunları haykırıyordu Aun’a:

“Eğer Osmanlı sömürgeci olsaydı, bugün sen Fransızca yerine Türkçe konuşurdun. Osmanlı bizim ecdadımızdır. Osmanlı bizim kültürümüzü okullarımızı ibadethanelerimizi milletimizi korudu. Biz Osmanlı’nın torunuyuz.”

Öncelikle Birleşik Arap Emirlikleri Ve Suud’un yetiştirmesi olan bu Ermeni ırkçısı Nişan Der Harusiyan ve sunucusu olduğu televizyonla ilgili kısa bilgi aktarmak istiyorum

Harusiyan’ın sunucusu olduğu Türkiye, Osmanlı ve Cumhurbaşkanımıza hakaret eden El Cedid TV, 10 yıldır Pan Arap-Nasırcı çizgide yayın yapıyor. Eski New TV'nin devamı ve 1992'de kuruldu. New TV'yi kuran Lübnan Komunist Partisi'ydi. 1996'da kapatıldı, 2001 de Tahsin Hayat, El Cedid'i yeniden kurdu

El Cedid'de program yapan Ermeni Nişan Der Harusiyan’ın daha önce de dikkat çekmek için hakaret dolu yayınlar yaptığı biliniyor. Esad Rejimi ve İran tarafından finanse ediliyor. Bu arada El Cedid, Lübnan'daki bir çok siyasi grup tarafından defalarca basıldı, Müslümanlara hakaret eden programcılar protesto edildi.

Nişan Der Harusiyan, lise mezunu bir bir çocuk iken BAE ve Suudi Arabistan'da başlayan TV kariyerinde babasının arkadaşı Simon Esmer sayesinde hızla yükseldi. Dubai ve Suudi'de başlayan kariyer, Fransa’nın yardımıyla gelişti.

Ve Esad rejimi destekçiliği… Bunlar ilginç değil mi?

Söz konusu TV Arap milliyetçisi Esad rejimi destekçisi, Gümüş Dizisi'ni düzenli yayınlıyor. Türkiye'ye hakaret eden Ermeni sunucu Harusiyan, iyi derecede Türkçe bilir. Harusiyan, Ermenistan doğumlu biri. Sonradan Lübnan vatandaşı oldu.

New TV'nin programında Türkiye, Osmanlı ve Cumhurbaşkanımıza hakaret eden Arap Birliği Partisi Lideri Wiham Vahab, Durzi kökenli. Daha önce başörtüsüne hakaret etmişti. Suriye'deki Esad rejimi destekçisi, 2011'de Esad'ın Türkiye'yi 100 bin füzeyle vuracağını iddia etmişti.

Lübnan’ı, coğrafyasını ve demografik yapısını santim santim bilen biri olarak iddia ediyorum ki bu son gösteri patlama oldu. Bu bir kıvılcım değil patlama. Çünkü Beyrut, Hizbullah Terör Örgütünün işgali altında olan bir şehir. Beyrut’taki silahlı Şii terörist sayısı, İran’ın Kum kentindeki silahlı Şii terörist sayısından bile fazladır.

İran’ın böylesine hakimiyeti altında bulunan bir başkentte kalkıp Osmanlı ve Türkiye’yi savunmak için mangal gibi yürek isteyeceği gibi, neredeyse imkansızdı. Demek ki artık Lübnanlılar da ülkelerinin Şii-Hıristiyan ittifakının işgali altında kalmasına tahammül edemiyorlar.

Çin sınırından İspanya’ya kadar İslam coğrafyasını adım adım gezen, gözlemleyen biri olarak gördüğüm, İslam dünyasında bu sefer Arap Baharı gibi emperyalist bir simülasyona evrilen bir hareketlilik yok.

14 Yıl önce Çad’da çölün ortasında karşılaştığım Çadlı yaşlı bir amcanın bizim Türk olduğumuzu öğrenince şu azarı, artık fiili duruma geçmiş durumda:

“Atalarınız yüzlerce yıl önce at sırtında buralara gelip bizi zulümden kurtarmışlardı. Şimdi elinizde imkân var. İsteseniz uçakla birkaç saatte burada olursunuz. Utanmıyor musunuz atalarınızdan 100 yıl sonra buralara gelmeye utanmıyor musunuz?”

Gazeteci olarak oradaydım ama yine de utanmıştım… Yanımdaki sivil toplum kuruluşumuzun temsilcisi de utanmıştı…

Ve o duygular birleşti. Bugün Sudan’da Sevakin, Cibuti’de Somali’de askeri üs, Libya ve Yemen’de umut olarak yeşerdi.

Kesinlikle Osmanlı romantizmi yapmıyorum. Ki Osmanlı romantizmi de bana pek akılcı gelmiyor. Vadesini doldurdu gitti bu dünyadan. Bu, yüzyıllık bastırılmış özgürlük arzusunun bir lider ve liderlik etrafında yeniden kendini ifade etme şansına kavuşma iştiyakıdır.

Kuru bir Türklük veya Türkçülük duygusu da değil. Yüz yıllık ataletin siyasi ve askeri güç olarak şahlanmasıdır.

Hatırlarsanız, Mısır’da Müslüman Kardeşler Hareketi ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra bütün İslam dünyasında etkisini göstermiş ve uzun yıllar bu etki devam etmişti. Bunun sebebi, İslam dünyasında fikirsel ve siyasi/sosyal bir huruç hareketi yoktu. İlk Mısır’da ortaya çıkmış ve bütün İslam dünyasını etkilemişti.

Sonra İslami fıkıh ve dinin günün sorunlarına cevap verebilmesi ihtiyacından dolayı Hint uleması ön plana çıkmıştı. İslam coğrafyasını bilen biri olarak söylüyorum, Fetavayi Hindiye’nin girmediği İslam ülkesi, şehri, kasabası ve mahallesi yoktur.

Sonra Müslümanca başkaldırı…

Merhum Seyyid Kutub’un “Fizilal il Kur’an”ı da bütün Müslüman mahallelerinde kendine yer buldu.

Ve bugün hem askeri hem de siyasi liderlik arayışı var İslam dünyasında. Arap Baharı denen emperyalizmin simülasyonu çabuk bozuldu. Ve Türkiye’nin bu süreçte zulme karşı sesini yükseltmesi, güçlü bir liderliğe sahip olması, İslam dünyasını bu liderlik etrafında toplanma arzusunu kamçılamıştır.

Afrika’da televizyonu olan hangi Müslümanın evine gidin, ya da Şam’dan Bağdat’a Mogadişu’dan Sana’ya, Kabil’den Riyad’a, Amman’a kadar Müslüman başkentlerinin sokağına gidin orada karşılaşacağınız siyasi liderlik figürünün Türkiye’nin siyasi liderliği olduğunu görürsünüz.

İran Şiası’nın en radikal terörist kanadı ve örgütünün egemen olduğu Beyrut’ta Müslümanların gece 02’de sokağa dökülüp yine İran Şiası’nın en nefret ettiği Osmanlı, Türk, Türkiye ve Erdoğan’ı sahiplenmesi kesinlikle bir patlamadı.

Yemen’e bakın. Yemen’in Müslüman Şiilerinin medyası bile her gün Erdoğan ve Türk askerini ülkelerine davet ediyorlar akan kanı durdurması için.

12.06.2020 08:45

JİTEM, Türkiye’de uyuşturucu ve terörle mücadele için Jandarma içinde kurulmuş bir istihbarat grup komutanlığı idi.

Beyaz Toros’la özdeş hale gelip efsane oldu.

JİTEM’in kuruluş amacı ve görev sınırlarını belirleyerek sahaya sürdüler.

Süreç içerisinde JİTEM, bölgede devlet içinde devlet oldu.Görev alanını bütün Türkiye’ye yaydığı gibi, “Kuruluş Nizamnamesi”nin dışına çıkarak kendini kanunlar üstünde görmeye başladı.

Adı birçok karanlık ve kirli işlere karıştı. Ve Türkiye kontrolden çıkan bu istihbarat birimini sessiz bir şekilde JİTEM’i tarihin tozlu raflarına kaldırdı.

Rusya’da da Putin göreve gelip emperyalist emellerini hayata geçirmek için bir Gayri Nizami Harp yöntemleri ile çalışan birlik oluşturmak istedi.

Sovyet mirasına sahip Rus ordusu, uzun süre Sovyetlerin kontrgerilla yöntemi olan STEPNAZ’da ısrarcı oldular. Putin, koltuğunu sağlamlaştırdıkça, adım adım bu Sovyet zihinli askerleri tek tek ordudan temizledi.

Bu Süreçte daha önce peyki olan Balkanları bir daha eline geçmemek üzere kaybetti. Balkanlar, Batı ve Türkiye ile hızlı bir entegre sürecine girdiler.

Putin, Kuzey’deki ülkeleri de kaybedince, Kara Deniz’deki hakimiyetini kaybetmemek için dünyanın en barışçıl ülkelerinden biri olan Ukrayna’ya saldırdı.

İşte bu sırada Wagner’i gördük.

İlk kez 2013 yılında ortaya çıktı Wagner. Ortaya çıktıkları yer çok önemliydi. Almanya’nın eyaleti yapmaya çalıştığı Ukrayna’ydı. Ukrayna, Sovyetler dönemindeki sürgünlerden kalma bir Rus azınlığa sahipti. Ve bu Ruslar, Moskova’nın provokasyonları ile isyan hareketi başlattılar.

İşte bu isyan sırasında Ukrayna cephesinde orantısız bir sayıda keskin nişancılar ortaya çıktı.

Rus İstihbarat Servisi (FSB)’nin raporlarına göre bu keskin nişancılar Batı hatta ABD menşeli olduğu belirtiliyor. Ve araştırmalarını derinleştiren FSB, Blackwater isimli ABD’li bir paralı asker şirketi ile karşılaşır. Ukrayna’daki keskin nişancıların neredeyse tamamı Blackwater mensubu olduklarını tespit ediyor. Bunların içinde çok azı Sırp kökenli keskin nişancı oldukları da kayıt altına alınıyor Rus Milli İstihbarat Servisi (FSB) tarafından.

Ve işte tam burada Wagner ortaya çıkıyor. Daha önce Putin tarafından en yakın arkadaşı Yevgeni Prigozhin’e Kurdurduğu Wagner, tamamı eski asker, iç güvenlik istihbarat birimlerinin emekli savaşçılardan oluşuyor.

Rus nüfusun yaşadığı Ukrayna’nın Donbass kentinde Wagner boy gösterince iç savaş kızışır ve Ukrayna kaybeder.

Rusya’nın en iyi röntgenini çeken ve ASIAPOL’un kurucu başkanı Talat Çetin, Blackwater ile ilgili iddialarını daha da geriye götürüyor. Çekin, Blackwater, ilk olarak 2008 Gürcü-Rus savaşında ortaya çıkıyor. Osetya’da Blackwater keskin nişancı elemanları aracılığı ile birçok suikast düzenlediğini belirtiyor Çetin.

Asya Polis Teşkilatı Kurucu Başkanı Ulusal Güvenlik Uzmanı Çetin, “Wagner’in kuruluş amacı, Blackwater gibiydi. Blackwater, Kırım’ın Rusya tarafından ilhakından hemen önce Balcwater Ukrayna’ya girdi. Doğu Ukrayna’da suikast işinde çalıştılar. Donbass’taki suikastların tamamında Blackwater etkin rol oynadı” diyor.

Rusya’da Özel güvenlik/koruma şirketleri yasal olarak kurulabiliyor. Bunların tamamı ÇOP kurumuna bağlı. Bu Şirketlerin gelişmişi (ÇVK) olarak 2013’te kuruluyor. Ve Özel güvenlik şirketleri bir yasaya tabi.

Ama Wagner’in bir yasası yok. Başı sıkışınca sahibi de yok. Herhangi bir sığınağı da yok. Rusya ona sahip çıkmaz. Çünkü Wagner diye bir özel güvenlik veya koruma şirketi resmi olarak kurulmamış Rusya’da

Yani bizim eski JİTEM gibi.

Aslında ne Wagner ne Blackwater, paralı askerlerden oluşan gruplar değil. Çünkü paralı asker şirketleri, parayı verenin kim olduğuna ve işin ne olduğuna bakmazlar. İş ve para nereden gelirse gelsin, onlar için bir anlamı yok. Örneğin, bugün Kuzey Kore’ye hizmet verirken aynı anda ABD’ye de hizmet verebilir.

Ama Wagner ve Blackwater bu şekilde asla çalışmazlar. ABD hükümetleri, kamuoyunun baskısından çekindikleri için kirli işlerinde resmi ordularını değil bu paralı orduyu kullanırken, Rusya da bütün illegal faaliyetlerinde ve operasyon yaptığı ülkelerde Wagner’i kullanır.

2013 Ukrayna ve sonra Suriye’de göründü. Wagner’in personelinin tamamı Özel birliklerde askerlik yapmış şahıslardan oluşuyor. Hiçbir Wagner askeri Türk askerine karşı silah kullanmayacağını söyler. Çünkü Wagner’in kuruluş amacı ABD yayılmacılığına karşı.

Dana önce de belirttiğim gibi Türk gelince gider demiştim ve şimdi de Libya’ya Türk gelince Wagner Libya’dan gitti.

Wagner’in hiçbir faaliyeti Türkiye’ye karşı değildir. Bazen Rusya ve Türkiye’nin karşı karşıya geldiği anlar oluyor. Bu aslında Rusya ile ABD’nin karşı karşıya geldiği sırada Türkiye’nin araya sıkışmasından kaynaklanıyor.

Hafter her ne kadar Rusya’da okusa da Kaddafi’ye ihanet ettiğini, ABD ajanı olduğunu Rus devleti çok iyi biliyor.

Hafter, Rusya’da masadan kaçmakla aslında kendisini yalnızlığa itti. Orada Hafter’e verilen görev Libya krizini devam ettirmekti. Batının Kuzey Libya’daki çıkarlarının sürdürülmesiydi.

Wagner’in yaptığı birkaç karanlık kanlı eylemleri bir sonraki yazımıza bırakarak konumuza dönersek, burada Sayın Talat Çetin’in yaklaşık 7 ay önce söylediği bir olaya dikkat çekmek istiyorum.

Kelimenin tam anlamı ile Rusya’nın devlet, toplum, siyaset ve güvenlik paradigmalarını çok iyi bilen Talat Çetin, tam 7 ay önce Wagner’in asla Türk askeri ile karşı karşıya gelmeyeceğini söylemiş. Türk askerinin Ortadoğu’da girdiği yerden Wagner tek mermi atmadan çekiliyor.

Bunun gerekçesini de şöyle izah ediyor Sayın Çetin:
“S. Arabistan’a müdahale ederek petrol fiyatlarını düşüren ABD, Libya’daki petrole de Avrupa üzerinden ulaşabilseydi petrol fiyatlarını daha da düşürecekti. Ve bu da Rus ekonomisine ağır bir darbe vururdu. Rusya Libya petrolünün Türkiye’nin eline geçmesinde bir sakınca görmüyor. Çünkü ABD’nin Türkiye’ye artık müdahale edemeyeceğini biliyor.”

Sayın Çetin’in Wagner ile ilgili bu kehaneti tam 7 ay sonra Libya’da ortaya çıktı. Türk askeri sahaya inince Wagner geri çekildi. Onun içindir ki geri çekilme esnasında Türk SİHA’lar bu gruba operasyon yapmadığı ortaya çıkıyor.

Bu yaşananları ve Wagner’in Orta Afrika Cumhuriyeti’nden Libya’ya, Suriye’den Ukrayna’ya kadar geniş bir coğrafyada Rusya’nın aleyhine olabilecek kişi ve eylemleri suikast yöntemi ile ortadan kaldırmasını incelediğimizde karşımıza bir JİTEM ortaya çıkıyor.

JİTEM, bir yandan PKK ve Kürtçülükle ile mücadele ederken, şu anda Irak siyasetinin en tepesine çıkan Kürtçü ayrılıkçı bir siyasetçinin uyuşturucusunu taşıdığı iddiaları hala canlılığını koruyor.

Pandemi süreci bittikten sonra Sayın Talat Çetin’le iletişime geçip bu kuruluş ve Rus 5. kol faaliyetleri hakkında uzun uzun konuşmak farz oldu artık.

26.05.2020 16:53

Her ne kadar değerin bizde delikli 10 para etmezse bile biz yaşı büyük olana hürmetkar hitap etmeyi tercih ederiz. Çünkü bu peygamberimizin sünnetidir. Biliyorsan öğren ey Ahmak Arınç!

Hatta hatırlatayım sana, Sayın Erdoğan Davos'ta İsrail'in katil Cumhurbaşkanına “Yaşın benden büyük” deyip yaşa hürmetini belirleyerek, bütün çirkin vasıflarını yüzüne saymıştı.

15 Temmuz akşamı sen o çok koruduğun uluslararası casusluk ve ihanet şebekesi FETÖ terör örgütünün darbe teşebbüsünden sonra milletten nedamet dileyerek “Bana Ahmak diyebilirsiniz” dediğin için sana böyle hitap ediyorum.

Yani senin kendi özünde gördüğün sıfatı biz de yaşının büyüklüğünü göz önünde bulundurarak yüzüne karşı tekrar ediyoruz:
Ey Ahmak Arınç!

Son olarak, aziz mübarek ayımız Ramazanımızda dualarımıza salalarımıza çemkirmen artık tahammül sınırlarını da aştın!

Yarın zoru görünce yine salya sümük sesle nedamet dileyeceksin ama artık yemiyoruz Ahmak Bülent!

15 Temmuz turnusoluna takıldın sen. Sen o kadar içten pazarlıklı ve belli bir program çerçevesinde hareket ediyorsun ki… Allah bir demen bile artık bu ülke Müslümanlarının gönlünde merhamete sebep olamaz AHMAK!

Senin Müslümanlara çatal dilinle zehir saçman bu günle başlamadı. Biz seni 1970’lerin başında FETÖ terör örgütünün Öğretmenler vakfından biliyoruz. Sen oranın mütevellisindeydin.

Siyasi hayatın boyunca, attığı temel adımların tümüne baktığımızda, hepsi bir plan ve projenin ürünü olduğunu görürüz. Siyasetteki nefes alışın bile sanki FETÖ için verimli.

Emperyalizm işbirlikçisi 17/25 Fetullahist darbe teşebbüsünden sonraki çıkışlarının tümü "Stratejik Akıl"ın ürünü olduğunu bilmeyen mi kaldı ey Ahmak Arınç! Yaptığın atraksiyonlar, Recep Tayyip Erdoğan'ı siyaseten santim santim, gıdım gıdım bitirme operasyonu olduğu artık gün gibi aşikâr.

28 Şubat günlerinde bize attığın kazığı unutmuyorum Ahmak Arınç! Bizi sattın, satmakla kalmayıp bir tekme de sen atmıştın. Beşiktaş’taki DGM’de bana 32 yıl hüküm biçildiğinde “hak etmeseydi” dediğini de unutmadım. Bunu o dönem kişisel sanmıştım. Meğer o gün de bugünkü Ahmak Arınçmışsın.

O habis, karanlık, zalim 28 Şubat günlerinde bu ülkenin dindar, muhafazakâr, namuslu vatansever saf yurttaşlarının enselerinde boza pişirilirken, kapatılan Refah Partisinde siyaset yaptığın o günlerde Erbakan Hocayı çok örtülü bir şekilde ağır suçlayan bir beyanat vermiştin hatırlarsan. İşte o konuyu konuşmak üzere rahmetli Şevket Abi (Kazan)’a gitmiştim.

