Haber 365
Haberlere Hızlı Erişin Son Dakika Haberleri ve Gelişmeleri Anında, Herkesten Önce Öğrenmek İçin;
Takip Et
Putin’in Gizli Aşçıları
Hasan Birgül
29.04.2024 Monday 14:42

29 Kasım 2010 günü, saat 16:30’da İran’ın nükleer projesinin bilimsel ve fikir lideri Dr. Macit Şahriyari’nin arabasının arkasında bir motosiklet belirdi. Kasklı ve yüzü görünmeyen motosikletli arabanın arka camına vantuzlar yardımıyla bir cihaz yapıştırdı. Birkaç saniye sonra patlayan bombayla,45 yaşındaki Şahriyari hayatını kaybetti eşi bu saldırıdan hafif yaralı bir şekilde hastaneye kaldırıldı ve hayatta kaldı. Aynı gün, aynı saatlerde Güney Tahran’ın Atashi Sokağı’nda, başka bir motosikletli yine önemli bir nükleer bilimci olan Dr. Feridun Abbasi Davani’nin şahsi aracı olan Dena marka İran yapımı arabasına yine aynı şekilde bombalı saldırı gerçekleştirdi. Davani ve eşi bu saldırıdan yara almadan kurtuldu. Tesadüfün böylesi saygıdeğer okurlar 79 İran Devrimi’nde bile olmamıştır. İran hükümeti konu açıklığa kavuşmadan hemen MOSSAD’ı suçladı. Davani ise Ahmedinecad’a yardımcı olarak göreve atandı. İranlı nükleer bilimcilerin uğradığı bu suikastlar, buzdağının sadece görünen kısımlarıydı diyebilirim. İsrail; Tahran’ı arka bahçesine çevirmiş durumdaydı saygıdeğer okurlar...


İran İslam Cumhuriyeti yönetimi 1 Nisan 2024’te Şam’daki konsolosluğu vurulduğundan beri kendince bir çıkmaza doğru gidiyordu. Uluslararası prestij olarak çökmüş gibi gözükseler de bir hışımla tellere takılan kamikazelerini İsrail ile doğru ateşledir. Hırslıydılar generalleri ölmüştü. Haliyle İran'ın karşılık vermesi gerekiyordu. Öte yandan Gazze savaşı konusunda diğer İslam ülkeleri sessiz kaldığı için Filistin'in tek savunucusu olarak gövde gösterisi yapmak Hokkabaz İran’a düşmüştü. Tekrar tekrar ifade ediyorum ama uluslararası prestij açısından sürekli görsel tasarım mezunları gibi videolar yapıp, düşmanlarını tehdit ediyordu. Gerekli yerlerden izinler çıkınca videolarla birlikte dün İsrail’e hafif çaplı bir havai fişek gösterisi düzenledi. İsrail İran’a hiç karşılık vermese dahi hükümet bir kamuoyu baskısı görmez ama homurdanma kesilmiş olacaktır. Tabi ben bu yazımda biraz İran’a gömüyorum fakat uluslararası alanda askeri caydırıcılığı tartışılmaz ve kışkırtılmaz. İran, defalarca dolaylı ve son olarak doğrudan hedef alındığı için bir şey yapmak zorundaydı. İç kamuoyu ve uluslarası askeri itibarı ciddi anlamda sorgulanır olmuştu. Konuşan ama sonuç üretemeyen bir sistemin parçasıydılar. İran dağılan karizmasını birazcık toparlayabilmek için böyle bir şey yaptı. Uluslararası Hukuk diye bir kavram vardı. Ne oldu? İran, İsrail'e 331 füze ve insansız hava aracı fırlattı. Bu drone ve füzeler ortalama %97 isabet oranıyla imha edildi. Asıl şimdi savaşın bölgesel bir anlam kazanıp kazanmayacağını İsrail’in hamlesi belirleyecek. Bölgedeki kaos düzeni kolay kolay çözüme kavuşmayacak gibi duruyor. Ortadoğu ile yeniden ilişki kurmak, özellikle Amerika'nın Irak ve Afganistan'daki savaşlarının insani ve ekonomik maliyetlerine yönelik eleştirileri seçmenlerle rezonansa giren ve 2024 başkanlık kampanyasını artıran selefi Donald Trump'a karşı yeniden seçilme kampanyaları yaparken Biden için risk oluşturuyor. Demokratların sonu demek için erken fakat yaşanan bu durumlar artık Netenyahu ve Demokratları köşeye sıkıştıracaktır. İran'ın ulusal güvenlik kuruluşu, asimetrik savaşa yatırım yapmayı, başta ABD ve İsrail olmak üzere daha güçlü düşmanlara karşı kaldıraç elde etmenin ekonomik bir yolu olarak çözümlüyor. İran'ın milisler üzerindeki etkisi, Ortadoğu'daki radikal rakiplerinin çoğunun ortadan kaldırılmasıyla artmıştır. Saddam ve Libya'daki Muammer Kaddafi gibi etken siyasi figürler iktidardan devrildikten sonra, İran İslam Cumhuriyeti silahlı milisleri destekleyecek ilgiye ve kaynaklara sahip birkaç bölgesel oyuncudan biri olmuştu. Şimdi bunu Filistin üzerinden gerçekleştirecek benim tezimde budur.

15.04.2024 17:56

Geçen günlerde notlar alırken aklıma bir dizi geldi. Dizi dijital mecralarda dizi ve film içeriklerinden oluşan bir yapım şirketince de yayınlanıyor. Konusu şöyle IŞİD veya DAEŞ, İsveç’te saldırı hazırlığındayken bir polisin ve zor zamanlar geçiren bir annenin sürecini anlatıyor. IŞİD’in ortaya çıkışı, saldırıları, Suriye’de egemenliği altındaki yerlerde oturttuğu hayat tarzı, örgütlenmesiyle ilgili dikkat çekici, enteresan birçok ayrıntı da dizide yer alıyor. Bu konuyu ele alan ve mini dizi haline getiren İsveçli yapımcıları tebrik etmek gerek, akılda kalıcı bir eser olmuş. Düşünsenize gündem de İsveç, NATO üyesi oluyor. Moskova’da IŞİD veya DAEŞ konser salonu basıyor ve Rusya’nın tarihindeki en kanlı saldırı gerçekleşiyor. Tabi ki suçlu aramıyoruz veya hedef göstermiyorum ama bu kadar tesadüf bana normal gelmiyor. Bu arada KALİFAT gerçekten de izlenmesi gereken bir dizi saygıdeğer okurlar...

Bölgesel ve küresel güç çatışmalarına karşı 200 yıldan fazla süren tarafsızlığın ardından İsveç, şimdi NATO'ya resmi olarak katılımını gerçekleştirdi. NATO İttifak'ına sunacak önemli stratejik varlıklara sahip olan İsveç'in üyeliği, bölgesel güç dengesinde köklü bir değişimi beraberinde getirse de bölgesel huzur sağlanmayacak. Aslında bu karar, Rusya'nın 2022'de Ukrayna'yı işgal etmesinin ardından İsveç, Rusya ile tekrarlanan çatışmaların bir sonucu olarak acil bir plan geliştirmek istedi ve bir nevi ABD’nin ekmeğine yağ sürdü. Olaylara tabi güç ve denge denkleminden bakarsak, bu katılım sürpriz olmadı. NATO tarafından olaylara bakacak olursak biraz daha iyimser bir tavır ve hal içerisindeler. NATO liderleri bu yaz Washington'da önem arz eden bir zirvede bir araya gelecekler ve ittifaklarının 75.yıl dönümlerini kutlayacaklar. Fakat bu kutlamanın arkasında önemli kararlar alınacak.

Neden mi?

Çünkü revizyonist bir Putin NATO’lu dostlarını biraz zorlayacak saygı değer okurlar. Yazımı başlığına gelince o kadar hızlı bir dönemden geçiyoruz ki gündemde neler olup bitiyor, farkında bile olmuyoruz. Bu yazıyı yazmaya başladığımda Rusya’da IŞİD saldırısı gerçekleşmemişti. Şimdi olaylara ve yaşanılan bu döngüye bir de bu açıdan ele almak gerekecek. Fakat önce İsveç’in NATO’ya katılması ile ister istemez geçmiş tarihe dönüp neler olup bitmiş bakmamız gerekiyor. Karşıma Büyük Kuzey Savaşı çıktı aslında hayli ilgimi de çekti. Geçmişin izleri bir şekilde tarihsel araştırma olarak karşımıza çıkıyor.

Tarihler 1618 – 1648 yılları arasında gerçekleşen 30 Yıl Savaşları sırasında İsveç şaşırtıcı bir şekilde Avrupa’nın iç kesimine kadar ilerlemiş tüm Alman birliklerini Fransa sınırına kadar geriye ittirmiştir. İsveç’in bu gücü Rusya’yı huzursuz etmişti. Rusya’nın Çarı olan Deli Petro İsveç’in büyük bir tehdit oluşturduğunu düşünerek Prusya, Danimarka, Norveç ve Lehistan ile bir araya gelerek Kuzey İttifakını oluşturdu. Bu dönemde de aslında karşımıza çıkan dış politik meselelerin temelinde Rusya’nın bölgesel huzursuzluğundan kaynaklanıyor. Tabi ki böyle bir tez başlı başına bir sorun yumağında beraberin de getirecektir. Huzursuz bir Putin asla huzur vermez. Ukrayna savaşının, hemen başlarında, Putin bir anma etkinliğinde şu cümleleri sarf etmiştir saygıdeğer okurlar; Geçmiş tarihte gerçekleşen ‘’Narva’’ Savaşı'na atıfta bulunan Putin, Neden oraya gitti? Bize ait olanı geri almak için. Fakat aldığı şey onlardan alınmış bir şey değildi. Aslında Rusya'nın olanı Rusya’ya geri verdi. Yaptığı tam olarak buydu. dedi. Putin sözlerine, değerlendirecek olursak Rusya'nın olanı geri almak ve ülkeyi güçlendirmek de Putin’e düştü. Ve bu değerlerin varlığımızın temelini oluşturduğu gerçeğinden yola çıkarsak, karşı karşıya olduğumuz sorunları çözmeyi kesinlikle başaracağız, demesi olayın farklı bir açısını bize göstermektedir. Tarih tekerrürden ibarettir sözcüğünü artık kimse umursamamaktadır. Geldiğimiz siyasi konjonktür bize geçmişi uluslararası dinamiği eksik okuduğumuzu bir kez daha yüzümüze vurarak gösteriyor. Çarlık Rusya’sı SSCB ve Putin Rusya’sı parça parça ele alındığında büyük fotoğrafı net olarak görebilme imkânı göstermektedir. Rus Çarı I. Petro’nun, kendinden ve sonrakilerin uygulaması için, 1725 yılında yazdığı ve 1738 yılında ortaya çıkan gizli vasiyeti genelde bölüm halinde ve kısa parçalar şeklinde incelenmektedir. Günümüzdeki uluslararası siyasetle olan bağlantısı kurulamamaktadır. Bu vasiyet bugüne kadar gerek çarlık gerek Sovyetler ve gerekse Rusya dönemlerinde vazgeçilmeden uygulanmaya devam etti. Halbuki vasiyet; Rusların dünya egemenliği, Akdeniz ve Basra Körfezi’ne çıkarak, Hindistan ve Avrupa’yı ele geçirme planlarının anayasasını oluşturmakta. Ve plan bir bütün olarak değerlendirildiğinde geçmişten günümüze kadar yakın çevremizde gerçekleşen olaylara bakma açısından ciddi bir anlam kazanmaktadır. Kazım Karabekir Paşaya göre Rusların büyük hayali, Rus Çarı Petro’nun vasiyetinde yer alan maddelere dayanıyor. Şüphesiz tarihi sürecinde Rusların temel amaç ve hedeflerini iyi bilmemek yanlış değerlendirmelere neden olmuştur. Petersburg şehrindeki Petro Sarayının mahzenlerinde bulunan bu vasiyetname bir “Dünya Hakimiyeti” mefkuresinin kâğıda dökülmüş kısa hali mevcuttur. Saygıdeğer okurlar Rusya’nın tarih sahnesine stratejik güç‭ ‬olarak‭ ‬çıkışı‭ ‬ 17.YY’ın son çeyreği ile‭ ‬18.YY’ın‭ ‬ilk Çeyreği arasındaki yıllara rastlamaktadır. Rusya’yı Avrupa’nın aktör güçleri ile aynı denklemler içerisine sokan bu yükselişin baş mimarı ise ‘’Deli Petro” olarak bilinen Çar Petro’dur. Türk tarih literatüründe muhtemelen dönemin liderlerine nazaran sahip olduğu aykırı karakteri ve uygulamalarıyla‭ ‬ “Deli Petro” olarak yer‭ ‬alan ‭Büyük‭ ‬Petro, Rusya’nın ‬çarlıktan‭ imparatorluğa‭ geçiş ‬sürecinin‭ ‬mimarlarından biridir. Ve Büyük Kuzey Savaşı’nda kendi özelinde Petro ve Rusya’nın İsveç’e karşı yürüttüğü başarılı mücadele ile anılmaktadır. Baltık Denizi bölgesinin bir “NATO GÜZERGAHINA” dönüşmesi yeni çarı kızdırabilir. Kemerlerinizi bağlayın soğuk coğrafya biraz karışacak.‬‬‬‬‬‬‬‬‬‬‬‬


26.03.2024 15:40

ABD Başkanı Joe Biden ’ın akıllara zarar seçim  ekibi, daha fazla Amerikalı enflasyonun arkalarında olduğunu, suçun azaldığını, işlerin bol olduğunu, Cumhuriyetçilerin sınır hakkında hiçbir şey yapmayı reddettiğini ve Trump'ın eskisi kadar korkunç olduğunu fark ettikçe sayılarının artacağını düşünüyor gibi izlenimini verse de işler sanıldığı gibi parlak değil.

Donald Trump Kasım ayında Beyaz Saray'ı geri kazanırsa, bu yıl Amerikan iç sistemi için bir dönüm noktası olabilir. Son olarak, sömürge döneminden bu yana Amerikalıları meşgul eden gerileme korkusu haklı çıkacaktır ki şu dönemde her anlamda gücünü kaybeden bir süper güçten bahsediyoruz. Diplomasideki hataları saymıyorum bile Biden dönemi her açıdan reflekslerini kaybetmiş bir ABD’den bahsedebiliriz. ABD halkının da düşüşte olduğuna inanmasıyla Donald Trump, “Amerika'yı Yeniden Harika Yapabileceğini " iddia ediyor."  Fakat Trump'ın önermesi yanlıştır ve Amerika için en büyük tehdidi oluşturan onun önerdiği çözümlerdir açıkçası burada Trump güzellemesi yapacağımı iddia eden yanlış düşünür. Biden ABD demokrasisi adına kara bir dönem geçiriyor. Yol arkadaşları bu siyasi istikrarsızlığın cevabını veremiyor. Amerikalıların düşüş konusunda endişelenme konusunda uzun bir geçmişleri var zaten 2024 seçimleride eyalet açısından Trump’ın üstünlüğüyle açılış yapacağı gözüküyor. Fakat Amerikalılar uzun zamandır geçmişin altın parıltısı dediğim şeye çekilirken, ABD hiçbir zaman pek çok kişinin hayal ettiği güce sahip olmadı. Üstün kaynaklara sahip olsa bile, Amerika çoğu zaman istediğini elde edemedi. Bugünün dünyasının geçmiştekinden daha karmaşık ve çalkantılı olduğunu düşünenler, ABD'nin Macaristan'daki bir isyanın ki bunu Sovyetler yapmıştı. Ve engelleyemediler 1956 gibi bir yılı hatırlamalıdır ve müttefiklerimiz İngiltere, Fransa ve İsrail'in Süveyş kanalını gasp ettiği zaman. Komedyen Will Rogers'ı yeniden tanımlamak gerekirse, hegemonya eskisi gibi değil ve asla olmamıştır. Düşüş dönemleri bize jeopolitikten çok popüler psikoloji hakkında bilgi veriyor. Kentsel sosyoloji hakkında uyarıyor pek çok gazeteci bu konuları görmezden gelsede bence önem arz ediyor. Yine de gerileme fikri açıkça Amerikan siyasetindeki ham bir sinire dokunuyor ve bu da onu partizan siyaseti için güvenilir bir yem haline getiriyor. Bazen gerileme kaygısı, iyiden çok zarar veren korumacı politikalara yol açar. Ve bazen, kibir dönemleri Irak Savaşı gibi aşırı politikalara yol açar. Amerikan gücünün ne abartılmasında ne de abartılmasında erdem yoktur. Bunu bilerek yazıyorum ki bazı dış politika araştırmacıları ABD siyasetini okurken ve yorumlarken eksik kalıyor.


Jeopolitik söz konusu olduğunda, mutlak ve göreceli düşüş arasında ayrım yapmak bizim için daha önemlidir. Göreceli olarak Amerika, II. Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana düşüşte. Bir daha asla dünya ekonomik sisteminin çoğunluğunu oluşturamayacak ve nükleer silahlar üzerinde baskı sahibi olmayacaktı. Savaş ABD ekonomisini güçlendirdi ve herkesi zayıflattı. Ancak dünyanın geri kalanı iyileştikçe, Amerika'nın küresel GSYİH içindeki payı 1970 yılına kadar ciddi bir pay düşüşüne sahip oldu. ABD Sovyetler Birliği’nin dengelemek amacıyla 1970'lerin sonlarına doğru Çin ile ilişkilerini iyileştirmeye karar vermişti. Moskova ile Pekin arasında ideolojik bir rekabetin başlamak üzere olduğunu hisseden Washington, komünist blok içinde çatlakların ortaya çıkmasına yardımcı olmak amacıyla Pekin ile arasını düzeltme yönünde adımlar atmıştı o dönem için lakin şu an ki siyasi konjonktür bu sisteme uymuyor. Soğuk Savaş̧ döneminde hem ABD hem de Sovyetler Birliği, kendi siyasi ideolojilerini benimseyen ülke sayısını artırmak için ellerinden geleni yaptılar. Amaçları, ideolojik etki alanlarını genişletmekteydi. Şimdi ise bölgesel istikrarsızlık ve kaostan başka bir şey değil ki çok uzaklara gitmeyelim. Gazze-İsrail hattı ABD’nin bölgesel istikrarsızlık ve taşeron örgütsel yapısının dünya ülkeleri tarafından sert refleksle karşılaştığının diplomatik kanıtıdır. Günümüzde Çin'in yükselişi genellikle Amerika'nın düşüşünün kanıtı olarak gösteriliyor. ABD-Çin güç ilişkilerine sıkı sıkıya bakıldığında, Çin'in lehine, göreceli anlamda Amerikan düşüşü olarak tasvir edilebilecek bir değişim oldu. Fakat mutlak anlamda, ABD hala daha güçlü ve öyle kalması muhtemel. Çin etkileyici bir rakiptir, ancak önemli zayıflıkları vardır. Genel güç dengesi söz konusu olduğunda, ABD'nin en az altı uzun vadeli avantajı vardır. İkincisi ise göreceli enerji sorunudur ki bu Çin için bambaşka bir sorun haline dönüşebilir. Üçüncüsü, ABD gücü büyük ulus ötesi finans kurumlarından ve doların uluslararası rolünden almaktadır. Güvenilir bir rezerv para birimi serbestçe dönüştürülebilir olmalı ve Çin'in sahip olmadığı derin sermaye piyasalarına ve hukukun üstünlüğüne dayanmalıdır. Dördüncüsü, ABD, şu anda küresel nüfus sıralamasında üçüncü sırada yer alması öngörülen tek büyük gelişmiş ülke olarak göreceli bir demografik avantaja sahiptir. Dünyanın en büyük 15 ekonomisinden yedisi önümüzdeki dönemler de çöküş yaşamıştır. Ve sorun oluşturmaya devam edecektir. Dördüncü olarak, Amerika uzun zamandır kilit teknolojilerde biyo, nano, bilgi ön planda olmuştur. Çin, yapay zekâ araştırma ve geliştirmeye daha büyük yatırımlar yapıyor. Patentler açısından iyi puanlar alıyor fakat kendi ölçütlerine göre akademik araştırma hala ABD kurumlarının gerisinde kalıyor. Son olarak, uluslararası sistem anketleri ABD'nin yumuşak çekim gücüyle Çin'i geride bıraktığını gösteriyor. Tüm söylenenlere göre, ABD yirmi birinci yüzyıl büyük güç rekabetinde güçlü bir el tutuyor. Fakat eğer Amerikalılar Çin'in yükselişiyle ilgili histeriye ya da “zirvesiyle” ilgili hoşnutsuzluğa yenik düşerse, ABD kartlarını zayıf oynayabilir. Uluslararası kurumlardaki güçlü ittifaklar ve nüfuz dahil olmak üzere yüksek değerli kartların atılması ciddi bir hata olacaktır. Amerika'yı yeniden büyük yapmaktan çok, onu büyük ölçüde zayıflatabilir. Amerikalılar, popülist milliyetçiliğin yurtiçindeki yükselişinden, Çin'in yükselişinden korktuklarından daha fazla korkuyorlar. Ukrayna'yı desteklemeyi reddetmek veya NATO'DAN çekilmek gibi popülist politikalar ABD'nin yumuşak gücüne büyük zarar verecektir. Trump Kasım ayında başkanlığı kazanırsa, bu yıl Amerikan gücü için bir dönüm noktası olabilir. Demokratlarda düşüş duygusu haklı olabilir. Dış gücü baskın kalsa bile, bir ülke içsel erdemini ve başkalarına çekiciliğini kaybedebilir. Roma imparatorluğu, cumhuriyetçi hükümet biçimini kaybettikten, sonra şaşalı günlerini kaybetti. Amerikan demokrasisinin kutuplaştığı ve kırılgan hale geldiği net bir retorik ölçüde, Amerika'nın gerilemesine neden olabilecek gelişme budur ki ABD iyi bir sistem yönüne gidemeyecek. Ama asıl sorun Capitol Hill baskınından sonra refleks olarak körelen ve kutuplaşan Amerika.

02.03.2024 11:30

Almanya'nın aşırı sağ partisi Alternative für Deutschland'dan siyasetçilerin “Yeniden Göç” planını tartışmak için sağcı aşırılık yanlılarıyla bir araya geldikleri son gösterilerinden sonra, partinin yasaklanmasına verilen destek önemli ölçüde arttı. Fakat AfD'yi feshetme girişimi olağanüstü bir şekilde geri tepebilir. Avrupa’da artan aşırı sağ sırf bu retoriğiyle bile kitleleri ve aşırı sağ yanlıları peşine takabilir. Almanya'nın aşırı sağcı Alternative für Deutschland (AfD) siyasetçilerinin aşırılık yanlısı bir “yeniden göç” planını tartışmak için geçen Kasım ayında sağcı gruplarla bir araya geldiği gösteri partinin yasaklanması konusundaki gelişmeleri ateş hattına taşımış oldu. Zaten Angela Merkel’den sonra genel bir sistematik sorunu yaşayan Almanya ilerideki günlerde daha hareketli anlara tanıklık edecek. Potsdam yakınlarındaki göl kenarındaki bir otelde gerçekleşen gizli toplantının, aşırı sağın iktidara gelmesi durumunda etnik olmayan Almanların toplu olarak sınır dışı edilme olasılığına odaklandığı bildirildi. Bu dehşet verici vizyon karşısında paniğe kapılan siyasi yelpazenin dört bir yanından liderler, kamu aydınları ve etkili medya yorumcuları şimdi AfD’nin kapatılmasının Alman demokrasisini korumak için gerekli olduğunu savunuyor. Fakat kendi içerisindeki siyasetin ritmini tutamıyorlar. Ekonomik olarak dar bir boğazdan geçen Almanya bir yandan da Trump’ın tekrar seçilme ihtimaline karşı kriz bayraklarını erken açmış durumda. AfD'nin ülke genelinde artan desteği özellikle Almanya'nın doğusundaki üç eyalette yani partinin kaleleri sayılacak yerlerde oylarını arttırması ayrı bir kriz durumu, bu yılın ilerleyen günlerinde yapılması planlanan bölgesel seçimlerle aciliyet durumunu da artırdı. Daha yakın zamanlarda AfD, önerilen sübvansiyon kesintilerine karşı tarım ve çiftçilerin eylemleri AfD’nin ekmeğine yağ sürmüş oldu. Alman halkının neredeyse yarısı AfD’nin yasaklanmasını destekliyor. Ve son günlerde yüz binlerce Alman partiye karşı protestolara katıldı. Ayrıca, çevrimiçi bir dilekçe topladılar. Fakat; Rusya Ukrayna savaşından sonra Almanya’ya gelen göç akımına da karşı durmak zor olsa gerek. Çünkü sistem artık bu göç akımını kaldırmıyor. Elbette, demokratik sistemi baltalamak veya ortadan kaldırmak isteyen siyasi grupları yasaklama prosedürü yeterince basittir. Anayasa Mahkemesi, federal hükümetten, federal parlamentodan veya Almanya'nın federal devletleri temsil eden ikinci dairesi Bundesrat'tan resmi bir talep aldıktan sonra bir partinin kapatılıp kapatılmayacağına karar verir. Fakat durum gerçekten böyle değil hem bölgeden aldığım haberler hem de STK’lardan gelen bilgiler işin rengini Almanya’da değiştiriyor. Fakat Mahkeme, daha önce partileri feshetme girişimlerinin gösterdiği gibi, siyasi dışlanma için yüksek bir eşik belirlemiş durumda. 2017'de, grubun açıkça ırkçı ve anti-demokratik gündemine rağmen neo-Nazi Ulusal Demokrat Partisi'ni (NPD) yasaklama başvurusunu reddetti. Aslında Mahkeme bu mekanizmayı en son 1956'da Soğuk Savaş'ın zirvesinde, Almanya Komünist Partisi'ni (KPD) yasakladığında kullanmıştı. Bu emsal olarak gösteremeyiz fakat notlar çıkarabiliriz. AfD aleyhine dava açılmasının formaliteden başka bir şey olmayacağını ve daha da önemlisi kolayca siyasi bir fiyaskoya dönüşebileceğini öne sürüyor. AfD’nin popülaritesi göz önüne alındığında, Mahkemeden partiyi yasaklamasını istemek bile, yerleşik partiler tarafından giderek daha güçlü bir rakibi ortadan kaldırmak için taktiksel bir manevra olarak algılanacak ve aşırı sağın sistemin hileli olduğu argümanını güçlendirecektir. Bu girişim sonunda başarısız olursa, AfD’nin davası zayıflamak yerine güçlenecektir ki sanmıyorum böyle karmaşık bir durumu, çünkü Almanya artık sistem olarak tıkanmış durumdadır. Açıkçası benim görüşümde Anayasa Mahkemesi yargılamaları kaçınılmaz olarak yavaş ilerleyecek NPD aleyhindeki dava üç yıldan fazla sürdü. Ve önümüzdeki seçim dalgası geçtikten çok sonra sonuçlanacak. Fakat AfD yasağı girişiminin öne sürülen faydaları gelecekte olsa da olumsuz yansımaları hemen hissedilecektir. Birçok yönden, AfD aleyhindeki yasal işlemleri tartışmak bile, yalnızca mağduriyet duygusuyla büyüyen bir partiye daha fazla cephane veriyor. AfD’nin yasaklanması ihtimalinin düşük olması durumunda bile, yalnızca parti ortadan kalkacak; destekçileri ve onların şikayetleri ortadan kalkmayacaktı. Hiçbir şey AfD üyelerinin yeni bir sağ parti kurmasını engelleyemez. Popülizmle yasal aktivizmle mücadelenin işe yaramayacağını ve hatta sorunu daha da kötüleştirebileceğini anlamanın zamanı geldi. Aşırı sağın meydan okuması, hoşnutsuzluğun temel nedenlerini ele alan çözümlerle siyasi olarak karşı karşıya kalmalıdır: yüksek enerji fiyatları, durgun ekonomi Almanların öncelikleridir. Demokratik değerler, demokratik özgürlükleri kısıtlayarak korunamaz. 

01.02.2024 10:05

Rusya-Ukrayna Savaşı, Moskova'yı Batı'nın uyguladığı bir dizi siyasi ve ekonomik yaptırıma maruz bıraktı. Fakat bunlar Rusya’nın planlarını ertelemesine sebebiyet vermedi. Daha ciddi ve sert bir refleks vermek için planlarını askıya aldılar. Bu yöntem Rusya'nın gücünü kaybetmesini ve bölgedeki hakimiyetini kırmasını amaçladığını savunanların tezini çürüttü. Fakat petrol ve doğalgaz faktörü küresel önemini yitirmediği sürece Rusya dünya ekonomisini şekillendirmeye devam edecektir. Başka bir deyişle, Rusya'nın ekonomik rolünün değişmesi için petrol ve doğal gazın küresel ekonomideki önemini yitirmesi gerekiyor. Ukrayna'daki savaş nedeniyle Avrupa gibi önemli bir enerji piyasasında güç kaybeden Rusya, başta Çin ve Hindistan olmak üzere Küresel Güney ülkeleriyle ilişkilerini geliştirirken ‘’Yumuşak Güç’’ kullanımını da artırdı. Son Çar Vladimir Putin'in Ukrayna'ya karşı savaşının arkasında birçok Rus elitinin paylaştığı neo-emperyal bir vizyon var aslında Sovyetler Birliği'nin çöküşünün sonuçlarını tersine çevirerek Rusya'yı yeniden büyük yapmak. Rusya'nın bunu başaracak araçlardan yoksun olması bu hayalinin gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez. Bu bağlamda Rusya'nın BRICS üyeliğini ve 2024'te devraldığı başkanlık sürecini değerlendirmekte fayda var. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ülkesinin BRICS'TEKİ başkanlığı için Adil küresel kalkınma ve güvenlik için çok taraflılığı güçlendirmek sloganını kullanacağını vurguladı. Vladimir Putin aynı zaman çok iyi bir oyun kurucu ve sistemin gereklilikleri bağlamında önemli hamleleri olacaktır. Yazımın başlığını aslında, Zelensky ve Ukrayna için atmıştım saygıdeğer okurlar çünkü Zelensky gerçektende güçsüzlüğünü ve yüzsüzlüğünü dış politikada sonuna kadar gösteriyor. Bu kuklanın hala orada ne işi var anlamış değilim bu yüzden komplo teorilerine inanmak zorunda kalmamalıyız. Rusya’nın 24 Şubat 2022'de Ukrayna'yı geniş çaplı işgali Ukrayna, Avrupa ve küresel siyaset açısından her şeyi değiştirdi. Dünya, savaşın artık dışlanamayacağı yeni bir büyük güç rekabeti dönemine girdi. Doğrudan sistemsel kurbanların yanı sıra, Rusya'nın saldırganlığı en çok Avrupa'yı endişelendiriyordu. Bağımsız, küçük bir ülkeyi güç kullanarak ortadan kaldırmaya çalışan büyük bir güç, Avrupa devletler düzeninin onlarca yıldır kendisini örgütlediği temel ilkelere meydan okuyor adeta saygıdeğer araştırmacılar asıl en cazip kısımda bu olsa gerek. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in savaşı, Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği'nin büyük ölçüde şiddet içermeyen bir şekilde kendi kendine dağılmasıyla tam bir tezat oluşturuyor. Sovyetler Birliği'nin 1980'lerde liberalleştirici reformları uygulamaya başladığı “Gorbaçov mucizesinden” bu yana Avrupalılar, Immanuel Kant mucizesine inanmakta ısrar ediyor. Avrupa özellikle ABD seçimlerini beklerken bir yandan da Trump’ın gelmemesi için zincirleme bir dua seansına bile çıkmış olabilirler. Çünkü Trump gerçek anlamda Trump bu savaşta Rusya yanlısı kararlar verecektir. Pek çok Rus elitinin 1980'lerin sonlarındaki küresel öneme sahip olaylara ilişkin yorumlarının Kant'ın fikrine bu kadar zıt olmamasıydı. Sovyetlerin yeniden yarattığı büyük Rus imparatorluğunun çöküşünü yıkıcı bir yenilgi olarak gördüler. Aşağılanmayı kabul etmekten başka çareleri olmasa da güç dengesi değişene kadar bunu yalnızca geçici olarak yapacaklarını kendilerine söylediler. O zaman büyük tarihsel revizyon başlayabilir. Dolayısıyla 2022'de Ukrayna'ya yapılan saldırı, Putin'in iktidara gelmesinden bu yana Rusya'nın yürüttüğü revizyonist savaşların yalnızca en iddialısı olarak görülmelidir. Özellikle Donald Trump'ın Beyaz Saray'a dönmesi ve ABD'yi fiilen NATO'dan çekmesi durumunda çok daha fazlasını bekleyebiliriz. Fakat Putin'in son savaşı yalnızca Avrupa kıtasındaki birlikte yaşama kurallarını değiştirmekle kalmadı; aynı zamanda küresel düzeni de değiştirdi. Dış politikanın kapsamlı bir şekilde yeniden militarizasyonunu tetikleyen savaş, görünüşe göre bizi yirminci yüzyılın derinliklerinde, fetih savaşlarının büyük güçlerin alet çantasının temelini oluşturduğu bir zamana geri döndürdü. 

26.01.2024 14:24

Bir süredir kendimi toparlayamıyorum, zamanın ruhunu maneviyatını kaybetmiş gibiyim, çevremden gördüğüm tutumlar genellikle suçlayıcı olunca insanın pek de halinden anlayanın olmadığını gösteriyor. Hayatımızın belli evrelerin de çıkmaz sokaklara girip oradan bir kaçış bulmak için çabalamakla geçse de bazı yaşanmışlıkların değerini kaybetmiş gibiyiz. Fakat ‘’Yıldızların’’ bize karanlıkta yol göstereceğine güvenebiliriz. Şimdi sahilde güzel bir yürüyüş yapın ve bir kafeye oturup yazımı okuyun değerli okuyucular. Genellikle dış politika hakkında araştırmalar yapıp röportajla birleştirip makalemi yayınlarım, lakin son zamanlar da gözlemlediğim değişen sistemler de geciken ve ihmale uğrayan demokrasiler…Batı demokrasilerinde, liberalizmi ekonomik kazananlar veya sömürgecilik için kendini haklı çıkaran bir ideoloji olarak kayıtsızca reddeden birçok kişi bulunur. Fakat muhafazakârlar, ahlaki ortodoksluklarını tüm topluma dayatmayı açıkça hayal ettikleri için, liberalizmin eleştirmenleri ne istediklerine dikkat etmelidir. Saygıdeğer okurlar, Batı liderliğindeki küresel ekonomik düzen ve siyasi konjonktür kötü bir 2023 geçirdi. Şaşırtıcı bir şekilde, birincil neden, bazılarının tahmin ettiği gibi Çin liderliğindeki alternatif bir düzenin ortaya çıkması değildi. Bunun yerine, etkinliği ve meşruiyeti hakkında dünya çapında daha fazla şüpheye yol açan içsel stresler oluşturan küresel bozukluğa sebebiyet veren Amerika Birleşik Devletleri’ydi. Ancak, Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinin bu yılın en önemli etkinliği olacağı neredeyse kesin olsa da diğer birçok kilit ülke de bu yıl yeni liderler seçecek. Sonuçlar, özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde, savaş ve barış, iklim eylemi ve muhtemelen demokrasinin geleceği için derin sonuçlar doğuracaktır. Sistemsel açıdan baktığımız zamanda, Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinin 2024'ün en önemli olayı olacağı neredeyse kesin. Elbette, Amerika'nın gücü ve etkisi göz önüne alındığında ABD seçimleri her zaman sonuç saldır. Ancak bu seçimi temelde farklı kılan şey, büyük parti adayları arasındaki farklılıkların benzerliklerinden çok daha ağır bastığı bir seçim olması muhtemel olmasıdır. Başkan Joe Biden ve eski Başkan Donald Trump'ın kendi partilerinin adaylığını kazandığını varsayarsak, kimin kazanacağı hem ABD hem de dünya için çok önemli olacak. Ortada ciddi anlamda Dünya siyasetinde aklını yitirmiş bir Amerika var.2024 seçimleri aslında ABD için dış politik siyasetten bir kaçış seçimi değil, enkaz siyasetini devralma dönemi olarak adlandırabiliriz. Rusya ve Ukrayna ile İsrail ve Hamas arasındaki savaşlar, bazı şaşırtıcı yeni sistemsel küresel gerçekleri keskinleştirdi. Çin ve Rusya'nın dostluğu derinleşti. İran ve Kuzey Kore'nin bölgesel sorun çıkaranlar ve silah ihracatçıları olarak profilleri artıyor. Dünyanın büyük güçleri, küresel Güney'de nüfuz için rekabet ediyor. Ve Amerika Birleşik Devletleri'nde, Cumhuriyetçi Parti içinde milliyetçilik ve enternasyonalizm arasında uzun süredir kaynayan bir çatışma kaynamaya başladı. Dwight Eisenhower'ın partinin cumhurbaşkanlığı adaylığını güvence altına almak için tecritçi rakiplerini mağlup ettiği 1952'den bu yana Cumhuriyetçi dış politika için en önemli seçim süreci diyebiliriz. Eisenhower, ABD'nin küresel meselelerdeki aktif rolünü Cumhuriyetçiliğin merkezi bir ilkesi haline getirmişti. Daha sonraki yıllarda, Başkan Ronald Reagan'ın kaslı enternasyonalizmi, serbest ticareti savunması ve göçün erdemlerine olan inancı etrafında bir fikir birliği oluşturdu. Fakat, ABD son on yılın büyük bir bölümünde, bu ilkeler yerini küreselleşmeyi eleştiren ve dünyadan geri çekilme eğiliminde olan “Önce Amerika” popülizmine bırakıyor. 

11.01.2024 15:55

Geçmişe gidiyoruz değerli okurlar, 13 Eylül 1993'te Yaser Arafat, basın mensuplarının huzurunda İsrail Başbakanı İzak Rabin ve Dışişleri Bakanı Şimon Peres ile Beyaz Saray'da Oslo Anlaşması'nı imzalamıştı. Anlaşma sırasında hali hazır bulunanlar arasında Mahmud Abbas da vardı. O gün Arap dünyası, Filistin devriminin babası ve kurucusuna itimat etti. Oslo Anlaşması, Filistinlilere bir miktar toprak ve statü verdi fakat geri kalan her şey askıya alındı: Devlet, dönüş, Kudüs, sınırlar vs. şimdi karşılaşacağımız manzara bundan daha kötü olacak. Yair Lapid devreye girecek ve ikinci yüzlerini sergileyecekler. Yasaların Ruhu Filistin’de öldü.


İlk kez Alman filozof Immanuel Kant tarafından ortaya atıldı ve dış politikada bir parça ahlakın devamlı barışa yol açacağı iddia edilmişti. Açıkçası Kant bu yaşananları ve bu dönemi görse soykırımı her anlamıyla incelerdi. Ve intihar ederdi. 2.dünya savaşında Hitler Yahudilere ne yaptıysa, şimdi İsrail aynısını Filistinli masumlara, çocuklara yapıyor. İsrail, güvenli bölge ilan ettiği Gazze’nin güneyindeki Refah, Han Yunus mülteci kamplarını vuruyor. Onlarca ölü var. Toplam ölü sayısı 10.328’e yükselmiş durumda, Birleşmiş Milletler, 7 Ekim'den bu yana Gazze'ye hayat kurtarıcı hiçbir yakıtın girmesine izin verilmediğini, temel hizmetlerin bir bir kapandığını, tükenme noktasına ulaştığını açıklıyor.BM Genel Sekreteri Guterres, “Devasa boyutlarda bir trajedi yaşanıyor.” ifadesini kullanıyor. Dünya iki yüzlülüğü oynuyor. Lakin hala olumlu bir adım atılmıyor. Şiddetin faydasızlığı kapımızı çalıyor saygıdeğer okurlar;Ortadoğu'da katliamın yeniden başlamasıyla birlikte, Araplar ve İsrailliler politikalarının ve eylemlerinin neler başarabileceği konusunda dikkatlice düşünmelidirler. İsrail-Filistin bağlamında, savaşların, kendine zarar veren bir intikam arzusunu tatmin etmenin ötesinde, çok az şey başarma konusunda uzun bir geçmişi vardır. Ama bu sefer ki insanlık suçunun ötesine geçmiş bir soykırımdır. İsrail’in acımasız askeri tepkisi, Ortadoğu'da görünüşte bitmeyen bir şiddet döngüsünü bir kez daha canlandırdı. Mesele şu ki, döngüyü kırmak için ciddi bir çaba gösterilmiyor ve İsrail-Filistin ihtilafını nihayet çözme olasılığı her zamankinden daha uzak görünüyor.

Filistin halkı bir soykırımla karşı karşıya kaldıkça, Siyonist İsrail’in ayrım gözetmeksizin onları öldürmesi, yerlerinden etmesi ve kasabalarını ve şehirlerini yok etmesiyle Arap devletleri sert ve anlamlı bir şekilde hareket etmeliydi. Filistin Yönetimi de dahil olmak üzere Arap dünyasının İsrail devletiyle diplomatik ve ekonomik bağlarını kesin olarak koparma zamanı gelmiştir. İsrail’in piyonları olan Arap devletlerinin ilişkileri bir bir açığa çıkmalıdır. Totaliter rejimler, yönettikleri insanlarla organik bir bağın değil, korkuya dayalı bir bağın tadını çıkarırlar. İktidar rejiminin meşruiyeti uzun süreler boyunca zorla sürdürülebilse de oldukça verimsiz ve istikrarsız bir meşruiyet biçimidir. Bu rejimlerin halklarıyla organik bir bağ kurmasının en hızlı yolu, İsrail ve ABD'ye karşı duran somut eylemlerde bulunmak olacaktır. Gerçekten de Filistin mücadelesi bu devletlere kitlelerle organik bir meşruiyet sunabilir. Ancak o zaman gerçekten özgür ve egemen olabilirler.

Daha önce İsrail'in Gazze'ye yönelik güvenlik politikalarına yön veren caydırıcılık modeli yıllar içinde şekillenmiştir. İsrail 2005'te Gazze'den ayrıldıktan ve Hamas 2007'de strip'in kontrolünü zorla ele geçirdikten sonra, İsrail hükümeti istihbaratın erken uyarılarına, güçlü sınır savunmalarına ve daha fazla saldırganlığı caydırmak için ara sıra güç kullanımına dayanarak Hamas ve Filistin İslami Cihadı'nı (PIJ) kontrol altına almaya çalıştı. Oldukça sık, daha büyük askeri çatışmalara tırmanan alevlenmeler ortaya çıkacaktı, olduğu gibi 2006, 2008, 2012, 2014, 2021, 2022, ve Mayıs 2023. Bu operasyonların her birinde, Hamas'ın daha büyük savaş başlıklarına sahip daha uzun menzilli roketler ve hava ve deniz tehditleri oluşturabilecek insansız hava araçları da dahil olmak üzere daha güçlü ve daha iyi silahlar edindiği anlaşıldı. Fakat bunların tek bir amacı ve prensibi vardı. Yayılmacı politika böyle ofansif saldırıda devreye girecekti. Eskiden bir THİN-TANK kuruluşunda görev alırken, değer verdiğim bir hocam bana şöyle demişti: Herşeyi yazmak istiyorsun veya hissettiklerini bir alana sığdırmak istiyorsun. Zamanla kısa ve açıklayıcı olabilirsin demişti. Olaylara tabi ki insani boyutları korkunç durumda fakat başka açıdan ele alırsak değişik süreçleride hep birlikte görmüş olacağız... Yaşanan gelişmeler karşısında uluslararası aktörlerin pozisyonları da dikkat çekmektedir. Kamuoylarının tüm tepkisine rağmen İngiltere, Almanya ve Fransa gibi Batılı hükûmetler İsrail’in saldırılarına yönelik tam destek açıklamaları yapmaktadır. Bu durum bu ülkelere ve İsrail’e karşı Arap kamuoyunda var olan olumsuz algıları güçlendirmektedir. Dolayısıyla İsrail için kısa vadede olumlu gözüken bu destek orta ve uzun vadede İsrail’in varlığının Arap kamuoylarında daha fazla sorgulanmasına neden olmaktadır. Bu durum Arap dünyasındaki tepkilerde de kendisini göstermektedir. Ürdün ve Fas gibi ülkelerde geniş katılımlı Filistin’e destek gösterileri yapılırken bu durum Arap yönetimleri üzerinde İsrail’e karşı politikalar yürütülmesi anlamında baskı oluşturmaktadır. Bu baskının da etkisiyle Suudi Arabistan, İsrail ile devam eden normalleşme sürecinde sorunlar yaşayabilecektir. Yazımın başında geçmişe bir yolculuk yapacağımızı yazmıştım. Görsel hafızanız Beyaz Sarayın bahçesinde Clinton, Arafat ve Izak Rabin’i veri olarak anımsatmıştır. 


11.11.2023 17:08

Müzikal prodüksiyonların esas kısımlarından olan sahne dekorları, dinleyici kitlesini görüp dinlemek üzere oldukları şeylere hazırlamak için gerekli kaos ortamını oluştururlar. Benzeri şekilde, ABD’nin Orta Doğu’daki politik draması da medyanın yansıttığı bir kültürel fona karşı oynanmaktadır. Sistemin kısıtları içerisinde faaliyet gösteren çıkar grupları egemen kültürel ortamı manipüle ederler. Nasıl bir opera temsilinde rol alan tüm sanatçıların, bir arada uyum içerisinde çalışması gerekirse çıkar grupları da dış politikayı belirleyen muhtelif yetkililer arasında bir köprü vazifesi görür. Salı günü düzenlediği basın toplantısında konuşan Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü John Kirby, İsrail'in Gazze'deki savaşında şu ana kadar 4.000'i çocuk olmak üzere 10.000'den fazla Filistinlinin ölümüne neden olduğunda ABD'nin hâlâ kırmızı çizgilerinin olmadığını söyledi. ’Kendisini yerle bir edecek yöntemleri en ölümcül düşmanlarına bizzat kendi eliyle vermiş olmak, demokrasiye dair en büyük komikliklerden biri olarak hafızlara kazınır demiş Joseph Goebbels,

Özel çıkar grupları Beyaz Saray üzerinde direkt baskı kurmak için birçok değişik sistemsel teknikler kullanırlar. Birçok farklı Think-Tank yani düşünce kuruluşları, farklı birey ve gruptan oluşan ulusal kuruluşlar ise ABD’nin Orta Doğu politikalarını etkilemeye çalışmaktadırlar. Çok sayıda Yahudi Amerikan kuruluşu, siyasi ve sosyal sahalarda yıllardır son derece etkin bir rol oynamaktadırlar. 

Bu kuruluşlar Beyaz Saray’ı ve siyasetçileri yoğun faaliyet ve programları hakkında sürekli olarak bilgilendirmede bulunurlar. İsrail Terör Devleti’nin yaptığı soykırımı görüyoruz. Artık yazdıklarımızın da bu konu hakkında çok önem atfetmediğini düşünüyorum. Sürekli dezenformasyona uğramış haberlerle, bölgedeki katliamı takip ediyoruz. 

Fakat, ABD’nin bazı kuruluşları belli bir takım hareketlenme görüş sunma bölgenin hakimiymiş gibi harita düzenleme işlerine girişmiş durumdalar. Çok keskin konuşmayı veya iddialı cümleler kurmayı tabiat olarak sevmem fakat ABD’nin bu yaptığı soykırımın planlayıcısı ve tetikleyicisi konumuna koyacak. Şimdi bu grupları biraz tanıyalım saygıdeğer okurlar; İftira ve İnkarla Mücadele Birliği (the Anti-Defamati on League, ADL), Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi (American Israel Public Affairs Committee, AIPAC), ulusal Yahudi kuruluşlarının yöneticileri, Amerikalı politika belirleyicilerin destek ve dikkatini sağlamak için hummalı bir şekilde çalışan Siyonist destekçisi grupların en faal ve bölgede akademisyenleri bulunan ve görünür olanlarıdır. 

Biz bir temenni içerisinde bir hevesle ümit ederek artık bu soykırımın duracağını düşünüyoruz ve dua ediyoruz. ABD, İsrail’e bu kadar rahat alan açmasa bu durumlar yaşanmayabilirdi. Bu yaşanan katliamın arkasında düşünce kuruluşlarında yönetimlere yön veren akademisyenleri, planlayıcıları iyi tanımalıyız. Joe Biden’ın yerli baskı gruplarıyla görüşmeleri, onların faaliyetleri hakkında bilgi sağlamaları ve yayınlarını izlemeleri takip etmeleri için düzenli olarak irtibat görevlileri atarlar. Kuruluşlar ulusal toplantılar düzenlediklerinde veya siyasi uluslararası öneme sahip olduğu düşünülen yayınlar yaptıklarında bu görevliler bu belgeleri özenle iletirler. Sistemsel büyüklükleri, etkin bir şekilde örgütlenmeleri ve Beyaz Saray personeli ile kişisel temasları sayesinde Yahudi Amerikan grupları ve İsrail taraftarı lobiciler ABD Başkanı dahil yüksek askeri görevlilere bile çok rahat bir şekilde isteklerini yerine getirtebilirler. Siyonist sistemde yüksek mevki çok önemlidir. Neden mi? Yıldıray Oğur gibi uzun bir açıklama yapayım o zaman saygıdeğer okurlar; Siyonist lobiciler dünyanın her yerinde merkez medyaya kolayca erişebilmek için aynı zamanda İsrailli liderler ile tanışıklık ve dostluklarını da kullanmaktadırlar. İsrail’deki temasları, kilit önemdeki devlet dairelerinde danışman pozisyonunda görev yapanlar oluşturur. ABD ile Siyonist İsrail arasındaki bu mükemmel ilişki, eski Dışişleri Bakanlığı müsteşarı ve ünlü bir diplomat olan George Ball tarafından ‘’Tutkulu Bağlılık’’ olarak nitelendirilir. İsrail yayılmacı istila modelini her ABD Başkanı döneminde gerek diplomasi gerekse de soykırım yaparak gerçekleştirmiştir. Tabi ki Arap Devletlerinin şu basiretsizliğini de anlamak mümkün değildir. Edward Said 2001 yılında yapılan bir röportajında şunları belirtmişti: İsrail elli yıldan fazla bir süre önce kurulduğundan beri yani ABD’deki İsrailliler ve onların destekçileri propagandaya görülmemiş miktarlarda çaba ve para yatırmışlardır. Buna karşılık tek bir Arap rejimi, hatta FKÖ yani Filistin Kurtuluş Örgütü bile kendi bölgelerinde medya ve propagandanın sahip olduğu gücü idrak edememişlerdir. Bu da aslında kendini ciddi addeden her Arap lider ve entelektüeli için cürüm derecesinde bir sorumsuzluktur. ABD’nin siyasi eylem komiteleri yani (Political Action Committee, PAC) en etkili finansmana sahip olanlardır.PAC’ler, İsrail, Siyonizm ve Yahudiler ile görünürde bir alakası olmayan isimler taşımaktadır. 


08.11.2023 17:17

David Ben- Gurion, İngiliz Yüksek Komiseri Sir Harold Mac Michael’a 1939 tarihli Beyaz Rapor, Yahudi halkına tarihinin en trajik zamanında indirilmiş zalimce ve yersiz bir darbedir, diye doyumsuz bir domuz gibi şikâyette bulunuyordu. Fakat Yişuv ve Siyonist hareket yerinde duramaz planlarına, göre hareket halinde olmalılardı. Ben -Gurion 12 Eylül 1939’da akıllara kalacak bir Siyonist planını açığa çıkarmıştı. Tarihin tozlu sayfaları cümlesi belki bir klişe gibi gelse de kaleme aldığım bu yazı bu cümleyi bize biraz sorgulatıyor saygıdeğer okurlar...

Ben-Gurion 12 Eylül 1939’da Siyonist dostlarına orduyu beyaz rapor yokmuş gibi desteklemeli ve savaş yokmuş gibi Beyaz Rapor ile savaşmalıyız. Savaş devam ederken herkesi etkileyecek akıllıca ve zamanı bakımından önemli bir stratejiydi. Fakat o dönem bu stratejiyi yerine getirmek zordu. Haganah üç yıllık karmaşa sürecinde gücünü ve askeri uzmanlığını artırmıştı, ama Yişuv, tüm manasıyla İngiliz ordusuna bağlıydı. İngilizler çekildikten sonra neler olabileceğini düşünen Siyonistler, bu plana ileride de sadık kalmalıydılar. Ve bugün için bu planı tozlu sayfalarından çıkarıp, dinî menkıbelerle propagandalarını yapıyorlar. Diplomatik süreci Blinken yönetiyor. Eller Havaya Blinken!



 

Öyle kanlı bir senaryonun izleyicileri ve takip edenleriyiz ki tarih bu yaptığınız soykırımı unutmayacak...

ABD’nin Soykırımcı Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Senatoda İsrail ve Ukrayna'ya yardımları da kapsayan 106 milyar dolarlık yardım paketi talebi için yapılan toplantıda, İsrail'in Gazze saldırıları nedeniyle protesto edildi. Beter olsun! En başından beri, bu katliamın hem lojistik destekçisi hem de masada fikir babası oldu. Elleri kanlı Blinken tarih seni unutmayacak… Bazı Müslüman ve Arap Amerikalı gruplar, Gazze'de ateşkes sağlamak için acil adımlar atmadığı sürece Başkan Joe Biden ‘ın 2024'te yeniden seçilmesine yönelik bağışları ve oyları kesmekle tehdit ediyor. Fakat Biden farklı bir lobinin desteğiyle tüm güçlerini seferber ediyor. Dünya artık hukuk güvencesini yitirmiş bir yeni düzene doğru emin adımlarla gidiyor. Bir yandan da FBI Direktörü Christopher Wray salı günü düzenlenen kongre oturumunda yaptığı açıklamada, Hamas'ın İsrail'e yönelik saldırısının, yaklaşık on yıl önce IŞİD'in yükselişinden bu yana ABD'ye yönelik en önemli terör tehdidine ilham vereceğini söyledi. Ne garip dimi bu demokrasi senaryosu ABD gibi miladını doldurdu. Fakat bu yaptıkları aslında aşırı sağcı ABD’li grupları birtakım faaliyetlere itecektir.


01.11.2023 16:20

Şancılar ses aralıklarına göre değişik gruplara ayrılırlar. Sopranolar, tenorlar, baritonlar gibi. Benzeri şekilde Arap taraftarı lobiler ve kuruşlar da birkaç sınıfa ayrılırlar. Fakat; Arap ülkeleri İsrail kadar lobisel ve propaganda faaliyetlerinde daha etkilidirler. Aslında baktığımızda, siyasi propaganda kendisini arzu edilen politik ideallerin gerçekleştirilmesi olarak gösterir. Yani saygıdeğer okurlar bir demokraside demagojik türden propaganda karakteristik olarak demokratik ideallerin gerçekleştirilmesi kisvesi altında genellikle karşımıza çıkmaktadır. Arap hükümetlerin kaderimidir bilinmez, lakin Washington’da İsrail lobisi kadar etkili değildirler. Arap hükümetleri ABD’nin iç dinamiklerini genellikle anlaşılmaz olarak yorumlanır. Filistin Kurtuluş Örgütü de Washington ve New York’ta tam zamanlı bir temsilciye sahiptirler. Fakat örgüt tanıtım kampanyalarını veya sunumlarını ABD halkına veya AB ülkelerine tam manasıyla olumlu bir şekilde aktaramamışlardır, maalesef başarısız olmuşlardır. Fakat soykırımcı İsrail bunun tam tersine sistemin içine entegre olup. Kuruluşlara lobilere finansal yardımlarda bulunmuşlardır. Bunu şöyle yorumlayabiliriz. İsrail’in düşmanını tanımaya yönelik yatırımları semeresini vermiş. Arapların davaları da buna orantılı olarak zarar görmüştür. Edward Said bir keresinde bir röportajında şunları aktarmıştır…

‘’İsrail elli yıldan fazla bir süre önce kurulduğundan beri, ülkedeki İsrailliler ve onların destekçileri propagandaya eşi görülmemiş miktarlarda yardımlarda bulunmuşlardır. Açıkçası bu da bence kendini ciddi addeden her Arap lider ve entelektüeli için cürüm derecesinde bir sorumsuzluktan ibarettir’’..


Operalar, çok sayıda ve birbirinden görünüşte farklı unsurların uyumlu bir bileşimidir. Partisyon, libretto, şancılar, dekorlar, orkestra, şef, sahne yönetmenleri, tanıtım, bilet satışları provalar birbirini izler. Benzeri şekilde ABD dış politikasında, aralarında Başkan, Dışişleri Bakanlığı, Pentagon, CIA, Kongre ve Ulusal Güvenlik Konseyinin bulunduğu bir dizi devlet kurumu arasındaki karmaşık etkileşimden ortaya çıkmaktadır. Fakat her ne kadar Kongre dış yardımlar ve silah yardımları gibi kilit alanlarda çok büyük bir güce sahip olsa da Başkanlar ve danışmanları artık dış politikayı yalnızca kendilerine has bir alan olarak görmeye başlamışlardır. Aynı zamanda kimlerin karar alma sürecine katılabileceğini belirleyen de büyük oranda onlardır. Kısacası, dış politikayı şekillendiren genellikle tepeden aşağı bir tarzda hareket eden küçük kuralsız bir elit grubudur. Bu saatten sonra saygı değer okurlar kayıt dışı haberlere hazırlıklı olun, neden mi böyle dedim. Artık bazı şeylerin bilgi notların haricinde ortaya dökülmesi lazım…Başkan Ford 1970’lerde, Mısır ile Enver Sedat’ı Amerikan yörüngesine çekmek için yürüttüğü müzakerelerin ortasındayken UGK ile bir toplantısı sırasında bu meseleyi doğrudan ele almıştır. 



Bu yazıyı neden yazıyorum. Şu an gerçekleşen soykırım ABD’nin lobilerinin direktifi ve askeri planlaması sonucu gerçekleşmektedir. Ortadoğu’ya yönelik Amerikan dış politikası ve içerideki lobilerin önemiyle ilgili önemli noktalara ışık tutmaktadır. Yahudi lobisi ve ABD dış politikası birbirinin aynasıdır. Yahudi lobisi ’nin ABD dış politikası üzerindeki gücü ve etkisi, 1967’den itibaren çok artmıştır. Son yıllarda Amerikalı yazarlar bile Yahudi lobi ’sinin ABD’deki faaliyetlerinden duydukları rahatsızlığı yüksek sesle dile getirmeye başlamıştır. İsrail ve ABD ilişkilerinin günümüzdeki yakınlığına bakıldığında, iki ülke çıkarlarının ne denli iç içe olduğu ve ilginç bir şekilde son 60 yılda kurulan İsrail ve ABD dostluğunun diğer devletler tarafından kurulamadığını görürüz. Yahudi lobisi sarmalında gelişen İsrail ve ABD dostluğu Ortadoğu ve dünyayı etkilemektedir. Bu sarmal özellikle Avrupa, Asya, Orta Doğu gibi bölge halklarının ve en çok da Amerikan halkının tepkisine yol açmaya başlamıştır. Yeni Dünya Düzeni politikasının özellikle Orta Doğu’yu demokratik bir topluluk haline getirmeyi amaçlamasının sonuçlarına bakıldığı zaman yüzbinlerce insanın ölmesine, yaralanmasına, milyonlarca insanın mülteci durumuna düşmesine Filistin, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen ve Libya’da ayaklanmalara, bölgesel istikrarsızlığa, Dünya petrol fiyatlarında değişkenliğe sebebiyet vermiştir. ABD’nin Orta Doğu politikasının temelini İsrail oluşturur. Hiç kuşkusuz ABD politikalarına ciddi anlamda yön veren en önemli faktör Siyonizm’dir. ABD’nin iki önemli partisinden birisi olan Cumhuriyetçi Parti, her seçimde ‘dini sağdan oy almak için İsrail’i kullanmaktadır.


23.10.2023 10:58

Gazze’deki insanlık trajedisi yeni değil, 7 Ekim’le de başlamadı. Öncesi de acı ve karanlık. Araştırmalar yapsak yetkililerle görüşsek sayfalarca yazı yazsak İsrail’in bu soykırımını açıklayamayız. İsrail'in Gazze'nin kuzeyinden 1,1 milyon insanı tahliye emri, Filistinlilerin 1948 Nakba'sını anımsatan kitlesel bir şekilde sınır dışı edilme korkusunu tetikledi. Bazı İsrailli yetkililer Gazze Şeridi'nin bir kısmının veya tamamının yeniden işgal edilmesini savunuyor fakat böyle bir hareket yalnızca şiddetin kısır döngüsünü sürdürecektir. İsrail'in Gazze'de 3000 kişi hayatını kaybettiği ve yüz binlerce kişinin evinden yurdundan edildiği Hamas saldırısının karşılığı olarak verdiği askeri tepki, her Filistinlinin en kötü kabusunu tekrar geri döndürdü. Bu yapılan saldırı artık planlı bir katliam olmanın haricinde soykırımdır. Gazze Şeridi uzun zamandır İsrail tarafında bir diken olmuştur. 1992'de dönemin çapsız İsrail Başkanı bir gün uyanıp Gazze'nin denize battığını görebilseydim der…Bir yıl sonra ise İzak Rabin ve merhum FKÖ başkanı Yaser Arafat, Oslo Anlaşmalarını imzaladıktan sonra Beyaz Saray'ın Gül Bahçesinde anlaşmışlardı. Fakat en son yaşanılan İsrail terörizmi gül bahçesinde son bulmamalı. Tekrarlıyorum bu bir Hibrit soykırımdır. İsrail, Hamas’ ın bu saldırısından haberi vardı. Sesini çıkartmadı. Planlı ve propagandalı bir Ortadoğu kabusunun içerisindeyiz. Bu arada İzak Rabin aşırı sağcı bir Yahudi tarafından öldürüldü.


İsrail'in Filistinli sivillere Gazze'nin kuzeyini boşaltmaları yönündeki uyarısına dünya çapındaki liderler şiddetle itiraz ediyor. ABD’nin kifayetsiz Başkanı Biden İsrail’in Gazze'yi kapsamlı bir şekilde işgal etmesinin büyük bir hata olacağını söylüyor. Ancak soluğu terörist Bibi’nin yanında alıyor. İsrail'in Gazze'deki askeri tepkisiyle elleri dolu, İran muhtemelen ABD ile olası bir çatışmayı önlemek istiyor ve Washington, petrol piyasalarını bozacak, aşırıcılığı körükleyecek ve Ukrayna'daki savaştan dikkat çekecek istikrarsızlaştırıcı bir bölgesel çatışmayla ilgilenmiyor. İran'ın en önemli bölgesel müttefiki Hizbullah, İsrail'le yeni bir savaşın ülkenin siyasi ve ekonomik krizlerini derinleştirebileceği Lübnan'da kendi zorluklarıyla karşı karşıya kalacak. Birtakım dengelerin net bir şekilde bozulacağı kesindir değerli okurlar. 

"Tek bir çözüm var, o da özgür Filistin! “.. 



Siyonizm’in kuklası ABD'de bile korku tabuları yıkılmış durumda. ABD'nin California eyaletinin San Francisco kentinde ABD'nin İsrail yardımlarını durdurma çağrısında bulunmak ve İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarını protesto etmek için gösteri düzenleniyor. San Francisco federal binası önünde gerçekleşen gösteride, bazı göstericiler kendini binanın dışına zincirliyor. Paris’te binlerce kişi polis müdahalesi ve yağmura rağmen yürüyüşlerine eylemlerine devam ettiler. Londra’da binlerce kişi sokağa çıktı. Tek bir söylem vardı. “Tek bir çözüm var, o da özgür Filistin! “.. Zaten dünyada İsrail'in katliamlarını desteklemeyenlere karşı hemen sosyal, kültürel ve ekonomik mekanizmaları devreye giriyor. Medya, akademi, spor ve sanat âlemindeki tanınmış simaların Filistin'e yönelik en küçük destekleri Siyonistler tarafından cezalandırılıyor. Yazarların kitapları basılmıyor, sporcuların sözleşmeleri iptal ediliyor, akademisyenler üniversitelerden ihraç ediliyor. Siyonistler sistematik soykırımlarına dünyanın da arka çıkmasını veya susmasını istiyor. Gazze'deki katliamlar sayesinde insanlar Siyonistlerin nasıl bir zihniyete sahip olduğunu yakından görme fırsatı buluyoruz. Son bir haftada İsrail Filistin meselesinde küresel kamuoyunda daha önce hiç görülmemiş bir bilinç yükselmesi yaşanıyor. Gazze’deki dram ilk defa bu kadar göz önüne çıkmış durumda. Dünyanın her yerinde, sokaklarda, medyada, ulusal meclislerde ilk kez “Filistinlilere yapılan soykırımı” açıkça dillendiren insanlar var. Netanyahu-Biden ikilisi ve onların destekçileri yerden yere vuruluyor. Moral üstünlük net bir biçimde Filistinlilerin eline geçmiş durumda. ABD-İsrail ekseni meseleyi İslami direniş çerçevesine sokarak Batı desteğinden mahrum bırakmaya çalışacaktır. Oysa yaşanan durum insani ve ahlakidir…


23.10.2023 10:46

Genellikle yazılarıma kısa bir hikayeyle başlayıp, gündemdeki konuyla entegre edip yayınlıyorum. Lakin öyle bir insani durumla karşı karşıyayız ki kelimler anlamlarını yitiriyor. Analizler çözümsüz, diplomasi etkisiz kalıyor. Dünya üzerindeki İsrail lobisinin etkisine dair üretilen komplo teorileriyle birçok yazar akademisyen dalga geçmiştir. Sadece bir haftada bile ne denli güçlü bir lobiye sahip olduklarını gösterdiler. Amerikan başkanı dahil tüm Avrupa’yı peşlerine dizip, soykırım yapıyorlar. Bu durum karşısında yazacak kelime bulamıyorum. İsrail’in bir an önce mazlumlara olan zalimliğinin son bulması için dua ediyorum.7 Ekim Cumartesi sabahı, Filistinli grup Hamas, İsrail’e eşi benzeri görülmemiş sürpriz bir saldırı gerçekleştirdi. Fakat istihbarat sistemiyle övünen dizilere, filmlere konu olan MOSSAD hiçbir şeyden habersiz bir şekilde bu saldırıya yakalandı. Binlerce roket atıldı. Ve İsrail’in Aşkelon şehrine sızılıp sayısı net olmayan birçok rehine alındı. Tabi ki Hamas’ın bu yaptığını savunacak değiliz. Fakat İsrail’in insan hakları konusundaki tutumunun ne kadar gaddar olduğunu biliyoruz. Bu saldırı İsrail istihbaratının bir sistem hatası olarak kabul etmeyi, reddediyorum. Böyle bir saldırıyı kimse hayal bile etmiyordu. 


Çünkü; İsrail’in katı bir şekilde cevap vereceğini biliyorlardı. Hamas’ın bu saldırıyı mühimmatı destek almadan gerçekleştirmesi imkânsız fakat oldu bu saldırıyı tahmin etmeyen kibirli İsrail İstihbaratı kendine üzülsün işlevselliğini kaybetmiş olacak ki Birim 8200 bile haber veremedi.IDF yetersiz kaldı. Orduya yeni katılan İsrailli askerlerin korkuları gözlerinden okunuyordu. Bu konular hakkında kendimizce sadece spekülasyon yapabiliyoruz. İsrail 2008 yılında Gazze’den çekilmişti. İsrail’de yaşayan birçok vatandaş istemiyor bunu aşırı sağcıları hariç tabii ki Netenyahu ise tamamen kendine yapılan eleştirileri unutmuş, kendisini zafere ulaşan bir komutan gibi öne çıkarmak istiyor. 

Bugün yaşanılan İsrail-Filistin savaşı Uluslararası hukuki boyutunu iki farklı platformda değerlendirmek daha mantıklı olacak. İlki, barınmanın temel insan hakkı olması nedeniyle konuya temas eden 1948 tarihli BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesidir. İkinci konu ev yıkımlarının uygulandığı toprak parçalarının İsrail’in işgali altında olması nedeniyle, bu gibi bölgelerde geçerli olan 1949 tarihli Harp Zamanında Sivillerin Korunmasına İlişkin Cenevre Sözleşmesi.İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 17. maddesine göre, herkesin mülkiyet hakkı vardır ve bu hak istisnaidir unutmamalıyız.


İnsan haklarını düzenleyen ve diğer tali metinlere ilham kaynağı olan bu temel beyannameye göre, İsrail’in uygulamış olduğu ev yıkma cezası hukuksuz ve orantısızdır. Temel insan hakkı olan barınma ve ikamet hakkı yok sayılıyor, ev yıkma cezası gibi toptan cezalandırıcı bir yöntem uygulanarak suçsuz kişiler, sırf suç işleyen kişilerin akrabası oldukları için mağdur ediliyor. Cenevre Sözleşmesi’nin 33. maddesi de suç işleyen kişiler ile bu kişilerin mallarına misilleme yapılmasını ve işlenen suçtan ötürü kolektif ceza verilmesini yasaklıyor.

İsrail’in kendi iç hukuku üzerine bina ettiği ve şiddet eylemlerine karıştığı tespit edilen ya da şüphelenilen Filistinlilere, yargılandıkları mahkemelerce verilen adli cezalara ilave olarak idari bir yaptırım niteliğinde olan ev yıkma cezasının uygulanmasının uluslararası hukukta bir karşılığı bulunmuyor. Fakat diğer konularda olduğu gibi, bu konuda da uluslararası hukuku ve uluslararası kurumların kararlarını tanımıyor. Cuma günü erken saatlerde İsrail ordusu, Gazze'deki 2,3 milyon insanın neredeyse yarısına kapsamlı tahliye emirleri verdi ve 1,1 milyon Filistinliye derhal güneye kaçmalarını söyledi.