Gazeteci kimliğimle, hem senin bu çok anlamsız ve bizleri suçlayıcı çıkışını anlamak, hem de birkaç konu hakkında görüş alışverişinde bulunmak üzere 28 Şubat'ın Adalet Bakanı Şevket Kazan'ı Suadiye tarafındaki evinde ziyaret etmiştik.

28 Şubat Siyonizm darbesi ile ilgili sorduklarım bittikten sonra lafı senin herkesin fark edemeyeceği zehir kusan beyanatın ile ilgili merhum Şevket Kazan abiye bir soru sordum.

Sayın Kazan, her zamanki mütebessim yüzü ile "deşmeyin ve bu konuyu yazmayın. Kimse Bülent Bey'in ne demek istediğini anlamadı. Deşerseniz fitneye sebep olursunuz" dedi.

Ben sorumda ısrar ettim. Çünkü senin o zamanlar daha tanımıyordum.  Ve senin bu meşkuk (şüpheli) çıkışını anlamaya çalışıyordum.

Sayın Kazan benim ısrarlarıma dayanamayıp şu cevabı vermişti:

"Bizim Bülent Bey (Arınç), Caminin ortasında, halının üstüne tuvaletini yapan kedi gibidir. Onun yaptığı kendisine söylenince de hemen gözyaşları eşliğinde hata yaptığını söyler ve pisliğini halının altına sürer. Asla ortadan kaldırmaz."

Yani, ortalığı bulandırır, görünürde özür dilemiş gibi yapar ama suyu bulanık bırakır.

Sen hep böyle yaptın.

Çok uluslu Gezi Parkı darbe teşebbüsünde teröristleri Başbakanlık konutunda ağırladın. Gezi teröristlerine meşruiyet kazandırdın.

Bu cürümlerine, bu ahmaklıklarını bir araya topladığımızda senin o darbe teşebbüsünden haberdar olduğuna kani olmaktan başka çarem kalmıyor ey ahmak Arınç. Haberdar değilsen açık açık söyle.

Bana, bu millete, 17/25 Aralık darbe teşebbüsünden sonra yaptığın bütün fevri çıkışların bir plan program çerçevesinde Sayın Erdoğan’ı yıpratma girişimleri olmadığnıı söyle.

Muhteris bücür Davutoğlu ile birlikte o Temmuz ve Ekim seçimleri öncesinde yaptığın açıklamalarla Erdoğan’a siyasi darbe yapmayı amaçlamadığını söyle.

Temmuz Seçimlerinden sonra Gökçek’in Ankara'yı parsel parsel nasıl sattığını 100 dosya ile açıklayacağını söyleyip sonra kuyruğunun üstüne oturmuştun. Elinde tek dosya olmasa bile attığın bu çamur, çamur siyaseti yapanlar tarafından iyi kullanıldı ve Erdoğan Ankara’dan ağır darbe yedi.

Bunu bir siyasi hesap yapmadan, anlık öfkenin sonucu olduğunu söyle hadi.

Bizim Milli Görüş saflarında göründüğün 1970’lerde FETÖ terör örgütü Türkiye Öğretmenler Vakfı’nın mütevellisi olmadığını söyle. Hadi delikanlı isen söyle. Hani senin bir çöp kadar olmayan “özgül ağırlığın”(!)la söyle.

Ey Ahmak Bülent Artık yeter düş bu milletin yakasından istifa et!

15.05.2020 00:20

Taşeron terör örgütü DAEŞ, daha Irak’ın Sünni bölgelerinde kurulurken, işim gereği bölgede idim. Ve böylesine profesyonelce askeri taktikler uygulayan ve bütün militanlarının bilaistisna geri zekalı ahmak olmaları dikkati çekmişti. Az biraz terör örgütlerinin yapılanmasını bilen hemen bu yapının bir Taşeron Örgüt olduğunu anlardı.

Özellikle El Embar bölgesinde bu taşeron çetenin ağaları ile yaptığım görüşmelerde tamamının taşıma akılla hareket ettiklerini ve verilen sufleleri tekrar ettiğini müşahede etme imkânımız olmuştu.

Daha sonraki terör eylemleri sürecinde düzenli ordu harekât ve taktiklerini uygulamaları, örgütün esas sahibinin kim olduğunu gösteriyordu.

Bunu hem yerli hem de yabancı medya organlarında defaatle dile getirme imkânımız oldu ve bölge kamuoyu, örgütün İslam’ın değil Haçlının bir neferi olduğunu tez zamanda fark etti ve uzak durdu.

IŞİD’in çıkış tarihi, ABD eski başkanı mürted Barak Hussein Obama’nın bölgemizle bizzat ilgilenmesi ile aynı dönemde denk gelmesi hiç tesadüf gelmemişti. Daha sonra yapılan genel seçimlerde Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump, IŞİD’ı Obama’nın kurduğunu açık açık ifade etmişti (12 Ağustos 2016)

Geçtiğimiz aylarda Obama’nın eski güvenlik danışmanı Benjamin J. "Rhodes, The World As It Is" (Olduğu Gibi Dünya) adıyla Obama döneminde yaşadıklarını ve tanık olduklarını yazdı.

Oldukça ilginç bir kitap.

Arapçaya “El Alem Kema Huwe” (هو كما العالم) adıyla çevrildi. Oradan bakıyorum. Bizim yayınevleri bir el atsa bu kitaba. Bu kitap Türkçe'ye çevrildiğinde insanların kafasında bir çok taşın yerine oturacağına eminim.

Bütün İslam aleminin okuması gereken bir kitap kanaatimce. Obama ve İran rejiminin el ele vererek bütün dünyayı nasıl kana çevirdiklerini anlatıyor.

Benjamin Rhodes kitabında açık açık şöyle diyor:

“İran ile Obama, IŞİD’i doğurdu. Musul’un IŞİD’a verilmesi Obama ve İran’ın ortak planıydı.

Şimdi hep beraber o günlere gidelim. DAEŞ’in Musul’u ele geçirdiği tarihe bir bakalım.

O gün Türkiye’de Ahmet Davutoğu denen kifayetsiz, muhteris ve bir o kadar da beceriksiz ve beceriksiz olduğunu da bilmeyen bir figüran Başbakandı. Onun da en has adamlarından biri olan “Muhasebeci Kenan” da Türkiye’nin Musul Başkonsolosu4ydu.

Türkiye’nin stratejik cahil Davutoğlu ile “Muhasebeci Kenan” tarafından nasıl kumpasa getirildiğini artık bilmeyenimiz yok.

Konsolosluk güvenlik görevlileri ile istihbarat personelinin ısrarla “binayı boşaltalım” taleplerine rağmen Stratejik cahil Davutoğlu ile “Muhasebeci Kenan” bu talebi duymazdan gelmiş ve onlarca Türk diplomatı ve kamu görevlisi ile ailelerini terör örgütünün eline rehin düşmesini sağlamışlardı.

Ve Türkiye, aylarca DAEŞ terör örgütüne karşı pasif davranmak zorunda kaldı. Ta ki rehineler serbest bırakılana kadar.

Daha sonra insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük casusluk ve ihanet şebekesi FETÖ silahlı terör örgütü “Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan aleyhine “IŞID’a destek verdi” iftirasını atarak ülkemizi neredeyse uluslararası kamuoyunda mahkûm edeceklerdi. Halbuki Türkiye, DAEŞ adlı taşeron örgüte en büyük darbeyi vuran ülke idi.

En çok DAEŞ’li teröristi (4.000 civarında) etkisiz hale getiren ülke idi.

Yani Obama’nın İran ile ortaklaşa kurduğu terör örgütüne en büyük darbeyi Türkiye vurmuştu.

Ve yeniden Musul’un DAEŞ tarafından davul zurna eşliğinde tek mermi atmadan teslim alınışına bakalım.

O dönemde Peşmerge Bakanlığı’nın yardım istenmesi halinde Türk Konsolosluk personeli ile ailelerini güven içerisinde Erbil’e getirilmesi için gerekli plan ve taktiklerin hazırlandığı da aldığımız bilgiler arasında bulunuyor.

Yani Türk konsolosluk güvenlik görevlileri hiç çatışmaya girmeden, Musul’da bulunan Peşmerge’nin de desteği ile zayiatsız şehirden çıkabileceklerdi.

Ne hikmetse “Muhasebeci Kenan” ve Stratejik Cahil Davutoğlu, Türkiye’nin resmen tanıdığı ve eğitimine büyük katkı sağladığı Peşmerge Komutanlığından yardım istememişti.

Şimdi aynı günlerde Resmin Bağdat’taki karelerine bakalım.

Irak’ın başında kim vardı?

Irak Başbakanı’ndan çok İran sömürge valisi gibi duran Nuri El Maliki…

Kod adı Ebu Esra. 1979 yılında Kurduğu Hizbud-Dava adlı terör örgütün lideri. Ve tam 8 yıl boyunca İran topraklarından Irak’a saldıran, binlerce Iraklı sivil asker ve polisin katili bir teröristti Nuri El Maliki.

Maliki, Irak halkından çok İran’ın Kum kentindeki Ayetullahlara bağlıydı.

Ve Musul’da bulunan Irak kolordusuna DAEŞ’li teröristlere tek kurşun sıkmadan bütün ağır, zırhlı silah, mühimmat ve lojistiği bırakıp çekilmelerini emreden adam.

Ve bu emirden dolayı Musul’da tek başına kalan bir avuç Peşmerge. Talabani’ye bağlı silahlı güçler de Peşmergeleri yalnız bıraktı. Çünkü Talabani, siyaset olarak her ne kadar Kürtçü görünse de aslında İran’ın bir piyonudur.

Ve bir avuç Peşmerge DAEŞ’le girdiği çatışmada ağır kayıplar vererek şehirden çekilmek zorunda kalır.

Bir süre sonra DAEŞ’li teröristler Erbil kapılarına dayanır. Irak Kürt Bölgesel Yönetim Başkanı Mesut Barzani,Bağdat’tan değil, Ankara’dan yardım ister.

Ankara’nın sadece Erbil merkezinde bir Tank Alayı vardır. Bütün alayın hareket etmesine gerek yok. Bir tank bölüğü harekete geçse, DAEŞ’ hallaç pamuğu gibi silkeleyip atar.

Ama nedense Stratejik muhteris Davutoğlu bu emri vermez. Olaydan Erdoğan haberdar olur olmaz kendisi bizzat Alay’a emreder. Ne var ki O sırada çaresiz kalan Barzani Amerikalıların kapısını çalar.

Bu olay, Barzani’nin Erdoğan’a karşı olan “sonsuz ve katıksız güven”inde derin bir iz bırakır. Ve artık eskisi gibi “kör gözle” Erdoğan’a itimat etmez. Kalkan iki Amerikan savaş uçağı Erbil kapısına dayanan DAEŞ’lileri dağıtır.

Ve o günlerin kurgulayıcısı mürted Obama’nın danışmanı bütün kirli çamaşırları ortaya koyuyor.

Bu memleketin cidden bir sahibi var. Bizim görmediğimiz, göremediğimiz bir el bu memleketi koruyor.

Düşünsenize Davutoğlu gibi bir muhteris ve kifayetsiz figüran bu ülkenin dümeninde iki yıla yakın durdu. Allah bu memleketi korumuş.

Merak ettim, Kifayetsiz muhteris Davutoğlu bu günlerde ne yapıyor acaba? Bir ara ergen veletlerin oynayıp zıpladıkları bir dijital mecrada çöp falan topluyormuş. Eğer rol icabı değilse, cidden hayatında bu memlekete hayırlı bir iş yapmış. Çöp toplamak için başbakan olmaya gerek olmadığını anlamıştır umarım.

BENJAMİN RHODES Kimdir?

Benjamin J. Rhodes (14 Kasım 1977 doğumlu), Amerikalı bir yazar, siyasi yorumcu ve Barack Obama yönetimindeki eski Ulusal Güvenlik Danışmanıdır. Jake Sullivan ile siyasi bir STK olan Ulusal Güvenlik Hareketi eş başkanlığını yürütüyor. Siyasi bir yorumcu olarak NBC News ve MSNBC'ye düzenli olarak katkıda bulunmaktadır.

@Erdal_Simsek_

11.05.2020 01:50

Türkiye, Covid-19, Suriye ve Libya konusuna kitlenmişken, etrafımızda yeni alevler harlanıyor.

İran’da Amerika tarafından kurulan Sarıklı Diktatörlük rejiminden bu yana Doğu sınırımız sürekli sorunlu hale geldi.

1991’de ABD’nin bölgemizde giriştiği siyasi harita değiştirme çabası Güneydoğu sınırımızı 30 yıldır ateş topuna çevirdi. Ülkemizdeki bütün terör saldırıları, kaçakçılık ve uyuşturucu ticaretinin en büyük kısmı bu sınırlardan yapılıyor maalesef.

Ve Irak sınırımız nispeten sakinleşti derken ABD, yeniden ateşi harlamaya başladı. Nedense Türkiye bu harlanan alevin farkında değil. Sanırım ateş bizi yakana kadar da farkına varamayacak bizim medyamız.

ABD, Irak’ın Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içerisinde yeni bir karmaşa ve kaos harekâtı başlatıyor.

Hem de yine “Müslümanı Müslümana kırdırarak.”

ABD’nin bu seferki mayın eşeği yine Talabani ailesi ve onun siyasi hareketi. Zaten bu Talabani siyasi omurgasızlık ve karaktersizlik konusunda örnek ders olarak okutulmalı üniversitelerin Siyasal Bilgiler bölümlerinde.

Talabani’yi biz ülkemizde kendi halkına hizmet eden bir Kürt lider olarak biliyoruz. Oysa gerçek hiç de öyle değil.

Celal Talabani, 1960’lı yıllarda kayınpederi İbrahim Ahmed ile birlikte Irak rejimi saflarında Kürtleri katleden bir “sosyalist” siyasi figürdür.

Çok ilginçtir bu “sosyalist öncüler”in neredeyse tamamı kendi halklarına karşı büyük katliamlar gerçekleştiriyorlar. Türkiye’de sivillere yönelik kitlesel saldırılar, bombalamalar, terör eylemlerinin tamamı istisnasız sol örgütler tarafından yapılması da bu çerçevede değerlendirilmeli. Solcu olduğunu iddia eden PKK terör örgütü ortaya çıktığında, uzun süre Doğu ve Güneydoğu’daki Kürt vatandaşlarımıza karşı bir katliam, soykırım uyguladı. On binlerce köyü yakıp boşalttırdı.

Talabani de bu yönüyle Amerikan ve batı emperyalizmi işbirlikçisi Abdullah Öcalan ile birbirine çık benzemektedir.

Talabani konusuna gelelim.

Celal Talabani Irak’ta Kürtlere karşı giriştiği bu katliam eylemlerinde yenildi ve rahmetli Molla Mustafa Barzani onu yendi. Talabani pişmanlığını dile getirince Barzani onu affetti. İşte rahmetli Molla Mustafa’nın bu merhameti, bugün Irak-Türkiye-İran üçgeninin ateş topuna dönmesine sebep oldu. Çünkü Talabani ve onun oluşturduğu siyasi hareket, süreli dış güçlerle ittifaklar kurup bölgeyi karmaşa ve kaos içerisinde bıraktı.

Molla Mustafa Barzani, 1974 Cezayir Anlaşması’ndan sonra İran tarafından satılınca yenildi. Müttefikinden ihanet gören Molla Mustafa Barzani, en ağır darbeyi hayatını bağışladığı ve kendi partisine aldığı Celal Talabani’den yedi. Talabani, bu tarihte Şam’a geçerek yeni parti kurarak Barzani’ye karşı siyasi ve silahlı hareket başlattı.

Görünürde Rahmetli Molla Mustafa Barzani’ye karşı başlattığı bu siyasi ihanet, aslında tüm bölgemize idi.

Kurduğu ahlaksız, ilkesin ve omurgasız siyasi ilişkilerden dolayı adı bölge literatürüne “Siyasi Fahişe” olarak geçen Talabani’nin başlattığı ihanet ve fitne hareketi yeniden alevlendi.

Talabani’nin koltuğuna oturan Lahor Şeyh Cengi, Süleymaniye ve Halepçe için “Özerklik” hareketi başlattı. Ve onun yanında Talabani’nin oğlu Bafil/Pavel Talabani de yer alıyor.

Talabani’nin bir diğer oğlu olan Kubat Talabani ise yıllar önce ABD’de (şu anda İP’de olan ve ultra faşist-ırkçı çıkışları ile bilinen) Ümit Özdağ ile gizli görüşmesi ile ülkemizde gündeme gelmişti. Özdağ, o dönemlerde milletvekili değildi bile.

Tabloya baktığımızda, bir Kürt gurup, diğer Kürt gruptan özerklik istiyor. Ana hatları ile çok ahmakça bir istek bu. Yani Konya Türk olduğu için Türk başkent Ankara’dan özerklik istemesi gibi bir saçmalık olarak görünüyor. Ama kazın ayağı öyle değil.

Talabani ailesi, yıllardır Mesut Barzani’ye karşı İran tarafından kullanılıyor. Peki neden? Çok açık söyleyeyim: Barzani, Kuzey Irak’ta ve Irak’ın Kürt bölgesinde Şia yayılmacılığına nefes dahi aldırmıyor. İran’ın milyarlarca Dolar tekliflerine rağmen, Irak Kürt Bölgesel yönetiminin hiçbir şehir, köy ve kasabasında dahi bir Şii okul, cami veya medresesinin açılmasına müsaade etmedi.

Bir diğer husus ta Barzani, İran’ın bütün çabalarına rağmen Türkiye ile ilişkilerin bozmadı, çatışmaya girmedi. Türk-Barzani ilişkilerinin en soğuk olduğu zamanlarda bile Bölgesel Yönetim Türkiye’ye karşı hep tavizler verdi.

Tablonun diğer bir parçasında da ABD var. Şöyle ki:

ABD, Irak’In Arap vilayetlerindeki askerlerini geri çekiyor. Bu askerlerini El Ambar’daki Ayn El-Esed ve Erbil’deki Harirüslerine taşıdı. Bu iki üssü hiç olmadığı kadar güçlendirdi. Bununla da yetinmedi. Buraya bir Patriot bataryası da yerleştirdi. Yanlış okumadınız Harir’deki Amerikan üssünde şu anda Patriot aktif durumda.

Bölgede Zine Werte olarak bilinen yer de hem İran sınırına yakın hem de KDP (Talabani) ile KYB (Barzani) arasında tampon bir bölge olarak bırakılmıştı. ABD, patriotları kurunca Bölgesel hükümet bir peşmerge birliğini buraya konuşlandırdı.

Zine Werte, Kandil Dağı’na ve PKK’nin bulunduğu yerlere yakın olduğu için terör örgütü bunu kendisine yönelik bir tehdit olarak algıladı ve Erbil yönetimini tehdit etti. Bunlar olurken Lahor Şeyh Cengi de bölgesel hükümetinin aldığı karara karşı çıkarak buraya kendisine bağlı özel bir birlik gönderdi.

Bunun üzerine ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Davir Copley, Lahor ile telefona görüşerek attığı adımın tehlikeli olduğu uyarısında bulundu. Lahor güçlerini hemen geri çekti

Tablonun bütün parçalarını bir araya getirdiğimizde ortaya İran çıkıyor.

İran, buraya yerleştirilen Patriotlardan rahatsız. Ve dünyanın en sakin yerlerinden biri olan Irak Kürdistan bölgesine kaos ve terörü taşıyacak.

Ve Barzani burada ABD ile İran arasında sıkışmış durumda. Hem de öyle bir sıkışma ki, daha önce defalarca merhum babasına ve kendisine ihanet eden Kürt bölgesinin Fetullah Gülen’i konumunda olan Talabani tarafından sıkıştırılıyor.

Talabani, bu adımları elbette İran’ın talimatı ile atıyor. Lakin ABD de ortalığın karışmasını istiyor. Çünkü, ABD, Barzani’nin Halk Bankası meselesinde Türkiye’den yana tavır almasını, bütün itirazlarına rağmen petrolü Türkiye’ye akıtmasını unutmuş değil. Amacı Barzani’yi kötekle yola getirmek.

Burada Türkiye acilen devreye girmeli. Barzani yalnız bırakılmamalı. Eğer Barzani yalnız bırakılmazsa, İran Sınırından Irak’ın kuzeyine PKK’lı teröristlerin sızması, DAEŞ ve türevlerinin terör eylemleri yapması oldukça güçleşir.

Türkiye bu olaya müdahil olmazsa, Irak Kürt bölgesinde ABD’nin harladığı ve iranın benzin taşıdığı yangın tez elden ülkemize sıçrayacak… 

04.05.2020 13:24

Köpeksiz köyde değneksiz dolaşan Garanti Bankası

Türkiye’de öyle bir finans sistem kurulmuş ki bunu yurttaşların çıkarına uygun hale getirmek için sanırım en az bir beş yıl daha gereklidir. Ve bu sistemi değiştirmek için de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dirayeti gerekmektedir.

Türkiye’de Bankacılık, dünyanın en karlı işlerinin başında gelmektedir.

Tabi kast ettiğim özel bankacılık faaliyeti.

Düşünsenize bütün dünya krizde iken Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu verilerine göre bankacılık sektörünün 2019 net kârı 49.75 milyar TL oldu.

Oh ne ala. Tabi bu kazançların nerden geldiğinin detaylarına bakarsanız donup kalırsınız.

Türkiye'de kredi kartı ücreti konusunda bir çok özel banka bile fiyatını indirirken, İspanyolların battı batacak denen BVA’sına ait Garanti Bankası bindirdikçe bindiriyor.

 Garanti Bankası bahsine geleceğim ama öncelikle. Bu Covit-19 pandemisinde Türk özel bankacılığının yediği herzeleri teşrih masasına yatırmak istiyorum.

Hatırlarsanız Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan, bir genelge yayımlayarak, Bankaların özellikle işletmeci olan müşterilerinin işlerini kolaylaştırmasını ve Kredi Garanti Fonu (KGF) kapsamında bütün yatırımca ve işletmeci müşterilerine gerekli kredi vermelerini emretti!

Kamu Bankaları ve Finans kuruluşları Cumhurbaşkanlığının bu genelgesinin gereğini yerine getirdiler. Hem kendi fonlarından hem de KGF’den müşterilerine kredi tahsis ettiler.

Hatta Kamu bankalarının tamamı bireysel müşterilerine de gerekli kredi desteklemesi ve taksitlerin ötelenmesi konusunda bütün imkanlarını seferber ettiler.

Bu anlamda cumhurbaşkanlığı genelgesine uyarak sistemi kusursuz çalıştıran ve zor günde halkın yanında olan Halkbank, Ziraat Bankası ve Vakıf Bank genel müdürlerine ve bütün şube müdürlerine ayrı ayrı teşekkür etmemiz gerekiyor. Ziraat ve Vakıf Finans da aynı kolaylığı sağladılar.

Haklarını yemeyelim. Kuveyt Türk ve diğer finans bankaları da ellerinden gelen gayreti gösterdiler. Kamu ve Özel Finans kurumlarına da ayrıca teşekkür etmemiz gerekiyor.

Diğer yandan özel bankalar, müşterisine kredi vermemek için direttikçe diretiyor. Devletin teminatı altında olan KGF kredisini de vermemek için ipe un seriyorlar.

Bu özel bankalardan en çok şikayet aldığımız ise BVA Garanti Bankası.

Garanti Bankası’nın kaç zamandır köpeksiz köyde değneksiz dolaştığını bilmeyen yok. Ama nedense Bankacılık Denetleme Kurulu bir türlü bu bankaya dokunmuyor/dokunamıyor.

Kim bilir, belki de bize gelen şikayetler, Bankacılık Denetleme Kurulu’na gitmemiştir. Ya da gitmesi önlenmiştir.

Az önce Garanti Bankası’na geleceğimi söylemiştim. İşte tam da burası Garanti Bankası’nın konu olduğu yer.

Bir KOBİ yöneticisinin anlattığına göre Garanti bankası, Piyasada eşkıya gibi davranıyor.

Bana gelen sayısız şikâyetten sadece birini buraya alıntılayayım:

Bu bankanın yaklaşık 15-20 yıllık müşterisi bir esnaf var. Bu esnaf tamamen ihracat ve kısmen de perakende sektöründe faaliyet gösteriyor. 100 civarında personel çalıştırıyor. Yıllık cirosu milyonlarca dolar.

Daha önce düzenli olarak çalıştığı Garanti Bankası’ndan Cumhurbaşkanı’nın genelgesi çerçevesinde ya KGF ya da bankanın kendi fonundan kredi talebinde bulunuyor.

Bu işletmenin bankada hayli yüklü bir ipoteği var. Ve bu ipoteğin büyük bir kısmı da boşa çıkmış. Piyasadaki tabiriyle ipotekle boşluk var. Kullanma limiti var yani. Bu da yaklaşık 4 milyon TL civarında.

İşletmeci, Garanti Bankası’ndan “ister KGF (Kredi Garanti Fonu) isterseniz kendi bankanızın öz kaynağından verin” diye talepte bulunuyor.

Ülkeye her yıl milyonlarca dolar döviz girdisi sağlayan bu işletme, pandemiden dolayı bütün piyasalar kapandığı için vadesi gelen ödemeler ile personel maaşı için bu talepte bulunuyor. Garanti bankasının verdiği cevap aynen şu:

“Kredi veremeyiz.”

Müşteri de diyor ki, “o zaman ipoteğimi verin ben başka bankadan alayım. Başta kamu bankaları olmak üzere bütün finans kuruluşları kredi veriyor.”

Garanti Bankası’nın cevabı yine aynı: “Hayır veremem” diyor.

Bankanın yaklaşık 20 yıllık müşterisi diyor ki “o zaman bana çek karnesi ver. Ben ödemelerimi çekle yapayım.”

Yine Garanti Bankası vermem diyor.

Müşteri hakkını kullanmakta ısrarcı. Çünkü 100 civarında çalışan var. Onların maaşları, işletme masrafları, kira giderleri vs.

Diyor ki “Erdal bey son çare olarak dedim ki “Covid-19 salgınında dolayı kredimizi öteleyin diye müracaat ettik ama bunu da kabul etmedi.

Yani, bir ara battı batacak diye hakkında ispanyada, Avrupa’da ve sektörel medyada çokça yazı çıkan BVA’nın Garanti Bankası, kısaca ve özetle Cmuhrbaşkanlığı Karanamesi’ni takmıyor.

Müşteri, Çeyrek yüz yıllık işletme ve sicilinin temiz olduğunu, bankanın bu tutumundan dolayı ticri sicilinin bozulacağını ve bankanın bu kararnameye uymasını istiyor.

Son olarak Garanti Bankası’nın verdiği cevap çok ilginç:

“KGF’ye göre size kredi veremiyoruz.”

Tabi bu sözler bir kuruş vergi, SGK gibi kamu borcu bulunmayın, bütün ödemelerini günü güne yapan bu işletmeciyi çileden çıkarıyor:

“O zaman bana KGF tarafından kredi verilmeye uygun olmadığımı ya yazılı bir kâğıt verin ya da mail atın” diyor.

Garanti'den cevap: “O yazıyı da veremeyiz.”

Coronavirüs ile mücedelede Türkiye’deki bir çok özel banka maalesef ağırdan alıyor ve piyasayı rahatlatacak adımları ağır aksak atıyor.

Müşterilerin anlattığına göre, Garanti Bankası ise hiç adım atmıyormuş.

Anlaşılan Garanti Bankası, “Türkiye’nin coronavirüs pandemisinden sonra ekonomisini toparlayamayacak ve patlayacak. Bu süreçte ne koparırsam kardır “diye düşünüyor sanırım.
Bankanın hiçbir yetkilisine ve yönetim kurulu üyesine ulaşamadığımız için bu sorunun cevabını alamadık.

Bu süreçte Özel bankalar maalesef ellerini taşın altına koymadılar.

Garantinin bu tutumuna bakılırsa ve eğer bunlar gerçeği ifade ediyorsa, bu süreçte banka, Türkiye’ye çelme takıyor.

Bana gelen Garanti’nin daha nice vukuatları var.

Bunlar, Pos Makinası ve kredi kartları ile piyasaya hâkim olup kelimenin tam anlamı ile kanını emiyorlar. Şimdi de piyasanın bankalardan Cumhurbaşkanı kararı gereğince birazcık öteleme istiyor. Banka asla ötelemem diyor.

Müşteri diyor ki dünyanın fişi çekildi. Çalışmıyoruz. Kapalı her taraf. Bütün dünya kepenk indirdi. Bana iki ay mühlet ver. Bu zaten hakkım. Bunu Cumhurbaşkanı kararname ile bu hakkı verdi bana. Banka da diyor ki hayır Kredi Garanti fonu size kredi vermeme izin vermiyor.

Cumhurbaşkanlığı, Ekonomi Bakanı Sayın Berat Albayrak ve Bankacılık Denetleme Kurumu Garanti Bankası’nın bu pervasızlığını inceleyecekler mi çok merak ediyorum.

Garanti Bankası gibi, piyasayı ellerinde tutan bazı özel bankalar kelimenin tam anlamıyla piyasayı öttürüyor.

Türkiye, dar günde kendi vatandaşına çelme takan hangi banka olursa olsun derhal bu ülkeden göndermelidir.

Ve bana gelen şikayetlere baktığımda, Türkiye’den çıkıp gitmesi gereken bir banka varsa o da kesinlikle Garanti Bankası’dır.

29.04.2020 11:55

Étienne de la Boétie’yi bileniniz var mı bilmiyorum ama Türkiye’de değeri pek bilinmeyen bir Fransız yargıç yazar ve düşünür. 33 yıllık ömründe iki eser verir. Yaklaşık 500 yıldır o eserler hala dünya düşüncesine yön vermede etkinler. 1576 yılında 18 yaşında iken yazdığı Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev isimli kitabında tavuklaşan bir kartal hikayesini anlatır.

Nefis bir hikayedir:

Bir gün üç tavuk, kartal yuvasından bir yumurta çalıp kümese getirirler ve yumurtanın üzerine kuluçkaya yatar tavuğun birisi. Yumurtadan tavuk civcivlerinin yanında dev sayılabilecek bir civciv çıkar. Civciv büyür kanatları neredeyse bütün kümes kadar olur.

Ve bu yavru kartalı tavuk annesi, öğütleriyle hayata karşı hazırlar:

"Bak yavrum, yerden bulduğun böceği şöyle ye! Arpayı buğdayı böyle ye.”

Bir gün gök yüzünde bir kartal görür dev yavru civciv. “Bu nedir anne” diye sorar. Anne tavuk,

-Ha o mu? O kartal yavrum, kuşların padişahı.

-Ne de güzel uçuyor!.. deyip iç geçirir dev civciv.

-Evet yavrum! Ama sen sakın ona özenme. Asla onun gibi olamazsın! Sen bir tavuksun. Senden önce baban, deden, amcan hepsi ona özendi ama hiç biri onun gibi uçamadı.

SEN BİR TAVUKSUN VE BİR TAVUK GİBİ YAŞAMALISIN.

O günden sonra küçük tavuk, ömrü boyunca arka bahçede kartalın ihtişamlı geçişini izleyip iç çekti... Ve her seferinde "keşke bende bir kartal olup uçabilseydim." dedi.

Yine bir gün siyah uzun kanatlı büyük tavuk, ihtişamlı kartalı izlerken ölüp gitti...

Onu bir tavuk gibi defnettiler; oysa gerçekte ölen bir kartaldı…

Bu hüzünlü masal, bize Gönüllü köleliğin ne mene bir şey olduğunu anlatır.

Etienne de La Boétie aynı eserinde şu görüşlerini dile getirir:

“Eğer iki kuşak köleleştirilirse, bundan sonra gelen kuşak, özgürlüğü hiç görmeyip tanımadığından dolayı, pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir. Boyunduruk altında doğan insanlar, kulluk, kölelik içinde büyütülüp eğitilirler.”

TANZİMAT’TAN CUMHURİYETE: TAVUKLAŞAN TÜRKLER

O makus Tanzimat Fermanı’ndan bu yana bu toplum Boétie’nin masalındaki yavru kartal gibi tavuk olarak büyütülmeye çalışılıyor. Ve bunu başardılar da.

Düşünün, Sultan Abdülaziz Han, Osmanlı’yı yeniden denizlere hâkim kılmak için müthiş bir donanma yaptırdı. Ak Deniz’in en büyük donanmasını yeniden kurmayı başardı. Ama Tanzimat Bürokrasisi, o donanmayı hiçbir zaman açık denizlere açılmasına izin vermediler. Türk Deniz Kuvvetleri’nin deniz ticaret yollarının güvenliğini sağlamasına izin vermediler. Donanmayı Haliç’e bağlayıp bütün gemileri çürüttürdüler. Bununla da yetinmeyip o muhteşem Sultan’ı en yakın ve en sevdiği adamlarına; pehlivanlarına boğdurdular.

  1. Dünya Savaşı’nda da yeniden küllerinden doğmaya çalıştı bu millet. Çanakkale’de İngilizlerin savaşabilecek askerini bırakmadı. Ama bir el tutup bu milleti Anadolu’ya hapsettirdi. Hem de “bizden” olan yerli tavuklar aracılığı ile.

İngiliz’in sınırlarımızı çizmesine izin verdiler.

Musul Kerkük başta olmak üzere Batı Trakya, Rumeli ve Ak Deniz’deki bütün topraklar ve adalar tek kurşun atılmadan bırakıldı.

1924’te TBMM’deki katakulli ve CHP diktatoryasından sonra çok partili sistem ile yeniden kendi küllerinden doğrulmayı denedi. Ancak bu deneme 27 Mayıs 1960 Amerikancı darbesi ile çökertildi.

1971’de bir kez daha bu milletin çabaları askeri muhtıra ile darbe vuruldu. Akabinde 12 Eylül 1980 darbesi özgürlük arayışında olan bu milletin üzerinden silindir gibi geçti.

Ne var ki bu millet kolayca toparlandı ve 1984’te Kartal olarak uçmanın yolunu buldu. Bu çıkışın öncüsü Turgut Özal çok sistematik bir şekilde “masum bir ölüm” ile öldürüldü.

“1000 sürecek” denin yeni tavukluk dayatmasına karşı bu millet yeniden kendi küllerinden doğmayı çabaladı, çabalıyor.

Ve bu çabaya karşın tavuklaştırma çabaları bu sefer farklı bir yöntemle sürmektedir.

Türkiye’de muhalefet, dünyadaki hiçbir emsaline benzemez. Türkiye’de muhalefet, üretmek yerine karalama, yalan söyleme ve algı yönetme üzerinden tavuklaşmanın gereklerini yerine getiriyor.

Muhalefetin en büyük gücü, ürettiği yalanlar ve algı yönetimine teslim olmuş, kula kul olmayı tercih eden tabanıdır.

Tavuklaşmışlık, itirazsız, sorgulamadan sormadan itaat etmek ve verilen sufleleri tekrarlamaktır.

Tavuklaşmak, putperestliktir, kulun verdiğine, söylediğine sorgusuz sualsiz inanmaktır.

Tavuklaşmak, kitleler halinde akıl tutulması yaşamaktır.

Bugün muhalefet, tabanına tamamı yalan ve karalama merkezli sufleler veriyor ve tabanı bunu sorgulamadan iman ederek papağan gibi tekrar ediyor.

Ve bu sayı öyle küçümsenecek bir rakam da değil. 3 Kasım 1839’da “hain-i ekber” Mustafa Reşit Paşa’nın ektiği “tavuklaştırılmış Türk”, tohum kök salmış ve bu ülkenin seçmen sayısının yüzde 25’ine tekabül edecek hale gelmiş. Ateşi bol olsun Aziz Nesin, bunlara bakarak Türkiye’deki aptallık yüzdesini ifade etmişti.

Ne oldu bu millete böyle? Biz her zaman kartaldık. En zayıf olduğumuz zamanlarda bile kartaldık.

Hint Okyanusu’ndan İngiltere kıyılarına, Çin Seddi’nden Viyana’ya kadar karaların ve denizlerin semalarındaki eşsiz kartallardık.

Bu yüzdendir ki birçok kartal türünün adı Türkçedir.

Akdoğan, Doğan, Ak Sungur, Ak Kuyruklu Kartal, Ak Başlı Kartal, Ak Karınlı Kartal…

Ne oldu bu dev kanatlı kartalların çocuklarına?

Mustafa Reşit Paşa adlı hainin ektiği tohum bu topraklarda ne çabuk kök saldı? Anadolu’ya sıkıştırılmışlık mı bizi bu hale getirdi?

“Yurtta sulh cihanda sulh” diyerek, bizi Doğu ile Batının üzerinden sürekli geçtiği bir köprü haline getirmeye çalıştılar yüz yıldır.

Lozan Anlaşması’nda bile Yunanistan’dan alacağımız 470 ton savaş tazminatı altından vazgeçirttiler bizi.

Musul’u Kerkük’ü, Halep’i tek kurşun sıkmadan bıraktık. Ve bunlara kahramanlık dedik.

250 bin insanın can verdiği yüzlerce general, amiral ve binlerce subayın savaştığı Çanakkale Savaşlarını tutup ihtiyat kuvvetleri eğitmeni bir yarbayın kahramanlığı olarak yedirdiler bize.

Toprak bırakmayı, cepheden kaçmayı kahramanlık olarak yedirdiler bize ve hala içimizde milyonlarca tavuk bunları gerçek sanıyor. İnanmayan İsmet İnönü’nün tabanları yağlayarak Kudüs çekilmesine bakabilir. Biz bunu kahramanlık olarak okuduk İnkılap Tarihi ders kitaplarında.

Ankara sırtlarında karın üzerine yatılarak çekilen poza, bilmem hangi cephede savaştan yorgun düşmüş, karın üzerinde uyuyan kumandan olarak inandırdılar bizi.

Hamdolsun, Ak Sungurların, Ak Doğanların, Ak Baş Kartalların çocukları olan bizler yeniden diriliyoruz kendi küllerimizde.

İşte covid-19 bunun en büyük ispatı. Bu kartalların çocukları bugün Türk devletinin başında. Dünyanın süper güçlerinin bile diz çöktüğü bu salgına karşı sadece Türk devleti ayakta mücadele ediyor.

Amerika’dan Avrupa’nın en kuzeyine yardım eli uzatıyor.

Bu kartallaşma, içimizdeki tavukları çileden çıkarıyorlar.

Kartal yuvasına dadanmaya çalışıyorlar. Üsküdar’da devletin “sır kâtibi” konumundaki Profesör Fahrettin Altun’un yuvasını kenef eşeleyen gagaları ile necis etmeye çalışıyorlar.

Sanıyorlar ki kartallar kenef eşeleyen tavukların gagalarından korkacaklar.