Bu, özel operasyonlara dayanmak yerine doğrudan bir çatışmaya dönüşürse, Gazze'nin sınırları fiilen değişebilir... BM genel sekreteri sözcüsü Stephane Dujarric gazetecilere verdiği demeçte, Gazze'de çalışan BM yetkililerine İsrail ordusu tarafından Wadi Gazze'nin kuzeyindeki tüm Gazze nüfusunun önümüzdeki 24 saat içinde güney Gazze'ye taşınmasını söyledi. Aciziyetin böylesine de pes diyorum. Birleşmiş Milletler tarafından yapılan Taksim Planı ile artık bu topraklarda bir devlet kurulabilecek, hatta bu topraklardan Araplar kovulacaktır dönemlerden başlayan homojen bir Yahudi devleti kurma ve Arapları bu topraklardan çıkarma çabası şiddetini her geçen gün arttırarak günümüze kadar gelmiştir. Kadın, çocuk, yaşlı genç demeden insanlar dünyanın gözü önünde katledilmekte uluslararası hukuk ayaklar altına alınmaktadır. Uluslararası İnsancıl Hukuk bir diğer adıyla Savaş Hukuku Uluslararası Hukukun da bir dalıdır. Uluslararası antlaşmalarla düzenlendiği gibi teammüller de bu hukukun kaynakları arasında yer almaktadır. Askeri bir zaruretin olması, insani davranış kurallarına riayet edilmesi ve mertlik bunların en önemli konu başlıklarıdır. Mertlik aslında hainliğin zıddı, haince davranışlara ve yollara başvurulmaması demek. Her ne kadar Filistin topraklarında mertlik hiçe sayılsa da uluslararası savaş hukuku teammülleri bunu gerektiriyor. Demokrasi havarileri nerede? Lobiciler kazanırken masum çocuklar ölüyor. Daha ne kadar sessiz kalınacak…


14.10.2023 16:44

1972 Sonbaharının sonunda şiddetli bir fırtına Akdeniz sahillerini kırbaç gibi çarpıyor, yüksek ve aşılmaz dalgalar Gazze kıyılarını yıpratıyordu. Arap denizciler, tedbirli davranarak denize açılmamışlardı. Böyle bir havada denize açılmak akıllıca değildi. Kıyıdaki balıkçıların evsizlerin şaşkın bakışları altında, kabaran dalgaların arasından, köhne bakımsız bir tekne bütün ağırlığıyla ıslak bir kuma oturdu. Kefiyeleriyle darmadağın sırılsıklam olmuş bir grup Filistinli tekneden atlayarak kıyıya doğru çıkmaya çalışıyordu. Suratlarından kıyafetlerinden yorgun oldukları belli oluyordu. Öfkeli dalgaların arasından tam teçhizatlı savaş kıyafetleri içinde İsrail askerlerini taşıyan hücumbot kumsala çıktı. Filistinlilere ateş ederek sığ suya daldılar. Kumsalda olan balıkçılar Filistinlilere doğru koşarak onları güvenli bir noktaya götürdüler. İsrailli askerler kaçan Filistinlilerin ne tuhaftır ki izini kaybetmişlerdir. Aslında bu MOSSAD askerlerinin gerçekleştirdiği gizli bir operasyondu. Lübnanlı kefiye kıyafeti giymiş olan asker saatine baktı ve zamanı geldi dedi. Operasyon başlamıştı üst kademe yöneticilerini hemen öldürdüler. Bu bir operasyondur. Tamamıyla işgal operasyonudur. Tiyatro kuruldu ve infaz gerçekleşecek.


MOSSAD bu tür operasyonları etkili bir şekilde gerçekleştirirdi. Ve yine sızma operasyonuyla FKÖ’nün içine sızmışlardı. Ve operasyonu tamamlamışlardı. Saygıdeğer okurlar MOSSAD bu tür operasyonları etkili bir şekilde koordine olarak zaman zaman gerçekleştirirdi. AKSA TUFANI adı altında HAMAS’ın gerçekleştirdiği saldırı sürpriz bir saldırı olarak medyada yer bulsada MOSSAD’ın inanılmaz kurgusuyla farklı bir hale geldi. Hamas'ın askeri kanadı olan İzzeddin El kassam Tugaylarının 7 Ekim sabahı başlattığı "Aksa Tufanı" saldırısı birçok açıdan incelenmesi gerekir. Filistin'deki herhangi bir siyasi süreci dışlayarak ve cesaretle “Yahudi halkının İsrail Topraklarının her yerinde münhasır ve devredilemez bir hakkı olduğunu” iddia ederek, Başbakan Benjamin Netanyahu'nun fanatik hükümeti kan dökülmesini kaçınılmaz hale getirdi. Fakat bu, İsrail'in HAMAS’a saldırmasını engelleyememesini açıklamıyor. Ortada çok ciddi anlamda bir belirsizlik süreci var. İsrail güçleri ve Knesset tüm gücüyle bölgeyi adeta katliama çevirmek istiyor. Hamas’ın saldırısı bir andan gerçekleşiyor. Havadan bölgeye paraşütlerle çıkarma yapıyorlar. Lakin İsrail sessiz hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi olsa da bu inanılır gibi değil.

Peki şimdi ne olacak?

Bir kara istilasını hayal etmek zor gözüküyor. Bunun yol açabileceği korkunç yıkım ve kayıplar, şu anda Gazze'de bulunan birçok İsrailli rehinenin ek sigorta sağlamasının nedenlerinden biri. Hizbullah'ın kuzeyde Lübnan'dan ek bir cephe açma riski de bir başka. Hizbullah'ın yetenekleri Hamas'ın yeteneklerini gölgede bırakıyor ve İran'ın muhtemelen İsrail'in düşmanlarını desteklediği iki cepheli bir kıyamet savaşı senaryosu istenmektedir. Netanyahu'nun çarpık mantığına göre, Gazze'deki güçlü İslamcı yönetim, Filistin'deki siyasi çözüme karşı nihai argüman olacaktır. Aşırılık yanlılarını ödüllendirerek ve ılımlıları kınayarak Netanyahu, yumuşak solcuların aksine Filistin ihtilafının çözümünü nihayet bulduğuna inanıyordu. İsrail'in dört Arap devletiyle (ve muhtemelen yakında Suudi Arabistan'ı da içerecek) ilişkilerini normalleştiren İbrahim Anlaşmaları, onu ayaklarının altındaki Filistin yanardağını yok etmeyi hedefliyorlar. Fakat Gazze'yi çevreleyen köylerde İsrailli sivillerin acımasızca, barbarca katledilmesinde, Netanyahu'nun kibri, Hamas'ın vahşeti şeklinde düşmanıyla karşılaştı. Mısır ve Suriye'nin Yom Kippur Savaşı olarak bilinen sürpriz saldırılarını başlatmasından elli yıl ve bir gün sonra Hamas, Gazze'nin İsrail sınırlarına baskın düzenledi ve yüzlerce savunmasız sivili katletti. Arkadaşlarının cesetlerinin yanında tecavüze uğrayan genç kadınların sahneleri sosyal ağlarda bir anda yayınlanmaya başladı. Clausewitz'den savaşın siyasi bir amaç bağlamında anlamlı olması gerektiğini dair Hamas’ın şu anki savaşının şu hedefleri var: Filistin ulusal hareketindeki hegemonyasını güvence altına almak, rehineleri takas ederek adamlarını İsrail hapishanelerinden kurtarmak ve Filistin'in durumunun Yahudi devleti ile ilişkilerini normalleştirme telaşı içinde “Arap kardeşler” tarafından terk edilmesini önlemek. Fakat Netanyahu hükümeti için bu, bir sonraki düşmanlık turuna kadar duraklamanın ötesinde hiçbir siyasi amacı olmayan, tamamen tepkisel bir savaştır.Aşırı sağcı Netenyahu pisliklerini bu sistemle yok etmeyi planlıyor.


13.10.2023 17:47

2000 yılı ocak ayı sonunda Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda, ileride Başbakan olacak Mihail Kasyanov başkanlığındaki Rus heyeti ‘’ Yolların Kavşağında Rusya’’ başlıklı ülkelerin geleceği ile ilgili bir panele katılıyordu. Resmi seremoniden sonra, salonda hazır bulunan gazeteciler soru sormaya davet edildiler. Philadelphia Inquirer’ın yazarlarından, önde gelen Amerikalı kadın gazeteci Trudy Rubin’den geldi. Soru çok basitti: ’’Who is Mr. Putin? (Sayın Putin Kimdir?). Onun hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, belki siz bize onun kim olduğu hakkında bilgi verebilirsiniz.’’ Hiçbiri tek kelime etmedi bu soru karşısında, birbirlerine bakıp güldüler. Moderatör soruyu tekrarladı ve heyetten ses çıkmadı. Aslına bakılırsa 2000’li yıllara gelindiğinde kimsenin Putin’den haberi yoktu. 2000’in başında Rusların çoğunluğu da Vladimir Putin kimdir bilmiyordu. Fakat Amerikalı deneyimli gazetecinin aksine kendilerine bu soruyu sormuyorlardı.2000’li yılların başlarında Rusların büyük bir çoğunluğu da, Vladimir Putin kimdir bilmiyordu.1991’de Sovyetler Birliği’nin yerine geçmiş olan Rusya Federasyonu’nun ilk Başkanı Boris Yeltsin ailesinin ellerindeki kuklalardan biriydi zamanlar bu yeni jokerlerinin, efendileri onun yerine başkasını geçirinceye kadar Devlet Başkanı rolünü oynayacak diye tahmin ediyorlardı. Şimdi sahanın içine girelim ve Kremlin’in Aşçılarını tanıyalım.


Yazımın başında acaba nasıl derlesem ve toparlasam diye çok düşündüm, kafamda yazdım, çizdim. Farklı bir giriş yapmak istedim.  22 Mayıs 1813'te Almanya'nın Leipzig kentinde doğan ‘’Richard Wagner’’ polis memuru Friedrich Wilhelm – Johanna Wagner çiftinin 9 çocuğundan en küçüğüdür. Alman opera bestecisi, tiyatro direktörü, müzik teorisyeni ve yazarı.

Geliştirdiği birleşik sanat eseri kavramı ‘’Gesamtkunstwerk’’ ile müzik dünyasını etkiledi. Yahudi karşıtlığıyla bilinirdi. Rus lider Putin KGB kökenli olduğu için gizli kapaklı yapılanmaları, operasyonları sever ve destekler fakat bu sefer kapsamlı bir çalışma yapmış. Bir tabir vardır ya ser verip sır vermemiş, tam da böyle bir durum. Hakkında çok fazla bilgi olmayan, Rusya'nın askeri operasyonlarına destek veren paralı asker grubu ‘’ WAGNER’’...

Dünya Wagner güvenlik şirketini ilk kez 2014 yılında duydu. Şirket, devlet dışı silahlı örgüt olarak Ukrayna, Suriye ve Libya’daki savaşlara müdahil oldu. Wagner'in paralı askerleri Çeçenistan ve Gürcistan'da sıcak çatışma deneyimine sahip özel paralı askerlerden oluşan, suikast timi olan siber saldırı ekibi olan kapsamlı bir ‘’Hayalet Ordu’’. Rusya'nın askeri operasyonlarına destek veren paralı askerler olarak nitelendirebiliriz. Putin'in gizli ordusu diyebiliriz. Rus kasaplar diyebiliriz. Özellikle Doğu Ukrayna ve Suriye başta olmak üzere dünyadaki diğer çatışma bölgelerinde yer alan paramiliter bir silahlı örgütten bahsediyoruz. Suikast konusunda ciddi eğitimler verilmiş bir gruptan bahsediyoruz.  İstihbarat kaynaklarını GRU’dan sağlıyorlar. Birileri geçen yazımı okurken GRU kim? demiş. GRU Rusya'nın en büyük istihbarat teşkilatıdır.


Wagner, Ukrayna'nın doğusundaki Donbas bölgesinde Kiev karşıtı isyan sırasında yaşanan çatışmalarda duyulmaya başladı. Profesyonel savaşçıların, Ukrayna'nın doğusunda Moskova yanlısı isyancılarla birlikte çatışmalara müdahil olduğu konuşuluyor. Rus basınında yer alan bazı haberlerde, Wagner Grubu'nun Rusya Savunma Bakanlığı'na bağlı hareket ettiği iddia edildi. The Bell sitesi, 2015 yılı itibarıyla Wagner Grubu'nun yıllık bütçesinin 10,3 milyar rubleyi (yaklaşık 166 milyon dolar) bulduğunu yazdı. Uzmanlara göre yaklaşık 6 bin kişiden oluşan Wagner Grubu'nda sözleşmeli askerlerin aylık maaşları 2-3 bin dolar civarında. Paralı savaşçılar, yerine getirdikleri görevlere göre ayrıca prim de alıyor. Savaş bölgelerinde ölmeleri halinde ise yakınlarına 50-80 bin dolar tazminat ödeniyor. Wagner ‘’Gru’’ istihbarat Örgütü, Rus devleti ve ülkede etkinliği olan zengin isimler tarafından finanse edildiği söyleniyor. Rusya yasalarında, devlete bağlı olmayan silahlı grupların başka bir ülkede askeri faaliyette bulunması yasak. Bu durumda 7 yıla kadar hapis cezası öngörülüyor. Kiralık askerlerin finansmanı ve eğitiminde bulunan kişiler için ise bu ceza 15 yıla çıkıyor. Rusya'da son yıllarda Wagner Grubu'nun faaliyetlerinin yasal hale getirilmesi için girişimler sürüyor. Rusya Parlamentosu'nun alt kanadı Duma'da konuyla ilgili yasa tasarısı sunulurken, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da paralı askerlerin haklarının korunmasına yönelik yasal düzenleme yapılması fikrini desteklediğini açıklamıştı. Wagner Grubu’nun sahibinin, Moskova yönetimiyle yakın ilişkileri olduğu ve hatta ona ait Concord Food Catering’in Kremlin’e yemek servisi sağladığı gerekçesiyle “Putin’in Aşçısı” lakabı takılan ünlü iş adamı Yevgeny Prigojin olduğu bilinmektedir. Prigojin ’in yönetim danışmanlığı, şirketi olan Concord Management and Consulting adlı şirketin kurucusu ve eski yöneticisi olduğu bilinmektedir. Bu şirket Internet Research Agency, Evro Polis, Megaline, M-Finance gibi diğer daha küçük ölçekli şirketleri de içine almaktadır.

Wagner özel askeri şirketinin de Concord’un bir yan şirketi olduğu iddia edilmektedir. Bu şirkete 2016 ABD başkanlık seçimlerine siber müdahalede bulunduğu iddia edilen Internet Research Agency adlı şirketi finanse ettiği gerekçesiyle ABD tarafından yaptırım uygulanmıştır. Haziran 2017’de ABD Hazine Bakanlığı, Rusya’nın Kırım ve Doğu Ukrayna’daki askeri müdahaleleri nedeniyle yaptırım uyguladığı şirketler listesine Concord Yönetim ve Danışmanlık şirketini de eklemiştir. Grubun sahibi olduğu düşünülen Rus iş adamının Kremlinin çıkarları doğrultusunda ticari faaliyet yürüttüğü de iddia edilmektedir. Ama Kremlin’de her yerde bu şahıs randevusuz görüşmeler, toplantılar bile organize ettiği biliniyor. Yevgeny Prigojin; Putin ne isterse onu yapar. Çok önemli bir finansör ve bağlantı kaynağıdır. Wagner Grubu’nun kurucusu ve liderinin geçmişte Ukrayna vatandaşı olduğu ifade edilen ve Rusya Silahlı Kuvvetler Genelkurmay Başkanlığına bağlı askeri istihbarat servisi Baş İstihbarat İdaresinde (GRU) bir dönem çalışmış Dmitry Valeriyeviç Utkin 1970 yılında, dönemin Sovyet Ukrayna’sında bulunan Kirovohrad Oblast’ta doğmuştur. Üçüncü Reich tarihine olan ilgisiyle tanınan Utkin’in çağrı işareti, Hitler’in en sevdiği bestecilerden biri olan Richard Wagner’in adını andırmaktadır. 2013 yılında GRU’dan emekli olduktan sonra Morgan Güvenlik Grubu (Özel Güvenlik Şirketi) ve Slav Birliği (Özel Askeri Şirket) için çalışmaya başlamıştır. Morgan Güvenlik Grubu dünya çapında korsanlığa karşı çalışan ve buna yönelik tecrübeli askerler tarafından eğitim verilen bir özel güvenlik şirketidir. Slav Birliği ya da bilinen adıyla Slavic Corps ise, Tajik Sivil Savaşı ve İkinci Çeçen Savaşında fazlasıyla tecrübe kazanmıştır. 2014 yılında günümüzde de çatışmaların sürdüğü Ukrayna’nın Luhansk Bölgesinde Wagner Grubu ile görüntülenmiştir.  2016 yılında, Dmitry Utkin, Kremlin’de Anavatan Günü Kahramanları kutlamalarına katılmış ve Cesaret Emri ile ödüllendirilmiştir. Bu toplantıda Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile de görüntülenmiştir. Utkin 2017 yılında, Evgeny Prigozhin’in de pay sahibi olduğu Putin ile yakın bağlantıları olan Concord Danışmanlık ve Yönetim Şirketi’nin ‘’LLC Concord Management and Consulting’’ CEO’su olarak atanmıştır. Kurulduğu yıldan beri aktif olarak Wagner Grubunun yöneticiliğini yapmaktadır. Rusya'da varlığı yasak olduğu için, kayıtlı olduğu ülke Arjantin’dir. Bu olaylar Utkin’in Putin ile ve dolayısıyla Wagner’in Kremlinle yakın ilişkilerine dair şüpheleri arttırmış ve sonrasında bu iddiaları destekleyen gerekçelere dönüşmüştür. Kimilerine göre ise Utkin sadece bir figüran olup grubun gerçek liderini saklamak için bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu yazımın sonuna geldik diğer kısımda sahada neler yaptıklarıyla alakalı bir yazı kaleme alıp bu yazı dizisini bitireceğim.

20.09.2023 15:04

Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı sık sık kurallara dayalı uluslararası bir düzen ve demokrasi altında çalıştığını iddia ediyor, fakat bu tanımla dünyanın geri kalanı tarafınca zannedilenin aksine uluslararası hukukla aynı orantıda değil, kastedilen daha ziyade, Amerikan pervasızlığının önünü açan ve uluslararası suçların üzerine örten yırtık bir kamuflajdır. ABD tarafından üretilmiş bu tanım, Birleşmiş Milletlerin ve NATO’nun düşman ve rakiplerine saldırmak için kullandığı bir yöntemdir. Saygıdeğer okurlar sert bir giriş yaptım fakat bazen geçmiş dönem ABD siyasi literatürüne odaklanınca, böyle refleks çıkışlar gösterebiliyorum.21 Temmuz’da her filmi ayrı bir gündem yaratan yönetmen Christopher Nolan'ın yeni filmi Oppenheimer sinemaseverler ile buluştu. Gerçek bir hikâyenin beyaz perdeye aktarıldığı film araştırmacıları ve sinemaseverleri ortak bir alanda buluşturduğunu tahmin edebiliyorum. Filmin konusuyla alakalı bir şeyler yazmak istedim; Manhattan Projesi, ikinci dünya savaşı sırasında tarihte ilk defa nükleer silahları üretmek üzere oluşturulan bir araştırma ve geliştirme projesiydi. Birleşik Krallık ve Kanada'nın ek desteğinde Amerika Birleşik Devletleri tarafından yönetildi. Proje, 1942'den 1946'ya kadar Meşhur Tümgeneral Leslie Groves’un yönetimi altındaydı. Nükleer fizikçi Oppenheimer gerçek bombaları tasarlayan Los Alamos’un yöneticisiydi. Projenin ordu bileşeni, ilk karargâhı Manhattan Bölgesi olarak belirlendi. Proje, savaş sırasında her ikisi de aynı anda geliştirilen iki tür atom bombasının geliştirilmesine yol sebebiyet verdi. Bence zaten bilerek böyle tasarlandı ki etkisi unutulmasın ve 2.Dünya Savaşı’ndan patron benim diyerek zaferle çıkmak.


Araştırmalar, sınırlı, bölgesel bir nükleer savaşın bile dünya çapında benzeri görülmemiş insani sonuçlara yol açacağını ve bir milyardan fazla yaşamı riske atabilecek küresel bir kıtlığa neden olacağını gösteriyor. Dünya Devletleri önlemlerini almalıdır.1945'te ilk uranyum bombası Hiroşima'nın üzerinde 15.000 ton TNT gücüyle patladı. O yıl şehri saran patlama ve ateş topu, düşen enkaz ve radyoaktif serpinti sonucu toplam 140.000 kişi öldü. Üç gün sonra Nagazaki, ABD'nin üç hafta önce New Meksika çölünde test ettiği bir bombanın tasarımına uyan bir plütonyum bombasıyla paramparça oldu. Bu testin başarısı, Manhattan Projesi'nin baş bilim adamı Robert Oppenheimer'ı “dünyaların yok edicisi " Ünvanını verdi. Önümüzdeki 40 yıl boyunca, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin ABD, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin beş daimî üyesi, 15 milyon ton TNT 'lik birleşik patlayıcı kuvvetle yaklaşık 70.000 nükleer silah topladı. Geçmiş tarihin ışığında, eğer gerçekten tarih olacaksa, atom bombasının ilk atom patlamasının parlak ışığından çok farklı görünmemesi mümkündür. Kısmen zamanın havasından, kısmen teknik gelişmelerin ne olacağına dair çok net bir öngörüden dolayı, bunun sadece büyük ve korkunç bir savaşın değil, insanlık için bu tür savaşların sona ereceği izlenimini edinmekteyiz. Bugün, bu düşünceler ve bu politikalar ne kadar gerekli olursa olsun, artık neredeyse yeterli görünmüyorlar. Bunun nedeni, silahlanma yarışının karakterine bakıldığında görülebilir. Bunun nedeni, buradaki ve yurtdışındaki atomik gelişmelerin zaman ölçeğini, dünyadaki derin siyasi değişimlerin muhtemel zaman ölçeğiyle karşılaştırdığında görülebilir. Kendi yaşadığımız toplumda bile silahlanmanın artık bir kiracının yeni bir ev almışçasına vücutta serotonin salgıladığını hissedebiliyoruz.


Ünlü fizikçi 1942'de Manhattan Projesi'nde çalışmak üzere işe alındı ve 1943'te, Alman nükleer silah programının başlamasından dört yıl sonra, ilk nükleer silahları geliştirmekle görevlendirilen Los Alamos Laboratuvarı'nın direktörlüğüne atandı. Liderliği ve bilimsel uzmanlığı projenin başarısında etkili oldu. 16 Temmuz 1945'te ilk atom bombasının ‘’ Trinity’’ testinde hazır bulundu. Ağustos 1945'te bu silahlar Hiroşima ve Nagazaki’de kullanıldı ve bu olay nükleer silahların silahlı bir çatışmada kullanıldığı tek olay olarak tarihe geçti. Günümüze geldiğimizde 2014 yılında fitili ateşlenen Ukrayna Savaşı’nda ABD farklı bir şey denemek istiyor. Geçmiş dönemdeki gibi hedeflenen NATO’nun katkılarıyla Rusya’ya karşı Batılı tehdit algıları son dönemler de ülke ekonomimiz gibi zirve yapıyor. Birçok araştırmacı Rusya ve ABD gerginliğini görmezden gelinse de işler farklı bir hal almaya devam ediyor.2022 yılında, Ulusal Savunma Stratejisi, ABD’nin tehdit algılarındaki son değişimleri resmi olarak belgeleri paylaştı. ABD Savunma Bakanlığı’nın temel önceliklerinden biri olarak Rusya’yı her zamanki gibi hedef tahtasına koydu. Raporun içeriğinde ABD’nin ve onun Avrupa’da Rusya ile konvansiyonel bir askeri çatışma için hazır olan NATO müttefiklerinin etkilerini ve bu durumla bağlantılı nükleer savaş riskini göz önünde bulunduruyor. Bence yüksek sesle de konuşulması gerekiyor. Neden? diyecek olursanız Rusya-Ukrayna savaşının en sert dönemine tanıklık edeceğiz. Koşullara baktığımız da Rusya gergin değil fakat tehdit edildiği düşüncesiyle sert tedbirleri gözden geçirip zamansız bir etkileşime geçebilir. Örnek verecek olursak Rusya ile olan büyük konvansiyonel çatışmalar, stratejik olmayan nükleer silahların ‘’NSNW’’ kullanımı ve gerginliğin daha fazla tırmanması için bir çözüm olarak görülebilir. Sam Amca kendine gel ve Rus ayısını ormanından çıkarmamaya gayret göster. 


26.07.2023 12:34

Fransa’nın beceriksiz Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron mart ayında Pekin'den dönerken bir sistem kargaşasına sebebiyet verdi. Gazetecilere konuşan Macron, özellikle Asya'ya yönelik yaklaşımlarında Avrupa ve ABD'nin çıkarlarının farklılaştığını belirtti. Avrupa için en kötü şey Macron’dan tavsiye dinlemek olacaktır saygıdeğer okurlar. Washington, Macron'un yorumlarını dehşetle karşıladı. Biden yönetimi, istikrarlı ABD liderliği altında bir Batı birliği imajını yansıtmak için can atıyor. Bununla birlikte, Fransa cumhurbaşkanının sözleri, ABD'nin Avrupa devletlerini Çin ile rekabetine çekmeye çalışması mı yoksa bunun yerine Asya'daki güvenlik ihtiyaçlarına öncelik vermek için Avrupa'nın savunmasındaki öncü rolünü azaltması mı gerektiği konusundaki tartışma biraz hararetlenmeye başladı. Washington'daki birçok düşünce kuruluşu için bu ikinci hamle maliyetli bir hata olacaktır. Siyaset bilimcilere göre yakın zamanda ABD’nin Avrupa'daki savunma taahhütlerini önemli ölçüde düşürmek hata olarak yorumlanıyor. Çin ve Rusya'nın şu anda acımasızca kendi çıkarları için ve işlevsel olan bir Amerika Birleşik Devletleri'nin çizdiği acımasız tabloyu doğrulaması işleri zor bir duruma sokmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri'nin dünyaya çıplak hırstan başka bir şey sunan nadir büyük güç olarak ün kazanma konusundaki özenli girişimlerini ciddi şekilde artık sekteye uğramıştır. Bu, ABD'nin Avrupa'dan herhangi bir anlamlı askeri çekilişinin büyük olasılıkla diğer devletlerin savunma yükündeki aslan payını omuzlamak için adım atmasını içeren ABD'nin kıta ve hatta dünya ile bağlarını koparacağına inananlar arasında yaygın bir söylenti mevcuttur. Geri çekilmenin son derece riskli olduğunu, çok az para kazandıracağını ve ABD ile Avrupa arasındaki daha geniş iş birliğini yok edebileceği tezini net bir şekilde savunuyor.

Bu endişe abartılıyor. Bu, ABD'nin hem Çin'i hem de Rusya'yı süresiz olarak caydırma kabiliyeti konusunda aşırı iyimserliğe ve daha yetenekli bir Avrupa'nın gidişatı konusunda yersiz karamsarlığa dayanmaktadır. Gerçekte, Atlantik'in her iki tarafındaki ülkeler, Avrupa'yı savunma sorumluluğunun çoğunu Avrupalıların kendilerine devrederek ABD'nin destekleyici bir role geçmesine izin vermekten fayda sağlayacaktır. Sonuç, transatlantik ilişkilerinin terk etmekten ziyade dengeli ve sürdürülebilir bir transatlantik ortaklık olma olasılığı daha olası gözüküyor. Bu arada alternatif, Avrupa'nın savunma yeteneklerini baskılayan ve Washington'dan daha fazlasını isteyen kötüleşen bir statükoya bağlı kalmaktır.

ABD'nin Avrupa'ya olan taahhütlerini düzeltme argümanları yeni bir şey değil. 1959'da ABD Başkanı Dwight Eisenhower, ABD askeri güçlerini kendi güçleriyle değiştirmeyi reddederek NATO üyelerinin “Sam Amca'yı enayi yerine koymaya " yaklaştıklarından şikâyet etti. Hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat olmak üzere birbirini izleyen yönetimlerdeki politika yapıcılar da benzer endişeleri dile getirdiler. Fakat son zamanlarda tartışma, öncelikle Asya şahinlerinin stratejik kısıtlamayı destekleyen dış politika realistleriyle uyumlaştırılmasıyla yeniden şekillenecektir. Çin'in yükselişiyle meşgul olan şahinler, ABD'nin Avrupa'daki taahhütlerinin Asya'daki öncelikleri baltalayabileceğinden korkuyor. Öte yandan realistler, ABD'nin jeopolitik ve bütçesel gerekçelerle Avrupa'dan çekilmesini uzun süredir savunuyorlar. Avrupa savunmasına ilişkin durum açıktır: Çin'in yükselişi ve Çin-ABD rekabetinin yoğunlaşmasıyla ABD, Rusya'ya karşı kendi savunmasını finanse edebilecek Avrupa ülkeleri için birincil güvenlik sağlayıcısı olarak hizmet ederek çok az şey kazanır ve çok fedakârlık yapar. Eğer bir şey olursa, Rus kuvvetlerinin Ukrayna'daki zayıf savaş alanı performansı, ABD'nin geri çekilmesinin önceden düşünülenden daha ulaşılabilir olabileceğini gösteriyor. Mazarr bu değerlendirmeye meydan okuyor. ABD'nin Avrupa ve Asya'ya olan taahhütlerinin çok az pratik uzlaşma gerektirdiğini ve ABD'nin Avrupa'daki gerilemesinin neredeyse hiç para biriktirmeyeceğini iddia ediyor. Önemli olanın ABD'nin barış zamanında askeri varlığının sürdürülebilir olup olmadığı olduğunu varsayarak bu sonuçlara varır. Avrupa veya Asya'da caydırıcılık başarısızlığı olasılığı büyük ölçüde analizinin dışında tutuluyor.

Mazarr, her iki tiyatroda da barış zamanında önemli bir varlığın kısa vadede mümkün olduğu konusunda muhtemelen doğrudur. Ancak en az bir bölgedeki savaş, görmezden gelinmeyecek gerçek ve büyüyen bir olasılıktır. Çin veya Rusya ile doğrudan çatışmalar son yıllarda daha olası hale geldi ve ABD liderlerinin söylemleri ile ülkenin askeri yetenekleri arasında oldukça büyük bir boşluk var. Politika yapıcılar hem Çin'i hem de Rusya’yı süresiz olarak caydırmaktan bahsetse de 2018 Ulusal Savunma Stratejisi, ABD'nin iki büyük güce karşı dursun, aynı anda iki bölgedeki savaşlarla savaşmaya yetecek güçleri sürdürme planlarını etkili bir şekilde terk etti. Bugün ABD ordusu, Çin ve Rusya'ya karşı aynı anda tam ölçekli operasyonlar yürütemiyor. ABD'nin muhalifleri bunu biliyor ve bu bilgi onları Washington'un taahhütlerini test etmeye teşvik edebilir. Başka bir deyişle, barış zamanı caydırıcılığı ve savaş zamanı savunması birbiriyle bağlantılıdır. Yetersiz savunma caydırıcılığı zayıflatır, bu nedenle barış planları savaş planlarından ayrılamaz. Rusya'nın 2022'de Ukrayna’ ya savaş ilan etmesinden bu yana artan riski kabul eden ABD müttefikleri hem Avrupa hem de Asya'daki Washington'u bölgelerine daha fazla kaynak ayırmaya çağırdı. Fakat bu durum ciddi anlamda ülke ekonomilerini zorluyor. Tek kutuplu dünya tam anlamıyla sona erdi ve Amerika Birleşik Devletleri yükselen bir Asya rakibi ile karşı karşıya. Neyse ki kimsenin böyle bir kumar oynamasına gerek yok. NATO ve AB'nin Avrupa devletleri, Rusya'nın toplayabileceğinden çok daha fazla gizli askeri güce sahiptir. Dünya Bankası'na göre, AB’nin GSYH’si 2021'de Rusya'nın GSYH’sinden dokuz kat daha büyüktü ve Ukrayna'daki savaş açığı daha da genişletti. AB üyelerinin çok kötü niyetli askeri harcamaları bile zaten Rusya'nınkinden neredeyse dört kat daha fazla ve AB, Rusya nüfusunun kabaca üç katına sahip. Dahası, Moskova'nın güçleri Ukrayna'daki savaş nedeniyle bozulmuş ve Avrupa'ya kaynaklarını etkili ve koordineli savunmalara dönüştürmesi için benzersiz bir pencere açmıştır. Mazarr, Avrupa'da savaş olasılığını göz önünde bulundurduğunda, ABD'nin bölgenin güvenliğine olan bağlılığının mevcut seviyesinin maliyetlerini küçümsüyor. Mazarr, Washington şimdi geri çekilse bile, Avrupa'daki bir savaşın ABD'yi geri çekeceğini ve böylece ilk etapta geri çekilmenin faydalarını geçersiz kılacağını iddia ediyor.” Avrupa'nın acımasız bir otokrata karşı yaşamı için savaştığı gibi bir ABD başkanının oturup hiçbir şey yapamayacağı düşünülemez " diye yazıyor. Ancak hiçbir şey yapmamakla Birinci Zırhlı Tümeni konuşlandırmak arasında bir fark dünyası var. Amerika Birleşik Devletleri, Kiev'e silah, eğitim ve istihbarat sağlayarak doğrudan savaşa girmeden Ukrayna’daki savaşın gidişatını değiştirdi. Rusya bir NATO üyesine saldıracak olsaydı, Amerika Birleşik Devletleri bir dizi misilleme seçeneğini elinde tutacaktı. NATO'nun V Maddesi, üyelerinin “Kuzey Atlantik bölgesinin güvenliğini sağlamak ve sürdürmek için silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli gördükleri önlemleri almalarını gerektiriyor.” ABD'nin en başından itibaren savaşa katılmasını gerektirmiyor, herhangi bir şekilde savaşmak çok daha az. Avrupa kendini korumak için daha fazlasını yapabilseydi, Amerika Birleşik Devletleri daha azını yapabilirdi gelecek yıllarda potansiyel olarak çok daha azını yapabilirdi. Her şeyden önce, Rus tehdidi doğru bir şekilde ölçülmeli ve şişirilmemelidir. Öngörülebilir gelecekte Rusya, Avrupa kıtasını istila edecek ve böylece ABD'nin hayati çıkarlarını tehdit edecek askeri güç ve ekonomik kaynaklardan yoksun olacak. Ukrayna'nın başarısız işgali, Rusya'nın komşularının Moskova'nın hırslarını kontrol etme konusundaki açık arzusu gibi, bu gerçeği de gösterdi. Rusya bir Avrupa hegemonu olamayacağı için Washington'un ABD'nin çıkarlarına yönelik tehditle orantılı gerçekçi politika seçenekleri geliştirmesi gerekiyor. Amerika Birleşik Devletleri, büyük ölçüde açık deniz birliklerinin varlığıyla yapıcı bir NATO müttefiki olarak ömrünü devam ettirecektir. Şu an için her iki tiyatroda da caydırıcılık başarılı olsa bile, statükoyu korumak önemli uzlaşmalar gerektiriyor.


05.06.2023 12:50

Ulus devletlerin ve toplumların son dönemler de geçirdiği değişimi en iyi özetleyen kelime süratli tüketimdir. Değişim mutlak vardı. Fakat yıkıcı şiddetle gelen değişim siyaset sosyolojisini de zor bir anlamda etkilediği için zamanın ve analizlerin görecesini de değiştirmiştir. Küçülmüş bir dünya da hızlı programa alınmış makineler gibiyiz. Sistem sürekliliği savunsa da artık bazı bölünmelerin ve kopuşların olmasına engel olamayacaktır. Birçok uluslararası ilişkiler teorisyeni, Rousseau’nun isimlendirdiği şekliyle ‘’post-international’’ yani uluslararası sonrası politika deniyor. Günümüz dünyasındaki ilişkilerde, bundan zaten fazlasıyla nasibini alıyor. Ekim ayında, Moskova'daki Valdai Forumu'nun bu yılki forumunda, Putin'in dış siyaset analistleriyle yaptığı yüksek aşamalı yıllık toplantısında, yazar ve aşırı milliyetçi Alexander Prokhanov, Rusya'yı eleştirmenlerine karşı savundu. Cumhurbaşkanına hitaben şunları söyledi: "Çok sık yabancılar bize soruyor ‘' Siz Ruslar modern dünyaya ne sunabilirsiniz? Nobel Ödülü kazananlarınız nerede? Büyük keşifleriniz, endüstriyel ve bilimsel başarılarınız nerede? “Buna Prokhanov kendi cevabını verdi:" Rusya bir adalet dini sunabilir, çünkü bu din, bu duygu tüm Rus kültürünün ve Rus fedakarlığının kalbinde yer alır. Ruslar fedakâr değil acımasızdır saygıdeğer okurlar. Fakat bu forumda çıkan ifade, Moskova'nın propagandacılarının, ideologlarının ve yetkililerinin, Rusya'nın Batı ile varoluşsal bir savaş içinde olduğunu iddia ederek ya da bu anlamda farkında olmadan taklit ederek küresel Hukuksuzluğun somutlaşmış hali olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca değinmeden geçemeyeceğim bugünün anti Modern Rusya'sında, depresyonda olanlar öncelikle liberal sınıflardır: hem ülkeyi terk edenler hem de kalanlar. İki grup arasındaki ilişkiler sıkı bir şekilde ilerler. Sürgünde kalanlar, kalanları konformizmle suçluyor; Kalanlar ise rejimin yurt dışından değiştirilemeyeceğini söylüyor. Açıkçası, ülke içinde, Rusya'nın sıfırdan yeniden inşa edilmesi gerektiğinde şiddetle ihtiyaç duyacağı kaliteli bir beşerî sermayenin sürdürülmesi önemli olacaktır. Tabii ki, sürgünler başka bir beşerî sermaye rezervuarı oluşturuyor ve zamanı geldiğinde, Rusya'nın karşı elitine ait her iki grup da aralarından liderleri aday gösterebilecek. Bu anlattıklarım biraz uçuk olsa da Rusya’da kapsamlı bir iç savaş senaryosu olacak.

 

Savaşı benim kalemimden takip eden okuyucular için, Rusya'nın 2023 için hazırladıklarının çoğu tanıdık gelecektir. Örneğin Moskova, Çin, Hindistan ve şu anda tarafsız olan diğer devletlerin Batı yaptırımlarına katılmasını engellemek için NATO saldırganlığı propagandasını kullanmaya devam edecek. Ayrıca, Rusya'nın kendi nüfusunun çatışmayı desteklemeye devam etmesini sağlamak için yanlış bilgi ve dezenformasyon kullanacak. Rusları hizada tutmak, Moskova kaçınılmaz olarak ek askeri taslaklar yürüttüğünde özellikle önemli olacak. Benzer şekilde Putin de enerji savaşını krize tırmandıracak. Kıtanın sıcaklıklar düştükçe Kiev'i ateşkesi kabul etmeye zorlayacağı umuduyla Avrupa'yı gazdan mahrum etmeye devam edecek. Ayrıca Ukrayna'nın enerji kaynaklarına daha fazla saldırıyı teşvik edecek. Putin'in hesabında, Rusya'nın Ukrayna elektrik santrallerine yönelik grevleri yalnızca ülke halkını dondurmakla kalmayacak, aynı zamanda Ukrayna'nın dış yardımına da mal olacak; Sonuçta, güvenilmez bir güç olduğunda yabancı yatırımcıların ülkeye geri dönme olasılığı düşüktür. Saldırılar yatırımcıları dışarıda tutmasa bile, Temmuz 2022'de başlayan Ukrayna enerji ihracatını durdurarak Kiev için ekonomik olarak maliyetli olmaya devam edecek ve yıkıcı olacaktır. Yine de Rusya'nın stratejisinin diğer unsurları sistemli ve şaşırtıcı olacak ve Surovikin değişikliklerde kritik bir rol oynuyor. General, Putin'in açıkça desteklediği ilk askeri lider gibi görünüyor ve ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Avril Hainesin yakın tarihli bir konuşmasına göre Rusya devlet başkanı artık silahlı kuvvetlerin günlük operasyonları hakkında daha iyi bilgilendiriliyor. Eğer Putin ekim ayından önce olduğundan daha iyi bilgilendirildiğinden emin olduğundan, dikkatini Rusya'nın şu anda karşı karşıya olduğu diğer birçok zorluğa yöneltmesi ve Surovikin'e Rusya'nın Ukrayna içindeki geniş güç yelpazesini kullanmada daha fazla özerklik vermesi daha muhtemel. Surovikin, bu göreceli hareket özgürlüğünü, Rusya'nın parçalanmış askeri ve paralı asker gruplarını daha birleşik bir kontrol altına almak için kullanabilir. Rusya'nın hava ve kara operasyonlarını daha iyi entegre etmek ve ülkesinin savaş alanı faaliyetleri ile bilgi operasyonları arasında daha iyi bir uyum olmasını sağlamak için kullanacağından zerre şüphem yoktur. Konsolidasyon tek başına Rusya birliklerini gerçekten savaşa hazır sisteme getirmeyecek. Surovikin, morali düşük aslında istenilen olmamış, halkını ve en iyi ekipmanını kaybetmeye devam eden bir orduya komutanlık ediyor. Şimdiye kadar gelen sonuçlar Rusya'nın ölülerin ve yaralıların yerini almak için seferber ettiği birliklerin başarılı olmak için ihtiyaç duydukları zorlu eğitimi almadıklarını net bir şekilde göstermiş oldu. En azından düşündüğüm saygıdeğer okurlar kış boyunca Surovikin savunmada olacak ve devam eden Ukrayna saldırıları karşısında gücünü korumak için elinden geleni yapacak. Surovikin, Putin'in açıkça desteklediği ilk askeri lider gibi gözükse de Putin onu istemeyebilir. Fakat Rusya'nın birliklerini yeni operasyonlara hazırlamaya başlayacak. Örneğin Surovikin, Ukrayna'ya on binlerce yeni seferber edilmiş asker konuşlandırarak hırpalanmış birimleri yeniden kurmak için çalışacak. Bu birliklerin kalitesiz olduğu kanıtlanırsa ve neredeyse kesin olarak ne zaman, Rusya'daki eğitimi iyileştirmek için çalışabilir. Daha fazla ve daha iyi silah elde etmek için Rusya'nın devam eden sanayi seferberliğinden yararlanmaya çalışacak. Ayrıca kilit tedarik yollarını korumak, daha esnek bir lojistik ağı oluşturmak ve gelecekteki saldırı operasyonları için mühimmat ve malzeme stoklamak için sistemler kuracak. Surovikin ‘in saldırıları planlama ve yürütme konusunda daha titiz olması muhtemeldir. Seleflerinin çoğu zaman parçalı ve koordinasyonsuz yaklaşımlarından kaçınmak amacıyla Rusya kuvvetlerinin savaş alanında hizalanmasını sağlamaya ve ülkesinin taktiklerini geliştirmeye çalışacak. Ve general, Ukrayna'nın ilerlemesini zorlaştırmak için çalışmaya devam edecek. Örneğin Surovikin hem Ukrayna hem de Batı kaynaklarını Kiev'in saldırı operasyonlarından uzaklaştıran bir taktik olan Ukrayna altyapısına karşı kampanyasını sürdürecek. Grevler aynı zamanda Rusya'nın iç izleyicileri için propaganda da sağlıyor. Bu tür grevlerin Rusya için çok az dezavantajı var, asimetrik bir avantaj. Tarihçi Lawrence Fredman’ın yakın zamanda belirttiği gibi, Ukrayna'nın Rusya içindeki altyapıyı benzer şekilde imha etme kapasitesi yok Ukrayna'nın Rus hava üslerine saldırmasına rağmen. "Ukraynalılar savaş alanında kazanıyor" diye yazdı, " fakat Ruslara bu stratejik düzeyde karşılık veremezler. Sonuç olarak, orduya Rusya'nın kontrol ettiği topraklarda daha fazla savunma pozisyonu inşa etmesini isteniyor. Ama kış daha bitmedi teyakkuzda olmakta fayda var. Örneğin Rusya, Ukrayna'yı Kiev çevresinde daha büyük birlikleri tutmaya zorlamak için Belarus'a küçük asker birlikleri yerleştirdi ve Ukrayna ordusunu başka yerlerde kullanabileceği birliklerden mahrum etti. Surovikin, bir sonraki adımlarını planlarken ordusuna daha iyi bir başarı şansı vermek için muhtemelen bu tür daha fazla faaliyet yürütecek. Rusya iyice bozguna uğratılmadığı sürece Surovikin, tamamlanması halinde Rusya'ya Putin'in ilhak ettiği eyaletlerin tamamını veya çoğunu verecek olan taarruz kara operasyonlarına başlamak isteyecektir. Savaş senesini doldurmadan daha zor bir hale gelebilir saygıdeğer okurlar. Batı cephesi ise sessizce olan biteni izlemektedir.

05.01.2023 09:52

Batı Balkan ülkeleri Avrupa’nın en yakın ve sessiz komşuları gibi gözükse de siyasi ve ekonomik ağırlığın bu dönem ki durumu biraz daha değiştireceğine tanıklık edeceğiz. Rusya ve Ukrayna savaşıyla beraber bölgedeki sistemlerin kökten bir değişime uğradığını varsayarsak gözden kaçırmayacağımız bir önemli anekdotu beraberinde getirmiş olacak. Siyasal denklem açısından baktığımızda ise durum daha farklı bir şekle bürünmüş durumda AB çözüm üretme konusunda artık tamamen yetersiz durumda olarak nitelendiriliyor. Yunanlılar ve diğer Güney Avrupalılar; Almanya, Ukrayna savaşı ve Çin ile olan yeni soğuk savaş karşısında ekonomik modelinin çöküşüyle karşı karşıya kaldıkça şimdi kendilerini daha yalnız durumda hissediyorlar fakat demokratik bir Avrupa dengesizlik içinde savaşırken böbürlenmenin zamanı değil bence. Artık Avrupa’da işler eskisi kadar sistemli değil veya siyasi bir çürümenin tam eşiğindeler. Düşünsenize sabah uyanıyorsunuz; ülkenizin ekonomik modelinin bozulduğunun haberini alıyorsunuz. Açıkçası bu kolay bir durum değildir. Zor ve habersiz olanı kabul etmek her zaman zordur. Siyasi liderleriniz, zor kazanılmış yaşam standartlarınızın güvende olduğuna dair onlarca yıldır bize güvence verdiklerinde ya kandırıldılar ya da bizlere yalan söylediler. Yakın geleceğimizde bizi ezmeye kararlı yabancıların nezaketine kaldığını düşünürsek zor günlerin bizi beklediği çok açık bir şekilde karşımıza çıkıyor. Güvendiğiniz Avrupa Birliği'nin kalıcı bir gizlenme tatbikatı yaptığının farkındayız stratejilerini ve son güçlerini farklı bir alana doğru çevirmiş duruyorlar saygıdeğer okurlar. Tablolar Almanya'ya çevrildi çünkü ekonomik modeli sıkıştırılmış düşük ücretlere, ucuz Rus gazına ve orta teknoloji makine mühendisliğindeki mükemmelliğe özellikle içten yanmalı motorlu otomobil üretimine dayanıyordu. Şimdi Merkel ’siz Almanya büyük bir yalnızlığa doğru itiliyor. Bence bu durumda Fransa’nın atak olması beklenirken Macron’un çaresizliği karşımıza tekrar çıkmış oldu.

 

AB üye devletlerinin artan gaz ve elektrik fiyatlarına karşı çok farklı tepkileri, açıkça ortak bir Avrupa sorunu olarak ele alabiliriz. Kışın hızla yaklaşmasıyla birlikte, ulusal enerji politikaları için ortak kılavuzların olmaması ekonomik bir acil durum olarak görülmelidir. Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinden sekiz ay sonra, Avrupa Birliği enerji politikası tepkisi konusunda üzücü bir şekilde bölünmüş durumda. Son zirvelerinde, 20-21 Ekim'de, AB üye devletlerinin liderleri birbirleriyle tartışarak saatler geçirdiler. Sonunda, yalnızca “Rusya'nın enerjiyi silahlandırması karşısında, Avrupa Birliği'nin vatandaşlarını ve işlerini korumak ve acil olarak gerekli önlemleri almak için birleşik kalacağını" kabul eden resmi bir tebliğ yayınladılar.” Fakat ulaştıkları tek önemli karar, ortak gaz alımlarını hızlandırmaktı. Avrupa'daki politika farklılıkları nadir değildir. Fakat Kovid-19 vurduğunda, Fransa ve Almanya'nın ortak bir kurtarma ve kurtarma önerisi hazırlaması yalnızca üç ay, üye devletlerin ilgili ortak AB borçlanma planı üzerinde anlaşmaları iki ay daha sürdü. Ve aşılar geldiğinde, bunları ortak olarak satın alıp almayacakları ve nüfusla orantılı olarak eşit olarak dağıtıp dağıtmayacakları konusunda neredeyse hiç tartışma yoktu. Mevcut krizde farklılıklar sadece kamuya açık ifadeler ve olası tepkilerle ilgili değildir. Veriler, AB üye ülkeleri arasında büyük ekonomik farklılıklar olduğunu gösteriyor. Eylül ayında, yıllık enflasyon Fransa'da%6,2 ile Estonya'da%24,1 arasında değişiyordu. Avrupa'daki politika farklılıkları nadir değildir. Fakat Kovid-19 vurduğunda, Fransa ve Almanya'nın ortak bir kurtarma ve kurtarma önerisi hazırlaması yalnızca üç ay, üye devletlerin ilgili ortak AB borçlanma planı üzerinde anlaşmaları iki ay daha sürdü. Ve aşılar geldiğinde, bunları ortak olarak satın alıp almayacakları ve nüfusla orantılı olarak eşit olarak dağıtıp dağıtmayacakları konusunda neredeyse hiç tartışma yoktu. Mevcut krizde farklılıklar sadece kamuya açık ifadeler ve olası tepkilerle ilgili değildir. Veriler, AB üye ülkeleri arasında büyük ekonomik farklılıklar olduğunu gösteriyor. Eylül ayında, yıllık enflasyon Fransa'da%6,2 ile Estonya'da%24,1 arasında değişiyordu. Ulusal enerji karışımlarındaki ve enerjinin toplam tüketimdeki payındaki değişime rağmen, bu farklılıklar öncelikle farklı ulusal politika tepkilerini yansıtmaktadır.

Almanya, yakın zamanda hane halklarını ve yerli şirketleri desteklemek için 200 milyar Euro'luk (198 milyar $) bir paket açıklamasıyla ortaklarını şok etti. Birçoğu bu hareketi yalnızca Almanların kazanabileceği bir sübvansiyon yarışına doğru atılmış büyük bir adım olarak görüyor. Bu gözlemciler yanlış değil. Politika yanlış zamanda yanlış sinyal gönderir, çünkü ortak bir stratejinin eksikliğine işaret eder. Mali planlar da çok farklı. Çoğu, enerji veya katma değer vergilerinde ve hedeflenen transferlerde yönetim kurulu genelinde indirimlerin bir kombinasyonunu içerirken, oranlar geniş ölçüde değişmektedir. Üye devletlerin çoğu fiyat kontrollerini benimsemiş olsa da yalnızca bazıları, sübvanse edilen fiyattan belirli bir miktarda enerjinin mevcut olduğu ve piyasa fiyatının diğer tüm tüketim için devreye girdiği ikili fiyatlandırma sistemlerini uygulamaya koymuştur. Sonuç AB için tutarsızlıktır. Uluslararası Para Fonu'na göre, ilkbaharın sonlarından itibaren toptan ve perakende gaz fiyatlarının geçişi% 10'dan az ile % 40'ın üzerinde değişiyordu. Fransa ve Almanya birlikte, ortak bir plan üzerinde anlaşamamanın bu başarısızlığını özetliyorlar. Eylül ayında Fransa, hane halkları ve küçük işletmeler için gaz ve elektrik fiyatlarındaki artışı 2023'te%15 ile sınırlama politikasını açıkladı ve günler önce hükümet, şirketler için nispeten daha az koruyucu ancak yine de önemli bir paket açıkladı. Buna karşılık, Almanya gaz komisyonu, Mart 2023'ten itibaren sübvanse edilen enerjiye erişimin hane halklarının geçmiş tüketiminin% 80'i ile sınırlandırılmasını önerdi. Benzer bir plan şirketler için de geçerli olacaktır.


Fransa ve Almanya da toptan gaz fiyatları için fiyat sınırlarının tasarımı konusunda çelişkili. Fransa, hükümetin elektrik üretiminde kullanılan gazın fiyatına tavan koymasıyla “İbre planını” desteklerken, Almanya, hem gazı endüstriyel kullanıcılar için daha pahalı hale getireceği hem de üye ülkeler arasında kazananlar ve kaybedenler yaratacağı için buna karşı çıkıyor. Bu farklı tepkiler, eleştiriyi ilke olarak değil, ortak bir şok karşısında bariz bir şekilde uygunsuz oldukları için garanti eder. Sadece birkaç ay içinde AB, daha önce toplam gaz ithalatının yaklaşık% 45'ini oluşturan bir tedarikçiye erişimini kaybetti. Genel olarak, AB veya avro bölgesi içindeki talep tarafı ve finansal karşılıklı bağımlılıklar, arz tarafı karşılıklı bağımlılıklarını gölgede bırakmaktadır. İşgücü reformları ve ürün pazarları gibi yapısal politikaların sınır ötesi etkileri olsa da, bunlar nispeten küçük ve yavaş hareket etme eğilimindedir. Ancak bu sefer farklı: gaz ve elektrik fiyatları, bir üye devletin kararlarının diğerlerini etkilediği ezici bir çoğunlukla baskın kanallar haline geldi ve bu etkiler, Avrupa Merkez Bankası'nın artan enflasyonist baskılara verdiği kendi tepkisiyle güçlendi. Bu nedenle, ulusal enerji politikaları için ortak kılavuzların tanımlanamaması son derece maliyetlidir. Tagliapietra ve diğerlerinin yakın tarihli bir analizde gösterdiği gibi, talepte koordineli bir düşüş elde etmekten elde edilen kazançlar önemli olacaktır. Buna karşılık, “enerji milliyetçiliği" gaz ve elektrik fiyatlarını daha da artırarak durgunluğu daha da kötüleştiriyor.

Uzlaşma ulaşılamaz değildir. Ekim zirvesinde, Avrupa Konseyi, fiyat temelli ve düzenlemeye dayalı seçenekleri harmanlayacak bir plana doğru bazı ilerlemeler kaydetti. Almanya, aşırı fiyat dalgalanmasının zararlı olduğunu hala kabul edebilir ve Fransa, tüketimi azaltma teşviklerinin önemli olduğunu kabul edebilir.

Fakat güvensizlik yaygındır ve gün geçtikçe ve ekonomik durum kötüleştikçe, bir anlaşma penceresi kapanmaktadır. Depolama tesisleri dolu olmasına ve sıcak havaların gaz fiyatlarını düşürmesine rağmen sorun ortadan kalkmadı. Rus gaz ambargosunun AB içinde derin ve giderek daha köklü bölünmelere neden olma riski çok ciddi olmaya devam ediyor. Birlikte hareket etmemek AB için feci bir sinyal gönderiyor. AB’nin stratejik pusulası şu sıralar yönünü şaşırmış durumda. 


05.11.2022 13:58

Uzun bir süredir yazamıyorum, araştırdıklarımı, okuduklarımı toparlayıp bir bütün haline getiremiyorum. Zamanın ruhunu kaybetmiş gibiyim. Beni büyüten emek veren babalık eden dedemi kaybettim. Dedem Nuri Birgül çok değerli bir insandı ailemize babalık etti. Benim için çok çabaladı. Asla hakkını ödeyemem! bu yazımı saygıdeğer okurlar haddimi aşarak Dedem Nuri Birgül’e ithaf ediyorum. Eski Japonya Başbakanı Şinzo Abe ’nin suikastı, Japonya'nın yarım asırdır siyasi şiddet yaşamadığı göz önüne alındığında tamamen şok etkisi diyebiliriz. Belki de tesadüfen değil, şiddetli bir saldırıya kurban giden son üst düzey politikacı da ülkenin askeri duruşunu güçlendirmek için adımlar atmıştı. Eski Japonya Başbakanı Şinzo Abe ‘nin Japonya'nın Nara kentindeki bir seçim kampanyası etkinliğinde suikasta uğraması hem şok edici hem de inanılmaz şaşırtıcı. Şok edici çünkü Japonya’da en az yarım asırdır siyasi şiddet yok gözüküyor. Silah mülkiyeti sıkı bir şekilde kontrol ediliyor. İşin garip tarafı saygıdeğer okurlar; Abe ‘nin resmi bir hükümet vazifesi de yoktu. Abe suikastı açıkça politik bir eylemdir. Abe ‘nin ölümünün, iktidardaki Liberal Demokrat Parti'nin zaten rahatça kazanması beklenen Japonya Meclis Üyeler Meclisi Seçimleri için herhangi bir etkisi olması muhtemel değildir. Ldp'nin eski lideri ve başbakanının trajik kaybı, katılımı artırarak oyları etkileyebilir, fakat öncelikle bu tür şiddete tamamen alışkın olmayan bir ülke bu seçimi nasıl karşılayacak veya seçim sonrası ne olacak, Japon halkı bir fraksiyon verecek mi? 


 Bence neden olmasın suikast gerçekleşiyorsa ayaklanmada olabilir. Abe ‘nin 2006-07'de başarısız bir yılın ardından, 2012’den 2020'ye kadar sekiz yıl boyunca muzaffer bir geri dönüşle sonuçlanan başbakanlığı, 

Japon dış ve güvenlik politikası üzerindeki etkileriyle iç ilişkilerden daha dikkat çekiciydi. Hatta İskandinav ülkelerine Rusya’ya karşı silah ticaretlerini arttırması bunun sonucudur. Elbette Abe, “Abenomics " başlığı altında başarılı bir şekilde tanıttığı ekonomi politikasını Japon halkına sattı ancak, sonunda dönüştürücü olan ekonomik programı değil, dış politikasıdır. Abe, Japon dış politikasına açıklık, amaç gücü ve görevdeki uzun ömürlülüğünden ötürü güvenilirlik getirdi.  “Hint-Pasifik” teriminin şu anda Asya'daki güvenlik ve diplomatik stratejiyi tanımlamak için yaygın olarak kullanıldığı gerçeği, büyük ölçüde Hindistan ile daha güçlü bir ilişki kurmak için önceden var olan bir Japon çabasını alan ve ülkesinin konumunu yeniden çerçevelemek ve genişletmek için kullanan Abe ‘den kaynaklanıyor. Hem bölgesel hem de küresel olarak. Abe ‘nin bu tutumu aslında, Çin'in yükselişi ve Güney ve Doğu Çin Denizlerinde ve çevresinde giderek daha iddialı söylemleri ve eylemleri tarafından şekillendi diyebiliriz. Çin, Japonya için hep tehlikelidir. 

Abe ‘ye göre Japonya, Çin'in egemen olması için daha zor olacak stratejik ve diplomatik bir arena tanımlamaya kendini adamıştır. Hindistan ile ilişkilerin derinleşmesi, Abe ‘nin Japon ordusunu güçlendirme çabaları gibi bu stratejinin bir parçasıydı. Ülkenin anayasasını değiştirme önerilerinin önde gelen bir savunucusuydu, böylece ordusu kilit müttefiki ABD’ninkiyle birlikte daha büyük bir rol oynayabilecekti. Aslında Abe derin bir strateji geliştirmişti. Bu tutumu belki Japonya’daki bazı tarikatları rahatsız etmiş olabilir. Şinzo Abe ‘nin suikastıyla manşetlere gelen ‘Moon tarikatı’ bir anda yeniden dünyanın ilgi odağı oldu. ‘Dünya Barışı ve Birleşmesi için Aile Federasyonu ya da kısa adıyla ‘’ Birleşme Kilisesi’ ’diye anılan yapı, 1954’te bugünün Kuzey Kore’sinde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak doğan Sun Myung Moon tarafından kurulmuştu. Abe inkâr edilemez bir Japon milliyetçisiydi. Başlangıçta, Japonya'nın savaş tarihi hakkında, özellikle de Japon İmparatorluk Ordusunun işgal altındaki ülkelerde köleliğe zorladığı kadınlar konusundaki sıcak meseleyle ilgili olarak biraz revizyonist görüşlerle tartışmalara başlamıştı. Fakat bir kez göreve geldiğinde, daha önceki görüşlerini büyük ölçüde değiştirdi. Dahası, Güneydoğu Asya'da daha yakın ve daha derin uluslararası bir sistem kurdu ve ülkenin en dikenli komşusu ve eski kolonisi Güney Kore ile bile bağları onardı. Çin ile ilişkiler sık sık gergin olsa da özellikle Abe bir gerginlik çıkarmadı. Hatta bazen taviz vermesi gereken durumlarda sakinliğini ülke adına korudu. Yalnız bir suikastçının nedenlerini tahmin etmek her zaman zordur. Abe ‘nin cinayetinden tutuklanan adam, 41 yaşındaki Tetsuya Yamagami, büyük, ev yapımı bir av tüfeği kullanmış gibi görünüyor. Yani dünyanın en güvenli ülkelerinden biri olduğu göz önüne alındığında Japonya’nın siyasi olaylardaki güvenlik, eski bir başbakan için bile hafif olma eğilimini bizlere göstermiş oldu bu, muhtemelen silahlı adamın bunu nasıl başarabildiğini açıklar. Veya nasıl bir organize suç örgütüne ihale edildiğini öğrenmek gerekiyor. Haberlere göre Yamagami, 2005 yılına kadar Japonya donanması Deniz Öz Savunma Kuvvetleri'nde üç yıl görev yapmıştı. Bu arka plana baktığımızda Abe ‘nin daha güçlü bir Japon ordusu savunması ve Anayasa’nın pasifist maddesini yani Madde 9’un ortadan kaldırma çabalarıyla birleştiğinde cinayetin ülkenin askeri duruşunu protesto etmek için işlendiğini varsaymayı makul kılıyor. Abe suikastı sonrası Japonya Başbakanı Fumio Kishida, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD tarafından yazılan pasifist anayasayı değiştirmek için en kısa sürede konuyu parlamentonun gündemine getireceklerini sıkı bir dille savunuyor. Japon anayasasının 9’uncu maddesi, klasik manada ordu sahibi olmayı engelliyor, bunun yerine bir “öz savunma kuvveti” öngörüyor. Anayasa değişikliği yapıldığı takdirde Japonya, Çin tehdidinin arttığı bir ortamda savaşçı bir orduya sahip olmak istiyor. Ancak bazı uluslararası kurumlar halkın önceliğinin anayasa değişikliği değil, ekonomik kriz olduğuna işaret ediyor. Tüm dünya zor bir krize doğru sürüklenirken iyimser olmanın bir manası yok gerçekçilik hiç olmadığı kadar ihtiyacımız olan tek şey. Abe artık görevde olmamasına rağmen, şüphesiz hala ülkenin daha güçlü bir askeri kabiliyetin en önde gelen ve tanınmış savunucusuydu. Bu sıfatla, 1960'ta başbakan olarak, Japon savunmasını güçlendirmek amacıyla ülkenin ABD ile olan güvenlik anlaşmasında yapılan bir revizyonla çobanlık yapan büyükbabası Nobosuke Kishi tarafından başlatılan çalışmayı tamamlama kararlılığını sık sık dile getirmişti. Ne yazık ki Abe ‘nin dedesi de suikaste uğramış 6 defa bıçaklanmıştı. Fakat dedesi hayatta kalmayı başarmıştı. Abe maalesef hayatta kalmayı başaramadı.


21.07.2022 09:19

Ukrayna artık Amerika'nın da savaşı saygıdeğer okurlar Zelensky ve heyeti ABD'den habersiz çok affedersiniz lavaboya bile gitmiyormuş. Ben demiyorum Washington Post’taki yazarların ifadesi değerli okuyucular. ABD, Ukrayna'yı desteklemekten Rusya'yı zayıflatmaya ve Putin'i geride bırakmaya kadar genişledikçe yeni bir iyi niyet ülkeleri koalisyonuna liderlik ediyor. Gerçekten çok saçma bir hal aldı bu gereksiz dünya saygıdeğer okurlar. Amerika, hem kısa vadeli katılımı hem de uzun vadeli niyetiyle Ukrayna'da bir eşiği aştı. BM Güvenlik Konseyi'nde veto yetkisine sahip nükleer bir ülke olan Rusya, Ukrayna sınırı boyunca yüz elli binden fazla asker topladığı için ABD başlangıçta sonbahar ve kış aylarında temkinliydi. Rus ayısını dürtmek veya Vladimir Putin'i kişisel olarak kışkırtmak istemedi. Beyaz Saray, başlangıçta birkaç bankayı, oligarşiyi, siyasi seçkinleri, devlete ait işletmeleri ve Putin'in kendi ailesini hedef alan Rusya'ya, Rus liderine askeri müdahaleye başvurmadan birliklerini kışlalarına geri dönmek için baskı yapmalarını onayladı.

 

Cumhurbaşkanı Joe Biden Mart ayı başlarında yaptığı açıklamada,” NATO ile Rusya arasındaki doğrudan çatışma Üçüncü Dünya Savaşı, engellemeye çalışmamız gereken bir şey. " dedi. Yani sanki kendi yok bu kurumun içinde olayları organize etmiyormuş gibi ara bulucu oluyor. Pes vallahi pes. Bu kadar pişkinlik diplomasi de bile olmaz. Bununla birlikte, dokuz haftadan biraz fazla bir süre içinde, çatışma hızla küresel sonuçları olan Rusya ile tam bir vekâlet savaşına dönüştü. ABD'li yetkililer şimdi Amerika'nın rolünü saldırganlıkla sınırlanan daha iddialı terimlerle çerçeveliyorlar. On milyarlarca dolarlık yardımla desteklenen hedef, Rusya'yı "zayıflatmak" ve egemen bir Ukrayna'nın Putin'den daha üstün olmasını sağlamak. Cumhurbaşkanı Perşembe günü gazetecilere verdiği demeçte, ” Tarihimiz boyunca diktatörlerin saldırganlıklarının bedelini ödemedikleri zaman daha fazla kargaşaya neden olduklarını ve daha fazla saldırganlığa girdiklerini öğrendik’’ ifadesini kullandı. Ancak bu askeri maliyetler Amerika’ya pahalıya patlayabilir. Temelde tahsis edilen fonlar tükenmiş olacak ki Biden, Kongre'den Ukrayna için çeşitli paketlerin sonuncusunda otuz üç milyar dolar daha yeni askeri, ekonomik ve insani destek için onay istedi. Cumhurbaşkanı,” Bu mücadelenin maliyeti ucuz değil " dedi. Politico'nun belirttiği gibi, yeni yardım tüm Rus savunma bütçesinin yaklaşık yarısı kadar ve ABD Dışişleri Bakanlığı'nın yıllık bütçesinin yarısından fazlası. Önümüzdeki beş ay boyunca, ABD. Ukrayna'ya yardım günde ortalama iki yüz milyon dolardan fazla olacak. Bu kısım biraz baş ağrıtacaktır. Biden, yatırımın Rusya ile gelecekteki çatışma riskini azaltmak için küçük bir rakam olduğunu söylese de, ABD'de ekonomi alarm veriyor. Putin için Ukrayna'daki savaş her zaman en azından kısmen NATO ve ABD liderliği ile vekâlet mücadelesi gibi görünüyordu. İşgalinden önce, askeri ittifak ve bir zamanlar Sovyetler Birliği ile aynı hizada olan ülkelere daha da genişlemesi konusunda derin paranoyayı açıkça dile getirdi. Ayrıca, otoriter rejimlerin fiili ittifakını oluşturmak için Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping ile beş bin kelimelik bir anlaşmaya aracılık etti. NATO' nun genişlemesine ortaklaşa karşı çıktılar.

 

Biden bu tuzağa karşı koymaya çalıştı. İşgalin başlangıcında ABD, egemenlik ilkelerini, demokratik olarak seçilmiş bir hükümeti ve toprak bütünlüğünü korumaya çağırdı. Fakat geçtiğimiz hafta boyunca Ukrayna'nın varoluşsal krizinin giderek Amerika'nın savaşı olduğu ortaya çıktı. 24 Nisan'da Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin, Başkan Volodymyr Zelensky ile görüşmek üzere karartılmış pencereli bir trenle Kiev'e gitti ve sembolik olarak Amerikan desteğini güçlendirin. Bu gizli yolculuk, giderek daha iddialı olan ABD hedefini yansıtıyordu. Austin ise bu savaşın seyrinin nasıl olacağını şekillendiremediklerini teorik olarak açıklamış oldu. Salı günü Austin, kırktan fazla ülkeden, NATO çerçevesinin çok ötesinde savunma liderlerini Ukrayna'ya destek sağlamak için güneybatı Almanya'daki bir ABD üssü olan Ramstein'da topladı. Hem Irak hem de Afganistan savaşlarına katılan emekli bir general olan Austin, bugünün mücadelesini ve gelecek mücadeleleri kazanmak için uluslararası bir kampanyayı yoğunlaştırmak için aylık olarak toplanacak yeni bir “iyi niyet ülkeleri " koalisyonunun kurulduğunu açıkladı. Daha fazla yardım çağrısında bulunan Biden, Biz de ittifakın başına geçerek üzerimize düşeni yapacağız dedi. Ancak durumların kötü olduğundan bahsetmedi. Binlerce sivilin hayatını kaybettiği savaşın barbarlığı ve Rusya'nın modern devletçiliğin sözleşmelerine ve yükümlülüklerine meydan okuması göz önüne alındığında, değişim kaçınılmaz olabilirdi. ABD Genelkurmay Başkanı General Mark Milley, CNN'de yaptığı açıklamada, Eğer bu savaşta Ukrayna ayakta kalırsa, bu saldırganlığa bir cevap olmayacaksa, Rusya bu maliyetten kurtulursa, sözde uluslararası düzen de artık eskisi gibi olmaz dedi. Ve eğer bu olursa, o zaman ciddi şekilde artan istikrarsızlık çağına giriyoruz açıklamasında bulundular. Putin çok açgözlü ve tarihsel olarak hırslı. Rusya, güney Kırım'a, doğu Donbas bölgesine ve stratejik Karadeniz boyunca aralarındaki topraklara ilhaklar da bulundu. Putin henüz ciddi bir şekilde müzakere etmeye hazır değil ya da belki de henüz yeterince baskı altında değil diye okuyabiliriz gelişmeleri saygıdeğer okurlar. ABD, Avrupa'nın en büyüğü olan Rus ordusunun çarpıcı düşük performansıyla da cesaretlendi. ABD istihbaratı başlangıçta Kiev'in yetmiş iki saat içinde düşebileceğinden korkuyordu. Ancak Ukrayna başkenti elinde tuttu ve Rus kuvvetleri geri çekildi. Washington artık ayıyı dürtmekte tereddüt etmiyor. Fakat Milley'in Ramstein'daki savunma liderleri koalisyonuna verdiği demeçte, zamanın hala “Ukrayna tarafında olmadığını” bildirdi. Endişesi, Rusya'nın şehirleri vurduğu Perşembe günü güçlendirildiği Kiev 'de düzenlediği basın toplantısında konuşan BM Genel Sekreteri António Guterres' ten sadece bir saat sonra Ukrayna genelinde ülkeyi dayanılmaz gönül yarası ve acının merkez üssü olarak nitelendirdi. Guterres'in Kiev gezisi, Moskova'daki Putin ile görüşmelerin ardından gerçekleşti. Bucha'yı gezen BM lideri çatışmada net bir taraf tuttu. Savaş yirmi birinci yüzyılda bir saçmalıktır açıklamasını yaptı. Hiç gerçekçi değil saygıdeğer okurlar. İçten pazarlıkları mutlaka diplomatik bir şekilde açığa çıkacaktır. ABD'nin artan katılımı, Putin'in saldırganlığının Ukrayna ile durmayacağına dair uzun süredir Rusya sınırlarında veya yakınında bulunan ülkeler arasında tutulan daha geniş korkuları da yansıtmaktadır. 22 Nisan'da üst düzey bir Rus askeri komutanı, Moskova'nın kısmen Avrupa Birliği'ni destekleyen ancak Rus enerjisine bağımlı olan küçük, karaya oturmuş bir ülke olan komşu Moldova'ya giden yolu açmak için doğu ve güney Ukrayna üzerinde tam kontrol istediğini açıkladı. Perşembe günü kongre ifadesinde Blinken şunları söyledi stratejik fırsatları ele geçirmek ve ülkeler politikalarını, önceliklerini ve ilişkilerini yeniden gözden geçirirken Rusya'nın aşırı tepkisi tarafından sunulan riskleri ele almak zorunda olduklarını ve tehlikenin ansızın geleceğini aktardı. Moskova'nın nükleer silahlarla ilgili bariz söylemleri de ABD yetkililerini giderek daha fazla alarma geçirdi. 27 Nisan 'da konuşan Kirby, Hiç kimse bu savaşın olduğundan daha fazla ilerisini görmek istemiyor." dedi. “Kesinlikle kimse görmek istemiyor ya da görmek istiyor. Biden Yönetiminin genişleyen rolü için kamu desteği şimdilik fena değil ancak ileriye götürmez. ABD'deki önemli bir think-tank kuruluşu bir saha araştırması yapıyor. ABD toplumunun yüzde sekseninden fazlası Vladimir Putin'in bir savaş suçlusu olduğuna inanıyor. Ancak Quinnipiac Üniversitesi analisti Tim Malloy, halkın ahlaki öfkesinin ABD ordusunu güçlendirdiğine inanıyorlar. Ancak savaş asla istemiyorlar. Bu durum yakında sınanabilir. ABD'nin rolü, Rusya'nın haksız savaşına tepkisel bir tepkiden, Amerikan liderliği ve kaldıraç konusunda proaktif bir iddiaya kadar gelişti. Belki de çaresizlik içinde Putin'in söylemi daha cesur hale gelmiş olabilir. Kiev'in tarihi merkezindeki orijinal St. Michael Manastırı, 1100 yılı civarında, bir savaşı kazandıktan sonra onu baş melek ve askerlerin patronuna adayan bir Hıristiyan prens tarafından görevlendirildi. Altın kubbesiyle ünlü bir katedralin yer aldığı karmaşık, 1240 yılında Moğollar tarafından talan edildi ve birkaç yüzyıl sonra restore edildi. 1937'de Komünist yetkililer yıktı. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, Kiev Kent Konseyi binaları yeniden inşa ettirdi. Şimdi ise etrafında kaleşnikoflu askerler cirit atıyor. Ve Putin'e lanet ediyorlar.                           