Sanıyorlar ki kartallar, kartal olduklarından vaz geçecekler.

Artık yeni bir dünya kuruluyor ve o dünyanın kurucuları Ak Sungurların, Ak Doğanların, Ak Baş kartalların çocukları olan bizler olacağız…

Siz ise kümesinizde kendi vebanızla helak olup gideceksiniz.

27.04.2020 02:10

Türkiye’de siyaset maalesef “karşıt üretme” kültürü üzerinden devam ediyor. Tanzimat Fermanı’ndan bu yana bu durum böyledir maalesef. Tanzimat Fermanı ilanından sonra “bundan böyle gâvura ‘Gâvur’ denmeyecek” amir yasa hükmü bile karşıt üretme anlayışının somutlaşmış halidir.

Daha sonra İttihat Terakki..

Ve akabinde katil, yıkıcı ve bölücü İttihat Terakki’nin mirasçısı, bu ülkenin makus talihi olan Cumhuriyet Halk Fırkası/Partisi…

Tamamen karşıt üretme ve ürettiği karşıtı yok etme mantığı üzerinden politika üreten bu siyasi gelenek, CHP üzerinden cebren ve hile ile bu ülkede uzun süre iktidar oldu.

Bugün CHP, son yıllarda geliştirdiği ilişkiler ve iç politikalarından dolayı artık Türkiye’nin bir numaralı güvenlik sorunu olmuştur.

Yargı ne der bilmiyorum ama, CHP’nin Türkiye’nin çıkarlarına aykırı ulusal güvenliğini tehdit eden iç ve dış ilişkilerde bulunması, bir yurttaş olarak benim için artık ülkemin bir numaralı güvenlik sorunu haline gelmiştir.

CHP, NEDEN ESAD- BAE- YPG- MUHABERAT VE ŞEBBİHA’NIN YANINDA?

PKK, Suriye Muhaberatı, DAEŞ, Birleşik Arap Emirlikleri, Muhammed Bin Selman gibi terörist ve terör örgütleri bu bağlamda Türkiye’nin birinci derecedeki ulusal güvenlik sorunu olmaktan çıkmış, ikinci sıraya düşmüştür. Çünkü, CHP’nin ürettiği politika ve uyguladığı strateji bu örgütler, teröristler ve terör devletlerinin tamamının amacına hizmet ediyor.

Türkiye’ye karşı başta Reyhanlı katliamı olmak üzere sayısız terörist faaliyette bulunan Esad/Muhaberat/Şebbiha triosunun ülkemizdeki en büyük savunucusu ve destekçisi CHP oldu.

Türkiye’yi Suriye gibi parçalayıp “Kanton” modeli özerk şehirler kurmak için Güneydoğuda 12 bin civarında tetörist şehirlerimizde hendekler kazıyarak katliamlara giriştiler.

CHP LİDERİ TERÖRİSTLERİ KUTSADI

CHP bu terör eylemlerini kınayacağına bizzat başı Kemal Kılıçtaroğlu’nun ağzından bunlara açık destek geldi. Kemal Kılıçtaroğlu, bütün kamuoyunun önünde teröristlere hitaben “alınlarında öpüyorum o arkadaşların” dedi. Yani terörizmi ve teröristi destekledi.

Diğer partilere karşı erkete bekleyen Yargıtay Cumhuriyet Baş Savcılığı ne hikmetse terörizmi öven, destekleyen ve bunları kutsayan CHP hakkında hiçbir işlem yapmadı. Kim bilir belki de yapamadı.

Cumhuriyet Halk Partisi, son yerel seçimlerde elde ettiği kısmi başarısını (tabi seçmenin AK Parti’deki AKP’lilere kızgınlığı sonucu bu gerçekleşti) kanunsuzluk üzerinde yürütmeye ve bina etmeye çalışıyor. Ve ülkeyi derin bir uçurumun kenarına getirmeyi, toplumsal kutuplaşmayı ve açıkça iç savaşı tetiklemek için elinden geleni yapıyor.

CHP, kurucusu olduğunu iddia ettiği Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yıkılması ve bölünmesi için neden çabalıyor? Öncelikle bunun kodlarına bakmak lazım.

CHP, son yıllarda, bir çok terör örgütüne selam çakanların içinde yer edindiği ve ağırlıkla PKK hempalarının yer edindiği bir partiye dönüştü.

Ayrıca, 1980 ve 90’lı yıllarda üniversitelerde sol terör örgütleri ile PKK terör örgütünün neredeyse bütün eylemlerine katılanlar, destek verenlerin içinden bir çok isim partinin önemli noktalarına geldiler.

CHP, ATATÜRK’E “EMPERYALİZMİN İŞBİRLİKÇİSİ” DİYEN ŞAHISLARLA DOLU

Özellikle Kürtçülük ve bölücülük konusunda CHP, kendi kuruluş kodları ve prensipleri ile birebir ters konuma geldi.

Yani, Cumhuriyet Halk Partisi şu anda, Atatürk’ü sevmeyen, onu “emperyalizm işbirlikçisi” ve “Kürtlere soykırım uygulayan katil diktatör” olarak görenlerin egemenliği altında bulunuyor.

Bu kanaatimce CHP, PKK/YPG/HDP ve DAEŞ’ten daha tehlikeli bir konuma gelmiştir bu ülke için. Çünkü bu örgütler, dağda silahlı alanda, Türkiye’ye, Türk iç güvenlik birimlerine yenilmişlerdir. Ve bu terör örgütlerinin etkinlikleri her geçen gün gittikçe azalmakta ve yok olmaya yüz tutmaktadır.

DAEŞ’liler, Türkiye’nin Suriye operasyonlarından dolayı patronları CIA ve MOSSAD ile doğru düzgün irtibat kuramıyorlar ve etkinliklerini yitirdiler.

PKK’YPG terör örgütü ise yok olmanın eşiğinde. Örgütün savaş baronları kandırdıkları Kürt Lolilatlarla gününü gün etme derdindeler.

HDP bu ülkede başta Kürtler olmak üzere herkesin vicdanında mahkûm olmuş bir organizasyon haline dönüşmüş durumda.

Ama CHP’nin bu ülkedeki meşruiyeti hala varlığını koruyor. CHP’nin samimi Kemalist tabanı hariç hiçbir üyesi, partisinin terör örgütlerinin, Türkiye düşmanı ülkelerin hamisi olduğunun farkında değil.

CHP- HDPKK YÖNTEMİNİ UYGULUYOR: AMAÇ TABANI TERÖRİSTE ETMEK

CHP, PKK terör örgütü geleneğinden gelen ve o geleneğe inananların aklı ile hareket ediyor.

Bunu daha önce HEP,DEHAP ve HDP uygulamalarında gördük. Terör örgütünün legaldeki faaliyet örgütü olan bu “siyasi”(!) partiler, kitlelerini ve sokağı diri tutmak için sürekli yalanlar, algı yönetimi üzerinden mağdur u oynayarak ülkemizi adım adım terör sarmalına doğru sürüklüyorlardı.

HDP’nin ağa babası PKK, belediyelere kayyum tarafından el konulması için inanılmaz çaba sarf ediyor. Kayyum belediyeye el koyunca hem hedef kitle hem de dünyada mazlumu oynayacak. Bu yüzden bilerek ve planlı olarak kanunsuz işler yapmakta ısrar ediyorlar.

PKK’nın HDP üzerinde uyguladığı bu siyaset, hedef kitle ve dünyada beklediği etkiyi uyandırmadı. Kürt yurttaşlarımızın kahir ekseriyeti, PKK ve bütün uzantılarına beş kuruş değer vermiyor. HDP’den umduğunu bulamayan PKK, CHP’ye yöneldi. Ve “kanton” terör eylemlerinden bu yana CHP, bu siyaseti bire bir uyguluyor.

CHP, hiç ummadığı kadar yerel yönetimde başarı elde edince ne yapacağını bilemedi. Çünkü plan, program ve projesi yoktu. Üretim kabızı olan CHP, tabanını kaybetmemek için PKK’nin “sokağı diri tutma” projesini bire bir uyguluyor.

Kovid-19 pandemisi sürecinde CHP’li bütün belediyeler bilerek ve kasıtlı olarak suç işliyorlar. Amaçları sokağı diri tutmak, yani terörize etmek. 

 CHP bunu başarıyor da.

TÜRK İSTİHBARAT BİRİMLERİ NEREDE?

CHP’nin samimi Kemalist tabını dışındakiler bu kirli oyunu görmüyorlar. Peki CHP’nin tabanı bu kirli ve kanlı oyunun farkında değil diyelim. Ya bu ülkenin ulusal istihbarat birimleri niye biliyor, görmüyor ve bunları yargının önüne taşımıyor?

Hal böyle iken, Cumhurbaşkanından sonra kendi anında bir numaralı olan bir adamın ve ailesinin can güvenliği neden tehdit altında?

Bu ülkenin Milli Güvenlik Toplantılarına giren, Cumhurbaşkanı’nın ve Cumhurbaşkanlığının resmen “sır katibi” pozisyonunda olan bir kamu görevlisinin ailesine, hanesine yönelik CHP neden saldırıyor?

Hem bir bilim adamı hem de bu ülkenin Cumhurbaşkanının İletişim Başkanı olan şahsın ailesini haremi ismetinin terör örgütlerine faş edilmesini n anlamı nedir?

CHP, bu ülkenin PKK, DAEŞ, Muhaberat, Şebbiha gibi terör örgütlerinden öncelikli olarak bu ülkenin bir numaralı güvenlik sorunu olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu sorunu acilen çözmek zorundadır.

23.04.2020 12:15

Uzun yıllardır Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Türkiye’ye karşı “silahlı darbe” dahil olmak üzere bütün terörist faaliyetlere destek oluyor. Casusluk ve ihanet şebekesi FETÖ Terör örgütünün büyük finansör ve istihbarat sağlayıcılarından birinin BAE olduğu ortaya çıktı. Böylece ta 2008’den bu yana “BAE, Türkiye’de terörist faaliyet gösteren bir rejimdir” iddiamızı“fitnecilik” ile suçlayan muhafaza(kar) salim arkadaşlar umarım utanıyorlardır. Gerçi Allah’ı bırakıp paraya tapanların utandıklarına ne tarih ne de biz şahit olduk.

SUUD VE BAE TÜRKİYE’YE KARŞI BÜTÜN TERÖRİST FAALİYETLERDE

BAE, Filistin asıllı MOSSAD ajanı Muhammed Bin Dahlan üzerinden Türkiye’ye karşı onlarca terörist eylem ve ölüm saldırıları gerçekleştirdi. Ve Türkiye 12 yıl sonra uyanıp Dahlan adlı terörist için İNTERPOL üzerinden Kırmızı Bültençıkarttı.

Suudi Arabistan rejiminde aile diktatoryası değişince, bu ülke de Türkiye’ye karı açık bir şekilde terörist faaliyette bulundu, bulunuyor. Bin Selman ailesinin iş başına gelmesinden sonra Suud rejimi Türkiye’ye karşı terörist faaliyete başladı.

Veliaht Prens Muhammed Bin Salman, yaptığı terörist faaliyetlerini Türkiye’de zirveye taşıdı. Bütün dünyanın gözü önünde bir gazeteciyi öldürterek, cesedini parçalara ayırtıp asit varillerinde eritti. Ve bu azılı terörist şu anda Suud aile diktatoryasının en azılı katili olarak sahne alıyor.

İSLAM DÜŞMANI ATEİST BAE KRALLIĞI

Muhammed Bin Selman ile BAE’nin Ateist ve İslam düşmanı kraliyet ailesi olan Bin Nahyan’ların tamamı İngiliz pasaportlu olduğunu da hatırlatmakta fayda var.

BAE diktatörü Bin Nahyan ailesi ile Suud diktatörü Bin Selman ailesi, son yıllarda Türkiye’ye karşı yürütüen terörist faaliyetlerin tümüne organize bir biçimde destek veriyorlar ve bu faaliyetleri finanse ediyorlar. Suriye’de ve Irak’ta terör örgütü PKK’nin en büyük finansörlüğünü üstlenmiş durumdalar.

PKK/YPG terör örgütü, Suriye’de veya başka bir yerde Türkiye ve Türk unsurlarına karşı yürüttüğü her terörist faaliyette BAE’den ayrıca prim almaktadırlar. Evet yanlış okumdanız, PKK terör örgütünü finanse eden BAE kraliyet ailesi ayrıca her terörist eylem için örgüte prim veriyor.

SUUD VE BAE’NİN TÜRKİYE’DEKİ ETKİ AJANLIK FAALİYETLERİ

Ve bu aile, Türkiye’de etki ajanlığı yapmak için medya grubu kurdular. Bu medya grubu yıllardır bu ülkede rahat bir şekilde “Nüfuz Casusluğu”; Etki Ajanlığı yapmaktadır. Ve bu etki ajanlığını da “gazetecilik” kisvesi altında yapıyor.

Bizim devlet ne yapıyor peki?

Hiçbir şey… Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendine ve vatandaşlarına karşı yıllardır terörist faaliyette bulunan Suud ve BAE krallıklarının ülkemizdeki etki ajanlığı faaliyetine karşı kılını dahi kıpırdamamaktadır.

Ve geçtiğimiz cuma günü, Suud ailesinin resmi yayın organı olan Ukaz gazetesi, Türkiye’de yayın yapan İndependent’a talimat vererek “Türkiye’de savaş faaliyeti yürütün” dedi.

“Yemen’deki, Libya’daki savaşı Türkiye topraklarına taşımalıyız.” diyor gazetenin yazarı.

Öyle sıradan bir yazar da değil. Kraliyet ailesinden bir prens. Adı da Bedir Bin Suud.

Böylece Suudi Arabistan rejimi de Türkiye’ye karşı açık savaş ilan etti.

İNGİLİZ GÜLÜ “GÜLİZABETH”

Suud sermayeli Independent ve BAE’nin kraliyet ailesinin Türkiye’de faaliyet gösteren internet sitelerinin temsilcisi, başındaki, yöneticisi ve burada çalışan muh(a)birler kim?

Örneğin bu etki ajanlığı sitelerinin Türkiye temsilcisi Covid-19’la birlikte gelen uçuş yasağına kadar kaç kere Suud’a, BAE’ye gitti?

Ya da kaç yüz kere gitti?

Bu temsilcinin Kraliçe’nin Gülü ile ilişkisi ne? Aralarında nasıl bir muhabbet var. Bu etki ajanlığı yayın temsilcisi ile Kraliçe’nin gülü Gülizabeth, ne kadar sıklıkla halvet oluyorlar? Bunu soran soruşturan istihbarat birimimiz, hükümet yetkilimiz var mı çok merak ediyorum?

Ukaz gazetesinde yazan Prens Bin Suud’un talimatı üzerinden yaklaşık 6 gün geçti. Ne var ki bu ailenin Türkiye’de faaliyet gösteren etki ajanlığı müessesinden hiçbir ses gelmedi.

“Evet paramızı Bin Selman ve Bin Nahyan ailesi veriyor ama biz gazeteciyiz. İngiliz uşağı bu ailelere köpeklik yapmıyoruz.” demediler, diyemediler.

Ve diyemeyecekler de.

CEVAP BEKLEYEN SORULAR

“Rızık veren Allah’tır” düsturundan hareketle kim Bin Selman ve Bin Nahyan ailesinin attığı yağlı kemiği elinin tersi ile itip “Ben gazeteciyim” arkadaş diyebildi?

Independent’in sahibi aile talimatı veriyor: “Savaşı Türkiye topraklarına taşıyın” diyor.

Independent’ın Türkçe yayın yapan birimleri/kadrolarına gazeteci olarak şu soruları sorma hakkımız doğuyor:

1- Suudi Arabistan ve BAE’nin finansörü olduğu DEAŞ ve türevi olan örgütlerin eylemlerinin destekçisi misiniz değil misiniz?

2- Cumhuriyet gazetesinin PKK’ye verdiği propaganda desteği verdiği gibi sizler de Suud’un destek verdiği dünyadaki silahlı terör örgütlerinin Türkiye’de eylem yapmaları halinde bunlara propaganda desteği verecek misiniz?

3- Veliaht prens Muhammed Bin Selman’ın yeni “asitte gazeteci eritme” planlarından haberiniz var mı?

4- Ve Independent, Türkiye’ye yönelik savaş cephesinde nerede yer alçak? Sadece aktif propaganda mı yapacak?

Esas sahibinizin Ukaz gazetesinde size verdiği savaş talimatlarından hareketle bu soruları soruyoruz? Ve bunu sormak hem gazeteci hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sahibi ve yurttaşı olarak hakkımızdır.

Bundan sonra (Allah korusun) Türkiye’de girişilecek terör eylemlerinden doğan sonuçlardan kurumsal olarak Independent Türkish değil, gazeteci kimliğine sarılan tüm çalışanları mesuldür. Başta Suudların buradaki paralı adamları; temsilcileri olmak üzere haber müdüründen muhabirine kadar hepsi bu terör eyleminden sorumludur. Ta ki bu çalışanların, sahipleri İngiliz tasmalısı Suud hanedanının verdiği emre uymayacaklarını açıklayana kadar…

UKAZ gazetesinde Bin Suud’un “Savaşı Türkiye topraklarına taşıyın” başlıklı yazısı/emirnamesi linki:

https://www.okaz.com.sa/articles/authors/2019393

20.04.2020 00:50

Covid-19 çıktığı günden beri, bunun biyolojik olmayıp laboratuvar ortamında oluşturulmuş bir virüs olduğunu ısrarla belirttim. Hem bugün kadar haber sitemizde yaptığımız haberlerdeki mantık silsilesi hem de yayımladığımız videolarımda bunu vurguladık. Ancak komplo teorisyenleri gibi bunun “salınmış virüs” olduğuna inanmadık.

Tabi bunlar kuru bir imandan değil, olayın gelişimi, uluslararası saygınlığı olan bilim adamlarının yazdıkları makalelerden ve özellikle T.C. Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı açıklama, uygulama ve önlem çabalarının sonucunda ulaştığımız bir inanma.

Covid19’un sofistike olmaması ve etrafının basit bir yağ tabakasından oluşması bile bu illetin laboratuvar kuşkusunu güçlendiriyordu.

Virüsü, Çin biyolojik silah olarak kullanmadı. Ancak kendisine karşı kullanılmasından korkarak aylarca gizlenmesine çabaladı. Ve bir ihtimal, virüsün yayıldığı merkez olan Wuhan’ın dünya ile iletişimini kesmedi. Wuhan’ın ülke içi ile iletişimini kesti. Dünya Sağlık Örgütü de bunu görmezden geldi.

Herkes biliyor ki Çin, Wuhan’da çok büyük bir “Virüs Laboratuvarı” kurdu. Çin Halk Cumhuriyeti, “devlet gibi şehirler” kurunca oluşması muhtemel kitlesel salgınlara karşı önlem almak amacıyla bu laboratuvarı kurmuştu. Ki bu doğru bir girişimdi. Ne var ki daha sonra Çin Komünist Partisi yönetimi, bu laboratuvarı kuruluş amaçlarının dışında kullanmaya başladı. Yeni biyolojik silahlar… Ve bir süre sonra laboratuvar tamamen “biyolojik silah üretme fabrikası”na dönüştü.

Ve bütün iyimser hallerimi takınarak söylüyorum ki bu virüs kaza sonucu laboratuvardın çıktı. Çin bini asla kullanmaya cesaret edemez bu süreçte. Çünkü bugünkü ortamda biyolojik silah üretmek çok ama çok basit bir iş. Herhangi bir evde kuracağınız amatör bir laboratuvarla virüsün feriştahını üretirsiniz.