05.05.2022 14:26

Soğuk Savaş̧ sonrasındaki Batı güvenlik konsepti, düzenli ordulara sahip ülkeler yerine asimetrik etki oluşturabilen düzensiz silahlı grupları örnek olarak almış̧ ve güvenlik sistemini tamamıyla değiştirmiştir. Sistemsel gelişen teknolojiler ve imkânlarla beraber etkinlikleri artan asimetrik tehditler, konvansiyonel üstünlüğe sahip ülkelerin tehdit sıralamasında önceliklerini almıştır. Asimetrik savaştan daha güçsüz durumdaki aktörün daha güçlü olana kendi gücünün üzerinde zarar vermesi, kullanılan kaynakla bu kaynağın oransal potansiyelinin normalde oluşturacağının üzerinde etki yapması temel hedeftir. Ancak bu tanımlama yapılırken asimetrik etkilerin temel olarak hiçbir ülkeye bağlı olmayan düzensiz silahlı gruplar tarafından uygulanacağı varsayılmıştır. Rusya'nın Ukrayna'ya karşı hızlı bir zafer kazanamaması, Batı'yı çatışmadaki kendi hedeflerinin ne olması gerektiğini düşünmeye zorladı. Bunu yaparken, yetersiz eylemin rezaleti ile stratejik kibir riski arasında ince bir çizgide belirsizlik içinde kaldılar. AB, NATO, ABD size diyorum.

 

Rus Çarı Putin, başka bir Avrupa ülkesine saldırarak, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra çizilen bir çizgiyi aştı ve dünyayı değiştirdi. Ama aynı zamanda Rusya'yı, işleyen bir otokrasiden, şiddetli baskı, anlaşılmaz keyfilik ve kitlesel bir beyin göçü ile karakterize edilen bir ülke olan Stalinesk bir diktatörlüğe dönüştürdü. Acımasız eski bir Sovyet şakası muhtemelen bugün Ukraynalılar için çok doğru anlama geliyor. Bir Fransız, "İşe gitmek için otobüse biniyorum, ancak Avrupa'yı dolaştığımda Peugeot'mu kullanıyorum" diyor. Bir Rus, "Bizim de harika bir toplu taşıma sistemimiz var, ancak Avrupa'ya gittiğimizde bir tank kullanıyoruz" diye cevap veriyor. Rus ayısı ormanı dolaşıyor. Teyakkuzda olun demiştik. Bu şaka aslında 1956'da Nikita Kruşçev'in Sovyet karşıtı Macar Devrimi'ni ezmek için Budapeşte'ye tanklar emretmesiyle ortaya çıktı ve Leonid Brejnev'in Prag Baharını ezmek için Çekoslovakya'ya tank gönderdiği 1968'de yeniden ortaya çıktı. Ancak 1989'da Mihail Gorbaçov, Berlin Duvarı'nı korumak için Almanya'ya tank veya asker göndermemeyi seçtiğinde, şaka geçmişte kalmıştı. Fakat Devlet Başkanı Vladimir Putin bize bir şey gösterdiyse, o da bugüne inanamayacağımız ve Rusya'nın geleceği için önemli olan tek şeyin geçmişidir. Putin için, en önemli olan geçmiş muhalif yazar ve Nobel ödüllü Aleksandr Soljenitsin'in yücelttiği kişidir; Slav halklarının yani Kiev Rus'larının Ortodoks Hristiyan krallığı içinde birleştiği zaman. Kiev, Ukrayna'yı Putin'in Pan-Slav vizyonunun merkezi haline getirerek kalbini oluşturmuş olacak. Fakat Putin'e göre Ukrayna savaşı, Rusya'yı sadece genişletmek değil, korumakla da ilgili. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un kısa süre önce açıkça belirttiği gibi Rusya liderleri ülkelerinin dünyanın jeopolitik haritasında var olmak için bir ölüm kalım savaşına kilitlendiğine inanıyorlar ifadesi her şeyi açıklıyor. Bu dünya görüşü, Putin'in, Avrasya yani ‘’Rus’’ ruhu için onu yok edecek olan Atlantikçilere yani Batı’ya karşı bir mücadeleyi tanımlayan İvan İlyin ve Nikolay Berdyaev gibi diğer Rus göçmen filozofların eserlerine olan uzun süredir devam eden takıntısını yansıtmaktadır. Bu bir hastalıktır saygıdeğer okurlar.

 

Yine de Putin ve onun Neo-Avrasyacıları, zaferin anahtarının, Bolşevik karşıtı filozofların en nefret ettiği türden bir rejim yaratmak olduğuna inanıyor gibi görünüyor. Güvenlik güçleri tarafından yönetilen bir rejim. Bir polis devleti, Putin'in kahramanlarından birinin vizyonunu yerine getirecektir: KGB şefi Sovyet Genel Sekreteri Yuri Andropov'a dönüşmüştür. Hem 1956 hem de 1968'de Andropov, tankların gönderilmesinin ana savunucusuydu. Sovyet yönetimine karşı ezici muhalefetin, SSCB'nin NATO ve CIA’nin ellerinde yıkılmasını önlemek için gerekli olduğuna inanıyordu. Bugün Ukrayna'da uygulanmakta olan mantığın aynısıdır bu olanlar eğer buna mantık denebilirse. Bugün, "Rusya'yı kurtarma" savaşı, bir adamın ateşli hayal gücünün ürününden biraz daha fazlası gibi görünüyor. Ve işler raydan çıkmış durumdadır. En üst düzey Rus yetkililerin bile Ukrayna savaşında çok fazla söz sahibi olmadığına inanmak için iyi bir neden var. Lavrov birbiriyle çelişen açıklamalar ve hedefler ortaya koydu. Rusya Merkez Bankası Başkanı Elvira Nabiullina, işgalden kısa bir süre sonra istifa etmeye çalıştı. Ancak Putin buna izin vermeyi reddetti. Rusya Federal Güvenlik Servisi'ne gelince, FSB'nin Operasyonel Enformasyon Dairesi'nin Putin'e duymak istediği Ukrayna anlatısını beslemekten sorumlu olduğu görülüyor: Rusya'nın Slav kardeşleri, Nazi iş birlikçilerinden ve hükümetlerine liderlik eden Batılı kuklalardan kurtarılmaya hazırdı. Putin'in Ukrayna'nın işgali emrini vereceği muhtemelen akıllarından hiç geçmedi. Operasyonun başarısızlığı nedeniyle yaklaşık 1.000 personelin işini kaybettiği bildirildi. Bu iş kayıpları, FSB'nin ötesinde, bir işgalin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, ne zaman ve neden gerçekleşeceği konusunda çoğunlukla karanlıkta tutulmuş gibi görünen orduya kadar uzanıyor. Hükümetin en uzun süre görev yapan üyesi olan Savunma Bakanı Sergey Şoygu, Putin'in savaşı askeri pirinçten ziyade eski KGB subaylarıyla planlamış olabileceği yönündeki spekülasyonlara yol açarak halkın gözünden büyük ölçüde kayboldu. Nasıl başladıysa başlasın, savaş muhtemelen dört yoldan biriyle sona erecek. Rusya, Ukrayna'nın bir kısmının veya tamamının kontrolünü ele geçirebilir, ancak sadece kısa bir süreliğine. Rus ordusunun Ukrayna şehirleri üzerinde kontrol sahibi olma ve ele geçirdiği tek büyük şehir üzerinde kontrolü elinde tutma mücadelesi, uzun vadeli bir işgali sürdüremeyeceğini güçlü bir şekilde göstermektedir. SSCB'nin çöküşünü hızlandıran Afganistan'daki feci Sovyet savaşı akla geliyor. İkinci senaryoda Ukrayna, Kırım, Donetsk ve Luhansk'ı Rus toprakları olarak tanımayı kabul ediyor ve Kremlin'in propaganda makinesinin "özgürleştirilmiş" Ukraynalıların hikayelerini yaymasını sağlıyor. Fakat, Putin rejimi zafer ilan etse bile, Rusya, ekonomisi yaptırımlarla kalıcı olarak yaralanmış, yüzlerce küresel şirket tarafından terk edilmiş ve giderek gençlerden yoksun hale gelen küresel bir parya olarak kalacaktır. Üçüncü senaryoda, giderek hayal kırıklığına uğrayan Putin, Ukrayna'da taktik nükleer silahlar konuşlandırıyor. Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı olan eski Cumhurbaşkanı Dmitry Medvedev'in yakın zamanda uyardığı gibi, Rusya sadece konvansiyonel silah kullanan bir düşmana karşı saldırmaya hazır. Kremlin propagandası bunu kesinlikle bir zafer olarak sunacak, büyük olasılıkla Amerika'nın 1945'te Hiroşima ve Nagazaki'yi bombalamasını, bir savaşı sona erdirmek için nükleer silahların kullanılmasının emsali olarak gösterecek ve herhangi bir Batı eleştirisinin iki yüzlülük olduğunun kanıtı olacaktır. Son senaryoda, ABD Başkanı Joe Biden ’ın istediği yani Putin iktidardan uzaklaştırılır. Rusya'nın askeri darbe geleneği olmadığı göz önüne alındığında, bu pek olası değildir. Bu gerçekleşse bile Putin'in inşa ettiği sistem, yirmi yıldır tımar ettiği eski KGB meslektaşları ve diğer güvenlik görevlilerinin "Siloviki" sistemi tarafından sürdürülen yerde kalacaktır. Yabancı maceracılığı azalabilirken, Ruslar izole ve baskı altında kalacaktır. Ne de olsa FSB, savaşın yaklaştığına inanmamış olabilir, ancak Putin'in özel askeri operasyonunu kısıtlayıcı önlemler, uygulamak ve toplum üzerinde tam kontrol sağlamak için bir fırsat olarak hevesle kullandı. Hâlâ da kullanılıyor. 


Putin, başka bir Avrupa ülkesine saldırarak, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra çizilen bir sınırı aştı ve dünyayı değiştirdi. Ama aynı zamanda Rusya'yı, işleyen bir otokrasiden, Stalinesk bir diktatörlüğe, şiddetli baskı, anlaşılmaz keyfilik ve kitlesel bir beyin göçü ile karakterize edilen bir ülkeye dönüştürdü. Rusya için sonuç çok açık; geçmişi kadar karanlık bir gelecek.


18.04.2022 09:39

Denazifikasyon, kısaca tanımlayacak olursak Nazi programı içerisine görev almış insanların toplumda önemli yer teşkil eden kurumların ve sistemlerin temizlenmesi ve ileride oluşabilecek problemlerin önlenmesi amacıyla hazırlanan bir sistem programıdır saygıdeğer okurlar. ABD’nin işgal ettiği bölgelerde Wehrmacht ve ona bağlı sivil tüm kuruluşları dağıtılmıştır. Denazifikasyon sistemi çok yönlü olarak Nazi ideolojisinin başta fiziki olarak daha sonra ise zihni olarak bertaraf etmeyi amaçlandı. Peki ben neden bugün bunu araştırıp yazdım hemen paylaşayım sizler de biliyorsunuz yeni Nazi avcısı şu sıralar Rus Çarı Putin.  Rusya lideri Vladimir Putin'in Ukrayna'yı işgal ederken ve askerlerini sokarken gerekçe yapıp hedefe koyduğu Neo-Naziler konusu tüm dünyada merak uyandırdı. Meseleye Kiev'den bakanlara göre Ruslar Neo-Nazi grupların varlığı ve etkisini abartarak yalandan bir gerekçe ürettiler. Ukraynalı Ruslar ise başından itibaren faşizmin planlı bir şekilde diriltildiğini söylüyor. Komple teorisyenlerine gün doğdu anlayacağınız saygıdeğer okurlar. Bugün Rus İşgalinin 8. Günü Putin her yeri bombalayarak Nazi arıyor, Kiev sokaklarında artık insanlık suçunun bariz karşımıza çıktığı ve durumun kötüye gittiği bir süreci izliyoruz. Dünya resmen çaresizce bu savaşı izliyor. Joe Biden, ABD'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana "Avrupa için en büyük tehdit" olarak adlandırdığı şeye yanıt olarak yaptırımlar uyguluyor. Çok tuhaf değil mi? ABD’deki belirli Think-Tank stratejistleri, Biden ‘ın Ukrayna'daki Ruslarla savaşmak için Amerikan kuvvetleri göndermeyeceğini söylediği için, artık Rus askeri harekatının daha fazla önlenmesine çok ciddi bir katkısının olamayacağını görüyoruz. Canlı yayında botokslu suratıyla Başkan Biden ‘ın çaresizliğini görmeliydiniz. NATO’nun en önemli müttefikinin bu halde olması gerçekten çok üzücü saygıdeğer okurlar. Modern Çar Vladimir Putin, Ukrayna'nın bağımsızlığına karşı bir meydan okumayla, Rus birliklerine, tanklarına ve topçu birliklerine, onları tek taraflı olarak bağımsız ülkeler olarak tanıdıklarından ve müttefik ilan ettikten saatler sonra iki ayrılıkçı bölgeye yani Donetsk ve Luhansk’a girmelerini emretti.



Vladimir Putin yıllardır insanlık suçu işliyor. Sonuç tabi ki gerekeni yapacağız. Vladimir Putin'in rejimi, Rus medyasının Ukrayna'yı işgaline savaş olarak atıfta bulunmasını yasakladı. Bunun yerine, Ukrayna'yı neo-Nazilerden kurtarmak için bir operasyon olarak çerçeveledi ne acı ama gerçekten de bu görüşe inanan siyasetçiler maalesef günümüzde hala bürokrasi yapabilmektedir. Devlet tarafından işletilen RIA haber ajansı, Rusya'nın “tarihte ikinci kez Ukrayna'nın Nazizm'den kurtuluşu için sorumluluk yükünü üstleneceğini savunarak korkunç propaganda yayınladı. Okuyuculara, Gamalı haçı kozmetik kapatıcı ve yüksek kaliteli tozla hafifçe kaplayan Nazizm’in, Ukrayna devletliğini inşa etmenin ana yöntemi olduğu söyleniyor. Şimdi, Rusya, Avrupa'nın farkında olmasa bile, tüm Avrupa'nın çıkarları için bir ‘’Denazifikasyon’’ operasyonu yürütmektedir. Yukarıda kapsamlı şekilde anlatmamın sebebi budur. Bu propaganda incelemeye değer, çünkü propaganda, özellikle kriz zamanlarında Putin'in diktatörlüğünü sürdürmede önemli bir rol oynuyor.


Ve Putin'in diktatörlüğü olmadan, Ukrayna'da kesinlikle savaş olmazdı. Rusya'nın askeri kampanyası umduğunun gerisinde kaldıkça propagandaya daha fazla güvenecektir. Yıllar geçtikçe Putin, Rus halkına Rusya ve Ukrayna hakkında birçok çelişkili şeyler anlattı. Cumhurbaşkanı olarak ilk iki döneminde (2000-08), Rusya'yı çağdaşlaştırma ve Batı ile ilişkilerini derinleştirme emelleri vardı. Fakat gerçek gücü tattıktan sonra, öncelikle onu nasıl koruyacağını düşünmeye başladı. Modernleşme polis devleti vahşetine yol açtı ve şimdi tarihteki yerini düşünerek, Ukrayna olmadan Rusya'nın dünya gücü olamayacağı sonucuna vardı. Yine de göreve geldiğinde, Ukrayna hala Rus yandaşıydı ve Kremlin hala üzerinde önemli bir etkiye sahipti. Kırım'ı ilhak etmesi ve Ukrayna'nın kalplerini ve zihinlerini kaybeden 2014'teki Ukrayna topraklarının %7'sini ele geçirmesiydi. Rusya'yı modernleştirememek ve Ukrayna'yı uzaklaştırmak arasında Putin, gelecek nesil Rusların affetmeyeceği birçok affedilmeyen hata yaptı. İlk günlerde Putin'in kendisinin Rusya'yı Avrupa Birliği'ne ve hatta NATO'ya getirmeyi düşündüğünü hatırlayın. Ukrayna'nın egemenliğini inkâr etmek onun aklında değildi. Bakan, Mayıs 2002'de Ukrayna'nın NATO'ya katılma istekliliği beyanı hakkında soru sorulduğunda Putin şu yanıtı vermişti;

“NATO ' nun genişlemesi için olduğu gibi, bu konuda tavrımız biliyorsunuz. Fikrim değişmez, ancak bu, Ukrayna'nın Avrupa'da ve genel olarak Dünya’da barışı ve güvenliği güçlendirmeyi amaçlayan süreçlerin aralarında kalması gerektiği anlamına gelmez. Ukrayna egemen bir devlettir ve kendi güvenliğini sağlama yolunu bağımsız olarak seçme hakkına sahiptir.”

Fakat Ukraynalılar 2004 yılında gerçekleşen turuncu devrim adı altında gerçekleşen yolsuzluk ve seçim sahtekarlığını protesto etmek için sokaklara döküldüklerinde Putin açıkçası biraz çekinmişti. Ya Ruslar da aynısını yapmaya karar verir mi? Bilinmez ama Putin’in Baharı yakındır. 2008 Yılına gelindiğinde Putin yeni bir duruş benimsemişti. Bükreş 'teki NATO-Rusya Konseyi toplantısında konuşan bakan, şu anda Ukrayna' ya karşı saldırgan bir savaş başlatmasına yol açan gerekçenin erken bir ön izlemesini sundu. Batılı hükümetler onu ciddiye alsaydı, son üç ayını niyetlerini tahmin ederek geçirmezlerdi ve muhtemelen Ukrayna'ya daha fazla silah ve para sağlayacaklardı. Putin yaptığı açıklamalar da;

“Ukrayna'nın güneyinde, tamamen, sadece Ruslar vardı. Orada hiçbir ilgimizin olmadığını bize kim söyleyebilir? ... Genel olarak Ukrayna'da nüfusun üçte biri etnik Ruslardır. Resmi nüfus sayımına göre 45 milyonun 17 milyonu Rus. Kırım'da sadece Rusların yaşadığı bölgeler var, Rusların %90'ı. Ukrayna bugünkü haliyle Polonya'dan, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Çekoslovakya, Romanya'dan toprak aldı. Ülkenin doğusunda ve güneyinde Rusya'dan devasa topraklar aldı. Bu karmaşık bir devlet yaratımıdır. Ve buna NATO sorununu, başka sorunları da eklerseniz, devletin kendisini tamamen varoluşun eşiğine getirebilirler.” 

Vladimir Putin, Ukrayna'ya karşı savaşını o ülkeyi Nazilerden kurtarmak için bir kampanya olarak döndürmeye çalışsa da Hitler'in oyun kitabından oynayan bizzat kendisi oldu. Holokost kurbanlarının soyundan gelen Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski’nin önderliğindeki kahramanca direnişle karşı karşıya kalan Rusya, propaganda savaşını çoktan kaybetmiştir.


03.03.2022 13:23

NATO ile Rusya arasında Ukrayna konusundaki sıkıntılı anlaşmazlıkta, Rusya'nın davasına NATO'nun Ukrayna'nın egemenliğini savunmaya olduğundan çok daha fazla bağlı olduğu gün yüzüne çıkmıştır. ABD'nin bilerek tetiklediği sert bir diplomasi koridorundayız. Batı bu acı gerçeği ne kadar çabuk tanırsa, Ukraynalılar da dâhil olmak üzere herkes için o kadar iyi olacaktır. Önümüzde ki günler veya artık saatler, Ukrayna için daha fazla risk barındırmaktadır. Rusya sınır hattı boyunca ve Belarus’da asker yığını yaparken, barışçıl çözüm umutları günden güne azaltmakta, fakat işte tam bu durum ABD'nin elini güçlendireceği için pasif hattı oynuyor. Avrupa’yı ise tamamıyla endişe sarmış durumda. Onlarca yıldır ABD’li ve Rus liderler toprak, nüfus, silahlar ve küresel güç üzerinden uçurumun eşiğine kadar geldiler. Güç dengesi ve Avrupa Birliği bu sorunun üstesinden gelemez. Amerika Birleşik Devletleri liderliğindeki NATO, Putin'in talebini tüm ülkelerin kendi kaderlerine karar verme hakkına sahip olduğu gerekçesiyle reddediyor. Fakat Ukrayna’nın bağımsızlığını korumak göründüğü kadar kolay değil.


Rusya'nın Ukrayna'yı kontrol etmek için ödemeye istekli olduğu maliyet ile NATO ülkelerinin Rusya’dan korumak için ödemeye istekli olduğu maliyet arasında bir asimetri sorunu da var. Ukrayna sınırına yakın Rus askeri kuvvetlerinin hareketlenmesi yeni bir savaş korkusuna yol açtı. Ancak çatışma pek yeni değil ve Rusya'nın hedefleri de değil. Moskova merkezli hükümetler tarafından yüzyıllardır dolaylı olarak kontrol edilen veya doğrudan bastırılan Ukrayna, NATO'nun onu Kremlin'in 2014'te başlattığı gibi gelecekteki Rus saldırılarından korumasını istiyor. Fakat Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, NATO'nun Rusya'yı sınırlayan zaten beş NATO üyesiyle sınırı paylaşan daha fazla Doğu Avrupa ülkesine genişlemeyeceğine söz vermesini talep ediyor. Hatta öyle bir açıklama yaptı ki bugünler de Vladimir Putin NATO'nun ve Avrupa'nın dolaylı olarak Rusya'ya savaş açtığını söyledi. Sinirlenmişti Putin belli ABD ve AB vites yükseltirken Rus lider blöfe aldırış etmedi. Rusya'nın çok az müttefiki gözükebilir. Fakat NATO, birçoğu modernize edilmiş orduları olan dünyanın en zengin 30 ülkesinden oluşuyor. Bununla birlikte, son 200 yılda, Rusya, neredeyse her zaman güç ve saldırganlıkla küçük komşu ülkeleri Batı Avrupa ülkelerine karşı tehdit edebilecek bir tampon olarak kullanmayı hep başarmıştır. Saygıdeğer okurlar diplomasi bu kadar hızlı işlerken sakin kalmak önemli bir devlet erdemidir. Bakalım bunu bu sefer Rusya tam manasıyla başarabilecek mi? Putin resmen tehdit etti. Nükleer silahtan bahsetmeye ve etkisinin ne kadar güçlü olduğunu aktardı. Tamamen psikolojik harbin getirdiği süreci beraber izliyoruz. Putin bugünün jeopolitik manzarasını da aynı şekilde gözlemleyebiliriz. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden bu yana Rusya'nın batı tamponunun Belarus’da indirgenmesinden endişe ediyor. Bu nedenle Ukrayna'yı Kremlin'in etki alanı içinde tutmak, Rusya'nın ulusal güvenliğini sağlama ve jeopolitik konumunu artırma stratejisi için kritik öneme sahip olduğunu düşünüyor. Putin bugünün jeopolitik manzarasını da aynı şekilde gözlemleyebiliriz. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden bu yana Rusya'nın batı tamponunun Belarus’da indirgenmesinden endişe ediyor. Bu nedenle Ukrayna'yı Kremlin'in etki alanı içinde tutmak, Rusya'nın ulusal güvenliğini sağlama ve jeopolitik konumunu artırma stratejisi için kritik öneme sahip olduğunu düşünüyor.


Soğuk Savaş sırasında ABD, Güney Kore'nin bağımsızlığını korumak için pahalı bir savaşa kalkıştı. Daha sonra Güney Vietnam'ı özgür tutmak için daha pahalı bir savaş başlattı ve başarısız oldu. Tüm söylenenlere göre, Asya'daki bu iki savaş 20 yıl sürdü ve yaklaşık 1.2 trilyon dolara mal oldu ve 90.000'den fazla ABD askeri ölümüne neden oldu. ABD son zamanlarda bu önceki savaşlardan bazı dersleri yeniden öğrenmiş. Geçen yıl, 20 yıl siyasi düzen ya da işleyen bir ulusal ekonomi kuramadıktan sonra Afganistan'dan çekildi. Batılı personel ülkeyi terk etmeden önce bile Taliban tarafından geri alınmıştı. Afganistan Ukrayna'dan çok farklı olsa da, gerçek şu ki Amerikan halkının başka bir yabancı askeri kampanya için çabalamaya ve demokratlara destek verme niyeti yok gözüküyor. Bu gerçekler, yerli kamuoyu tarafından Batılı meslektaşlarının olduğu gibi kısıtlanmayan otoriter bir lider olan Putin tarafından iyi bilinmektedir. ABD ve müttefikleri, seçmenleri Ukrayna'yı savunmak için bir savaşın değerli olduğuna ikna etmekte zorlanacakken, Putin, Rus milliyetçiliğinin son yıllarda istikrarlı bir şekilde arttığı gerçeğinden faydalanabilir. Putin'in onay notları, Rusya'nın 2014'te Kırım'ı ilhak etmesinden sonra yükseldi. Bunu unutmayalım! Rus halkı Ukrayna'daki savaşa karşı ihtiyatlı görünüyor. Ancak Putin, Sovyet Büyük Kıtlığı gibi tarihi bölümlerden, büyük siyasi hedeflere ulaşmak için Rus nüfusuna önemli maliyetler getirmenin mümkün olduğunu biliyor ve risk alabilen bir lider. Bu gerçeği de göz ardı etmemek de fayda var. 2008 Yılına gelindiğinde Rusya GSYH’si ve askeri harcamaları toparlanmış, Fransa ve Almanya Ukrayna ve Gürcistan'ı NATO'ya katılmaya davet ederek Rusya'yı kışkırtma konusundaki çekincelerini dile getirmeye başlamışlardı. Bu durum onları ABD Başkanı George W. Bush'un yönetimiyle çelişkiye sokmuş ve NATO'nun Ukrayna'ya ''Bükreş Uzlaşması'' gibi gelecekteki üyeliğine dair belirsiz bir söz vermesi kararlaştırılmıştı. Birkaç ay sonra Rusya Gürcistan'ı işgal etti ve Batı çok az direniş gösterdi. Dahası, Putin için bu stratejik zafer, hepsi siyasi gücünü sağlamlaştırmaya yardımcı olan ekonomik bir patlama ile aynı zamana denk geldi. Putin'in bakış açısına göre NATO, Rusya'nın bunu önlemek için artık savaşmayacağını düşünürse, Ukrayna'yı er ya da geç ezecek gibi görünüyor. Fakat Rusya, Ukrayna'nın kontrolü için savaşacağını inandırıcı bir şekilde gösterirse, iki şeyden biri olabilir; Batı barış için müzakere edecek; ya da NATO'nun savaşmak için çok az iştahı olacak yeni bir savaş olacak. Her iki şekilde de, inandırıcı bir savaş tehdidinde Ukrayna Rusya'nın etki alanında tutmak Putin'in şansını ciddi anlamda arttıracaktır. Tarihsel olarak NATO'nun genişlemesinin en açık sözlü savunucusu olan ABD'nin durumu açık bir şekilde değerlendirmesi gerekiyor. Rusya savaşacak ve ABD de savaşacağını inandırıcı bir şekilde gösteremezse, Ukrayna Rus etkisinden kaçamayacak ve gerçekten bağımsız olamayacak. En kötü senaryoda, kararsız ve yarı yürekli olan ABD ve Batı, nihayetinde terk edecekleri ve Ukraynalıların insani ve ekonomik maliyetlerin ağırlığını taşıyacakları bir savaşa giriyorlar. Batı’da bazıları günümüzün sert gerçeklerini kabul ettiğine dair işaretler gösterirken, diğerleri Putin'le anlaşmaya varma isteğinin İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain'in Nazi Almanya’sını Münih'te yatıştırmasına eşdeğer olacağını savunuyor. Bu yanlıştır. Bir savaşı önlemek, ABD ve müttefiklerinin tam bağımsızlık ideali olmasa da Ukrayna'nın refahını korumak için yapabilecekleri en iyi harekettir diye düşünüyorum.  AB ve NATO için şapkayı artık önlerine koyma zamanı Rus Ayısı ormanı sessizce dolandı teyakkuzda olun.

14.02.2022 09:52

İletişim ve siber teknolojilerdeki gelişmelerle birlikte küreselleşen dünyamızda savaşlar daha kaotik ve daha tehlikeli bir hal almaya başlamıştır. Özellikle içerisinde kimlerin hangi motivasyonla yer aldığının bilinmediği çatışmalar yeni savaş kavramlarını karşımıza çıkarmıştır. Demokrasiyi inşa etmek kolay bir iş değildir. Komşu bir ülkenin saldırganlığına karşı savunurken bunu yapmak işleri daha karmaşık bir hale getirecektir. Putin’in Ukrayna'ya yönelik son provokasyonlarında tarihsel dönüşümler büyük önem taşıyor. Fakat Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin açıkça daha büyük bir Sovyet imparatorluğu hayal ediyor. Putin aslında sekiz yıllık bir senaryoyu kendi elleriyle yazıyor ve yönetiyor. 2010 ve 2014 yılları arasında Ukrayna Cumhurbaşkanı Victor Yanukoviç, Rus yanlısı politikası, kleptokratik bir rejim inşa etmesi ve ifade özgürlüğü ve barışçıl protestolara ilişkin vidaları sıkılaştırmasıyla dikkat çekiciydi. Kasım 2013'te Avrupa Birliği ile Ortaklık Anlaşmasını imzalamayı reddetmesi ve Ukrayna'nın Rusya liderliğindeki bir gümrük birliğine doğru sürüklenmesinin duyurulması, sonunda Yanukoviç'i Şubat 2014'te kaçmaya zorlayan ve ülkenin modern tarihinin yeni bir bölümünü açan Onur Devrimini tetikledi. Putin bundan çok iyi yararlandı saygıdeğer okurlar. 


2013’ün Sonbaharında Putin hükümeti, Ukrayna, Moldova ve Ermenistan'ın Avrupa Birliği ile serbest ticaret anlaşmaları imzalamasını önlemek için çok yönlü bir strateji başlattı. Bu, Ukrayna'nın iç politikasını, Rusya'nın Avrupa'daki konumunu ve NATO'nun geleceğini derinden değiştirecek kademeli olarak derinleşen bir krizi tetikledi. Bir yıldan kısa bir süre sonra, Rusya Kırım'ı ilhak etti ve Ukrayna'nın geri kalanını sökmek için zar zor gizlenmiş bir çaba sarf etti. Putin daha sonra orada kurmayı başardığı ayrılıkçı devletleri kurtarmak için doğu Ukrayna'ya iki saldırı daha başlattı. O zamandan beri, bu düşük seviyeli donmuş çatışmada 14.000 kişi yaşamını yitirdi. Daha ne olmasını bekliyoruz acaba, AB ve ABD, Rusya'ya yönelik yaptırımlarını düzenli olarak yeniliyor ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Rusya'nın davranışlarını düzenli olarak kınıyor ve devlet sınırlarının önemini yeniden teyit ediyor. Putin sadece AB-Ukrayna serbest ticaret anlaşmasını raydan çıkarmayı başaramadı; aynı zamanda Ukrayna'yı dost bir komşudan Rusya'yı tehlikeli ve düşman olarak gören bir ülkeye dönüştürmeyi başardı. Diğer ülkeleri istila etmek, kalıcı düşmanlar yaratmanın tarihsel olarak kanıtlanmış bir yolunu buldu. Fakat Putin şimdi Ukrayna'yı kaybeden Rus lider olarak hatırlanmanın utanç verici ihtimaliyle karşı karşıya. Ülkesini üç asır geriye, Büyük Peter’den önceki zamana bırakmış olacak. Sovyetler Birliği'nin çöküşü bile sonunda Putin'in son on yıldaki hatalarından daha az önemli görünebilir saygıdeğer okurlar. Putin'in sistemsel düşüncesinin sonraki kısmını tahmin etmek çok zor. Ancak ABD'nin Afganistan'dan kaotik çıkışındaki zayıflığını fark etmesi ve Amerika'nın başka bir yabancı karışıklığa hevesli olmadığını tahmin etmesi, Putin’in mantığına ve stratejisine uygun geliyor. Putin'in 2014'teki stratejik niyeti AB ile anlaşmayı durdurmak çünkü sonuçta başarısız oldu. Şimdi, odak noktası bölgesel güvenlik meseleleri. Rus yetkililer ve devlet medyası, ABD'nin Moskova'ya saldırmak için Ukrayna'ya füze yerleştirmesiyle ilgili korkunç uyarılar yapıyor ve korkutucu senaryoları medyada paylaşıyor. Ancak kamuoyu yoklamaları propagandanın etkili olduğunu gösteriyor. Rusların yaklaşık %40’ı ve Kremlin halk arasında korku uyandırmaya devam ettikçe bu rakamın artması muhtemel. Peki Diplomatik bir çözüm hala mümkün mü? Kesinlikle evet fakat Rus dış politikasının sert geri dönüşleri durumu biraz çıkmaza sürüklüyor. Baltık ülkeleri durumu çok ciddiye almış durumda ve hazırlıklarına hız vermiş durumdalar saygıdeğer okurlar. Tam ölçekli bir Rus işgali, kuşkusuz, asıl niyeti ne olursa olsun, Ukrayna sınırlarına dökülecek olan açık uçlu bir çatışmaya yol açacaktır. Eğer böyle bir şey olursa NATO için tüm seçenekler masaya yatırılacak fakat iş işten geçmiş olacak. Ciddi yaptırımlar ve diğer önlemler, Çin'den destek alsa bile, Rusya'nın zaten sönük ekonomik beklentilerini daha da sıkılaştıracaktır. Bu öngörülebilir sonuç göz önüne alındığında, bir istila aşırı derecede aptalca olurdu. Fakat bu senaryo göz ardı edilemez. Moskova'daki pek çok kişi Putin'in saldırgan revizyonizminin rasyonelliğinden şüphe ederken ve rahatsız olurken seslerini yüksek sesle çıkaramaması durumu daha kaotik bir sona doğru götürüyor. Demokrasiyi inşa etmek kolay bir iş değildir. Komşu bir ülkenin saldırganlığına karşı savunurken bunu yapmak işleri daha karmaşık bir hale getirecektir. Yani çok yakında ‘’ Toplar fetheder, piyadeler yerleşir’’ şeklindeki Fransız atasözü, bu savaş türünü net bir şekilde özetleyecektir…

24.12.2021 10:53

Kasım ayından itibaren, Rusya silahlı kuvvetleri Ukrayna sınırına yakın ve işgal altındaki Kırım'da toplanmaya başlamıştı. Görünüşe göre Ukrayna'yı işgal etmeye hazır olsa da Rusya'nın niyetleri belirsizliğini koruyor. Rus birliklerinin Ukrayna sınırına yığılmasıyla birlikte, Cumhurbaşkanı Vladimir Putin'in video toplantısında ABD Başkanı Joe Biden’a ültimatom verdiğini düşünüyorum. Fakat bir o kadar da kendinden emin bir toplantı geçirmişe benziyor. Gelelim konumuza NATO’nun Ukrayna’da asla genişlemeyeceğinin garantisini, aksi takdirde Rusya’nın yakında komşusuna karşı bir saldırı başlatabileceğini net olarak söylemiştir. Kremlin, ABD ve NATO müttefiklerinden askeri ittifakın hem üyelik hem de Batılı güçler açısından doğuya genişlemeyeceğine dair yazılı garanti istediğini net bir şekilde belirtecektir. ABD-Rusya ilişkilerinde, özellikle Ukrayna konusu önem atfetmektedir. Beyaz Saray, Rusya'yı Ukrayna'ya karşı askerî harekât yürütmesi halinde ülkeyi küresel finansal sistemden uzaklaştıracak yaptırımlar olabileceği ile ilgili açıklamalar yapmaktadır. Fakat saygıdeğer okurlar, Rusya dış politikası asla böyle alttan alacak bir reaksiyon göstermez. Geçmiş dönemdeki, gerçekler ve yaşanılanlar ortadadır. Kremlin sözcüsü Dmitry Peskov pazartesi günü yaptığı açıklamada, Putin'in  Biden’a önerilerini özetlemeyi planladığını ve görüşmelerinin oldukça uzun süreceğini ve önemli bir dönüm noktası olacağını söylese de ABD tarafından net bir durum kestirilemiyor. Geçtiğimiz hafta Dışişleri Bakanlarının Stockholm’de gerçekleştirilen toplantısı verimliydi. Fakat istenilen şartlarda uzlaşma olmadığını aktardılar. AB’nin önerilerini değerlendirmeyi reddedip reddetmeyeceği konusunda spekülasyonlar ayyuka çıkmış durumda fakat, benim düşünceme göre, herkes Başkan Putin'in farklı bir hibrit strateji geliştireceğinin farkında ama ne olacağını kestirmek inanın çok zor. Ancak Biden pazartesi günü basın mensuplarına yaptığı açıklamada, “Kimsenin kırmızı çizgisini kabul etmeyeceklerini net bir dille söyledi’’... Aslında bu Biden’ın isteği değil olası bir Rus karmaşası ABD’yi bugünlerde ciddi anlamda zorlar. Blinken, Rusya ile ilişkilerin gergin olmasını istiyor. Çok iyi bir diplomat fakat bazen aşırıya kaçıyor. 