Ve dünyada hiçbir devlet ve rejim, kitlesel saldırı amaçlı bir virüs üretmeye cesaret edemez.

Burada Çin’in en büyük suç ortağı Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’dur.

Covid-19’un pandemi olmasının en büyük müsebbibi WHO’dur. WHO, Çin hükümetinin güdümünde hareket etmiş ve dünyayı bilgilendirmemiştir.

Sayın Erdoğan’ın “Dünya beşten büyüktür” sözü bir kez daha ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü Çin, BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimî ülkelerinden biridir ve BM, İngiltere, ABD, Fransa, Rusya ve Çin’in bir emir eridir. Onların çıkarlarına göre hareket eder.

Bu bağlamda, Türkiye’nin WHO’yu derhal reddetmesi gerekiyor ve WHO’nun hiçbir plan ve programına koşulsuz uymayacağını açıklamalıdır. IMF ne ise WHO odur. Biri paramızı diğeri canımızı alıyor.

Şimdi olayın en başına dönelim, Dünyayı bu illetten haberdar eden Dr. Li Wenliang’a gidelim:

Dr. Wenliang, 2019 Aralık sonlarında Wuhan'da ortaya çıkan SARS benzeri bir virüs konusunda sağlık görevlilerini uyarmaya çalıştı. 3 gün sonra Çin polisi Wenliang'a bir daha kritik bilgileri ifşa etmemesi konusunda belge imzalattırdı.

Ne hikmetse birkaç gün sonra; 10 Ocak’ta Wenliang, covid-19 belirtileri ile hastaneye kaldırıldı. Ve Çim hükümeti Şubat ayında Dr. Wenliang’ın covid-19’dan dolayı öldüğünü açıkladı.

Tabi biz de yedik.

Dr. Wenliang’ın açıklamalarını ve Çin’deki seri ölümleri görmezden gelen WHO, hala 14 Ocak 2020'de yaptığı açıklamada yine Çin diktatoryasına hizmet etti. WHO Wuhan'daki virüsün insandan insana bulaşmadığını açıkladı.

Eğer WHO, gerçeği zamanında açıklasaydı, b gün on binlerce insan ölmez, bir milyon insan bu illetle mücadele etmez, milyonlarca şahıs da işsiz kalmazdı.

Yukarıda da belirttiğim gibi Çin rejimi ısrarla yalanlarını tekrarlıyor ve virüsün insandan insana geçmediğini söylüyordu. Halbuki bu açıklamayı yaptığı gün Çin Komünist Partisi, 23 Ocak 2020'de Wuhan ve Hubei'deki diğer şehirlerde tecrit ve sokağa çıkma yasağı uyguladı ancak Wuhan'da yaşayanların uluslararası uçuşlarını durdurmayarak virüsün dünyaya yayılmasına neden oldu.

Bu süreçte sadece maske ihracatını kısıtlamakla kalmayan Çin, aynı zamanda resmi verilere göre, tecridin ikinci haftasında 56 milyon solunum cihazı ve maske ithal etti. 30 Ocak'ta sadece 24 saat içinde 20 milyon maske bulduklarını ilan ettiler.

Dünyanın maske tedariğini almak Çin'i tatmin etmemiş olsa gerek, yurt dışında olup kendilerine bağlı olan şirketlere tıbbi malzeme satın alıp Çin'e göndermeleri emredildi. Bu süreçte Avustralya'daki bir emlak şirketi dahi Sydney'den 80 ton malzeme gönderiyordu

Çin bunu da uluslararası ticaret kanununa takılmadan yürütüyordu. Uluslararası tecarette bir kavram var: 'Daigou.'

Bu kavram, sınır ötesi ihracatın yeni bir biçimidir. Yurtdışında yaşayan Çinli bireyler yasal veya yasadışı Çin'deki müşteriler için ürün ihraç eder. Bu yol üzerinden Çin, Avrupa ve Amerika’daki stokları kelimenin tam anlamı ile emdi. Türkiye’den de milyonlarca adet maske satın aldı. Ancak Erdoğan bunu fark etti ve Maske başta olmak üzere sağlık sarf malzemelerinin ihracatını yasakladı.

Şu anda İtalya’da İspanya’da, İngiltere’de Amerika’da… Batı dünyasındaki ölümlerin Çin’den sonraki ikinci büyük müsebbibi o ülkelerin yönetimidir. Çin’un bu girişimini fark edemediler. Ve onların bu ahmaklığı yüzünden zavallı insanlar sinek gibi patır patır ölüyorlar.

Virüsün öldürücülüğü üzerinde bilim adamlarının ve benim gibi bazı gazetecilerin Çin’i suçlamamız üzerine BM, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), bizi ırkçılıkla suçladı. Ve Çin’den gelen uçuşlara engel konulmaması gerektiğini savundu.

Şimdi Çin mağduru oynama rolünü hala iyi yürütüyor. Yurtdışındaki devlet şirketlerine tüm yabancı tıbbi ekipmanı satın alıp Çin'e göndermelerini emreden Çin, küresel olarak bağış toplamaya da başladı. İtalya, Çin'e ücretsiz tıbbi koruma ekipman yolladı. Şimdi Çin İtalya'ya gönderiyor. Tabi ücretiyle.

İtalya kendilerine bedavaya göndermişken, İtalya'ya, İngiltere’ye, İspanya’ya Fransa’ya aynı malzemeleri parayla satıyor. Ve sattığı bu malzemelerin yüzde 80’i bozuk.

 Bununla da yetinmeyen Çin, virüs konusunda İtalya'yı günah keçisi ilan etti.

Virüs konusunda WHO, Çin ve Rusya’nın hiçbir sözüne ve açıklamalarına inanmayın. Kendi hesabıma sadece ama sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi açıklamalarının dışında hiçbir şeye inanmamaya devam edeceğim.

13.04.2020 12:35

Yalta Anlaşması ile 1945’te kurulan “dünya düzeni” şükürler olsun artık temelli yıkılıyor.

Ta 1945’ten bu yana dünyaya deli gömleği giydirilmiş ve acımasız bir sömürü düzeni kurulmuştu.

Sovyetler Birliği (bugünkü Rusya) İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri dünyayı paylaşmış, Fransa ve Çini de yanlarına peyk olarak almışlardı.

1945’ten bu yana ilk kez Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu düzene cesurca ve yüksek sesle itiraz etti. Önce “Van münit”, akabinde de “Dünya beşten büyüktür” dedi her platformda. Bu itirazın bedelini ağır ödedi. Ekonomik savaşlar ve peş peşe üç darbe teşebbüsü ile karşılaştı. Biri 28 Nisan e-muhtırası, biri 17-25 Aralık FETÖ Polis-Yargı darbesi, sonuncusu da 15 Temmuz askeri darbe girişimi…

Ve şükürler olsun bu millet üç darbeyi de savuşturdu.

Türkiye’nin; Erdoğan’ın dünya düzenine itirazları sürerken, Çin’de ortaya çıkan “Çin virüsü/Covid-19” bu sistemin temeline incir ağacı dikti.

Virüs dünyaya yayılır yayılmaz Erdoğan, “Bundan sonra dünya çok değişecek. Eski sistem yok alacak” mealinde bir cümle sarf etti.

Hakikaten Covid-19, 1945’te Yalta’da kurulan dünya düzeninin ağa babalarının tamamının birer çürük Kavak ağacı olduğunu gösterdi.

Dünyanın en büyük ekonomileri, en süper güçleri bu virüse yenildiler.

Onların özellikle bölgemizdeki ortakları (İran ve Suudi Arabistan) yerle bir oldu. İran ve Suud diktatörlükleri her ne kadar saklasa da on binlerce vatandaşları bu virüsten dolayı can verdi.

Yalta sisteminin ağa babası Avrupa Birliği, ABD ve Çin, neredeyse tarih sahnesinden çekilme noktasına geldiler. Özellikle Avrupa Birliği aslında tarihten çekilme safhasına geldi bu virüsle beraber.

Vahşi, çapulcu barbar Batılı damarları yeniden nüksetti. Birbirlerinin sağlık malzemelerini, ilaçlarını çalmaya başladılar.

Bu hengamenin içinde ayakta durabilen ve şu anda 50’nin üzerinde ülkeye sağlık ve insani yardım yapabilen Türkiye ayakta kaldı.

Türkiye hem yeni Başkanlık sistemi hem de devlet organizasyonu ile bu pandemiyle mücadeleyi kontrollü yürütebilen tek ülke oldu. “saat gibi çalışan” Almanya bile covid-19 ile mücadelede ciddi anlamda tökezledi. Bu gün Almanya’da tuvalet kağıdı, ıslak mendil, maske yok. Un başta olmak üzere temel gıda maddelerinde sıkıntılar baş göstermeye başladı bile.

Türkiye pandemi ile mücadelede rüştünü ispatladı. Lakin asıl önemli olan bundan sonraki aşamadır.

Türkiye, bir an önce Florasının envanterini çıkarıp bitki örtüsünü ve tohumlarını garantiye almalıdır.

Bütün ekilebilir toprakları öncelikle hububatla ekmelidir. Saman ve hayvan yemi stoku yapmalıdır. Merada otlayan hayvan sayısını bu yıl en az beş kat arttırmalıdır.

Küçük baş hayvan sayısını 10 çarpanı ile arttırmak zorundadır.

Hangi meyve hangi bölgede yetişir? Acilen bunun envanterini çıkarıp tarlaların korunabilir meraların ve özellikle dağlık arazileri bu meyve ağaçları ile donatmalıdır.

Kentleşme politikasından vaz geçmelidir. İnsan popülasyonunun kıraç Orta Anadolu’ya yönlendirmelidir. Verimli Marmara, Trakya, Ege, Ak Deniz Güneydoğu arazilerini imara kapatmalıdır.

Yeni kurulacak 150-200 binden fazla nüfusa ulaşmamasını sağlamalıdır. İstanbul’daki nüfus popülasyonunu yarı yarıda fazlaya düşürmelidir. Coronavirus pandemisine baktığımızda en çok yayıldığı alan büyükşehirlerdir.

Tarihten beri salgın hastalıklar hep şehirleri sever.

Jüstinyen Vebası’nı bilmeyenimiz yoktur sanırım. 6. Yüzyılda başlayan bu veba, tahminlere başta İstanbul (Konstantinapol) olmak üzere bütün büyük şehirleri vurdu. On binlerce insanı öldürdü şehirlerde. Dikkat edin o dönemde vebanın etkin olmadığı tek bölge Germanya (Almanya)’dır. Çünkü o dönem Almanya’nın en büyük şehrinin nüfusu 10 bindir.

Hele Çin kökenli veba ve salgınlara bakarsak büyük şehirlerin pandemi yatağı olduğunu görürüz. Çin’i kıran bütün vebalar, şehirlerde kök salmıştır. Kasaba ve köylerde o kadar kırım yapmamıştır.

Salgınlarda büyük şehirleri korumak, bunları beslemek, temiz su ve hava sağlamak o kadar kolay değildir. Bütün bu sıkıntılar, hastalığın yayılmasına sebep olur.

Bunca yıllık meslek hayatımda toplu ölümlerin yaşandığı savaşlarda salgınların tamamı şehirlerde ölümcül olmuştur. Küçük kasaba v köylerde salgının etkisi oldukça azdır.

Türkiye, bir an önce dikey bina denen bu ölüm kutularından vazgeçmelidir. Hem salgın hastalıklar hem de deprem ve yangın gibi afetlerde dikey mezarlara dönüşüyorlar.

Türkiye, bahçeli ev kültürüne yeniden dönmeli. Bütün evlerin bahçesine yörede yetişen sebze ve meyve ağaçlarının dikilmesi zorunlu hale getirilmelidir.

Eğer Türkiye, İspanyol enflüanzasından çok az hasarla kurtulduysa bunun tek sebebi soğan ve sarımsağın ülkede bol olmasındandır.

Arşivler ortada. Avrupa, soğan ve sarımsak yokluğundan dolayı İspanyol gribine çok ağır kurban verdi. Bu konu ile ilgili sayısız bilimsel makaleler arşivlerde bulunuyor

Herkes evinin bahçesine meyve ve bahçe sebzelerini ekme alışkanlığı geliştirilmelidir.

Bütün karayolları, oto yollar ve köy yollarının kenarları meyve ağaçları ile donatılmalıdır.

Dünya bu koronavirüsten sonra yeri bir salgını yaşayacağından hiç kuşkum yok.

Türkiye’nin su yatakları gittikçe kısıtlı hale geliyor. Bir an önce su politikası değiştirilmeli. Akan suların tamamı tarımda değerlendirilip yeniden kendi toprağımızın altına gönderilmelidir. Bu döngü sağlanmazsa, fazla değil birkaç yıl sonra ciddi su sıkıntısı ile karşılaşacağız. Her biri birer devlet nüfusuna sahip olan büyükşehirlerimiz olası su sıkıntısında yeni salgın hastalıklarla yüzleşecektir. Özellikle uyuz, bitlenme ve Tüberküloz kesinlikle baş gösterecektir. Hele hele belediyelerde değişen yeni yönetim anlayışı Türkiye’yi adım adım felakete götürüyor.

Distopya değil ama maalesef gerçek, önümüzdeki yıllarda asit yağmurları yağdıracaklar.

Dünyayı kuraklığa mahkûm edecekler. Türkiye buna hazırlıklı olmalı. En az 7 yıllık yiyecek stoklamak zorunda.

Türkiye, bu anlamda gerekirse dünyaya kapılarını hafif kısmalıdır. Buğday ve diğer hububat ürünlerinin ihracatını yasaklamalıdır. Önümüzdeki 4-5 yıl çok kritik olacaktır. Hububatı, meyve ve sebzesi kendine yeten ülkeler yeni süreçte ayakta kalacaklardır. Evet elimizde akıllı pahalı telefonlar olmazsa yaşayabiliriz. Ama su ve yiyecek olmazsa yaşayamayız.

Türkiye’nin yapacağı bu kendine yetme hamlesine karşı egemen sermaye, yeni terör argümanları ve odaklarını harekete geçireceklerdir. Bu gün TBMM’de bulunan bazı partilerin terörün odağı haline getireceklerdir.

Türkiye, şimdiden bu muhtemel oluşumlara karşı da gerekli tedbirler almalı.

İran üzerinden Doğu Anadolu’ya sokulan Afgan ırkı et ve süt bakımından oldukça verimsiz olan büyük baş hayvanların ülkeye girişine engel olunmalı. Kaçakçılığa karşı müebbette varan hapis cezaları bir an önce Meclis’ten çıkarılmalıdır.

Özellikle günümüzde Terörist yapılanmalarla çok içli dışlı olan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün adını kullanan partiler bu terör örgütlerinin en büyük odağı olacaklardır.

10.04.2020 10:50

Alpaslan Türkeş’i ilk kez, “komando kampları kurdurup Kürtleri, solcuları öldüren adam” diye tanıtıldı gıyaben. Çocuktuk. Türk basınının neredeyse tamamı solcuların kontrolünde olduğu için bu propaganda ve inanç havası Tüm Türkiye’ye hakimdi.

Yıllar sonra hayatın akışı/kader, beni rahmetli Türkeş Beyle karşılaştırdı. Ete kemiğe bürünmüş haliyle tanıdım.

Merhum Türkeş Bey’i tanımama sebep olayların başlangıcı da çok ilginçti. Öğrencilik yıllarımda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi öğrencilerinden Mehmet Ali Öztürk isimli bir gençle Beyazıt Davlet Kütüphanesinde tanışmıştık. (Şu anda Birleşik Arap Emirlikleri’nde hiçbir suç veya cürmü olmadığı halde zindanda esir tutuluyor. Sebebi de Mehmet Ali’nin Suriye’de Türkmenlere insani yardım yapmasıydı.) Namaz vakti geldiğinde birlikte namaz kılmaya gitmiştik. Muhabbetimiz oradan başladı. Sonra bu arkadaş bir gün beni Gülhane Parkı’nın yanında bulunan İstanbul Ülkü Ocakları’na davet edince ülkücü olduğunu anlamıştım.

Kafamdaki ülkücülük ve ülkücüler imajı çok kötüydü: Ülkücüler, bir katiller topluluğuydu. Mehmet Ali ise bu profile hiç uymuyordu. Oldukça yardımsever şen şakrak bir insandı. Davetine uyup Gülhane’deki Ülkü ocaklarına gittim. Kafamda nasıl bir Ülkü Ocakları ve Ülkücü imajı var idiyse, Ocak’tan içeri girdikten birkaç saniye sonra beynimden vurulmuşa döndüm.

Ocak’ta muhtelif yerlere serpiştirilmiş birbirinden güzel görsele sahip çiçek saksıları vardı. Kafamdaki “canavar ülkücü”imajı ile ters bir görüntüydü. Zaten ocağa girip selam verince sesimizi duyan hemen herkes edepli bir şekilde kimi oturduğu sandalyeden doğrularak kimi ayağa kalkarak selamımızı aldı.

Ve Kafamdaki ülkücü imajı, bu insanları tanıdıkça değişti.

Irkçı değillerdi. Biyolojik milliyetçiliğe karşılardı.

Sonra, daha çocuk yaşta yaşam biçimi haline gelen kitap okumalarıma önce Rahmetli Türkeş Bey’in “Dokuz Işık”ını kattım. Sonra bir çok ülkücü yazar şair okudum.

Bizim gibi insanlardı. Acıları, dertleri vardı. Bizim Diyarbakır Zindanımıza karşılık Onların Mamak Zindanları, Ankara Ulucanları vardı. C-5 işkencehaneleri vardı.

Cennetmekan Muhsin Yazıcıoğlu’nun ve nice ülkücünün işkence anılarını okudum.

Bizim gibi dertli değillerdi, bizden daha çok dertlilerdi. “Moskof’a karşı” korumaya çalıştıkları devletten ağır bir darbe yemişlerdi. İşkence altında can vermişlerdi. Ve Allah, bu ülkede, ölüme giderken Kendi salasını okumayı 12 Eylül işkenceleri altında şehit olan Ülkücülere nasip etmişti.

Şehit Mustafa Pehlivanoğlu’nun nişanlısına yazdığı mektubu okuduğumda hüngür hüngür ağlamıştım. O gece, hayatımda ciğerimin en uzun yandığı gecelerden biriydi.

Sevgilim yoktu, nişanlım yoktu. Daha doğrusu öyle bir duygumda yoktu. Farkında değildim. Henüz 18’imdeydim.

Bu duyguların ne olduğunu bilmiyordum. Ama saatlerce Mustafa Pehlivanoğlu’nun nişanlısına yazdığı o duygulara ağlamıştım.

Benim Babam da 12 Eylül kurbanıydı. Kürtçü ve solcu olmaktan alınmıştı. O da işkenceden dolayı rahmetli olmuştu.

Onun Pehlivanoğlu kadar mektup yazma şansı olmuş muydu bilmiyorum. Belki de aklına gelmemişti çektiği acılardan…

Babamın Erzurum Askeri Cezaevindeki son ziyaretlerimizde gördüğüm sararmış yüzü o gece sabaha kadar benim gözümün önündeydi.

Sarayburnu’ndan Kücükçekmece sahiline kadar gah yürüyerek gah oturarak ağlamıştım…

Demek ülkücüler de bizim gibi insandı. Onlar da bu ülkenin en acı çekenleriydi.

Çok sonra rahmetli Türkeş Beyi canlı canlı tanımak nasip oldu. Yine bir gün Mehmet Ali “Erdal Başbuğ yarın Ocağa gelecek gel sen de tanış” demişti. Ve gittim.

Tanıdım.

Yaklaşık 40 dakika bir sohbet yaptı. Yıllarca bana “Azrail’in ete kemiğe bürünmüş hali” olarak gösterilen adam karşımdaydı. Öylesine munis bir ses tonu ile o kadar güzel laflar dökülüyordu ki dilinden…

Daha sonra da gördüm birkaç kere.

Ve gazetecilik mesleğine başladıktan sonra merhum Türkeş Bey’i bir çok kere görmek kısmet oldu.

Türkeş Bey, bugüne kadar gelmiş geçmiş en zarif ve centilmen siyasi liderlerden biriydi.

Türkeş Bey’in bu güzel insani tarafı elbette ki bu ülke için bir kazanımdır. Lakin bu ülkenin Esas kazanımı, bizatihi merhum Türkeş Bey’in siyasi varlığı ve liderliğidir.

Türkeş Bey, kendi oluşturduğu doktrinle, Türk milliyetçiliğini “biyolojik/ırka dayalı milliyetçilik” değil de “Kültürel milliyetçilik” temelinde yükseltti.

Alpaslan Türkeş kadar hümanist, insan sever siyasi Lider çok az gördüm.

Ermeniler, Karabağ’da Türklere karşı soykırım gibi aşağılık bir suç işlemelerine rağmen, Ermenistan açlık yaşayınca bu ülkeden yüzbinlerce ton un ve buğday gönderilmesini teşvik etmiş bir Türk milliyetçisiydi.

Türkeş Bey değil de hafazanallah Nihal Atsız, Muzaffer Özdağ (bugün mecliste bulunan ve FAŞİST kimliği ile mideleri bulandıran Ümit Özdağ’ın babası) gibi ırkçılar Türk milliyetçiliğinin öncülleri olsaydı bu ülkenin tarihi çok farklı olurdu.

İmparatorluk bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin neredeyse her kasabası ve her sokağında farklı ırklardan insanlar yaşıyordu. İmparatorluğumuzun bütün Müslüman bakiyeleri Anadolu’ya sığınmıştı. Eğer Irk temelli bir milliyetçilik anlayışı hâkim olsaydı, Bu ülke bir çok Serebrenitsa, Halepçe ve Hocalılara ev sahipliği yapardı.

Rahmetli Türkeş Bey, sadece Türk milliyetçiliğini kültürel temelli yapmadı, bu ideoloji bağlılarının şiddetten uzak durmasını sağladı.

Türkiye’nin ilk bölücü siyasi partisinin milletvekillerinin tamamının defterinde Türkeş Bey’in yatak odasının telefon numarası vardı. Ve bunu merhumun kendisi “bir sıkıntı ile karşılaşırsanız gece gündüz arayın” diye bizzat vermişti onlara.

Leyla Zana’ya bir baba gibi “kızım” dediğine bizzat kulaklarıma şahit oldum. Kendi evinin telefonunu Leyla Zana’ya da verdi gözlerimizin önünde.

Bir zamanlar İstanbul Esenyurt’ta belediye başkanı olan ve Sol terörist katillere “aydın” dediği için özellikle milliyetçilerin nefret ettiği CHP’li belediye başkanı bile kaç kere sıkıştığında gece yarıları Türkeş Beyi evinden aradığını biliyorum. Merhum Türkeş Bey, bir telefonla muhasara altına aldıkları o belediye başkanını kurtardığını da bilmeyen yoktur.

27 Mayıs darbesini önceden Menderes’e bildirmesine rağmen Adnan Bey, bu bildirimi kulak ardı etmişti. Türkeş Bey, Adnan Menderes’in idamına da karşı çıktığı için 27 Mayısçılar tarafından sürgün edilmişti.

Türkeş Bey aleyhine solculardan daha ağır ve çirkef kara propagandayı yapan diğer grup da Yeni Asyacı denen kazurat takımı idi. Kemik uğruna Süleyman Demirel’in etrafında kuyruk sallayan bu badem bıyıkların yüzünden bu ülkenin dindarları onlarca yıllarca Türkeş Bey’den uzak durdu ve onu hiç tanımadı. Tanımadığı için de bu millet, bu ülke çok şey kaybetti.

Alpaslan Türkeş Bey, tam 23 yıl önce emanetini teslim ederek bu dünyadan ayrıldı.

Allah rahmet etsin. Alpaslan Türkeş’in ölümü sadece bir siyasi liderin ölümü değildi. Türkiye için, bu ümmet için büyük bir kayıptı kanaatimce.

04.04.2020 15:55

Bazı haberler insanı üzerken bazıları da sevindirir. Bazıları ise sevinçle hüznü aynı anda size yaşatır.

Yıllar önce dedelerimizin Ermeni komşularının köyümüze gelip bizde ağlaması kafama sıkılmış bir kurşun gibiydi. Bu insanlar niye gitmişlerdi ve şimdi onlar, çocukları ve torunları niye dedemlerde oturup rahmetli babam, babaannem ve annemle birlikte ağlıyorlardı?

Rusya’dan geliyorlardı o ata komşuları…

Çok sonra tehciri, Ermenilerin yaptığı katliam ve zulümleri öğrendim.

Gelenler de büyük ninemin hem bizim Hamidiye Alaylarından hem de çetelerden samanlıkta aylarca saklayıp ilk fırsatta hizmetçiler ve evin kahyası ile Aras nehrine kadar gönderdiği Ermeni komşuları olduğunu öğrenecektim. Bizim ailenin 18 köyünün tamamını Ermeni çeteler katletmişti. Aile Büyüğünün oturduğu köy, yani bizim köyde sadece büyük ninem kurtulmuş o katliamlardan. Onu kurtaran da o Ermeni komşularıymış. Ermeni çeteler katliamları yapıp kaçtıktan bir gün sonra cephede bulunan bizim “Hamidi Süvariler” köye gelene kadar büyük ninemi saklayıp korumuşlar.

Bizimkiler gelince Tabi Köyde ve diğer köylerimizde kalmış bütün Ermenileri toplayarak intikama girişiyorlar. Büyük ninem komşuları ve aynı zamanda konağımızın hizmetini gören o aileyi saklıyor. Fırsatını bulunca da Hasankale (bugünkü Pasinler), Eleşkirt, Sarıkamış üzerinden Aras Nehrinin kıyısına gönderiyor. Arasın öbür tarafı, o günkü adıyla Rusya. Ve Rusya’nın o bölgesinde oturanların tamamı Ermeni imiş (bugünkü Erivan).

İşte o insanlardan hayatta kalan ve onların çocukları her yıl yaz tatilinde bizim köye gelirlerdi. Sonra da zahirelerini, tereyağlarını, ballarını, peynirlerini alıp giderlerdi. 12. Eylül’den sonra bu yol kesildi. Türkiye sınırları kapatmış ve onlar gelememişlerdi. Sonra da gelmeye cesaret edemediler. Ve Bir daha onların yüzünü göremedik…

Ermeni Taşnak ve Hınçak çeteleri olmasaydı kim bilir şu anda Türkiye nasıl bir dünya idi? Bir de Ege ve Batı Anadolu’daki Etniki Eteriya Rum çeteleri... Rus ve Batı emperyalizminin siyasi aracı oldu bizim ekalliyetler… Bu gün de maalesef biz Kürtler daha önceki ekalliyetlerin yaşadığı felaketten ders almadan emperyalistlerin İslam coğrafyasındaki çıbanbaşı olmak için çırpınıp duruyoruz…

Yazının başlığı ile bu anıların ne alakası var diyeceksiniz? O kadar yakın alakası var ki...

Coronavirus ile ilgili araştırma yaparken Amerikan ve Kanada medyasında bu virüse karşı ABD’de aşı geliştirildiğini okudum.

mRNA- 1273 koduyla geliştirilen aşı, laboratuvar çalışmalarında olumlu sonuç vermiş. Ve şimdi klinik deney aşamasına gelmişler. Aşıyı bulan Moderna Inc. adlı şirket. Şirketin Kurucusu, Nubar Afeyan ise Türkiye kökenli bir Ermeni ailenin torunu...

Ermeni olan Nubar Afeyan. İsim ve Soyisim çok tanıdık. Nubar ismi en çok bizim Ermenilerin kullandığı isim. Ve soyisim de “bizden.”

İsmi araştırırken Ailenin Osmanlı Ermenisi olduğunu öğrendim. Hikayeleri de oldukça ilginç. Hemen aklınıza tehcir falan elmesin. Aile İstanbullu, şehirli, okumuş ve öyle Taşnak vs ile işi olmayan bir aile. Ailenin reislerinden Antranig, Osmanlı ordusunda “tabip subay.” Sonra da Sary'ın hekimi oluyor. Ailenin bir kısmı daha sonra Belemedik’te Berlin-Bağdat Demiryolu’nu yapan Almanlar tarafından akıcı Almancaları sayesinde mali işler ve tedarik müdürü olarak işe alınıyor.

Nubar Afeyan’ın babası Badrig ise 1929 Bulgaristan doğumlu. Afeyan ailesi ticaret hayatına atılıyorlar ve Bulgaristana gıda malzemeleri satıyorlar. Sonra buraya yerleşiyorlar.

Derken Komünist rejim Bulgaristan’a hakim olunca bu ülkeyi de terk ediyorlar.

Yüklü para verip İran Şahlığı pasaportu temin ederek Bulgaristan’dan kaçıyorlar.

Ve ver elini Amerika…

Ailenin torunu Nubar Afeyan, dedesi gibi zeki. Hem tüccar kafalı hem de bilime çok yatkın. ABD’nin biyo-teknoloji ve fen bilimleri alanında en çok anılan ismi olmayı başarıyor. Sadece Boston’da onlarca şirket kuran bir girişimci.

Amerikan’ın zenginler listesinde. 10 milyar Dolar’ın üstünde serveti var.

Amerika’nın en saygın üniversitelerinden olan MIT’den Biyokimya doktorasını alır.

Ve yine yaptığım araştırmada Afeyan, yakın zamanda bu şirketteki tüm hisselerini devretmiş. (Resmi ve kesin bilgi değil. Fısıltı gazetesi) Ama şirketin bütün ekibi Afeyan’ın seçtiği insanlar. O ruhla devam ediyorlar ve covid-19’a karşı aşı geliştirmeyi başardılar.

Afeyan’ın, insanlığın düştüğü bu belaya karşı yaptığı mücadele beni mutlu ederken, bizim buradan gidenlerin çocuğu olması da o kadar hüzünlendirdi.

30.03.2020 17:14

Hayatta kaç ölüme tanık oldum bilmiyorum.


2008 yılının Ağustos ayı idi. Bir yabancı haber ajansında küçük bir haber geçiyordu:


“Osetyalı binlerce çocuk Moskova’ya kültür gezisine gidiyor.” Haberin başlığı aşağı yukarı bu şekildeydi.


Gürcistan ile ayrılık çatışmaları yaşayan ve bölgenin barut fıçısına döndüğünü gören için bu pek de hayra alamet bir haber değildi.


Şehirden çocukların gönderilmesi demek, Osetler “Şehir gerillacılığı” başlatacaklar demekti. Ve erkete bekleyen Ruslar, Gürcülerin tepesine binecekti. Hem bu, Putin için kendini Batı’ya ispat etme fırsatı sunacaktı.


Derhal haber yönetmenimize durumu anlattım ve biz hazırlığımızı tam tamamlarken iç çatışma başladı.


Ve Putin’in katil askerleri ile aynı gün Gürcistan topraklarına ayak bastık.


Savaşın ortalarına doğru Gürcistan’ın Gori şehrindeydik. Dünyanın en bereketli topraklarından bir bölge. Göz alabildiğince dümdüz arazi…


Gori Ovası’ndan Güney Osetya’ya doğru arabayla giderken, yolun sağı solu yaklaşık bir alay Gürcü askeri ile tutulmuştu.


Türkiye’nin en iyi haber kameramanı ve ustamız Hüseyin Koçak’a dönüp “bunların hepsi birazdan MIG’lerin bombaları ile ölecek Hüseyin abi” demiştim. Hüseyin abi her zamanki insancıllığı ile bana, “ağzını hayra aç” demişti.


Yolun ortasında durdurdum arabayı ve “abi etrafına bak, tek bir taş parçası bir çukur bir su yatağı yok. Rusların ilk hava saldırısı ile bu askerlerin tamamı ölecek, Sanırım bir alay kadar asker var. Bu geri zekalı albayı bulmam lazım” dedim.


Hüseyin abinin bütün itirazlarına rağmen albayı bulmaya çalıştım.


Koçak haklıydı, çünkü savaşa müdahale ederek direk taraf oluyordum. Ben gazeteci idim, sadece olayları nakletmem gerekiyordu.


Ama ben sadece gazeteci değildim. İnsandım; Müslümandım. Bu katliama engel olmam gerekirdi. İmanım bunu bana emrediyordu.


Binlerce insanın aptal bir albay tarafından ölüme götürülmesine göz yumamazdım.


Üç buçuk Rusçam ile bir mevziden adı Aleko (Aleks) genç bir Gürcü askerini aldım yanıma albayı aradım bulamadım…


Ve zaman daralıyordu. Osetya tarafına geçmem lazımdı.


Dilim döndüğünce Gürcü askere durumu anlatmaya çalıştım vedalaşarak arabama binip kahrederek, ağız dolusu küfürler savurarak Osetya’ya doğru sürdüm arabayı. Ertesi gün Güney Osetya tamamen Rusların eline geçti. Ve cephe Gori’ye doğru ilerliyordu.


Ve Gori’ye geldiğimizde ovadaki askerlerden bir tane dahi kurtulmamıştı.


Nevrim dönmüştü. Ne tepemizde uçuşan Rus helikopterleri ne sağımızdan solumuzdan su gibi akan Rus tank ve zırhlıları umurumda değildi. Daha dün mevziinden kaldırıp beraber alay komutanını aradığımız Aleko’nun mevzisin olduğu bölgeye gittim doğruca.


Mevzideki 8 Gürcü askerinin tamamı ölmüştü. Aleko, sırtüstü uzanmış, o yemyeşil gözlerinin feri gitmiş bulanık bir bakışla uzaklara, çok uzaklara bakıyordu…



Gözlerini kapadım, kolundaki bağlı bulunduğu birliğin arması ile sticker Gürcü bayrağını alıp gözlerimden yaşlar akarak yeleğimin sol üst cebine koydum.


Tam o sırada Rus ordusundan çekik gözlü bir askerle göz göze geldik. Orta Asya’daki Türk boylarındandı. Çelik yeleğimin üstündeki Türk bayrağını gördü ve Rusça “Türk müsün” diye sordu. “Evet” dedim. Hüzünlü bir tebessümle arkasını dönüp gitti…


Ölümden yüzde yüz dönmek dedikleri anlardan biriydi bu aslında.


Zaten önceki gün de Osetya’nın Taşanvili kentine giderken yine yüzde yüz ölümden dönmüştük. Bizden önceki gazetecilerin arabasını tarayan Oset milisler bir Türk gazeteciyi ağır yaralamıştı. Olaydan haberimiz yoktu. Taşanvili’de sokak çatışmaları sırasında sığındığımız Rus askeri birliğinin başındaki subay bize bunu söylemişti.


Coronavirüs ile bunların ne ilgisi var diye soruyorsunuz haklı olarak.


Çok yakın alakası var. Eğer Gürcü komutan ordusunu Gori’nin Kuzey Batısındaki yamaçlara yaysaydı hem bu kadar zayiyat vermezdi hem de kara savaşının belki de kaderini değiştirecekti.


Ve ölümün kol gezdiği şehir gerillacılığının her sokağında ölümüne yaşandığı Taşanvili’ye gitmemiz, ölümün üstüne üstüne gitmekti. Ama tedbiri elden bırakmadan ve kadere tam teslim olarak.


 


Hatta Taşanvili’nin girişinde Oset milisler bizi rehin aldılar. Onların Rusçası yok denecek kadar azdı. Bizim de öyle berbat. Biz Osetçe, onlar da İngilizce bilmiyorlardı. Yaklaşık yarım saat o yakıcı güneşin altında tuttular bizi. Sonra büyük bir ağacı göstererek tüfeğinin namlusu ile bize dürtüp oraya gitmemizi istedi iki milis. Tipik bir film sahnesi gibiydi. Hüseyin abiye dönerek “Abi buraya kadarmış. Hakkını helal et” demiştim donuk ruhsuz bir sesle. Hüseyin abi de aynı ses tonuyla cevap vermişti.


Ağacın altına götürdüler, çökmemizi işret ettiler. Ben inat ettim ayakta infaz olalım dedim Hüseyin abiye. O melek huylu Hüseyin Kocak’ın o anki cevval sesindeki dik duruş ve kararlılığını ölene kadar unutmam: “Herhalde Erdalım ayakta infaz. Biz bu bunlardan gelen ölüme mi diz çökeceğiz. Sakın çökme.”


Zamanın durduğu anlardır o ölümün soğukluğunun hâkim olduğu anlar…


Ama meğer milisler bizim ağacın gölgesinde oturmamızı istemişler. Sonradan anlaşıldı bu.


Coronavirüs ile bunun ne alakası var diye soracaksınız haklı olarak.


Ölüm her yerde ve her ömürde aynı. Gerçek, soğuk ve susturucu…


Yani bu dünyaya gelen her canlı ölecek.


Bunu en iyi bilen biz Müslümanlarızdır. Çünkü bilir ve inanırız ki yaradılışımız Lehvi Mahfuz’a yazıldığı an, ömrümü ve ölüm zamanımız da yazılıyor. Ve bu Külli İrade karşısında insanoğlu çaresizdir. Ne var ki Cüz’i İrade’ye (insana) de bir yetki alanı bırakılmış. Hazreti Ömer’in dediği gibi, “bir kaderden diğer kadere kaçıyoruz.”


Ölüm biz Müslümanlar için bu kadar kesin bir hakikat ise bu korku niye?


Hangi ara bu kadar aç gözlü olduk stok yapıyoruz, marketleri talan edercesine alışveriş yapıyoruz?


Evi yiyecek içecekle dolduralım. Peki bunları tüketebileceğimize dair bir garantimiz var mı?


Böyle stokçuluk yaparak o anda tükettiğimiz malzemeye ihtiyacı olan insan bulamayınca onun hakkına girmiş olmuyor muyuz?


Allah, “kendi hakkından vazgeçebileceğini, ama kul hakkından dokunmayacağını” bize Kur’an’da vaad etmiyor mu?

20.03.2020 10:20

ABD başkanı Donald Trump, Corona’dan dolayı duran piyasaları canlandırmak için piyasaya 4.5 trilyon dolar süreceğini söyledi.

Trump’ın bu açıklamasından sonra özellikle sosyal medyada ve günlük gazetelerde bir tartışmadır sürüyor. Bu paranın karşılığı var mı? Yani para karşılıksız mı basılacak diye soruyorlar.

Öncelikle bu arkadaşlara bir hatırlatmada bulunayım, bütün dünyada 1973’ten beri bütün merkez bankası matbaaları, karşılıksız para basıyor. Bunun gerekçelerini başka bir yazı konumuzda anlatmak üzere şimdilik noktalayıp konumuza dönelim.

Trump’ın bu açıklamasının esas amacı ekonomiyi canlandırmak ve dünyanın girdiği resesyon sürecini durdurmak ve mümkünse dünyayı resesyondan, yani ekonomi küçülmesinden kurtarmak.