ABD'li Ulusal Güvenlik Danışmanı ‘’Sinsi’’ Jack Sullivan, Başkan Biden ile Rusya Devlet Başkanı Putin görüşmesinin ardından hemen açıklamalarda bulunarak herhangi bir işgal durumunda Rusya'ya ağır ekonomik yaptırımların yolda olduğunu tekrarladı. Bu ekonomik yaptırımların arasında Rusya'yı

Uluslararası transfer sistemi Swift’ten çıkarmak ve rubleyi finans sisteminden çıkarmak olduğu konuşuluyor. Jack Sullivan, ABD Başkanı Biden'ın Putin ile toplantısının ardından İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya liderleri ile görüşme gerçekleştirdiğini ve perşembe günü Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy ile görüşeceğini belirtti. ABD burada aslında tansiyon ölçüyor. Rusya’ya gidiyor. Ukrayna ile aynı masada strateji geliştiriyor. Duruma göre AB kartını masaya vuruyor. Satranç tahtası gibi hamleler görüyoruz. Fakat son hamle nasıl olacak inanın kimse kestiremiyor. Düşük yoğunluklu Donbass savaşının Rusya için hala stratejik önemi var, çünkü Moskova'ya Ukrayna'nın istikrarı konusunda kalıcı bir veto hakkı veriyor. Rus kuvvetleri bu statükoyu korumak için elinden geleni yapacak. Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelensky, savaşın sona erdirilebileceği umuduyla Mayıs 2019' da göreve başlamıştı. Zelensky geçtiğimiz günlerde iletişim çağrısını yineleyerek, ‘’Rusya ile doğrudan görüşmeler olmadan savaşı bitiremeyiz.’’ Fakat temel sorun 2014'ten bu yana değişmeden ortada kaldı; Rusya'nın savaşı sona erdirmek için çok az teşviki var ve Ukrayna'nın böyle bir sonucu zorlamak için çok az umudu var. Putin, tüm tarafların 2014 ve 2015'teki manevra savaşının zirvesinde kabul ettiği işe yaramaz bir barış anlaşmasını desteklemeye devam ediyor. Temmuz ayında Putin, Ukrayna savaşını ‘’Fratricide’’ olarak nitelendirdiği Rusların ve Ukrayna’nın tarihsel birliği üzerine uzun bir makale kaleme aldı. Makalede Putin 2014 ve 2015'in Minsk barış anlaşmalarının hala alternatifi olmadığına aktarıyor. Moskova, ateşi söndürmek yerine ya da büyük bir savaşın azgın cehennemine ateşlemek yerine, Donbass savaşının yanan közlerini ateşlemek istiyor. Asıl soru, bunun ne kadar sürebileceğidir? Ancak bu yıl Ukrayna yakınlarındaki her iki Rus askeri yapısının da bu amaca hizmet ettiği görebiliriz.

Şimdilik Kremlin, Kiev hükümetinin batıya doğru Avrupa Birliği ve NATO gibi yapılara sürüklenmesi konusunda elinde tuttuğu en güçlü vetonun, zaman zaman büyük bir istila tehdidini düşünürken, doğu Ukrayna'da düşük yoğunluklu bir savaş bölgesini korumak olduğunun farkında olacaktır diye düşünüyorum. ABD'li analistler ve politikacılar Putin’in niyetlerinin tam olarak ne olduğu konusunda tartışmaya devam etsinler, bu arada Putin zaten atağa geçer. Tehdit edilmeyi sevmeyen sert bir dış politikası vardır Rusların şakaya gelmez. Bu arada komplo teorisi yapmadan duramayacağım saygıdeğer okurlar çünkü güzel ülkem böyle hikayeleri çok seviyor. Yeni silah anlaşmalarının yapıldığı Rusya Devlet Başkanı Putin'in Hindistan ziyaretinden 2 gün sonra Hindistan Genelkurmay Başkanı Bipin Rawat helikopter kazasında yaşamını yitirdi. Hindistan'ın satın aldığı 2 S-400 bataryasının 10 gün sonra bu ülkeye ulaşması bekleniyordu. Çık bakalım işin içinden çıkabilirsen...

08.12.2021 16:15

Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırının ertesi gününde, New York Times’ın yorumcularından biri köşe yazısında şöyle yazıyordu:” Bundan sonra bizi bekleyen büyük tehlike teknolojik ya da tıbbi bir buluş değil, bir korku düzeninin sistemsel oluşumu olacaktır.” demiştir. Gerçekten de küresel salgın, iklim değişikliği ve göçmen sorunları artık ülkeleri ciddi anlamda zorlarken, süper güçlerin sokak kavgası durumu işin içinden çıkılmaz bir duruma getiriyor. Tam da dünyanın pandemiyle mücadele ettiği ve iklim değişikliğine karşı seferber olmak için bir araya gelmesi gerektiğinde, jeopolitik gerilimler tırmanıyor ve iş birliği umutlarını tehdit ediyor. Çin ile ABD arasındaki jeopolitik gerilimler artış gösteriyor. Bununla birlikte, pandemiyle mücadele etmek ve iklim değişikliği tehdidini karşılamak için kapsayıcı küresel iş birliğine önemli bir ihtiyaç var. Önde gelen güçlerin bu rakip talepleri nasıl yönettikleri, önümüzdeki yıllarda küresel kalkınmanın gidişatını belirleyecek. Fakat bu iki gerilim ve AB’deki çıkmaz Rusya’nın tansiyonu yükseltmesi durumları zor bir hale getiriyor. Geçtiğimiz birkaç hafta boyunca ABD ve Çin, artan gerilimlerin kontrolden çıkmasını önlemek için bazı önlemler almaya çalıştılar. İsviçre'de Çinli mevkidaşı Yang Jiechi ile yaptığı son görüşmenin ardından ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan uzlaşmış gibi görünüyorlardı. Fakat bu söylem ne kadar hoş karşılansa da gerçek şu ki ABD ve Çin hala derinleşen bir rekabete kilitlenmiş durumdalar. ABD’nin Avustralya’ya nükleer denizaltı tedarik etme kararı Çin’i sinirlendirmişe benziyor. ABD uzun bir aradan sonra küresel satranç tahtasında önemli bir hamle yaptı.

 

Çin’in Suriye’de son dönemlerde etkin olması da ABD’nin sinirlerini yıpratmaya başladı. Fakat Çin’in denizaşırı ilerlemesini durdurmak için önemli bir hamle de bulundu. ABD’nin Avustralya’da Nükleer Deniz Altı projesi Çin’in planlarını bölgede birazcık aksatabilir saygıdeğer okurlar. Geçtiğimiz ay Pittsburgh’ta AB ve ABD yetkilileri, Çin'e karşı savunma önlemlerine duyulan ihtiyaca özel önem vererek ticaret ve teknoloji konusundaki yeni müzakereler için bir gündem belirlediler. Washington, DC'de, Tayvan'ın potansiyel bir Çin işgali hakkındaki spekülasyonları yaygınlaşıyor ve çok sayıda karara yol açıyor. Bu karar da denizaltı projesi gibi önemli bir stratejik olaylara sebebiyet veriyor. Giderek otoriter ve iddialı bir Çin, tek jeopolitik endişe değil. Rusya da revizyonist bir tehdit oluşturuyor; Cumhurbaşkanı Vladimir Putin, Ukrayna’ya meydan okuyan ve Ukrayna'nın Donbas bölgesindeki savaşın ele alınmasında diplomasinin faydası veya Rusya'nın Kırım'ı ilhak etmesinden kaynaklanan konular hakkında şüphe uyandıran açıklamalar yapmaya devam ediyor. ABD'deki pek çok kişi Çin ile Tayvan üzerinden savaşa doğru bir sürüklenme gördüğü gibi, Avrupa'daki pek çok kişi de Rusya ile Ukrayna üzerinden benzer bir tırmanıştan endişe duyuyor. Aynı roller farklı senaryolarla karşımıza çıkacağını düşünüyorum. Fakat daha büyük zorlukların üstesinden gelmek için iş birliğine duyulan ihtiyaç açık bir diplomasiyi beraberinde getiriyor. Herkes güvende olana kadar kimsenin güvende olmadığı gerçeği her zamankinden daha önemli şu sıralar.

29.11.2021 14:41

Güzel ülkemde zamlar havada uçuşurken, toplumsal belirsizliğimiz tavan yapmış durumdayken, üzücü olaylar karşısında sosyal medyadan vicdan kasılırken şahsım da Bulgaristan seçimlerini takip etti. Bu kadar olumsuz süreçlere ne araştırılır ve yazılır ki, umarım iyi günler yakında kapımızı çalar değerli dostlar; Bulgaristan’da yapılan ikinci tur Cumhurbaşkanlığı seçimleri belli oldu. Ruman Radev Cumhurbaşkanlığı koltuğunu tekrar garantiledi. Alpha Research şirketinin anketine göre, Cumhurbaşkanı Radev ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Liyana Yotova ikilisi, oyların yüzde 63,9'unu, Sofya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Anastas Gercikov ve Albay Nevyana Miteva ikilisi de yüzde 33,1'ini aldı. Seçime katılanların yüzde 3'ü, "Kimseyi desteklemiyorum" seçeneğinden yana oy kullandı. Haklıydılar aslında Bulgaristan’da ciddi siyasi bir belirsizlik var. 6 milyon 660 bin kayıtlı seçmenin düşük ilgisi nedeniyle sadece 2,5 milyon seçmen oy kullanırken, seçimdeki katılım oranı yüzde 33,7 oranında kaldı. Türkiye'den ilk turda yaklaşık 90 bin oy gelirken, ikinci turda oy sayısı 23 bin dolaylarında oldu. Katılımın yüzde 40,23 olduğu ilk turda Radev-Yotova ikilisi oyların 49,42'sini, Gercikov-Miteva ikilisi 22,83'ünü almıştı. Faideli bilgiler kısmını geçtikten sonra Bulgaristan’da inşaa edilen yeni düzene bir göz atalım.

 

36 partiden 12 adayın yarıştığı Bulgaristan seçimleri bu hafta tamamlanmak üzere sandığa tekrar gidiyor. Bulgaristan seçimlerinde şaşırtıcı olan taraf ilk defa bir Türk adayın da yer alması oldu. 30 yıl önce milli kimlikleri yok edilen ve isimleri komünist rejim tarafından zorla değiştirilen Türkler artık Cumhurbaşkanı adayı olabiliyor. Bu açıdan pozitif bir gelişmeyle karşı karşıyayız. Mustafa Karadayı Halk ve Özgürlükler partisinden adaylığını koydu. Bulgar parlamentosunda 240 sandalye bulanmaktadır. Ülkede ve yurt dışında yaşayan 6,6 milyonu aşkın kayıtlı seçmen bu yıl parlamento seçimleri için 3. kez oy kullandı. Bu hafta sonu tekrar sandık başında olacak Bulgar seçmenler artık ülkede olumlu adımların atılmasını istiyor. 

Geçen hafta sonu yapılan parlamento seçimlerinde Değişime Devam Partisi seçimi birinci sırada tamamladı. Bu arada seçimlere katılım %33 oranında kaldı. Adaylar %50 + 1 oya bu arada ulaşamadılar. Bulgar halkının bu siyasi istikrarsızlık noktasında genel bir katılım gerçekleştirmemesi ülkedeki siyasi krizin sonuçlarını bizlere gösteriyor. Bu arada çok ilginç bir seçim gerçekleşiyor. 

Değişime Devam Partisi Harvadlı iki genç girişimci tarafından seçime 2 ay kala kısa bir zamanda kuruldu ve ciddi bir ilerleme gösterdi. Bu durum Bulgaristan’ın Sovyet esareti altındaki siyasetinde önemli bir gelişme olarak görmeliyiz. Fakat bu siyasi istikrarsızlık apaçık ortadayken, halk kimseye güvenmiyor. Bulgar halkı artık statükocu sistemi ve ekonomiyi istemiyor. Halk ciddi anlamda Borisov’a karşı bir güvensizliğin içinde sandık başına gitti. Katılım ciddi anlamda düşük gerçekleşmesi halkın siyasilere karşı olan genel güvensizlik tutumunu gözler önüne sermektedir. Ayrıca Bulgaristan’da yaşayan Türklerin ’de yaşanan durumdan huzursuz olduğunu gözlemliyoruz ki, sandıklara hücum ettiler. Bulgaristan’da zaten bir süredir siyasi istikrarsızlık ortamı vardı. Yolsuzluk dedikoduları ve yükselen zam oranları halkı ciddi anlamda dar boğaza sokmuştu. Siyasi anket listelerin hepsi bu seçimde yanıldı. Ve statükoya bir nevi hayır denmiş oldu. Siyasi arenadaki hesaplaşmalar koalisyonun kurulmaması ve ekonomik dar boğaz AB’nin yardım paketlerinin geç işleve sokulması durumu çıkmaz bir hale getirdi. Ve siyasi belirsizlik seçimlerin sıklaşmasına sebebiyet vermiş oldu. Bulgaristan geçmiş partilerin statükosunda kontrol mekanizmasını yitirmiş durumda ve halk bu durumdan çok sıkıldığı için seçime 2 ay kala kurulan sistemsel bir partinin yani Değişime Devam Partisinin siyasi kaosu aşacağını düşünse de kararsızların çoğunluğu tekrar ortak bir sistemsel koalisyonu bizlere işaret ediyor. Bu seçim Bulgar demokrasisi için de sürpriz bir sonuç olacağa benziyor. Fakat Sovyet etkisindeki komşu Bulgaristan sanki sistemsel hazırlanmış bir değişime sürükleniyor. Değişime Devam Partisi yöneticileri yıllardır bugünün hayali ile çalışmalarına konsantre olduklarını medya organlarına açıklamaktan kaçınmıyorlar. Girişimci olan Değişime Devam Partisi liderleri uzun yıllar bürokrat görevleri haricinde, yurtdışında çeşitli şirketlerde, üst düzey görevlerde bulundular. Bulgar halkı yıllardır eziyet çektikleri ekonomik krizden Değişime Devam Partisinin girişimci liderlerinin, makro ve mikro ekonomik sistemlerine uyum sağlayacaklar mı ayrı bir soru, fakat Bulgar statükosunda bu kadar kolay bayrak çekeceğini düşünmüyorum. 


Yolsuzlukları ortaya çıkarma küresel ekonomiyi canlandırma için olumlu bir adım olarak da nitelendirebiliriz. Sovyet statükosuna Amerikan çözümü tam da budur. Yönetim sistemindeki yolsuzluklar Bulgaristan’da ciddi bir sorun ve halk bundan rahatsız kurulan koalisyon hükümetleri, belli bir yere kadar mücadele ediyor. Sonrası yine aynı çark çevresinde gerçekleşiyor. Hükümet bu istikrarsızlığı aşamadığı için sürekli seçime gidiyor. Halkın devlet kurumlarına karşı güvensizliği apaçık ortadayken olumlu adımların atılması uzun sürebilir. Bulgar halkı bu sorunlarla tekrar karşılaşınca açıkçası güçleri kalmadı ve değiştiremeyeceklerini düşündükleri için sandıkları boşladı. AB yıllardır yolsuzluk için Bulgaristanlı yetkililerle uzun müzakereler gerçekleştirdi. AB’nin de tavrı statükonun değişiminden yana olacaktır. Ayrıca önem arz eden diğer bir konu ise, Türk kökenli vatandaşların seçime olan ilgisi Türk kökenlilerin çoğunluk da olduğu ve seçime Cumhurbaşkanı adayı çıkardığı Hak ve Özgürlükler partisi siyasi konumuna önemli bir ivme kazandırmış oldu. Bulgar halkındaki bıkkınlığı tekrar gözlemlemiş olduk. Siyasi istikrar kazanması ve statükonun değişmesi zaman alacaktır. Adalet sisteminin de Bulgaristan’da çok düzgün çalıştığı söylenemez. Bulgaristan’daki, siyasi belirsizlik bakalım önümüzdeki günlerde çözüme kavuşabilecek mi? Bekleyip göreceğiz...

23.11.2021 16:48

Afganistan’da ABD’nin yıkılmasıyla beraber, dünyadaki diğer baş gösteren krizleri gözden kaçırmamak gerekiyor. Hatta bazıları Afganistan'dan potansiyel olarak çok daha tehlikeli bir durumdalar saygıdeğer okurlar; 

26 Haziran 1945 tarihinde San Francisco'da imzalanan Birleşmiş Milletler Antlaşması şu şekilde başlar;  “Biz Birleşmiş Milletler halkları: hedeflere ulaşmak için: hoşgörüyle davranmaya ve iyi komşuluk anlayışı içinde birbirimizle barışık yaşamaya, uluslararası barış ve güvenliği korumak için güçlerimizi birleştirmeye, ortak yarar dışında silahlı kuvvet kullanılmamasını sağlayacak ilkeleri kabul etmeye ve yöntemleri benimsemeye, tüm halkların ekonomik ve sosyal bakımdan ilerlemesini kolaylaştırmak için uluslararası kurumlardan yararlanmaya, istekli olarak, bu amaçları gerçekleştirmek için çaba harcamaya karar verdik.”  Antlaşmayı imzalayan ilk 50 ülke arasında SSCB ve Türkiye’nin de imzaladığı BM anlaşmasının vurgu yaptığı “İyi Komşuluk” anlayışı, devletler için birbirleri ile komşu ülke olmanın önem ve sorumluluğuna dikkat çekerek barışık yaşamanın anahtarını hatırlatmaktadır. Fakat, Rusya ile komşuluk kuşkuları ve güvenlik sorunlarını beraberinde getiriyor.


 Sertti acımasızdı ve ne de olsa eski bir KGB ajanıydı ama Ukrayna’da son günlerde olanlar yeni çarın tekrar harekete geçtiğini bizlere gösteriyor değerli dostlar; Ukrayna olayları aslında Vladimir Putin rejiminin bir başka tehlikeli yüzünü göstermiş oldu. Bu eski Sovyet cumhuriyeti 1991’de elde ettiği bağımsızlığını koruyabilmek için, ekonomik yönden bağımlı olduğu Rusya ile artık şiddetli bir Hibrit Savaşın içerisinde yer alıyor. Geçtiğimiz haftalarda sınırda oldukça hareketliydi. Rusya sınıra Tank ve lojistik malzeme tedariki yapmaya başladı. Bölgede tansiyon yüksek açıklamalar ve haberler durmuyor. Fakat yakın bir zamanda bölgede oluşabilecek sıcak temas önemli birtakım problemleri beraberinde getireceğini gözlemliyorum. Kremlin, Avrupa Birliği'ni bölmek ve zayıflatmak niyetindeyken ve şimdi güvenlik açıklarını araştırırken, Batılı güçlerin bir araya gelip güçlü bir yanıt vermesi gerekiyor. Tarih, Rus askeri, siyasi ve ekonomik provokasyonlarına barınma veya göz yummamaları gerektiğini tekrar göstermiştir. ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin hiç beklemeden hemen TV’lerin karşısına geçerek Rusya'nın Ukrayna sınırındaki askeri yığınağı konusunda kaygılı olduklarını belirterek, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in tam olarak ne yapmaya çalıştığını bilmediklerini açıklıyor. Kaygıyla izliyoruz gibi açıklamalar yapılsa da ABD, akbaba gibi olaya sonradan üşüşecek. Putin ve strateji ekibi Avrupa'da sorun yaratmaya devam ediyor. Son entrikaların arasında Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine karşı bir gaz savaşı; Belarus'un Litvanya, Letonya ve Polonya sınırları boyunca bir göç krizi; Ukrayna'nın doğu sınırında yenilenen bir askeri seferberlik ve Sırpların Bosna-Hersek'ten ayrılması için ajitasyon yer almaktadır. Rusya ne zaman sistemsel bir açık görse AB’de ve diğer komşularında hemen harekete geçiyor. Putin’in Avrupa Birliği'ni bölme ve zayıflatma arzusu, Almanya'nın ‘’Nord Stream-2’’ doğal gaz boru hattını mümkün olan en kısa sürede onaylaması; Sovyet tarzı uzun vadeli sözleşmelere, petrole bağlı gaz fiyatlarına geri dönmek amacıyla AB doğal gaz piyasasını bozmak ve Ukrayna'yı zayıflatmak ve Moldova'yı Avrupa Ortaklık Anlaşmasını terk etmeye ve bunun yerine Rusya'nın Avrasya Ekonomik Birliği'ne katılmaya zorlamak anlamına geliyor. Bu koşullara zorluyor. Senet imzalatan para tüccarları gibi Rus Hükümeti. Belarus sınır trajedisine gelince, Belarus'un gayri meşru hükümdarı Aleksandr Lukaşenko'nun kışkırttığı yeni bir melez savaş türüne tanıklık ediyoruz.  AB ve NATO durumu bu şekilde tanımlamalı ve Polonya, Letonya ve Litvanya'ya tam desteklerini göstermelidir. AB Dış Konseyi, Ortadoğu'dan Belarus sınırına insan kaçakçılığına karışan tüm havayollarına ve şirketlere yaptırım uygulama konusunda haklı gözükse de Rusya bu işin peşini bırakmaz. Demokrat Biden göreve geldiğinden beri ABD, Belarus'un güney komşusu Ukrayna'yı savunmak için sağlam bir şekilde sistemsel bir atağa kalktı. Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelensky’nin Eylül ayında Beyaz Saray'ı ziyareti bir sistem olayıydı. Dahası, bu yıl en az 4 ABD Senato üyesi kabine bürokratları Ukrayna'ya ziyaret gerçekleştirdi. Fakat 10 Kasım'da ABD, Stratejik Ortaklık konusunda şaşırtıcı derecede güçlü bir anlaşma yaptılar. Belge, ABD'yi “Ukrayna'nın NATO'ya katılma istekleri de dahil olmak üzere, Ukrayna'nın gelecekteki dış politika seyrini dış müdahaleden arındırmaya karar verme hakkını " desteklemeyi taahhüt ediyor.” 

Bu umut verici gelişmelerin üzerine Ukrayna hükümeti, en saygın üyesi Oleksiy Reznikov'u yeni savunma bakanı olarak atandı. Donbas'taki siperlerden yeni çıkmış ve yakında Washington'u ziyaret edecek. Ancak AB, NATO, Almanya ve Fransa'nın harekete geçmesi gerekiyor. En azından hepsi son günlerde Ukrayna'ya karşı Rus saldırganlığına karşı konuştu. Etkileyici bir şekilde, İNGİLTERE Ukrayna'ya 600 özel kuvvetleri taahhüt etti. Önemli bir rakam fakat etki nüfuzu ne olacak bilinmez. Yeni Alman hükümeti Avrupa'da barışı sağlama konusunda ciddiyse, yapabileceği en etkili tek şey Ukrayna'yı NATO'ya kabul etmektir. Ukrayna, yıllardır Avrupa'nın geri kalanı için bir siper görevi gören Rus askeri saldırganlığına karşı duruyor. Almanya kendisini savunmaya hazır değil, bu nedenle ABD, İngiltere, Kanada, Polonya ve Litvanya'nın zaten yaptığı gibi Ukrayna'ya silah sağlayarak bunu yapmasına yardım etmeli. Ama bu durum Yeni Çarın canını sıkabilir.

Chatham House'dan Keir Giles'in bahsettiği gibi Batı, “Rusya ile yüzleşmenin önlenemeyeceğini, çünkü zaten gerçekleştiğini " kabul etmelidir." Tarih, “Rusya'nın güce saygı duyduğunu ve uzlaşmayı ve konaklamayı küçümsediğini gösteriyor.” Neyse ki, Batı'nın emrinde zaten birçok etkili araç var ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'e karşı daha az dostane olması muhtemel yeni bir Alman hükümetinin gelmesiyle birlikte, yeni stratejik düşünme için bir fırsat daha var. Ukrayna gece soğuk olacak sakın eve girmeyin...

20.11.2021 23:53

İstihbarata karşı savunma, devletlerin ulusal güvenlik stratejileri kapsamında sürdürdükleri son derece önemli bir unsurdur. Ulusal güvenlik stratejileri, devletin güvenlik kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Sevgili dostlar bu yazıda geçmişe doğru bir yolculuk gerçekleştireceğiz. Komplo teorisinden tabi ki uzak kalıp yaşanmış bir hikâyeden parçaları alıp günümüze entegre edip değerlendirme yapacağız. Yıldıray Oğur gibi uzun bir yazı yazacağım saygıdeğer okurlar. Yahudilerin istihbarî misyonlar edinmesi simgesel olarak “on iki casus dönemi’’ ile başlamıştır. On iki İsrail kabilesinin her birine bir casus düşecek şekilde on iki deneyimli adam seçildi. Mısır’dan Kenan’a geri dönecek İbrani halkının, uzun zaman sonra tekrar dönecekleri yerlerde başlarına bir sıkıntının gelip gelmeyeceğine emin olmak için bilgi toplamaya gönderildiler. Hz. Musa, casusların özellikle tarım ve yer şekilleriyle ilgili bilgi toplanmasını emretti. Casuslar, kale, şehirler ve korumaları görünce korktular ve İsrailoğullarının Tanrı'nın sözünün aksine bu diyarı ele geçiremeyeceklerini düşündüler. Casuslardan on tanesi, daha çok vazifenin zorluğu üzerinde duran yanlış raporlar ve gözlemler sundular. Diğer iki casus ise Yeşu ve Kalev onların aksine net eksiksiz raporlama hazırladılar. Tabi ki bu iki casusa inanmadılar. Yanlış raporlama yapan on casusa inandılar. İsrail halkının dini, tarihi, kültürel özellikleri ve Filistin’den sürüldükten sonra dünyanın dört bir köşesinde geçirmiş olduğu 2000 yıllık geçmiş, İsrail istihbarat kültürünü ve istihbarat şemalarını şekillendirmiştir. İstihbaratın topladığı bilgilerin, objektif ve siyasal etkiden arınmış ve gerçekçi olması esastır.  

1979 kışının sonunda şiddetli bir fırtına Akdeniz sahiline kırbaç gibi çarpıyor, yüksek dalgalar Gazze kıyılarını alt üst ediyordu. Arap denizciler, tedbirli davranarak denize açılmadılar; böyle bir günde

dalgalara meydan okumak çok akıllıca olamazdı. Fakat kıyıdakilerin şaşkın bakışları altında, kükreyen dalgaların arasından çıkan köhne bir tekne bütün ağırlığıyla kıyıya yanaştı. Kıyafetleri ve kefiyeleri

darmadağın ve sırılsıklam bir grup timden oluşan Filistinli dikkatinizi çekiyorum. Tekneden atlayıp kıyıya doğru yürümeye başladılar. Halsiz ve bitkin halleri gözden kaçmıyordu. Fakat dinlenecek zamanları yoktu, izlerini kaybettirmeleri için hızlı davranmaları gerekiyordu. Hemen ileri de tam teçhizatlı savaş kıyafetleri içerisinde İsrail askerleri kıyıya yanaşıyordu. Hücum botu kıyıya yanaşır yanaşmaz ateş sesleri başladı. Hücum botundan atlayan İsrailli askerler Filistinli askerlere ateş açmaya başladı. Kumsalda olanları izleyen Filistinli bir genç onları yakınlardaki güvenli bir sera alanına götürdü. İsrailli askerler izini kaybettikleri kaçakları bulmak için sahil ve kıyı şeridine dağıldılar. Aynı gecenin ilerleyen saatlerinde, elinde ağır makinalı bir silahla gizlice sera alanına giren genç bir Filistinli İsrail askerlerinden kaçanları birbirlerine sokulmuş halde buldu... “Siz kimsiniz kardeşlerim’’ diye sordu. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi üyeleriyiz.” diye geldi cevap. Lübnan’daki Tire mülteci kampından geliyoruz dediler. Aslında MOSSAD’ın operasyonel ekibiydi, Filistinlilerle konuşan içeri sızma operasyonu gerçekleştirip, Filistinli mülteci kılığına girmişlerdi. Bu şekilde orada önemli bir Hamas liderini öldürdüler. Ashdod’dan gelen MOSSAD’a ait bir tekneyle operasyonu tamamladılar. Geçtiğimiz günlerde medyaya bomba gibi düşen bir haber okuduk. MOSSAD’a çalışan 15 kişilik bir muhbir ve casus kadrosu yakalandı. MOSSAD adına çalıştığı iddia edilen şebeke çökertildi. MİT operasyonuyla yakalanan 15 kişi adliyeye sevk edildi. 


Yaşanan bu gelişme sonrasında MOSSAD gündem konularından ekonomiden sonra önemli bir noktaya oturdu. Konu hakkında uzman veya uzman olmayan bile TV’lere çıkıp iddialı iddialı konuştu. Halbuki konu hakkında belli bir mesafe gitmeden komplo teorisyenlerinin malzemesi haline geldi. İsrail Başbakanı Naftali Bennett, İsrail'in ikisini Türkiye'den geri almak için her şeyi yaptığını söyledi. "Bunlar yanlışlıkla karmaşık bir duruma düşen iki masum vatandaş açıklamasını yapsa da Türk yetkililer tatmin olmamış gözüküyor. Açıkçası ben de olmadım. Uzun bir süre teknik takip yapılmış. Belirli dokümanlar mevcut incelenmiş. Ama işin içinde başka bir iş olabilir. Türkiye’de bugüne kadar yapılmış en geniş kapsamlı operasyon, olması zaten farklı bakış açısını bizlere zorunlu kılıyor. Ağları gerçekten şaşırtıcı ve muhbirlikten, bilgi alımından fazlası olarak nitelendirebilirim. Aslında Mossad böyle operasyonlar da mutlaka paravan bir şirket kurar ve gerçekten önemli ticari hamlelerde yapabilir. Türkiye’de yabancı danışmanlık kuruluşların farklı bir açıdan bakılması gerektiğini düşünüyorum. Fehmi Koru 2019’daki bir yazısında bazı şirketlerden bahsetmişti. Açıkçası bence de o şirketlerde tuhaf bir hareketlilikler vardı fakat yeterince delil ve kayıt yoktu. Gelelim asıl haber bültenlerinde meşhur olan o Filistinli gence, şimdi bu arkadaş kayboluyor birden ve ailesi yaklaşık 2 ay sonra aile evladını arıyor. Arkadaşları ve ailesinin İsrail tarafından kaçırıldığını düşünerek sosyal medyada kampanyalar başlattığı, sivil toplum kuruluşları ve basın yayın kuruluşlarının peşine düştüğü MS’nin Mossad'ın kritik bir üyesi olduğu hatta İsviçre'nin Zürih kentinde örgütün saha sorumlularıyla birkaç kez görüşme yaptığı ortaya çıktı. Saha evinde bu görüşmelerin gerçekleştiği iddiası var. Ve gerçekte de böyle bir durum oluyor. Çok tuhaf dimi yukarıda kaleme aldığım, hikâye birden gözümde canlandı saygıdeğer okurlar. David Barnea Mossad direktörü olarak görevi aldıktan sonra hoş geldin der gibi bir durum söz konusu, Türk yetkililer ise konu hakkında yakınlarda bir açıklama yapmadı. Ama kayıtlara geçti. Sızma varsa gelen göçmen Filistinliler arasında bu kesinlikle araştırılmalıdır. Lübnan’dan gelen ekipte çok güvenilir değildir genelde bunu da aklımızda tutmakta fayda var. Savunma sanayii alanında eğitim alan öğrencileri mercek altına aldılar. Onlar hakkında ciddi literatüre sahiptiler. Yöneticiler izlendi ciddi anlamda önemli bir operasyona kalkıştılar fakat bir kısmı yakalandı. Bir kısmı kurtuldu. Veya öyle bir paravan düzeni kurmuş ki radara girmemiş gözüküyor. İlerleyen günlerde daha çok deşifre göreceğiz. Şebeke, ayrıca İsrail ve Idf için önemli belgeleri de ele geçirmeye çalışıyordu. Bu kapsamda dernek ve kuruluşlar hakkında raporlar hazırlıyordu. Edinilen bilgiler, şebeke aracılığıyla İsrail istihbarat teşkilatı MOSSAD’a şifreli olarak ulaştırıldı. İlerleyen zamanlarda sorularımızın bir kısmının cevaplarını alacağız. İçerideki bukalemunlara dikkat etmekte fayda var...