Ucuz bedava para demek, zaten bunu bedava vermiyor aslında. Daha önce Amerikan hükümetlerinin piyasaya sürdüğü borçlanma araçlarını satın alıyor. Yani hazine bonolarını piyasadan topluyor.

Parayı piyasaya sürmeden önce de Amerikan Merkez Bankası faizleri 0’a düşürdü. Böylece şirketler, ellerindeki hazine bonolarını hükümete satıp para alıyorlar. Ve bu parayı da ucuz kredi, yatırım kredisi gibi isimlerle piyasaya sürecekler. Böylece piyasa hareketlenecek. İnsanlar alışveriş yapacak, hisse senedi alacak, yeni model elbise alacak. Yani tüketecek, kredi veren şirketlerin borsadaki işlem hacmi yükselecek, hisseleri artacak. Hedef bu.

Buradaki faizler sıfır da olabilir. Sıfır faizli para olunca insanlar çok daha rahat kullanacak.

ABD bu parayı piyasaya sürünce Amerikan dolarının değeri düşmeyecek mi? Normal koşullarda Türkiye’de dövizin fiyatını düşürür. Ancak, bir çok ülke ekonomisi gibi Türk ekonomisinin sıkıntıları olduğunu unutmayalım.

Yani paranın nisbi değeri normalde faiz farklarından kaynaklanıyor. Ama uzun vadede ekonominin gücüne bağlı bir durum. Ama şunu hemen belirtmeliyim ki ABD’nin piyasaya para sürmesi, Türk ekonomisine ciddi anlamda pozitif yansıyacaktır.

Türk ekonomisinin iki büyük sorunu var kanaatimce, biri FETÖ’cü teröristlerin kullanıldığı kara propaganda ve onları kullanan güç ve sermaye çevreleri. Diğeri de Betonist Ekonomi Politikası.

Bu politikanın sadece mali yönü değil siyasi yönü çok iyi incelenmeli. Ali Babacan ve ekibi on yılı aşkın süre bu ülkenin ekonomi politikasını belirlediler. Piyasanın bütün uyarılarına rağmen Türk ekonomisini beton ekonomi merkezli hale getirdiler. Üretim ve istihdamı gerileyen beton ve lüzumsuz altyapı yatırımları ile Türk ekonomisini kilitlenme noktasına getirdiler.

Yurt dışında faizlerin düşmesi, Aslında Erdoğan’ın son iki yılda eline aldığı ve tek başına çekip çevirdiği Türk ekonomisinin işleyiş ruhuna çok uygun. Erdoğan’ın da sıfır faizli ekonomi politikasını savunan ilk siyasi lider olduğunu unutmayalım.

Erdoğan, faizleri bu süreçte en az iki kere daha faizi düşürecek. Dünyanın neredeyse tüm ülkeleri faizleri düşürme yoluna gidiyor. Gelişmiş ekonomiler, tahvillerini eksi faizle satacaklar. Yani 100 dolarlık hazine bonosu sana satıyor, senden 99 dolara geri alıyor.

Almanya zaten eksi yüzde 1 faizli tahvil satmaya başladı bile.

Peki bu durum ekonomik küçülmeyi; resesyonu durdurabilir mi? Kanaatimce durduramaz. Resesyonu durduracak tek şey, Coronavirusun aşısının bulunmasıdır. Çünkü parayı piyasaya sürdünüz diyelim. İnsanlar sokağa çıkıp alışveriş yapmazsa siz ekonomiyi nasıl canlandıracaksınız?

İnsanlar, e ticaret yapıyor. Ve bunlar da zaruri ihtiyaçları kapsıyor sadece. Piyasaları hareketlendirmek için Virüsün aşısını bir an önce bulunup seri bir şekilde üretilip tüm dünyaya yayılması sağlanmalıdır.

İnsanların yeniden sokağa inmeden, alışverişe başlamadan, Talep arzı zorlamadan ekonomik canlılık olmaz. Şu anda sadece şirketlerin borçlarını çevirmeleri sağlanır.

Ayrıca kredi faizlerinin düşürülmesi de piyasadaki hareketliliği tetikler.

16.03.2020 16:30

Hayatta kalabilmek için olabildiğince kaçtılar katil Esad’ın namlularından, bombalarından…

Bütün silahlar, bombalar, uçaklar, füzeler, roketler ölüm kusuyordu üzerlerine.

Varil bombaları yakıcıydı. Vücudu parçalamayla yetinmiyordu. Tepesine düştüğü binanın temeline kadar iniyordu.

Kibrit kutusu gibi yığıyordu katları üst üste. Her katta onlarca yaşlı, kadın ve çocuk, santim santim ölüyorlardı yıkılmış beton katlarının arasında preslenerek.

Hele bir de kimyasallara maruz kalmak vardı.

En korkuncu Sarindi. Katil Esat bir zerre dahi vicdan azabı çekmeden varil varil sarin gazını kullanıyordu.

Zordur Sarin’in ölümü. Belki de kimyasalların içinde en zor olanıdır…

Kokusu yoktur. Rengi de.

Birden burnunun iç kanalından böğrüne, sonra göğsünün döşüne doğru tarifsiz bir yangın hissedersin… Her nefes çekişte o yangın içine dolar, sonra tüm damarlarını… gözlerin açıktır. Algın açıktır ama için beynin, bütün sinir uçların yanmaktadır. Halbuki ortada ne yangın ne de alev vardır. Attığın adım yadım kalır. Kaldırdığın el havada…

Bağırmaya çalışırsın ama sesini sen dahi duyamazsın. Çünkü bütün sinir uçların kilitlenmiş ve yanmaktadır. Sadece gözlerin hareket etmektedir…

Etrafına bakarsın… Etrafındaki yüzlerce insanın senin bu haline tepkisiz kalmasına isyan edersin. Hepsi ruh gibi donmuş bakışlarla ya sana ya da başka yerlere bakmaktadır. Ne bir hareketleri ne de bir tepinmeleri vardır…

Uzun süren su yangının… Bin ömürden daha uzun. Oysa akan zaman dakikalardır. Sarin dakikaları bin ömre çıkarır…

Bin ömürden sonra gözlerin kararmaya başlar. Artık nefes de alamazsın ve yaşadığınca ölüsün, amelin akıbetin olur…

Ölümlerin en acısı kimyasal silahların sunduğudur…

İşte Suriyeli, bu acı ölümleri yaşamamak, çocuklarının gözlerinin önünde ölmemesi için can havliyle kendilerini dört bir yandaki komşularına attılar. Kimi Lübnan’a, kimi Ürdün’e, kimi Irak’a, kimi de Türkiye’ye attı kendini bir nefes ömür için.

Sonra birden hayat pahalandı. Kiralar arttı, cafelerdeki çayın kahvenin fiyatı fırladı.

Bütün bunların sebebi Suriyelilerdi.

Hepimiz işsizdik. Ama iş beğenmiyorduk. Beğenmediğimiz işlere Suriyeliler girdiler, bir yandan üretip bir yandan da karınlarını doyuracak kadar para kazandılar.

 Biz çok kızdık onlara. Nasıl olurdu da kaçıp sığındıkları ülkemizde karınlarını doyuracak kadar para kazanıyorlardı.

Onlar ayakta durdukça biz çirkinleştik.

Ensar-Muhacir kavramı, sadece Muhammed Mustafa aleyhisselam döneminden kalma bir naif öykü idi bizim için.

Ensar kimdi muhacir kimdi bilmiyorduk. Bilmediğimizi de googlea soruyorduk. Ve sadece bir kavram olarak aklımızda kalıyordu.

Komşusu aç yatarken tok yatan izden değildir” hadisini hiç birimiz hatırlamıyorduk.

Suriyeli mültecilerin, Suriyeli din kardeşlerimizin, Suriyeli tarih kardeşlerimizin, bin yıllık komşularımızın emeğine, namusuna, hatta haremi ismetlerine yeri geldi dil uzattık, yeri geldi el uzattık utanmazca, hayasızca Allah’tan korkmamacasına.

Tenine vurulduğumuz Suriyeli kadın, namusunu iffetini korurken, hamile demeden karnındaki ve kucağındaki bebeği ile birlikte öldürdük.

Mülteci idiler bizim için. Muhacir değillerdi, din kardeşlerimiz değillerdi.

Halbuki yaklaşık 1000 yıl önce bizim dedelerimiz Moğol tufanından canlarını kurtarmak için kaçtıklarında Suriyeliler bağırlarını açmıştı dedelerimize. Sadece topraklarını değil, evlerini, lokmalarını paylaşmışlardı atalarımızla.

Diriliş Ertuğrul’u en lümpen en müptezel hallerimizle izlerken, atalarımızın atlarının toprak teptiği yerlerin Suriye olduğunu hiç mi hiç hatırlamadık.

Dağlarını taşlarını bizimle paylaştılar. Dağlarına bizim adımızı verdiler; Cebeli Türkmen dediler. Köy verdiler oba yaptılar, Bayır Bucak bize vatan yaptılar…

Bizim de atalarımız, ninelerimiz, namusumuz Moğol atlarının nalları altında ezilirken bize kucak açıp bağırlarına bastılar Suriyeliler.

Eğer bugün, Anadolu Türk yurdu ise, eğer bugün Oğuz’un 24 boyu Anadolu’yu yurt edinebilmişse, Kayı, Avşar, Dulkadir, Kayı, Bayat, Alkaravlı, Germiyan… oğulları var ise, eğer bu gün Anadolu’da her Türk’ün soyu sopu belli ise, bu, 1000 yıl önce bize kucaklarını, yurtlarını, yüreklerini açan Suriyelilerin sayesindedir.

Ey lümpenler, ey televizyon dizisi kuşakları, bugün adını dilinizden düşürmediğiniz Ertuğrul Gazi var ya? İşte o Suriye topraklarında doğdu.

Onun babası Süleyman Şah Orada rabbine kavuştu ve kabri hala orada.

Biz bunları unuttuk. Hemen hemen hiç birimiz bunu bilmiyoruz bile. Ve bu yüzdendir ki bütün beceriksizliklerimizi, başarısızlıklarımızı, tutunamamışlıklarımızı Suriyelilere yığdık.

Suriyeliler geldi hayat pahalı oldu.

Elazığ’da deprem oldu ev kiraları iki üç kat arttı.

Halbuki depremzedelerin tamamı bizdik, bizim komşularımızda. Komşumuz dara düşmüştü. Ne fiyat verirsek kabul etmek zorundaydı çünkü başka çaresi yoktu.

“Suriyeliler geldi Türkiye’de her şey ateş pahasına dönüştü” öyle mi?

Maskeler, hijyen malzemeleri, kolonya fiyatları yüzde 4 bin 5 bin arttı...

Depremi yapan Suriyelilerdi.

Corona’yı getiren de.

Ama nedense hiç birimiz içimizdeki o aşağılık fırsatçılık pisliğini sorgulamadık. Dün 50 kuruş olan maskeyi bugün 13 liraya satışımızın hangi vidana ahlaka ve insafa sığdığını sorgulamadık.

Vicdansızca, insafsızca fiyatı yükselten de onu almak zorunda olanlar da yine biz Türklerdik.

Kardeşimizin, karındaşımızın, komşumuzun, yurttaşımızın hastalığa karşı tedbir çabasını, korkusun ahlaksızca fırsata çeviren biz olduk.

Sonra, bütün meselelerin sebebi Suriyelilerdir deyip çıkıyoruz işin içinden.

Biz hangi ara bu kadar alçaldık. Ne zamandır bu kadar ölümden korkak olduk. Kaç zamandır böylesine dünya malının harisi olduk?

Hani biz “ismimiz lehvi mahfuz”a yazıldığı anda ölüm saatimiz de yazıldı diye iman ediyorduk ya?

Ha siz “ecelin, nasibin, rızkın Allahtan geldiğine” inanıyorduk?

Hani biz bu dünyanın bir imtihan yeri, ölümden sonrasının gerçek dünya olduğuna inanıyorduk?

Hani biz Müslümandık?

Hani biz Müslümanlar, yerlerin ve göklerin sahibi olan Allah’ın yeryüzündeki halifeleriydik?

Hani ulan biz Allah’ın yarattığı en makbul kullarındandık?

Bütün sorunların sebebi Suriyeliler öyle mi?

Yazıklar olsun bize, yazıklar olsun…

12.03.2020 11:16

Ali Babacan’ın kurucusu olarak göründüğü partinin listesini medyada ilk paylaşan haber kuruluşu biz olduk. Bu, daha başlangıç bizim için, İnşallah, Türkiye’ye bir çok özel haberi yapmak bize nasip olacak şekilde gayret ediyoruz.

Ali Babacan’ın parti kurma çalışmalarından elde ettiğimiz listede bazı ilginç isimler vardı.

Listenin diğer bir özel tarafı ise bazı isimlerin FETÖ terör örgütü ile birlikte anılması. Tabi yargı kesin hüküm vermeden bu konuda daha detaylı konuşmak doğru olmadığı gibi hukuki sorumluluk doğurur. Ancak o listeden tanıdığım bazı isimlerin FETÖ’ye karşı çok sahiplenici davrandıklarını söylemeliyim. Bakan düzeyindekiler de dahil, bu yüzden “Dershane tartışmaları”ndan beri bunlarla selamı sabahı kestim hamdolsun.

Babacan’ın listesini özel kılan, daha doğrusu, Ali Babacan’ı bu parti çalışmasında figürasyon olarak gösteren listedeki ilginç isimler arasında benim için en dikkat çekeni Metin Gürcan’dır.

Metin Gürcan, emekli bir düşük rütbeli subay. Askerlerini hedef tahtasına koyup ateş ettiği ortaya çıkınca emekliliğini istemişti. Emekli olduktan sonra Türkiye ve ordu ile ilgili iç karartan haber ve yazıları yazan biri.

Fetullah Gülen adlı terörist başı ile çık sıkı fıkı olanların tepe yönetiminde bulunduğu CIA’nın yan kuruluşu RAND Corporation’un önemli referans adamlarından biri. CIA’nın bu kuruluşu, Türkiye ile ilgili hazırladığı en son raporda Metin Gürcan’a tam 39 kere atıfta bulunmuş. En çok atıfta bulunduğu diğer isim ise CIA ile özdeş hale gelen Amberin Zaman.
Amberin Zaman’ın FETÖ orijinli olduğunu söylemem bu ilişkiler yumağını anlatmaya yeterlidir sanırım.

Metin Gürcan, 15 Temmuz Fetullahçı işgal darbe teşebbüsü savuşturulduktan sonra orduda yapılan temizliği en çok eleştiren bir isim olarak kamuoyunun önünde duruyor. FETÖ’cü subayların ordudan atılmasını hep eleştirdi.

Türkiye kamuoyunun iç dünyasını, algısını umudunu karartan analizler yaptı sürekli.

Türkiye’nin Suriye’de yaptığı tüm operasyonları eleştirdi. Ordunun Suriye’de başarılı olamayacağını savundu hep. Fetullahçı pilotların Hava Kuvvetlerinden uzaklaştırılmasından dolayı savaş uçaklarımızın uçamayacağını söyleyerek Türk kamuoyunda kara bulutların dolaşmasını sağlamaya çabaladı hep.

Türkiye’nin Suriye’deki operasyonlarına karşı çıkma gerekçesini de “ordunun Suriye’de başarılı olamayacağını (FETÖ temizliğinden dolayı. E,Ş.) ve Mehmetçiğe üzüldüğünü söyleyip durdu bütün operasyonlarda.

Mehmetçiğe üzüldüğünü söyleyen Gürcan’ın kendi askerlerini hedef tahtasına bağlayıp ateş ettiği görüntüleri ortaya çıktı sonra.

Özetle Gürcan, Türkiye’nin dış operasyonlarına hep karşı çıkmış karanlık tablolar çizmiş biridir.

Ve bu güne kadar yaptığı analizlerin yüzde 99’u tutmadı Gürcan’ın. Hepsinde yanıldı.

Metin Gürcan, CIA ile özdeş hale gelen Amberin Zaman ile FETÖ teröristi Fehim Taştekin gibi azılı iki Türkiye düşmanı ile aynı yerde yazıyorlar.

Türkiye karşıtı ve düşmanı Birleşik Arap Emirlikleri’nin finanse ettiği El Monitor adlı internet sitesinde Türkiye aleyhinde yazılar yazıyor.

Türkiye sevdalısı gibi görünen bir insan nasıl olur da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmak için milyarlarca dolar harcayan Birleşik Arap Emirlikleri emirinin medyasında yazı yazar?

09.03.2020 13:31

Türkiye ile Rusya arasında dün gece Moskova’da varılan anlaşma, aslında tarihin dönüm noktalarından biridir.


Anlaşma öncesi durum tam anlamı ile şöyle idi:


İdlib’de Türk askerlerine koordinatları verildiği halde saldırı düzenlenmiş ve intikal halindeki bir bölük, Esad uçakları tarafından ağır bombardımana tutulmuş ve 30’un üstünde Türk askeri şehid edilmişti.


Türk tarafı, ısrarla koordinatları Ruslarla paylaştığını söylerken, Ruslar da bunun aksini dile getiriyordu.


Olayın bu yönü Erdogan-Putin görüşmesinde açıklığa çıktı. İki taraf da hem içerideki hainleri hem de dışarıdaki çakalları çok net gördü.


Türkiye, bu saldırıyı dünya savaş tarihine geçecek şekilde sert bir şekilde cevaplamış, bire karşı 150 Esad askeri öldürüp, hava savunma sistemini felç edip ve Esad’ın iki tank tugayını yerle bir ederek cevap vermişti.


Rusların Suriye hava sahasını kapattığını açıklamasını kelimenin tam anlamı ile iplememiş, Suriye hava sahası içerisinde 5 tane Esad uçağı düşürmüş bir o kadarını da yaralamıştı.


Türkiye ile Rusya namluları birbirine doğrultur hale gelmişti.


Avrupa, Türkiye’yi Suriye’de işgalci ve saldırgan ülke olarak tanımlıyordu. Amerika Birleşik Devletleri’ne kalsa bizim Suriye’ye hiç karışmamız gerekirdi.


Körfezdeki kukla krallıklara kalsa Türkiye Cumhuriyeti devleti hemen kendini fesh etmeliydi.


Başta FETÖ terör örgütü olmak üzere, İran, BAE, Suudlar, PKK ve diğer sol terör örgütlerinin Türkiye aleyhine yürüttükleri karalama ve iftira kampanyaları Batı dünyasının karar merkezlerinde tamamen etkin halde idi.


ABD ve NATO, pusuda avını beklene aç aslan gibi ağzından salmayalar akarak Rusya’nın Türkiye’Ye saldırmasını bekliyorlardı.


Esad’a bağlı uçakların askerlerimizi şehit ettiği gün Suriye’deki manzara tam olarak böyle idi.


Putin, Türkiye’ye saldırması halinde başına gelecekleri biliyordu: Kendisi kaybedecekti ama Türkiye’nin zaferi de zafer sayılmayacaktı.


Rusya Devlet Başkanı Putin’in açıklamaları ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın o geceki soğukkanlı tutumu Türkiye’ye “Pirus Zaferi” kazandıracak bir kanlı süreci önlemişti.


 Böylesine kaotik bir duruma ramak kala Moskova’daki Erdoğan-Putin zirvesinden ateşkes çıkması bana göre bugüne kadar Suriye’de elde edilmiş en büyük diplomatik başarıdır.  