15.11.2021 17:49

Ülkemde hiç sıkıntı yokmuşcasına Polonya ve AB hakkında yazayım dedim saygıdeğer okurlar; AB liderler zirvesi, Polonya krizinin gölgesinde geçti. Angela Merkel’e bile ağız tadıyla veda etmediler. Brüksel'deki Avrupa Birliği liderler zirvesine Polonya ile yaşanan kriz çok ciddi anlamda bu toplantıyı gölgede bıraktı. Başını Fransa, Hollanda, Almanya ve Lüksemburg'un çektiği ülkeler Polonya'ya karşı sert önlemler alınmasını istedi. Sert bir diplomatik dille uyarıda bulundular. Polonya Anayasa Mahkemesinin 7 Ekim'de aldığı kararda, Polonya anayasasının, AB'ye yetki devri yapılmamış alanlarda AB hukukundan üstün olduğuna hükmetmesi nedeniyle patlak vermişti. Brüksel karara sert tepki gösterirken Britanya'dan sonra ‘’Brexit ‘’ Polonya'nın da AB'den ayrılma olasılığıyla ilgili "Polexit" tartışmaları başlamıştı. Polonya, yürürlüğe soktuğu yargı reformu ve medya yasaları nedeniyle de yıllardır AB'nin sert eleştirilerine hedef oluyor. Açıkçası kabadayılık yaparsan sert bir tokat yersin uyarısı gibi de düşünebiliriz. Zirveye katılan Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki, hükümetinin hiçbir "Şantaja boyun eğmeyeceği çıkışını yaptı. AB Komisyonu ve AB Adalet Divanı gibi bazı AB kurumlarının, AB Sözleşmesinin kendilerine tanımadığı yetkileri sahiplendiğini söyleyen Morawiecki, anlaşmamız böyle değildi. Bu nedenle Polonya hükümeti de Polonya parlamentosu da bu konuda şantaj baskısı altında hareket etmeyecektir diye sert bir çıkış yaptı. Morawiecki, AB hukukunu sadece ulus devletlerin yetkilerini AB'ye devrettiği alanlarda öncelikli olarak tanıyacaklarını kaydetti. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ise, yargı reformlarından geri adım atana kadar Polonya için öngörülen 36 milyar euroluk korona fonu yardımının ödenmeyeceğini açıklamıştı. Ekonomik baskı ve pres uygulayarak bezdirme politikası uygulayacaklar ki gözleri korksun ama ters tepeceğini ve ülke içi kutuplaşmayı çoğaltacağını düşünüyorum.

 

Bir süredir Avrupa Birliği’nde işler yolunda gitmiyor. Polonya Anayasa Mahkemesi kararıyla beraber istikrarsız ilişkiler kritik bir döneme girdi diyebiliriz. Brexit sürecinde derin bir yara alan AB şimdi Polonya ile ters düşmüş durumda, açıkçası AB’nin eski dediğim dedik dönemi bitti ve ilişkilerde şiddetli gerileme süreci hız kazandı diyebiliriz. Yani artık AB ve üye ülkeler de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ayrışmalar başladı bile Macaristan, Polonya’nın yanında olduğunu belirtti. Polonya’daki yargı reformları ayrıca muhalefetin de ekmeğine yağ sürdü diyebiliriz. Halk zaten ciddi bir ekonomik buhran dönemi geçirirken yargıdaki kararlar gelişecek olayların tuzu biberi oldu. Muhalefet alınan bu kararların peşini bırakmayacağını söylüyor. Halk sokaklara iniyor. AB dediğim dedik diyor. Bir süredir AB politikalarında zıtlıkları rahatlıkla görebiliyoruz. 

 

Yani Polonya da ki muhalifler yüksek sesle diyor ki; AB'nin hukuksal konuları değil benim sistemim sizden önemli artık bu süreçten sonra tabi ki akıllara birtakım sorular geliyor. Brexit’te derin bir yara alan AB Polonya ile böyle bir sorunun üstesinden gelebilir mi? herkes bunu konuşuyor. Fakat olayın ilk yaşandığı zamana döndüğümüz de Polonya Anayasa Mahkemesi, AB hukukunun belirli konularda ulusal mevzuata üstünlüğü ilkesini reddetmişti. Anayasa Mahkemesi kararında AB sözleşmesinin bazı maddelerinin Polonya Anayasası ile uyumlu olmadığına hükmediliyor. Kıvılcım böyle başladı aslında. Şimdi herkes Brexit gibi bir süreç olacak mı sorusunu soruyor. Fakat asıl bundan önce konuşulması gereken AB’nin ufak ayrıntılar da bile dediğim dedik baskıcı hukuksal kararları; AB hukuk egemenliğini konuşurken, AB üyesi bir ülkeyi yok sayarcasına kararlar alması bu da sorulabilir.

Polonya’nın AB’deki Geleceği Ne Olacak?

Açıkçası çok değişik bir durum olacağını sanmıyorum. Fakat halkın belirli bir çoğunluğu AB’nin kararlarına destek çıkıyor. Diğer bir kesim ise hayır sorgulamalıyız veya farklı ele almalıyız diye düşünüyorlar. Forumlar açılıyor, konuşmalar gerçekleşiyor. Sadece tansiyon yüksek ama AB ve Polonya gerilimi arttırıp bir kopuş sürecine ilerlemeyecek. Brexit’te ciddi bir yara almıştı ve tekrar siyasi açıdan okları kendine çekmeyecek. Küresel salgın süreci de AB’ye karşı endişeleri arttırdığı bir zaman da olsa sistemsel bir yanlışa gitmez. Polonya siyasi muhalefetinin bir kesiminin kabadayılığı ise tamamen hüsran olarak yorumlayabiliriz. Fakat bu aşamaya gelmeden önce AB ile Polonya zaten hukukun üstünlüğü ve bir takım yasal kararların sistemlerini zorlaştırdığını düşünerek siyasi bir çıkmaza sürüklenmişti. Yani işler aslında temelde problem oluşturuyor. AB’nin otoriter tutumları da işleri çıkmaza sürükledi. Polonya’nın kürtaj kararı ve birçok siyasi tutumu da AB tarafından ciddi eleştirilere sebebiyet verdi. Polonya’nın hükümet kanadının bu hamleleri AB’den uzaklaşmaya yönelik olarak düşünülmüştü. Anayasa mahkemesinin son kararı bence fitili ateşledi. Yani bakıyoruz ardından öyle sert açıklamalar geliyor ki, tamam bitti bu iş diyoruz. Fakat öyle değil. Polonya mutlaka geri bir adım atacak. Çünkü ülkedeki kutuplaşma ileri bir seviye atlayıp Polonya hükümetini al aşağı edebilir. Fakat Polonya kendi egemenliği ve hukuk adına direnebilir. Polexit gibi durumların olacağını tekrar söylüyorum düşünmüyorum. Şu koşullarda abartı bir süreç olarak yorumluyorum. Yani ilerleyen zamanlar da AB’nin hukukunun işleyişi ciddi anlamda ameliyat masasına yatırılabilir. AB Polonya içindeki yanlılarını fonlayabilir onlarla yeni bir sistemsel atak da yapabilir. Ama bu süreçte bu ciddi zorluklara sebebiyet verir. Polonya’da şunu inkâr edemez açıkçası, ciddi yatırımlar aldı. AB ekonomik olarak ciddi bir yardım sürecine girmişti. Polonya ekonomik olarak zaten bu süreci kaldıramaz. Evet anayasa mahkemesi kararı konuşulanlar bunlar. Şimdi artçı sarsıntıları görebiliriz. Fakat uzun vadede bir kopuş gerçekleşmeyecek. Almaya yeni yönetimle oyuna dahil olmaya hazırlanabilir. Bunu da göz ardı etmemeliyiz. AB’nin jandarması Almanya sonuçta.

23.10.2021 23:39

Egemenliğin bir sistem olarak ortaya çıkışının ya da kökeninin Westfalya sistemine dayandığı ileri sürülmektedir. Egemenlik kavramının tarihsel anlamda belirginleşmesinin Avrupa’daki feodalitenin çözülerek merkezi krallıkların öne çıkmasıyla yakından bir bağı olduğu düşünülür. Kavram aslında ilk defa 1576’da kullanan Jean Bodin’e göre, egemenlik yönetenlerin yönetilenler üzerindeki sınırlanamaz gücünü ifade etmekteydi. Bu karara göre kralın merkezi sistem otoritesi her şeyin üzerindeydi. Bu mutlak egemenlik anlayışı Thomas Hobbes tarafından ileriki zamanlarda daha da yüceltildi. Oysa çağdaş hukuk ve egemenlik anlayışı gerek içsel gerek dışsal anlamda bu mutlaklık anlayışından epeyce uzaktır saygıdeğer okurlar. Avrupa iltica Destek Sisteminin verilerine göre, AB genelindeki iltica-göç başvuruları korona pandemisinin öncesindeki oranlara yaklaşmış durumda, 2021 yılının bitimine iki ay kala 100 binden fazla başvuru onay bekliyor. Welt am Sonntag gazetesi Avrupa iltica Destek Sisteminin yayınladığı son ankete göre bu durum ilerleyen zamanlarda daha endişe verici bir hal olacağını gözler önüne seriyor. Koalisyon hükümeti için önemli bir ciddi sınav çok yakında göç meselendeki çıkar çatışmazlığından çıkacak. Bundestag ’da kıyamet kopması yakındır saygıdeğer okurlar.

 

Demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları; bunlar Alman dış politikasının temel dinamiklerini oluşturmaktadır diye veryansın eder dururlar. Fakat bu değerler, genellikle ticari çıkarlar çatışmaya girince bir anda işlerin rengini değiştirir. Özellikle hayli karlı olan silah anlaşmaları ve ticareti söz konusu olunca bazı durumlar görmezden gelinebiliyor. Demokrasi ve hukuk bir anda çöpe gidebiliyor. Açıkçası bu her ülkede böyle çıkarlar çatışırsa düşman oluruz. Almanya’nın dış politikasında bir süredir belirsizlik söz konusu ve bu belirsizlik Almanya siyasetinde çıkarları çatışanları karşı karşıya getirmeye yetiyor. Dünyanın 4. Büyük ekonomisine sahip Almanya Şansölye Merkel’e veda ederken 16 yıllık bir ‘’Z’’ raporu sunumuna da hazırlanıyor diyebiliriz. Almanya'da yeni kurulacak hükümeti zorlu ve çıkarların çatıştığı bir süreç bekliyor. ABD, Rusya ve AB ülkeleriyle ilgili yeni yaklaşımlar, Ortadoğu ve göçmen politikasına yönelik yeni kararların ve stratejilerinin alınması gerekiyor. Merkel döneminde dünya siyasetinde zor zamanlar ve sert değişiklikler yaşandı. Merkel çok sayıda krizle mücadele eden şansölye oldu. Bu nedenle de kriz yöneticisi olarak dünya siyasetine ismini yazdırdı.


Almanya'da yeni koalisyon hükümetini kurmak için müzakerelere başlayan Sosyal Demokrat Parti (SPD), Yeşiller Partisi ve Hür Demokrat Parti (FDP), ilk aşamada 12 sayfalık ortak bir metinde anlaşmaya varmış gözüküyorlar. Önümüzdeki haftalarda yapılması beklenen ayrıntılı müzakereler için ortak zemini oluşturan belgede, üç partinin önemli dış politika konularında hemfikir oldukları noktalar belirlenmeye başlıyor. Olaf Scholz hükümetinin dış politika çizgisi ortaya koyuluyor. Avrupa Birliği’nin güçlendirilmesini, AB üyesi ülkeler arasında dayanışmanın geliştirilmesini öngören belgede, yeni Alman hükümetinin dış politikada demokratik değerleri ve hukuk devletini savunacağının özellikle belirtiliyor. Fakat koalisyon içinde doğal olarak çatlak seslerin çıkacağı da göz ardı edilmemelidir. Hükümetin silah ihracatına kısıtlayıcı bir çerçeve de bakacağı da kayda geçiriliyor. SPD, Yeşiller ve FDP, Almanya'nın uluslararası alanda daha fazla sorumluluk üstlenmesi gerektiğini savunurken, bunu AB üyesi diğer ülkelerle yakın işbirliği içerisinde yapacaklarının altını çizmekte fayda var. Polonya'da ki krize hemen refleks gösterdiler. ‘’Almanya'yı güçlendirmek için AB'yi güçlendirmek istiyoruz" ve "Avrupa'nın stratejik egemenliğini artırmak istiyoruz" ifadelerine yer verilen ortak belgede, Almanya'nın çıkarlarının, Avrupa'nın çıkarları ışığında tanımlanacağı netleşmiş durumda diyebiliriz.  Fransa ile yakın iş birliğinin Almanya için taşıdığı özel önem vurgulanıyor, ayrıca AB üyesi ülkelerin orduları arasında işbirliğinin daha da geliştirileceği belgede yer alıyor. Kriz yönetiminde başarılı Şansölye Merkel liderliği sonrasında hem Almanya hem de Avrupa’yı neyin bekleyeceği şimdiden belli olmazken iyi ve topluma mesafesini gerektiği şekilde koruyabilen bir lider olarak bilinen Merkel’in gidişiyle bir kaygı ortamı oluşacağı öngörülüyor.

19.10.2021 14:38

Amerika Birleşik Devletleri'nin Afganistan'daki savaşı bitmiş olabilir, fakat Amerika'nın en uzun savaşının enkazı konusundaki tartışmalar yeni başladı. ABD Kongresi, önümüzdeki aylarda ABD'nin çıkışını araştırmaya kararlı gözüküyor. Siyasi dünya ilerledikten çok sonra, bilim adamları ve askerler hala yirmi yıl süren savaşı araştıracaklar. Ve ABD'nin Afganistan'daki yenilgisi, bu postmortemlerin keşfedilmesi için birçok soruyu gündeme getiriyor. Amerika Birleşik Devletleri artık uzun savaşlarla savaşmak ve kazanmak için hala gerekli olan kurumlara önem veriyor mu? Sorusu sorulabilir. Ancak Afganistan'daki savaş, özünde bir dayanıklılık savaşıydı. Amerika Birleşik Devletleri'nin yenilgisinin anahtarı olarak kültürel anlayış eksikliğine çok fazla odaklanılsa da gerçek şu ki, Afganistan’da kaybeden taraf Amerika Birleşik Devletleri oldu. Fakat bu enkazın içinden kim bilir neler daha gündem de bomba etkisi yaratacak bunu ilerleyen zamanlar da daha net göreceğiz. Nihayetinde bu savaşlar bir irade savaşına iner ve daha güçlü iradeye sahip olan taraf galip gelir. Taliban böyle başardı. Ne ezildiler ne de tükendiler, ABD'yi, müttefiklerini ve Afgan hükümetini her geçen yıl tükettiler. Sonunda, Afgan ordusu buharlaştı ve Afgan hükümeti savaşmak yerine kaçtı. ABD'nin geri çekilmesinin post-hoc gerekçesinin merkezinde yer alan bir gerçek söz konusu olmuş durumda saygıdeğer okurlar.


Fakat ABD’ye taş atmadan önce Afganistan'ın 66.000'i bulan kayıplarından bahsetmekte fayda var askerler ve polisler, politikacılar, sivillerden bahsetmiyorum bile son yirmi yılda kapsamlıca araştırılırsa önemli deliller kendiliğinden zaten ortaya çıkacak. Bu, ABD’nin Vietnam’da yaptığı insanlık suçundan fazlasını Afganistan’da işledi diyebiliriz. Bu insanlık suçundan, sonunda dayanıklılığı ortaya çıkan tek ülke Afganistan olmadı. Amerika Birleşik Devletleri de savaşma isteğini kaybetmişti. Bir Demokrat olan Başkan Joe Biden nihayetinde yenilgiyi denetlerken, bir Cumhuriyetçi 

Olan selefi Başkan Trump tarafından müzakere edilen bir anlaşma yürütüyordu. Ve her ikisi de tartışmasız Amerikan halkının iradesini yerine getirmek için türlü bahaneler sunuyordu.  Washington Post ve ABC News tarafından yapılan bir ankete göre, ABD halkının dörtte üçünden fazlası Afganistan’dan kaçışın bir çöküşün başlangıcı olacağını savunuyorlar. Afganistan Savaşına verilen halk desteğinin çöküşüyle ilgili çarpıcı olan şey, ABD'nin son birkaç yıldaki taahhüdünün mutlak anlamda ne kadar az olduğudur. ABD artık güven vermeyen küresel bir güç olma yolunda freni patlamış kamyon gibi geliyor. ABD, Afganistan’da 20 yıl geçirdi, savaşa trilyon dolardan fazla yatırım yaptı, savaşta savaşmak için yüz binlerce hizmet üyesi gönderdi ve 2500’den fazlası yaşamını yitirdi.  Fakat bu taahhüdün büyük çoğunluğu çatışmanın ilk on yılında gerçekleşti. Amerika Birleşik Devletleri' bin bölgede sadece Afganistan'da gönüllü olan birlikleri vardı. Trump bu sisteme karşı gelip destek anlaşmasını kesmeye karar verdiğinde; dağıtım, toplam ABD ordusunun yalnızca yüzde yarısını temsil ediyordu. ABD, Afganistan’dan geri çekilmeye başladığı beş yıl içinde 100 askerinden daha azını kaybetti; Savaşın son yıllarında Afganistan'daki savaşta ölenlerden daha fazla asker eğitim kazalarında öldü. Kısacası eğitim zayiatı denildi. Afganistan'dan yayılan uluslararası İslami terörizmi kontrol altında tutmaya çalıştı başaramadı, milyonlarca Afgan'a demokrasi ve insan hakları gibi bir görünüm kazandıracağız dedi. Fiyasko çıktı ve şu anda yan tarafta NATO varlığı bulunan Çin ve Rusya için stratejik tabloyu karmaşıklaştırmak istedi başaramadı. 


Sonunda, Amerika Birleşik Devletleri toplu olarak bu yatırım getirisinin içinden çıkamadı ve kaçmayı tercih etti. Afganistan'daki ABD savaşı sona erdi ve Washington spekülasyonlara devam ediyor. Birkaç ay içinde Biden yönetimi yeni bir Ulusal Güvenlik Stratejisi ve yeni bir Ulusal Savunma Stratejisi yayınlayacak. Selefleri gibi, savunma stratejisi de muhtemelen Çin ve Rusya'nın yarattığı tehdide pandemiler ve iklim değişikliği gibi geleneksel olmayan tehditlerin sağlıklı bir dozu ile odaklanacak ve uluslararası terörizm tehdidini küçümseyecektir. Savunma analitik topluluğu, bir sonraki savaşı kazanmak için gereken duruşa, yeteneklere ve kavramlara odaklanarak davayı takip edecek. Ve yine de, tüm bu yeni tartışmalarda Afganistan’da yaşanan insanlık suçu gölgede kalacak. Gelecek yıllardaki herhangi bir çatışma modelinde ölçülebilir olmayan değişken, savaşma isteğidir. O olmadan, savaşın donanımı tüm uçaklar, tanklar ve gemiler anlamsızdır ve tüm akıllı kavramlar basitçe teorik bir alanda birleşir ve tartışılır. Sonuç hep kazan kazan politikasıdır.  En iyi şartlar altında bile, bu gelecekteki savaşlar muhtemelen Amerikan iradesinin bir testi olacaktır. Çin ile Tayvan ya da Rusya ile Baltık ülkelerindeki bir kıvılcım savaşa çok çabuk dönebilir. Afganistan ya da Irak'taki savaştan askeri olarak çok daha zor olacak ve gelecekteki bu savaşların ekonomik yıkımı ve kayıpları, ABD'nin terörizme karşı küresel savaş sırasında yaşadıklarından daha olumsuz sonuçları beraberinde getirecek.  En son yapılan anketlerde, yalnızca zayıf bir çoğunluk Amerikalıların yüzde 52’si Çin'in Tayvan'a saldırması durumunda güç kullanmasını istiyor. Amerikalıların biraz daha büyük bir yüzdesi, Rusya'nın bir NATO üyesine saldırması durumunda güç kullanmayı desteklese de Amerikalıların benzer şekilde dar bir çoğunluğu NATO hakkında olumlu bir görüşe sahip değil. Gelecekteki herhangi bir ABD askeri müdahalesinin de Afganistan'ın mirasıyla mücadele etmesi gerekecek. Savaş bitse bile, çatışmadan ve daha geniş anlamda teröre karşı savaştan kaynaklanan antikorlar bir süre ABD’nin stratejik belleğinde kalacaktır. Ne de olsa, terörizme karşı küresel savaşa karşı seferber olan çeşitli gruplar, savaşlar sona ermiş olsa bile hiçbir yere gitmiyor. Kaldığı yerden şiddetle devam ediyor. Afganistan’ın Taleban yönetimi altına girmesinden sonra komşu Pakistan’da Amerikalı yetkililer görüşmeleri hızlandırdı. Başkent İslamabad’daki görüşmelerin, kötüleşen ABD-Pakistan ilişkileri nedeniyle zor geçtiği belirtiliyor. ABD  buradan da istediğini almak için pres uygulayacak ve diplomatik bir çözüm için fırsatları kollayacak. Çünkü kongreye karşı olumlu gelişmelerde sunulmalı. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Wendy Sherman ile Pakistanlı liderler arasındaki görüşme, bir dizi çözülmemiş meselenin ortasında gerçekleşti. Bu meseleler arasında, Afganistan'da Taliban ile gelecekteki angajman düzeyi ve ülkenin yeni Taliban yöneticilerinden kaçmak isteyen yabancı uyrukluların ve Afganlar ’ın devam eden değiş-tokuş süreci de merakla bekleniyor. Gündemdeki bir başka soru da Afganistan'da tam bir ekonomik çöküş ve yaklaşan insani krizi önlemek için fonları kimin sağlayacağı. Taliban yönetimi devraldığından beri, milyarlarca dolarlık yardım donduruldu. Eski Afgan hükümetinin bütçesinin yaklaşık yüzde 80'ini uluslararası bağışçılar finanse ediyordu. ABD’de müspet bir gelişme yok saygıdeğer okurlar. Fakat kongre bu enkazı enine boyuna araştırmak için kolları sıvadı. Demokratlar tetikte olun.

09.10.2021 03:35

İkiye parçalanmış Almanya’nın batısında soğuk bir Hamburg sabahında doğdu Şansölye Merkel, babası papazdı. Daha kundaktayken, ailesiyle Doğu Almanya’ya göç etmek zorunda kaldı. Berlin Duvarı’nın Doğu yakasında büyüdü. Fizik eğitimini tamamladı. Aslında en önemli isteği akademik bir kariyerinin olmasıydı. Öğrencilik yılların da Alman rejimiyle sorun yaşamadı diyebiliriz. Aynı yıllar içerisinde Almanya’da ‘’Biz Halkız’’ eylemleri patlak verdi. Göstericiler ‘’Berlin Duvarının’’ yıkılmasını istiyordu. Merkel bu gösterilere katılmadı. Almanya’nın birleşmesinden yana değildi rejimde form yanlısı olarak demek daha doğru olacaktı. 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla hayatı hızla değişti. Hemen siyasete girmeye karar verdi. Düşünce olarak Yeşiller’e yakındı. Ama önce Sosyal Demokrat Parti’ye gitti. Oradaki yoldaş cümlesi Merkel’in canını sıktı bu kadar fanatizm içerisinde olmak istemiyordu. Fakat bir tercih yapması gerekiyordu. Sonunda tercihini Muhafazakâr Hristiyan Demokrat Birlik Partisi’ne katıldı. Partiye üye olduktan tam 11 yıl sonra parti genel başkanı,15 yıl sonra Almanya’nın Şansölyesi oldu. Ve Şansölye Merkel artık görevi bırakma kararı aldı. Almanya'da 26 Eylül'de yapılacak seçimlerle 16 yıllık Angela Merkel dönemi sona erecek.


Seçimlerde Merkel'in koltuğu için Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) Başkanı Armin Laschet, Sosyal Demokrat Partili (SPD) Maliye Bakanı Olaf Scholz ve Yeşiller Eş başkanı Annalena Baerbock yarışacak. Fakat Alman siyaseti kelimesi başlı başına kafa ağrıtıyor. İtalya siyasetindeki, karnaval gibi yapılan tartışmalarla, Fransa’daki Maniheist yarışmalarıyla veya Britanyalılar görevi devrederken yarışan magazinin beslediği siyasi soytarılıklarla karşılaştırıldığında, Almanya şok edici bir şekilde sıkıcı görünebilir. Almanya siyasi olarak önemli fakat siyaseti inanılmaz can sıkıcı. Yine de Alman siyasetinin doğası en iyi “buzul” olarak tanımlansa da en kalın buz tabakaları bile yerinden oynar ve oynadıklarında tüm manzara aniden tanınmaz hâle gelebilir. Şansölye Angela Merkel’in görevden ayrılmasıyla, Almanya hızla buzul örneğindeki ana yaklaşıyor gibi geliyor bana, dile kolay siyasette, bunca yıl takdire şayan bir psikolojik savaş verdi. Bu seçim dönemini Alman standartlarına göre sıra dışı yapan şey, yalnızca 16 yıllık iktidardan sonra bir devlet büyüğünün ayrılması değil, bundan sonra ne olacağını kimsenin bilmemesidir. Geleneksel bilgelik Merkel’in merkez sağ Hristiyan Demokrat Birliği’nin, genellikle “Birlik” olarak anılan Yeşiller Partisi ile ulusal düzeyde bu tür bir eşleşmede ilk olacak bir koalisyon oluşturacağına inanıyor fakat Yeşiller Partisi, en azından sandıklarda, Birlik ’in mevcut koalisyon ortağı Almanya Sosyal Demokrat Partisi yerini Almanya’nın 2 numaralı partisi olarak yerini almış durumda, ancak bu siyasi atmosferde temkinli olunması bence en doğru karar olacak. Önceden yapılan tahminlerin sandıkta gerçeği yansıtmadığını gördük. Saygıdeğer okurlar; 2005 yılında, Almanya tarihinin ilk kadın şansölyesi olarak göreve gelen Angela Merkel'in şansölyelik dönemi seçimlerin ardından yeni Federal Meclis'in kurulması ve yeni şansölyenin seçilmesiyle sonlanmış olacak. Fakat ,Avrupa'nın en büyük ekonomisine 16 yıldır liderlik eden ve Helmut Kohl'den sonra Almanya'nın en uzun süre görevde kalan ikinci şansölyesi olan Merkel şüphesiz hem ülkesi hem de dünya siyaseti için önemli bir örnek dile kolay lokomotif bir ülkede istikrarlı 16 yıl Başkanlığı yürütmek siyasi bir  beceridir. Almanya'nın kaba ve sert siyasetçileri Angela Merkel'i hafife almışlardı. 1998-2005 yılları arasında Almanya Şansölyesi olan Sosyal Demokrat Partisi (SPD) lideri Gerhard Schröder  Çevre Bakanı Merkel'i yerden yere vurmuş ve acınası olduğunu bir röportajında basın mensuplarına aktarmıştı. Merkel'in cevabı ise net ve karalıydı: "Onu aynı bana yaptığı gibi köşeye sıkıştıracağım. Hâlâ zamana ihtiyacım var ama bir gün bunun zamanı gelecek. Ve ben şimdiden dört gözle o günü bekliyorum." Dediğini de yaptı. Merkel'in partisi CDU ve kardeş parti Hristiyan Sosyal Birliği (CSU) ile Şansölye Schröder'in partisi SPD her ne kadar 2015 yılındaki erken seçimi başa baş bitirmiş olsa da iki parti sonunda  koalisyon hükümetini kurarak Angela Merkel'i Şansölye seçti. Angela Merkel yaklaşık 16 yıl boyunca yürüttüğü başbakanlık görevinde birçok uluslararası kriz ile karşı karşıya kaldı. Angela Merkel 2005 yılında Almanya'da başbakanlık koltuğuna oturduğunda uluslararası düzeyde pek tanınmayan bir siyasetçiydi. Dünya politikasında nasıl bir iz bırakacağı henüz tahmin edilemiyordu. Merkel, başbakanlık görevinin başından itibaren dış politikayı ve diplomasiyi dışişleri bakanlarına bırakmak yerine kendisi şekillendirmeyi tercih etti. 2007 yılında Baltık Denizi kıyısındaki Heiligendamm'da G8 zirvesine ev sahipliği yapan Almanya Başbakanı, dünyanın en önemli devlet ve hükümet başkanlarına karşı kendine güvenen bir tutum sergiledi. Merkel, sonraki yıllarda da uluslararası sahnede kendine güvenen bu tutumunu sürdürdü demek yanlış olmaz.  ABD ile ilişkileri başından beri önemseyen Merkel, Alman halkının büyük çoğunluğunun karşı çıkmasına rağmen, daha muhalefetteyken eski Başkan George W. Bush'un Irak'a yönelik savaşına destek verdi. Fakat Bush ve halefi Barack Obama döneminde ABD'nin Asya'ya odaklanması ile Almanya ile ABD arasındaki ilişkilerde de soğuk rüzgarlar esmeye başladı. Merkel'in başbakanlık görevi boyunca en önemli ortağı olarak nitelendirdiği Obama döneminde Merkel'in ABD istihbarat birimleri tarafından dinlendiği ortaya çıktı. Öfkesini gizlemeyen Merkel tepkisini "Dostlar arasında birbirini dinlemek olmaz" sözleriyle dile getirdi. Dünyadaki ve ABD'deki gelişmeler, Berlin'in Washington ile ilişkilerini de etkiledi. Rusya 2014 yılında Kırım'ı işgal etti, 2016 yılında yapılan referandumda İngilizler AB'den ayrılmaktan yana oy kullandı ve ABD'de Donald Trump başkanlığa seçildi. "Önce Amerika" sloganı ile seçimleri kazanan Trump, dış politikada da çok taraflılığı ve hatta NATO'yu sorgulayan bir çizgi izledi. 2017'de ABD'yi işaret ederek hayal kırıklığını gizlemeyen Merkel, "Tamamen başkalarına güvenebileceğimiz dönemler biraz geride kaldı" şeklinde konuştu.Dünyadaki bu gelişmeler Merkel'in Almanya'da 2017 yılında yapılan genel seçimlerde aday olmasında etkili oldu. 2017'deki seçimi kazanan Merkel'in dördüncü başbakanlık dönemi başladı. Merkel bu dönemden itibaren de kendisini dünya politikasındaki tüm zorluklara meydan okuyan bir siyasetçi olarak gördü. Uluslararası ilişkiler uzmanı Varwick, bunu "Almanya'nın diğer ülkelere kıyasla çok taraflılığa daha fazla bağımlı" olması ile açıklıyor. Uluslararası ilişkiler uzmanı Hoff ise Merkel'in "Avrupa ve Batı'yı bir arada tutma ve çatışma yaşadığı taraflarla temas halinde kalabilme konusunda olağanüstü bir yeteneği olduğuna dikkat çekiyor. Fakat Merkel'in Rusya ile Ukrayna arasındaki anlaşmazlıkta masaya oturulması için gösterdiği çabalar sonuçsuz kaldı. Diğer yandan, ABD'nin ve AB üyesi Doğu Avrupa ülkelerinin karşı çıkmasına rağmen Rus doğal gazını Baltık Denizi üzerinden AB'ye taşıyacak olan Kuzey Akım 2 projesinden vazgeçmedi. ABD ile Almanya arasındaki ilişkiler 2021 yılı başında başkanlık görevini Joe Biden'in devralması ile iyileşme gösterdi. Biden'ın Washington'a davet ettiği ilk Avrupalı lider de Merkel oldu. Biden, geçen Temmuz ayında gerçekleşen ziyarette Merkel'in siyasi başarısını "tarihi" olarak nitelendirdi. Merkel'in görev süresinin sonuna yaklaşılırken hem Merkel hem de Biden'in aldığı yanlış kararların sonuçları Berlin ve Washington açısından beklenmedik oldu. Uluslararası güçlerin Afganistan'dan çekilmeye başlaması ile birlikte Taliban hızla ülkede iktidarı ele geçirdi. Ülkede, sivil halk için edinilen bütün kazanımlar ortadan kalkma tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Alman hükümeti gelişmeler karşısında çok geç harekete geçti; Taliban'ın şiddetinden endişe eden, Alman ordusu için çalışan Afganların Almanya'ya getirilmesi konusunda tartışmalar yaşandı. Afganistan hezimeti muhtemelen Merkel'in iktidar dönemindeki hatalarından biri olarak kalacak. Angela Merkel'in şansölyelik döneminin bir diğer kırılma noktası ise şüphesiz 2015 yılında Avrupa'da yaşanan mülteci kriziydi. Çoğunluğu Suriye, Afganistan ve Irak'taki çatışmalardan kaçan bir milyondan fazla göçmen 2015'de Avrupa'ya ulaşmış, binlerce mülteci Başbakan Viktor Orbán liderliğindeki Macaristan'ın sınırlarını kapatmasıyla başkent Budapeşte'deki tren istasyonunda mahsur kalmıştı. Fakat bunun üzerine Merkel dönemin Avusturya Şansölyesi Werner Faymann'ı aradı ve iki ülke Eylül 2015'te mültecilere sınırlarını açtı. Britannica, Merkel'in "Bunu başarabiliriz" (Wir schaffen das) cümlesiyle özdeşleşen "Açık Kapı" siyasetinin siyasi sonuçlarını şöyle göz atabiliriz. 2015'te bir milyondan fazla göçmen Almanya'ya giriş yaptı ve Merkel'in partisi mülteciler konusundaki duruşu sebebiyle büyük bir siyasi bedel ödedi. Göçmenlere tepki sokak protestolarında ve seçim sandığında kendisini gösterirken sağcı Almanya için Alternatif (AfD) Avrupa'daki yükselen popülizm ve yabancı düşmanlığı dalgasından nemalanan partilerdendi. AfD, Eylül 2016'da Merkel'in memleketi Mecklenburg-Vorpommern eyaletindeki yerel seçimlerde CDU'yu geride bırakarak ikinci geldi. CDU bundan iki hafta sonra başkent Berlin'deki en kötü seçim performansını göstererek yerel yönetim koalisyonunun dışında bırakıldı. Öte yandan, pek çok kişiye göre Merkel'in mülteci dostu yaklaşımı aslında o kadar da mülteci dostu değildi denebilir. Türkiye ile ilişkilere değinecek olursak; Schröder Türkiye konusunda ne kadar pozitif politikalar izlemişse Merkel’in de o kadar yanlış politikalar yürüttüğü, üzücü ama altının çizilmesi gereken bir durum söz konusu. Belki bunda Merkel’in, Türklerin hiç yaşamadığı, Türkiye ile ilişkilerin Soğuk Savaş düşmanlıklarıyla yürüdüğü eski Doğu Almanya’da, üstelik bir Protestan rahibi babanın kızı olarak büyümesinin de rolü vardır. CDU’nun dipteki kılcal damarlarındaki gizli tepkilerin de Merkel’in Türkiye politikalarını etkilemiş olması düşünülebilir. Nedenleri her ne ise, Angela Merkel kalbinin ve kafasının derinliklerinde Türkiye’yi hep idare edilmesi gereken bir ülke olarak gördü. Türkiye üzerine ne stratejik bir vizyona ne de kalıcı politikalara sahip olabildi. Daha doğrusu, onun Türkiye konusundaki tek kalıcı politikası, Türkiye’nin Almanya’dan belli bir uzaklıkta, ama kullanışlı bir noktada tutulması idi. Dolayısıyla Angela Merkel’in Türkiye politikasını her iki ülke için, yitik yıllar demesek bile, eksik kalmış yıllardır diye düşünmek yanlış olmayacaktır. Geçen yıllar içerisinde Merkel uzun erimli, stratejik bir Türkiye ufkuna sahip olabilseydi, Türkiye ve Almanya kendi aralarında, iki ülkenin de karşılıklı yararına olacak, ileri boyuttaki bir stratejik, ekonomik ve politik iş birliğini hayata geçirebilirdi. Bu olmadı. Merkel’in girişimiyle Türkiye ve AB arasında imzalanan göç anlaşmasının ise istenen sonucu verdiği söylenemez. Düşünme ve uygulamada olumlu adımlar atılsa da birçok konuda yine eksiklikler var. Angela Merkel yerine gelecek olan liderlere enkaz devretmiyor. Aksine sistemi oluşturulmuş sonlanmamış projeler bırakıyor. Dünya siyaseti onu ve tavırlarını özleyecek. Merkel ise evinde en sevdiği çorba olan soğan çorbasını içiyor olacak. Veya kitap okurken koltuğunda gözlerini dinlendirecek her şey için teşekkürler Angela.