Siz sosyalmedyadaki Bordo Klavye Kahramanları ile ömrünce tek bir artı değer üretememiş aylak ayak takımının gürültüsüne kulak vermeyin.


Hele hele muhalefetin hiçbir sözüne hiçbir değer atfetmeyin.


Özellikle bizim sözde muhalif özde tabansız muhafazakâr tayfa ile ulusalcı kesim, bu tarihi başarı anlaşmasını kötüleyeceklerdir. CHP’liler yenilgi gibi göstereceklerdir.

Sizi temin ederim ki, Osmanlı’nın en güçlü döneminde ancak bu kadar güzel stratejik bir anlaşma yapabilirdik.


Teşbihte hata olmasın ama İnanın Hudeybiye Anlaşması’nı çok andırıyor.


Sayın Erdoğan’ın Moskova’da Sayın Putin ile imzaladığı metnin coğrafi veya taktiksel detaylarını anlatmayacağım. Gerek de yok


Ama sizi temin ederim ki bu anlaşma, tarihi bir Siyasi ve Diplomatik zaferdir.


Bu anlaşma ile birlikte Türkiye’nin Suriye’deki varlığı RESMİYET ve MEŞRUİYET kazanmıştır bütün dünya nezdinde.


İşte bu zaferlerin feriştahıdır.


Kolordu düzeyinde asker olarak orada varlığımız meşrulaştı. Artık KIBRIS’TAKİ MEŞRU VARLIĞMIZ KADAR MEŞRUDUR BİZİM ORDU Suriye’de.


Bu askeri taktik ve coğrafik 10 zaferden daha güçlü bir zaferdir.


Hudeybiye Anlaşması’nı hatırlayın, ashabdan bazıları Rasulullah aleyhisselama kırılmışlardı biz yenilgiyi kabullendik diye. Ama anlaşma pratikte, Müslümanların ve İslamın meşruiyetini kabul ettirmişti.

06.03.2020 11:36

“Güçlü devlet” kurabilirsiniz ama “Büyük devlet” olamazsınız.

Tarih bazen toplumlara birkaç yüzyılda bir fırsat verir. O fırsatı görme, kullanma ve

Akılla yönetmeyi başaran toplumlar hep dünyanın kaderinde etkin rol almışlardır.

Bunun en iyi örneği, Kartaca ve Roma’dır. Roma’dan daha güçlü daha zengin ve daha aydınlık bir ülke/medeniyet olan Kartaca, Hanibal’in aptal hırsı ve Romanın da bu hırstan doğan zafiyeti fırsata çevirmesi, bugünkü dünyanın oluşmasına sebep oldu

Eğer Hannibal, Roma ile rövanşı Roma topraklarında değil de kendi topraklarında gerçekleştirseydi bugün batı medeniyeti denen medeniyet olmazdı. Hıristiyanlık, Batı paganizminden oluşan bir din olmazdı. Yahudiler yerine Kuzey Afrikalılar ve nispeten de Araplar dünyanın sermayedarları olurlardı. Tabii olarak dünya siyasetinin de tayininde belirleyici olurlardı.

Ve şurası kesindir ki, dünya bugünkü batının ve batı düşüncesinin egemen olduğu kadar vahşi, kan ve gözyaşı ile dolu olmazdı.

Son 300 yıldır batı toplumu tarihin kendilerine sunduğu fırsatı çok iyi yerinden yakalamış ve yüzyıllardır bu fırsatı kullanıyor ve çok da iyi yönetiyorlar.

Tarih, son 200 yılda benzer fırsatı Ruslara iki kere sundu. Ve Ruslar, ikisini de kullanamadı. Hem Petro hem de Nikola Nikolayeviç döneminde tarihin sunduğu fırsatın bir aynısı Putin döneminde de Rusların ayağına getirdi. Ne var ki Ruslar 3. ve son kez bu fırsatı teptiler.

Son kez diyorum çünkü önümüzdeki onlu yıllarda Ruslar tarihin akışında belirgin bir devlet olmayacaklardır. Rusya’nın dahil olduğu Bağımsız Devletler Topluluğu toplam nüfusu 280 milyon civarında. Bunun neredeyse üçte ikisi tamamen Türk. Rusya Federasyonun nüfusu 140 milyon civarında ve bunun da ezici çoğunluğu Türk ve Müslüman halklardan oluşuyor. Ruslardaki doğum oranı sıfıra yakın olduğunu ve Türk topluluklarında oluşan Türk kimliği bilinci, Türk olmayan diğer Müslüman halkların Moskova ile olan örtülü savaşları göz önünde bulundurduğumuzda Putin sonrası Rusya kızıl kıyameti yaşayacak.

Ayrıca, Başta Avrupa olmak üzere Batı dünyası da bu kadar büyük bir Rusya’yı istemeyecektir.

Doğudan ise Çin aç bir aslan gibi ağzını açmış erkete bekliyor.

Bunca hengamenin içerisinde tarih, Rusya’ya Türkiye ile müttefik olma fırsatını sundu. Ve maalesef Rus lider Sayın Putin bu fırsatı kullanamadı.

Ruslar. Savunma sanayiindeki teknolojik üstünlüklerine güvenip 400 yıllık “Aptal Ayı”lıklarını bir kez daha ortaya koydular.

400 yıldır Batı’nın ısrarla Türk-Rus ittifakı olmasın diye çaba gösterdiği çaba ilk kez Putin döneminde boşa düştü. Putin, tarihin ve Türkiye’nin sunduğu bu fırsatı değerlendiremedi, değerlendirmeyi başaramadı.

Sayın Putin, Deli Petro ve Nikolayeviç’in bürokrasisine yenildi. Halbuki Muadili Erdoğan, 1839’da Tanzimat Fermanı ile kronikleşen Mustafa Reşit Paşa Bürokrasisi’ni yarla bir etmişti.

Aslında Sayın Putin ve has kadrosu düşünse onlar için tarihin son bir fırsatı daha kaçmış değil.

Sayın Erdoğan’ın önümüzdeki günlerde yapacağı Moskova ziyareti kelimenin tam anlamı ile Rus halkı ve devleti için bir “tarihi fırsat”tır. Ya sayın Putin Deli Petro-Nikola Nikolayeviç’in bürokrasisini alt edip Makus “kuzeyli boz ayı talihi”ni yenip yeni bir dünya milleti haline gelecek ya da önümüzdeki onlu yıllarda tarihin sahnesinde silinmeye yüz tutacaktır.

Sayın Putin, eğer başını Dışişleri Bakanı Lavrov’un çektiği Peto-Nikolayeviç bürokrasisine boyun eğerse, Rusların Ak Deniz ve Sıcak denizler ütopyası tarihin tozlu sayfalarına gömülecektir. Lavrov’un ayrıca Ermeni kimliğinden dolayı Taşnak refleksi ile hareket ettiğini hala görememektedir Rus devleti

Sayın Putin ve Taşnak ruhlu Lavrov’un Batı’nın kuzu gibi duracağını mı sanıyorlar?

Rusların üstün silah teknolojisine karşı kıta Avrupası ve diğer rakipleri çok ciddi çalışmalar yapıyorlar. Almanlar, Hamburg şehrini tam bir teknolojik savaş ürünleri araştırma geliştirme merkezine çevirdiler. Minik İsviçre bile Lazer silah çalışmalarında inanılmaz boyutlara vardılar.

Sadece Türkiye’nin yeni nesil savaş araç ve gereç konsepti en fazla beş sene sonra Rusya’ya karşı tam anlamı ile caydırıcı hale geleceğini bilmeyen yok. Ve sayın Putin emin olun Türkiye’nin başlattığı bi yeni nesil savaş teknolojisi devrimi çok kısa sürede Avrupa’ya yayılacak. İşte o zaman Rusya’nın Parçalanmasını kim engelleyebilecek? Rusları barbar Batılıların elinden kim alacak?
Taşnak Lavrov ile Petro-Nikolayeviç bürokrasisi talepleri doğrultusunda mı, Rusya halklarının çıkarları doğrultusunda mı hareket edeceksiniz?

Seyın Erdoğan’ın bu ziyareti sizin tercihinizi ortaya çıkaracak. Sovyet döneminden kalma yalan larla algı yönetimi anlayışınız deşifre oldu. Artık dünyanın hiçbir yerinde hiçbir Allah’ın kulu Rus menşeli bir habere bir iddiaya inanmıyor…

Ve iddia ediyorum siz o habis ur olan bürokrasiye teslim olursanız, 10 yıl sonra bugünkü Rusya diye bir devlet olmayacak.

03.03.2020 11:58

Korona virüs denen virüs, halk tabiri ile bir grip hastalığı. Yeni bir gribal enfeksiyon.

Ve Corona’nın insan hayatı üzerindeki ölümcül etkisine baktığımızda çok zayıf bir enfeksiyon olduğunu görürüz.

Korona virüsün bugüne kadar bütün dünyada ölümüne sebep olduğu insan sayısı 2500 civarında.

Diğer yandan bu hastalığa yakalanan on binlerce insan tedavi edilip kurtuldu. Ama ölümler abartılarak verilirken kurtulanlardan hiç söz edilmiyor.

Korona virüsün korkutucu gücü öldürücü gücünü binlerce kat aşmış durumda. Virüsün çıktığı yer Çin halk Cumhuriyeti.

Hatırlarsanız bundan yaklaşık 18 sene önce Kasım 20002’de yine Çin’de öldürücü bir virüs çıktığı yazıldı çizildi. Ve o yıllarda yine Çin’in ekonomisine büyük bir darbe vuruldu.

Halen Sars virüsü dediğimizde tüyleri diken diken eden bu gripal enfeksiyondan bütün dünyada kaç kişi öldü biliyor musunuz? Sadece 800 kişi. Evet yanlış duymadınız sadece 800 kişi öldü.

Oysa her yıl ABD’de yaşanan normal gripal enfeksiyondan dolayı ölen insan sayısı on binlere yakındır. Açın Amerikan Sağlık Bakanlığı İnternet sitesinin verilerine bakın.

Bu virüs Çinle sınırdaş olan Hindistan’a neden sıçramadı hiç düşündünüz mü? Hindistan’ın Çin ile olan sınırı Türkiye Suriye Sınırının üç katından çok fazla. Tamı tamına 3380 km. Bu sorunun cevabını bulursanız Coronavirüs denen gripal enfeksiyonun ile ilgili sorulara da cevap vermiş olursunuz.

Çünkü Hindistan, Çin ile aynı kampta yer almadı. Virüsün yayıldığı hatta bakın, Yeni İpekyolu hattı. Ve bu hata ortak olan ülkelere yayılıyor ne hikmetse.
Bu hattın en önemli iki istasyonlarından biri olan Türkiye’nin dört bir yanı virüsle kuşatıldı. Hükümetin inanılmaz çabaları sonucu bu virüsün ülkeye girişi engellendi. Ama diğer ikinci istasyon olan İtalya virüsü engelleyemedi buna teslim oldu. Çin ve İran’dan sonra en çok akanın görüldüğü ve ölümün olduğu ülke İtalya.

Bu virüs eğer oluşturulan psikolojik hava gibi öldürücü ve tehlikeli olsaydı Dünya Sağlık Örgütü Pandemi olduğunu ilan eder ve bütün dünyada olağanüstü tedbirler aldırırdı.

Türkiye’deki aptal muhalefete ve cahil sözde muhalif ama maaşlarını Almanya’dan İngiltere’den Fransa’dan alan gazetecilere bakmayın.

Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı da halkının hizmetinde olan bir kurum ve Sağlık Bakanlığı’nın sözlerine itibar edin. Coronavirüs konusunda en soğukkanlı ve en dikkatli tedbiri alan Türk sağlık bakanlığıdır.

Bu yüzden içiniz müsterih olsun

Öyle pahalı maskelere paranızı vermeyin. Satın almakla o maskelerin parası ile baş edemezsiniz. Bütün maskelerin belirli saat kullanım ömürleri var.

Paranızı boşuna bu fırsatçılara vermeyin. Cornadan önce 3 lira 25 kuruş olan petrokimya kimya ürünü maskeyi bu gün 200 300 liraya almayın.

Başta Türkiye olmak üzere bütün dünyada her yıl gripal enfeksiyondan dolayı ölen insan sayısı yüz binlercedir.

Ve bu ölüm oranı maalesef 60 yaş üstü insanlarda daha çok meydana geliyor. Sebebi de bu yaş grubunun kronik hastalıklara daha çok maruz kalmalarıdır.

İran’da neden 50 civarında insan öldü diye soracak olursanız, bu ülkenin ambargo altında olduğunu ve bebek mamasına dahi muhtaç olduğunu hatırlatırım size. İran’da her hangi bir hastalığın bile tedavisi neredeyse imkansızdır. İran devletinin Afganistan, Pakistan, Irak ve Yemen üzerinden kaçak yollarla getirdiği sağlık malzemeleri ve ilaçlarla tedavi yöntemleri uygulamaya çalıştığını burada belirteyim.

Corona, kanaatimce kaza sonucu bir laboratuvardan dışarı çıkmış ÜRETİLMİŞ BİR VİRÜSTÜR ve bu kaza da Çin-İpekyolu projesine darbe vurmak için kullanıldı. Ve bunda da istedikleri başarıyı elde ettiler.

Bu arada Çin’i tamamen izole etmek oldukça yanlış bir tutum olup bu virüsün yayılmasına çanak tutmaktır. Çünkü bütün danyanın kullandığı bu koruyucu maskeler başta olmak üzere bir çok ilaç ve sağlık malzemesi Çin’de üretiliyor.

Çin’e uçuşları yasakladığınız kapıları kapadığınız anda bu hastalığı tetiklemiş olursunuz. En iyisi bütün ülkelerin birbirleri ile diyalok ve kapıların açık olması şeklinde mücadele etmesi gerekiyor.

Söyleyeceğim son söz, herkes Sağlık Bakanlığı ve Dünya Sağlık Örgütünün dışında hiçbir kurum kişi veya kuruluşun sözüne itibar etmesin.

27.02.2020 13:07

Türkiye’de geleneksel medyanın, yani yazılı, görsel ve sesli medyanın her alanında farklı pozisyonlarda artı değer üretmiş biri olarak zorluk ve sorunlarını bilerek dijital medyada karar kılmak mesleki bir zorunluluktur benim için.
Türkiye’de müesses medya nizamı bir daha toparlanmamak üzere yıkılmıştır. Özellikle matbu medyanın kendini demokrasinin üstünde görmesi ve hükümetleri dizayn etme ve yönlendirmeleri, Türk demokrasi tarihi kadar eskidir.
Recep Tayyip Erdoğan’ın bu ülkede hükümet kurduğu güne kadar Türkiye’deki müesses medya, hükümetler üzerinde bir baskı aracı olmaktan ötede bir pozisyondaydı.

Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de medya, aslında hükümetlerin, daha doğrusu yönetim erkinin halka karşı sorumlu ve verimli davranması için oluşan bir denetleme aracıdır. Bu yüzdendir ki görev ve güç sınırlarının farkında olan medya organlar, kendi ülkelerinde sürekli bütün siyasi hareketler tarafından dokunulmaz olarak addedilmiştir.
Hatta terör örgütleri bile medya organları ve mensuplarına karşı oldukça hassas davranmışlardır.
Türkiye’de durum böyle miydi peki?

Cumhuriyet Türkiyesi tarihi boyunca müesses ve egemen medya hiçbir zaman kamunun çıkarları doğrultusunda hareket etmedi. Temeli tek parti diktatoryası tarafından atıldığı için Türk medyasının egemenleri sürekli CHP’nin bir “matbuat ofisi” olarak çalışmıştır.

Çok partili sistemden sonra özgülük alanı bulan farklı düşünceler matbuat/medyada var olmak istemişlerdir.
Ne var ki başta 27 Mayıs darbesi olmak üzere bütün askeri darbe ve rejimler tarafından susturulmuşlardır.
1970’lerin başında merhum Erbakan’ın açtığı “bağımsız medya” yolu, bu güne kadar genişleyerek, büyüyerek gelmiştir. Ne var ki bu büyüme bile egemen medya tekelini kırmamıştır, kıramamıştır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın bu ülkenin yönetimine geçmesinden sonra en büyük demokratik mücadelesi egemen medya düzeni ile olmuş ve bu mücadeleyi demokrasi adına kazanmayı başarmıştır.
Bugün Türk matbuatı, görüntülü ve sesli medyası artık manşet ve algı yönetmeleriyle hükümet üzerinde hiçbir etki yapamıyor.

Bunun bilincinden hareketle müesses medya ve onun siyasi temsilcileri dijital ve sosyal medya üzerinden algı yönetmek, hükümeti iktidarsız ve kazanılan demokratik hakların ortadan kaldırma çalışmalarını başlattılar.
Klasik medyada olduğu gibi dijital ve sosyal medyada da bu yıpratma ve algı yönetme çabalarını tamamen yalan iftira ve kurgular üzerinden sürdürüyorlar.

Diğer taraftan demokrasiden, özgürlükten, hak ve hukuktan yana yer alan birey, topluluk, sermaye grupları ve siyasi organizasyon, dijital ve sosyal medyada maalesef kamuoyunun beklediği performansı sergileyememişlerdir.
Hükümet veya parti bildirilerini, demeçlerini yayımlamanın dışına pek çıkmamaya özen gösterdiklerinden dolayı demokrasi mücadelesinde anti demokrat siyase anlayışın gerisinde kalmıştır.

Bireysel olarak temel hak ve hürriyetlerin mücadelesinde geri kalmamak, mesleğin verdiği sorumluluk bilinci bizleri de dijital medya alanında değer üretmeyi zorunlu kılıyor. Ayrıca ülkemizin ve yurttaşlarımızın özledikleri tam ve müreffeh bireysel özgürlük, kültür ve kimlik değerlerinin korunması yanı sıra, Erdoğan hükümetleri döneminde kazanılmış demokratik hak ve hürriyetlerin korunmasında geliştirilmesinde bu mecrada var olmayı zorunlu kılıyor.
Yeri ve pozisyonu bu milletin ve milletin değerleri olan haber365.com’da yer almak, bu mücadelenin en önemli ve başat kulvarlarından biridir.

Türkiye’nin etrafında yakılan bu ateş çemberi ve ülkenin içeriden ve dışarıdan el birliği ile bölünüp parçalanmasına karşı bedeli her ne olursa olsun bu mecrada mücadele edeceğimizi belirtmek için buradayız. 15 Temmuz Fetullahçı işgal teşebbüsüne karşı fiziken yaptığımız direniş ve sonrasında yine Fetullahçı çete tarafından bize ödetilen bedellerin daha da beterlerini göze alarak Türkiye’nin yeniden kurtuluş mücadelesine omuz vermek adına buradayız.
Tamamen yalan ve iftiralar üzerine kurulu muhalefet ve medya anlayışının etkisini yok etmek üzere bu alanda elimizden geleni ardımıza koymayacağımızı belirtmek isterim.

Daha önce bireysel olarak sosyal medyada, DHKP-C’nin FETÖ’nün kontrolüne girdiğini PKK’nin Türkiye yapılanmasının FETÖ tarafından idare edildiğini, Türkiye’deki fuhuş ve uyuşturucu sektörünün ana organizasyonunun FETÖ eli ile yapıldığını, Muhalaefet ile bir çok terör örgütünün ilişkisini ortaya koyduğumuz gibi şimdi kurumsal güç ile daha büyük ihanet ve yapılanmaları deşifre edeceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın. Ve bu ilk yazımız ile; Bismillah ve daimen…

25.02.2020 13:32