19.09.2021 23:58

Uluslararası sistemin dayattığı baskılar, sivil toplumların talepleri ve siyasal kurumların yapısı dahil birçok faktör, hükümetlerin dış politikalarını nasıl yürüttüklerini etkiler. Her hükümet, paylaşılan tarihsel tecrübelerle bu tür tehditleri göz önünde bulundurarak dünya politikasına yön vermeyi ve kendilerine özgü sistemsel bir kalıp belirlemeye çalışırlar. Bu sayede ulusal tarzda dış politika epeyce çeşitlilik gösterir. 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana Amerikan dış politikası, çoğunlukla devletlerarası sistemle ülkenin siyasal kültürü arasındaki gerilimin en bariz hikayesidir. ABD’nin bu süreç zarfında muazzam kazanımları hem de muazzam kayıpları gerçekleşmiştir. Afganistan’da olan durum da muazzam kayıpların arasında yerini almıştır.


Geride kalan yıllar, Amerika Birleşik Devletleri ve onun küresel itibarı için yıkıcı olmaya devam ediyor. 11 Eylül 2001’deki terör saldırıları, George W. Bush’u takip eden yıllarda Amerikan Dış Politikasına hâkim olan terörizme karşı savaş stratejisi artık miladını doldurmak üzere saygıdeğer okurlar. Ülkenin askeri güçleri geçmiş dönemde saldırıları destekleyen Afganistan’daki Taliban rejimini devirmişti. Fakat şimdi işler tersine dönmüş durumda, hayret verici kısmı ABD’nin bölgeden kaçarak uzaklaşması oldu. 20. Yüzyılda ABD’nin büyük güç olarak ortaya çıkmasından sonra manevi ve baskıcı otoritesinin Afganistan’da tekrar sarsıldığın ve yıkıldığını gözlemlemekteyiz. Afganistan 21. Yüzyıla, ilki Sovyet Savaşçılara ve daha sonraki süreçte kendi iç siyasetlerindeki iç karışıklıklar Afgan Siyasetini ciddi bir yıpratma sürecine götürmüştü. 7 Ekim 2001 Afganistan Savaşı’nın resmi başlangıcını temsil etmektedir. ABD süper güç ordusunu ve istihbaratını yanına alarak bölgede ciddi bir sosyolojik baskı kurmaya çalıştı. Afganistan işgaline başlanırken bölgede durum ciddi bir karmaşa içindeydi. Taliban ülkenin kontrolünü elinde tutuyordu. ABD burada önemli bir strateji geliştirerek, Rusya ile diplomatik bir anlaşma yoluna gitti. Özbekistan ve Tacikistan’dan üs alınması, harekâtın kuzey koridorundan desteklenmesi için Ruslarla muazzam bir anlaşma yaptılar. Ruslarla anlaşma yapıldıktan sonra ABD’li diplomatlar ve CIA ajanları bölgeye yaklaşık 70 milyon dolar soktular. Ve en güzel hamleyi yapıp bölgede sorun oluşturacak grupları satın aldılar. Özel operasyon ekipleri hemen bölgeye sevk edildi ve yıkıma başladılar. Afganistan’da bir savaşa gerek yoktu. Taliban dışı Afgan gruplar, ABD’den ülkeyi yerli bir etmemesini istediler. Yerel halkın ve temsilcilerin tek isteği Suudi Arabistan’dan ve Pakistan’dan para ve lojistik kaynakların kesilmesi idi. ABD’nin işine gelmeyecekti bu tür bir stratejik hamle o yıkmayı ve yerle bir etmeyi tercih etti. ABD’nin hedefi o koridorda geniş bir kesimde rahat hareket etmekti. Savaşın ilk hamleleri Predators drone’ları ve askeri ilerleme ile başladı. Zamanla istihbarat savaşları başladı. ABD o yıllarda aslında bölgede paramiliter bir rol edinmişti. David Petraus 2011’de CIA direktörü olduğunda bölgede hezimete uğradıklarını aktarmıştı. İstihbarat ağı çok yetersizdi. Bu durum ABD’yi etkisiz aktör konumuna sokacaktı.2009’da BM’nin Afganistan temsilcisi olan Peter Galbraith’e göre ABD, Afganistan’daki savaşı kazanamazdı çünkü Afgan bir ortağı yoktu. Pentagon, Afganistan çıkmazı için gerçek bir askeri çözümün gerçekleşeceğini anlamıştı. 7 Ekim 2001tarihinde başlayan müdahale 20. Yılını doldurur doldurmaz sona erdi. ABD istihbaratının kendi ülkesine attığı en büyük kazık Afganistan’dır. Karışık denklem çözülememiş oldu. Bu denklem şimdi yeni tehditle kapıyı çalmaya hazırlanıyor. ABD Başkanı Joe Biden ‘ın ABD seçimlerini kazanıp koltuğuna oturmasının ardından Orta Doğu’da yeni bir paramiliter dönem başladı. Yemen’deki savaşta koalisyon güçlerine verdiği askeri desteği sonlandıran, İran ile müzakerelere yeniden dönen, Afganistan’dan tamamen çekilen ve Irak’tan çekilme planları üzerinde duran Biden, Orta Doğu’daki dengeleri tamamen sil baştan eski durumuna getirdi. Bu düşüncenin asıl mimarı Antony Blinken’dır. ABD’nin Afganistan’daki birincil varlık sebebi El-Kaide ve Taliban tehdidinin ortadan kaldırılmasıydı. Bunu başaramadı demokrasi naraları atarak bölgeyi tekrar 20 yıl aradan sonra Taliban’a altın tepsiyle sundu. Başarısız istihbaratların ceremesini Joe Biden ’ın demokratları çekmek zorunda. Prestij kaybının haricinde bölgesel bir kayıp olarak da nitelendirebiliriz. Afganistan’da gerçekleşen hezimetin uluslararası küresel sistem ve ABD’nin küresel liderliği açısından ne anlam ifade ettiğine gelince, bu yenilginin Amerika’nın göreceli olarak zayıflayan gücünün doğal bir sonucu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.


10.09.2021 02:11

"Yenidünya düzeninde’’ sorun yaratan ilk nokta Irak’tı. Basra’dan gelen bol ve ucuz petrol 20. Yüzyılın Sanayi Devrimi’ne güç sağlamıştı. Fakat OPEC ve Arap üyeleri 1973’te ABD’ye petrol nakliyatına ambargo uygulamıştı. 1978’de ikinci fitil ateşlenmişti. ABD’nin sistemsel işleyişi için bu önemli bir problemdi. Ortadoğu’da, bölgesel bir lider olan Irak’ın Saddam Hüseyin’le doldurmaya çalıştığı bir iktidar boşluğu bırakmıştı. Güç kayması olarak ta nitelendirebiliriz aslında bu olayı ve ABD’nin işine asla gelmezdi. ABD için potansiyel olarak birçok bakımdan tehdit edici bir durumdu, çünkü Ortadoğu’da hiç kimse Saddam Hüseyin’e ve onun iktidarına karşı koyacak güçte değildi. Bir konuyu es geçmek asla istemem saygıdeğer okurlar Saddam’a bu yetkiyi zamanında, Başkan Ronald Reagan sağlamıştı. Kendi yarattıkları canavara karşı bir mücadele başlatmaları gerekiyordu. ABD’nin Afganistan işgalinden kısa bir süre sonra Baba Bush’un dış politika danışmanları dikkatlerini Irak’a çevirmişti. Ön alıcı savaş sistemi bir doktrindi ve Bush’un danışmanları sayesinde etkinlik kazanmıştır. Ön alıcı savaş sistemi, Irak için biçilmiş bir kaftan gibi gözüküyordu. Saddam umurlarında değildi, Irak danışmanların hedefiydi. 8 Kasım 2003’de, Birleşmiş Milletler 2. Bush Hükümetine Irak’a saldırmak için elde etmeye çalıştığı imkânı fazlasıyla verdi. O kadar demokratik bir durumdu ki ya bizlesiniz ya da yoksunuz diye tehdit edildiği demokratik bir oturumdu. Financial Times bu gelişmeyi takipçilerine şöyle aktarmıştı; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi dün oy birliğiyle, Irak’a silahsızlanması için son bir şans tanıyan aksi takdirde savaş tehdidiyle karşılaşacağını bildiren bir karar alarak ABD’ye inanılmaz bir imkân sağladı. O dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan Güvenlik Konseyi’nde coşkuyla oylamanın "Barış davasını güçlendirdiğini ve giderek tehlikeli bir hal alan dünyada sistemsel güvenlik arayışına yenilenmiş bir ivme kazandırdığını’’ salondaki yetkililere aktarıyordu. Dönemin Birleşik Krallık başbakanı Tony Blair Irak’a şunları dedi: BM’nin iradesine karşı, koyarsanız sizi kuvvet yolu ile yok ederiz. Bu konuda hiç kuşkunuz olmasın dedi ve konuşmasını sonlandırdı. Konsey’deki tek Arap temsilcisi olan Suriye bile korkusundan Irak karşıtı oy kullanmıştı. Fakat bir kişi vardı salonda toplantı da konuşulanları dikkatlice dinliyor. Kendince notlar alıyor, kendisine verilen bilgi notlarını okuyordu, sessizce bir köşede oturmuş kimlerin bu konuda rahatsız olduğunu gözlemliyordu. Donald Rumsfeld ABD’nin deneyimli Savunma Bakanıydı. Irak işgalinin baş mimarıydı. Bush’un savaş makinası Rumsfeld’in karşısında bazı engeller vardı. Fakat kararın dili açıkça, ikinci bir BM oturumu olsun veya olmasın, Washington’a Irak’a karşı planlanan savaş gerekçesini veriyordu. Körfez Savaşı’ndan tam 12 yıl sonra, Amerika Birleşik Devletleri Irak’a ikinci bir savaş daha başlattı. Bu savaş, ilkinden daha farklıydı çünkü Irak’ı işgal ettiği bir ülkeden çıkarmak için değil, doğrudan Irak’taki rejimi ve hedeflenen sistemi değiştirmek için harekete geçilmişti. Irak işgali yıllar öncesinde, daha 1997 yılında, PNAC adlı bir siyaset grubu tarafından dile getirilmişti.  ABD Savunma Bakanı Rumsfeld ve Başkan Yardımcısı Dick Cheney, bu grubun fikir babalarıydı. Hatta bu grubun, kurucuları arasında yer alıyorlardı. Washington’daki bir grup stratejist, akademisyen, kurdukları PNAC adlı “Think-Tank”le Irak’ın işgali tezini savunmaya başlamıştı. 

PNAC’in en kayda değer isimleri ise, sonradan George W. Bush yönetiminin en etkin isimleri haline gelecek olan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve Başkan Yardımcısı Dick Cheney idi. Gerçekte ABD önderliğinde istikrarlı bir dünya kurmak gibi makul bir amaçla yola çıkmış olsalar da, bu amacın Ortadoğu’da bir savaş gerektirdiği fikrini akademik çevrede dile getirmeye başlamışlardı. Başarılı da oldular. Ve bu stratejinin mimarı fikir babası 25 yıllık muazzam bir kariyere sahip kişi DONALD RUMSFELD’di.

Donald Rumsfeld, 9 Temmuz 1932’de Amerika’nın Orta batısındaki Illinois eyaletinde doğdu. Dedesi Almanya'nın Bremen şehrinden gelmişti. Durumları çok iyi değildi. Fakat Rumsfeld ailesi hırslı bir aileydi. Çalışkan ve azimli bazı önemli lobilerinde desteklerini almışlardır. Princeton Üniversitesi'nden 1954 yılında mezun olduktan sonra, ABD Donanması'nda üç yıl havacı olarak askeri görevini yerine getirdi. 1962'de ABD Temsilciler Meclisi'ne seçildi ve daha sonra üç kez yeniden bu göreve seçildi. 1969'da Pres başkanlığına Kongre'den kendi isteğiyle istifa etti. Richard Nixon'ın Ekonomik Fırsatlar Ofisinde görev yaptı.  Rumsfeld, 1960'ların sonundaki başkan Richard Nixon'ın yardımcısı olarak göreve gelmişti. Nixon'ın konuşmalarının kaydedildiği Watergate skandalından Nixon ve hırslı yardımcıları John Ehrlichman ve HR Haldeman'ın Rumsfeld'i ihtiraslı, güvenilmez ve açıkgöz biri olduklarını siyaset sahnesinde görüyoruz. Richard Nixon 1974 yılında istifa etmek zorunda kaldığında, Rumsfeld kurnaz biri olduğunu açıkça gösterdi. Yeni başkan Gerald Ford, Rumsfeld'i önce Kurmay Başkanı, ardından da Savunma Bakanı yaparken Rumsfeld'in himayesindeki yardımcısı Dick Cheney'i Beyaz Saray Özel Kalemi olarak görevlendirmişti. Sovyetler Birliği ile yumuşama peşinde olan Dışişleri bakanı Henry Kissinger’ın dış politikasını, birlikte sistematik olarak ekarte bile ettiler. Rumsfeld ve Cheney de ABD'nin Vietnam'da yaşadığı aşağılayıcı yenilgiyi tersine çevirmeye uğraştılar ve 1970'lerin sonlarında gelişen ikinci Soğuk Savaş'ın temelini atmışlardır diyebiliriz. Başkanların sistemlerini oluşturan kişilerdir. Ronald Reagan'ın Orta Doğu temsilcisi oldu. Aralık 1983'te Irak diktatörü Saddam Hüseyin'le tanışmak için Bağdat'a gitti. Donald Rumsfeld Saddam'a, "Dünyadaki ve bölgedeki dengenin önemi üzerindeki düşüncelerimiz Irak'ın anlayışına çok benziyor" açıklaması o dönem çok ses getirdi. Bir başka ifadeyle ABD, İran'ı dengeleyecek bir güç olarak Irak'ı kullanmak işine gelecekti.  Ronald Reagan ve Rumsfeld, Saddam'ın hem İran'a hem de Kürtlere karşı kimyasal silah kullandığı istihbaratını görmezden geldiler. Saddam'ın suçları, İran'ın yenilgisi ve Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra, ancak bölgesel hırslarının ABD'nin Orta Doğu egemenliği için bir tehdit haline gelmesinin ardından duruma müdahale etmek zorundaydı. Rumsfeld, 1991'deki birinci Körfez Savaşı'nda ABD liderliğindeki koalisyonun Saddam'ı yendiğinde, Başkan George W. Bush'un Saddam'ı devirmemekle yanlış yaptığını iddia eden neo-muhafazakâr lobiye destek verdi. Tam on yıl sonra Bush'un oğlu George W. Bush'un Başkan olmasıyla Rumsfeld, bu yanlışı düzeltme fırsatı buldu. Irak'ı hedef alan strateji, o dönem Donald Rumsfeld'in savunma bakan yardımcısı olan Wolfowitz tarafından açıkça organize edilmişti. Abu Ghraib hapishanesinde ayrım gözetmeksizin gerçekleştirilen silah kullanımı ve işkence, ne de mezhep savaşını teşvik etme stratejisi işe yaradı. Başkan Bush, Kasım 2006'da Rumsfeld'i istemeden de olsa görevden almak zorunda kaldı. Washington'un  bağımlı rejimi, 2011'de ABD birliklerini Irak'tan çekilmeye zorladı. Rumsfeld gençliğinde ABD'nin Vietnam'daki yenilgisiyle boğuşmuştu. Ama daha da büyük bir savaşın ve insanlık suçunun mimarı yaptı. ABD’nin Irak ve Afganistan’ın işgali sırasında savunma bakanlığı görevini yürüten Donald Rumsfeld, 88 yaşında hayatını kaybetti.Arkasında maalesef düzelemeyen bir demokrasi ve bataklık bıraktı. ABD’nin C-17 nakliye uçağıyla dünyada ki ABD birliklerine hitap etmekten ve Büyük Amerika yalanını anlatmaya bayılırdı. Tarih onu yaptığı bu insanlık suçundan dolayı unutmayacak.

20.08.2021 00:06

Dış politikada, düşmanın açıkça ortada olmadığı durumlarda, karşı konulması gereken en korkunç düşman düzensizliktir. Kaos ilk planda olduğunda, düzenli dünya ikincildir ve her zaman tehdit altındadır. Düzensizlik, özgürlük gibi, her yerde mevcuttur. Dolayısıyla bir seçkin bunu aydınlığa kavuşturmaya çalışmadıkça, bu tür bir tehlike asla bertaraf olmayacaktır. Amerika stratejik teorinin biçimsel geleceğine büyük ilgi gösterir ve önemli askeri reformlar hazırlar. Güvenlik perspektifinden bakıldığında en yalın haliyle reformlar, kendi varlığını geliştirme ve sürdürme ile karşı tarafın bertaraf edilmesine yönelik eylem ve uygulamaları aktarmaktadır. Bu reformlar ve yeni sistem NATO toplantılarında deklare edilir. Küresellik kavramının dünya gerçekliğinde ilk yükselişleri 1995ten itibaren Amerika Birleşik Devletlerinde yeni ittifak tanımlarının üretilmesiyle kendini göstermiştir. Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü “NATO” realist yaklaşıma göre gerektiğinde güç kullanmak suretiyle NATO üyelerinin güvenliğini sağlıyor. Ama bir süredir etkisiz bir dönem geçiren NATO üzerinden pası atmak üzere 14 Haziran 2021 günü ihtişamlı yeni binasında toplandı. Bu zirvenin daha önceki zirvelerden farklı olacağı çok belliydi. Artık işlevini ciddi anlam da, kaybetmiş bir sistemsel örgütten bahsediyoruz. Uzun süredir,  NATOnun terörle mücadele alanında özellikle etkin istihbarat paylaşımı konusunda bir takım sorunlar yaşadığı biliyoruz ve takip ediyoruz.


Küresel salgın Kovid-19 diplomasiyi ve uluslararası ilişkileri eşi benzeri görülmemiş bir şekilde sekteye uğrattı. Uluslararası siyasetin pistonları durma noktasına geldi. Dışişleri bakanlıkları, diplomatlar, büyükelçilikler ve çok uluslu kurumların hepsi sessizliğe gömüldü. BM Güvenlik Konseyi Odası terk edildi; Cenevredeki Milletler Sarayı sessiz kaldı, NATO genel merkezi ise derin bir uykuya daldı. Açıkçası fiziksel diplomasi askıya alınmasıyla diplomatlar, kısıtlamaların ve kapanmaların üstesinden gelmek umuduyla dijital teknolojilere öncelik verdi. Bazı önemli büyükelçilikler, konsolosluk yardımını koordine etmek için WhatsApp gruplarını aktif bir şekilde kullandı. Diplomatlar, uzak yerlerde kalan vatandaşlarla iletişim kurmak için sosyal medyaya yöneldi. Diplomasi ve böyle önemli ilişkilerde, dijital çok etkili bir rol oynamaz. NATO toplantısı bu çerçevede daha fazla önem kazandı. NATO liderleri 2019 yılının aralık ayında Londrada gerçekleştirilen toplantıda NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberge ittifakın siyasi ve savunma boyutunu güçlendirecek geleceğe dönük bir koalisyon ve ittifakları güçlendirmek için değerlendirme sürecine öncülük etmek görevini verdiler. Jens Stoltenberg de bu süreçte bağımsız görüşleri ve saha araştırmaları yaparak bir Sistem Grubu oluşturdu. NATO temel alt yapısını korumak için harekete geçmeye kararlı, çünkü düşmanı radarına net bir şekilde tekrar geri aldı. NATO, Rusya ve Çin ile teknolojik savaş açısından güçsüz kaldı ve bunun kendi aleyhine çevirmek için ciddi çaba sarf ediyor. Ne kadar başarılı olurlar bilemem ama Jens Stoltanberg ekibine güveniyor. Müttefikler arası boşlukların ve sorunların olmasını istemiyor. ABD asıl bu sistemin tekrar güncellenerek hazır durmasını istiyor. Nedeni basit Karadenizde güçlenerek giremediği bu bölgeye müttefikleriyle çıkarma yaparak bu oyunu ben oynatıyorum “Sen kimsin?’’ demek istiyor.


2014 yılında Rusyanın gayri hukuki ve gayrimeşru şekilde Kırım’ı işgal ve ilhakı ve Doğu Ukraynayı istikrarsızlaştırmayı amaçlayan saldırgan politikalar uygulamaya başlaması üzerine NATO caydırıcılık ve savunmayı artırmayı hedefleyen bir dizi çalışma ve plan hazırlamıştı. Fakat bu engel olmaya yönelik değil vakit kazanmaya yönelik planlardı. NATO yeni ortaya çıkmakta olan çatışma alanlarında bir takım problemlerle karşı karşıya geliyor. Artık siber gücün inanılmaz yıkıcı cazibesi karşısında harekete geçmeyi hedefliyor. Özellikle; Avrupalı ittifakların kâbusu haline dönen siber saldırılar büyük abiyi kızdırmış gözüküyor. Örneğin siber ve uzay alanların daha fazla konuşulduğu ve işlevini arttırdığı bir dönemdeyiz. Bu karışık alanların ortaya çıkması roket, uydu ve ağlar arası etkileşimler üzerine düşmesi gereken problemlerin en başında yer alıyor. Aslında artık savaşın bilişsel dönemini açık ve net bir şekilde göreceğiz ve NATO buna hazır değil. Ama çabalıyor saygıdeğer okurlar. Bilişsel savaşlarda hedefe ulaşmak için sahte bilgiye ve haberlere ihtiyaç olmadığını bir kez daha söylemekte fayda var. Bilişsel savaşların amaçları kısa bir zaman dilimine sığacak şekilde sınırlı olabilir. Toplumların veya ittifakların yapısını bozmak gibi uzun vadeli hedefler için birbiri ardına kampanyalar başlatılabilir. Bunlar sistemle ilgili şüphe tohumları yerleştirmeye, demokratik süreçleri çökertmeye, halk arasında huzursuzluk yaratmaya veya ayrılıkçı hücrelerin tekrar canlanmasına sebebiyet veren kampanyalardır. Hatta bunun için NATO inovasyon fonu oluşturuldu. Yeni girişimlere ve teknolojilere ciddi yatırım yapabilmeleri ve desteklemek için ciddi fonlar oluşturulacak. Uluslararası nizamın korunması için deneysel bir koalisyon ve geleneksel ittifak devreye girmiştir.

30.06.2021 11:05

İsrail başbakanının siyasi rakipleri, ülkenin en uzun süre görev yapan başbakanının saltanatına son verebilecek ve siyasi çıkmazı çözebilecek bir koalisyon hükümeti kurdu. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun saltanatının sona erip Lapid 'in ülke için "Yeni Bir Dönem" olarak adlandırdığı dönemin başladığını artık net bir şekilde görebiliriz. Aslında İsrail siyasi bürokratları ve kamuoyunun amacı Netenyahu’nun vadettiklerini yerine getirememesi ciddi bir siyasi maliyet ödeyeceğinin işaret fişeğiydi. İki yıl içerisinde 4 seçim gerçekleştiren İsrail’ de zaten siyasi bir çıkmazın olduğu çok net gözüküyordu. Fakat dış politikalarındaki birbirinden farklı önemli hatalar bu süreci adeta bir kargaşa ortamına götürdü. Yerleşimci yanlısı Yamina Partisi’nin başkanı Naftali Bennett ilk iki yıl başbakanlık yapmaya hazırlanırken, bundan sonra merkezci Yeş Atid Partisi’nin başkanı Lapid geri kalan iki yıl için dışişleri bakanlığında görev alacak. Yeni hükümet ayrıca sol partiler Meretz ve İşçi Partisi, merkezci fraksiyon Mavi ve Beyaz, ilave sağ fraksiyonlar Yisrael Beiteinu ve Yeni Umut'u da kapsayacak. İslamcı Birleşik Arap Listesi de koalisyona katılarak bir Arap İsrail partisi için tarihi bir ilke olarak yorumlanabilir saygıdeğer okurlar.


İsrail'in ülke gündemini iki senedir meşgul eden mevcut siyasi tablo yaklaşık 6,3 milyon seçmenin oy kullandığı ülkenin seçim sistemine göre hükûmetin kurulabilmesi için, 120 sandalyeli Knesset’te en az 61 milletvekilinin bir araya gelmesi gerekmektedir. Fakat son iki yılda gerçekleşen seçimlerin her birinde hükûmeti oluşturmak için gerekli asgari 61 milletvekiline ulaşılamaması nedeniyle seçimlerin tekrar edilmesi gerekmiştir. İsrail’de seçim barajının 2014 yılından beri %3,25 gibi düşük bir oranda olması retorik açıdan bakıldığında farklı siyasi görüş ve yaklaşımların parlamentoda temsil edilmesine olanak oluşturmaktadır. Tek başına iktidara gelmenin hayli zor olduğu bu yapı içinde genellikle birden fazla partinin ittifak oluşturarak blok hâlinde seçimlere katıldığı görülmektedir. 61 milletvekilinin bir araya gelmesi şeklinde salt çoğunluğa dayanan bu sistem, tek bir vekilin bile çok değerli olduğu bir tabloyu gözler önüne sermiştir. Fakat tüm bunlar İsrail seçimlerinin ne kadar saçma bir sistem doğrultusunda olduğunu bizlere gösteriyor. İsrail'in apartheid sistemi altında sistemsel bir demokrasi yoktur saygıdeğer okurlar.

İsrail’de Neler Oluyor?

Son iki yıl içerisinde 4 seçim gören İsrail’de,  ülkenin yeni Cumhurbaşkanı ve yeni Başbakanı ile birlikte yeni hükümeti belli oldu. Böylelikle, 2009’dan bu yana kesintisiz olarak Başbakan olarak görev yapan Binyamin Netanyahu’nun sancılı iktidarı da son bulmuş oldu. İsrail’in 11. Cumhurbaşkanı sol kökenli bir siyasetçi olarak dikkat çeken Isaac Herzog olurken, ülkenin yeni Başbakanı da aşırı sağcı genç siyasetçi Naftali Bennett oldu. 120 koltuklu İsrail parlamentosu Knesset’de 2 Haziran 2021 tarihinde yapılan oylamada, 1960 doğumlu İsrail İşçi Partisi eski Genel Başkanı, milletvekili ve bir dönem Bakanlık da yapan Yahudi Ajansı Başkanı Isaac Herzog, görev süresi Temmuz ayında dolacak olan 10. Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin yerine 87 oyla İsrail’in 11. Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Herzog karşısında yarışan kadın siyasetçi Miriam Peretz ise 27 oy aldı ve yarışı kaybetti. 7 yıl süreyle bu makamı temsil edecek Herzog, 2028 yılına kadar ülkesinin Cumhurbaşkanı olarak görev yapacak. Parlamenter sistemin geçerli olduğu İsrail’de Cumhurbaşkanı’nın yetkileri daha çok sembolik düzeyde kalmasına karşın, İsrail Cumhurbaşkanlığına soldan gelen bir siyasetçinin seçilmesi, son yıllarda giderek artan aşırı sağ çizgiye geçen İsrail siyaseti ve demokrasisi adına iyimser bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Nitekim ABD Başkanı Joe Biden da göreve seçilmesinin hemen sonrasında İsrail’in yeni Cumhurbaşkanı Herzog’u arayarak kendisine tebriklerini iletmiştir. İsrail’de 23 Mart 2021 tarihinde yapılan genel seçimlerden birinci olarak çıkan merkez sağcı Likud Partisi lideri Başbakan Binyamin Netanyahu, seçim sonrasında koalisyon hükümeti kurma çabalarında başarılı olamamış ve hükümeti kurma görevini Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin’e teslim etmişti. Netanyahu ve Likud’un beklentisi, önceki zamanlar da olduğu gibi, muhalefet partilerinin de kendi aralarında birliği sağlayamamaları ve 5. defa sandığa gidilmesi yönündeydi. Geçtiğimiz haftalarda İsrail’de yaşanan büyük olaylar ve Mescid-i Aksa’da yaşanan yangına bağlı olarak gelişen kutuplaşma da, Netanyahu ve partisinin yeni bir seçimde oy artışı yapmasına olanak sağlayabilecek gibi gözüküyordu. Fakat İsrail’de beklenmeyen bir şey oldu ve birbirine hiç benzemeyen, siyasi fikir ve programları birbirine taban tabana zıt olarak kabul edilebilecek bazı partilerden oluşan ve 8 partinin dâhil olduğu geniş tabanlı koalisyon, ülkedeki ikinci büyük parti durumundaki liberal çizgideki Yesh Atid ''Gelecek Partisi veya Gelecek Var'' partisi lideri Yair Lapid’in çabaları sayesinde oluşturulabildi. Aşırı sağcı Yamina Partisi lideri 1972 doğumlu genç siyasetçi Naftali Bennett, İsrail’in yeni Başbakanı seçildi. Fakat koalisyon anlaşması gereği, Bennett 2023 Ağustos’a kadar Başbakan olarak görev yaptıktan sonra, görevi koalisyonun mimarı olan yani sistemi kurtaran adam Yair Lapid’e bırakacak. Bir zamanlar İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'ya yakın olanların şimdi onun arkasından kuyusunu kazan kişiler olduğunu vurgulamakta fayda var. Eski İçişleri Bakanı Gideon Sa'ar,  Avigdor Lieberman, 1990'larda Başbakan'ın özel kalem müdürü, Naftali Bennett, ofis müdürü ve Adalet Bakanı Ayalet Shaked'in yanı sıra Netanyahu'nun koalisyon hükümetinin başkanı Ze'ev Elkin önemli lobi çalışmaları gerçekleştirerek Netenyahu'nun kuyusunu kazdılar aslında iyi yaptılar çünkü Netenyahu ve ailesi ölümcül bir hastalık gibi sürekli sömürü sistemiyle saltanatlarına devam edeceklerdi. En yakın çalışma arkadaşları Bibiyi karanlık odaya gönderdi.

İsrail’in çiçeği burnunda Başbakanı Naftali Bennett de kuşkusuz İsrail için çok önemli isim. Bennett, 2013 yılından beri ülkesinde Ekonomi Bakanlığı (2013-2015), Dini Hizmetler Bakanlığı (2013-2015), Diyaspora İşleri Bakanlığı (2013-2019), Eğitim Bakanlığı (2015-2019) ve Savunma Bakanlığı (2019-2020) gibi önemli görevlerde bulunmuş genç fakat tecrübeli bir isim. Geçmiş dönemde Netanyahu’nun özel kalem müdürü olarak görev yapan, sonrasında ise Yahudi Evi Partisi’nde siyaset yapan Bennett, bir dönem Yeni Sağ Parti’de siyaset yaptıktan sonra Yamina Partisi’ne katılmış ve bu partinin lideri olmuştu. Amerikalı göçmen ve çok zengin bir aileden gelen Bennett, ülkesinde özel kuvvetlerde komando olarak görev yapmıştır.  Netanyahu gibi aşırı milliyetçi ve çok dindar bir isim olarak bilinmektedir. İsrail’in Yahudi Devleti olmasını destekleyen Bennett, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Golan Tepelerinin de İsrail’in tarihsel hakkı olarak kendilerinin toprağı olması gerektiğini savunarak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları ve uluslararası hukuk kurallarını hiçe saydığını açıkça belirtiyor. Hukuksuzluk şiddetli bir şekilde devam edecek gözüküyor. Her konuda sertlik yanlısı bir isim olan Bennett, iki devletli çözüme karşı çıkıyor ve İsrail’deki Araplara karşı tutuklama ve yargılama gibi yöntemlerden ziyade idam ve öldürme yöntemlerini tercih ettiğini biliyoruz. Dolayısıyla, Bennett’in Başbakanlığı döneminde Filistin sorununda veya Türkiye ile ilişkilerde herhangi olumlu bir gelişme beklemek pek de gerçekçi gözükmemektedir. Hatta Bennett, tüm Filistin’in İsrail toprağı olduğunu savunuyor ve Filistinlilerin devleti olarak Ürdün’ü işaret ediyor olması şaşırtıcı durumların olacağını bizlere göstermektedir. 2013 yılında “Ben birçok Arabı öldürdüm ve bunda bir problem görmüyorum.” diye tepki çeken bir açıklama da yapan Bennett, ABD’deki Biden yönetimiyle de uyumlu çalışması zor gözüken bir siyasi figürdür. Yeni koalisyonun dış politikada önceliği diğer ülkelere vereceği kanısında. Öncelikle iç meselelere odaklanacak olan hükümet için ABD ile ilişkileri sürdürme, Birleşik Arap Emirlikleri ile kurulan bağların istikrarı, Ürdün ve Mısır'la iletişim ve diplomasi, açıkçası şuan ki duruma bakıldığında hemen Türkiye ile ilişkiler ve diplomasi oluşmayacak. Bu nedenle, İsrail’de yeni kurulan geniş koalisyon hükümetinin başarı şansı çok da yüksek gözükmüyor. Koalisyonun bir diğer kritik bileşeni ise İslamcı Arapların desteklediği Birleşik Arap Listesi veya Ra’am olacak. Bu nedenle, bu partinin lideri olan 1974 doğumlu olan Mansur Abbas ismi İsrail siyasetinde giderek önem kazanacak gibi gözüküyor. Hatta bu sebeple, Abbas için “Kingmaker” yani  ''Kral atayıcı'' ifadesi bile kullanılıyor. Seçim sonrasında Netanyahu ile bir koalisyona yeşil ışık yakacağı yönünde eleştiriler alan Abbas, koalisyonun mimarı olan Yair Lapid’in çalışmaları sonrasında koalisyon hükümeti için ikna edilebildi. Asıl mesleği diş doktorluğu olan Abbas’ın siyasi isteklerini şu şekilde özetlenebilir: İsrailli Arap toplumuna yönelik dışlama ve ötekileştirmenin sona erdirilmesi, Arap toplumunda artan suç oranının düşürülmesi, İsrailli Araplar için konut sorununun sona erdirilmesi, Filistin Sorununda çözüm yöntemlerinin denenmesi ve Yahudi Devleti yasasının gündemden kaldırılması. Bu süreçten güçlenerek çıkacak isim ise Yair Lapid’dir ve uzlaştırıcı kişiliğiyle, tarzıyla İsrail siyasetinde önemli bir kişi haline geldiği artık tartışılmaz bir gerçek olmuştur. Yeni sistemin mimarı ifadesi abartı değildir.

14.06.2021 12:12

İngiltere’nin popüler eski Dışişleri Bakanlarından Arthur Balfour’un adı dönem dönem geçer tarih kitaplarında, İngiliz öğrenciler bu ismi çok anımsamasa da aynı yaşıtları olan Filistinli ve İsrailli öğrenciler ve araştırmacılar onun nasıl bir sistem oluşturduğunu, günümüzde nelere sebebiyet verdiğini bütün detaylarıyla kapsamlı bir şekilde anlatırlar. 2 Kasım 1917’de Birinci Dünya Savaşı şiddetli bir şekilde devam ederken, İngiltere Dışişleri Bakanı olan Arthur Balfour tarafından yapılan açıklama tarihsel açıdan kanlı bir sistemin başlangıcı olmuştur. Tarihte bazı önemli dönüm noktaları vardır ki tek taraflı bir bakış açısı ve tarih yanılgısına sebep olmuştur.


Bu sebebiyetten dolayıdır ki sevgili okurlar komplo teorilerinin arasında heba olup gitmişlerdir. Ön planda Siyonizm, arka planda Britanya ve bölgesel çıkarları 1. Dünya Savaşı’nda kurulu dünya düzenini sistemsel olarak değiştirmişti. 1517’de Osmanlı İmparatorluğu egemenliğine giren Filistin, 1.Dünya Savaşı’nın sonlarında, 1917’de, İngiltere’nin egemenliğine girer. 19. yüzyılın sonlarına doğru ise Yahudi düşmanlığı ve Siyonizm hareketinin Avrupa’daki gelişimi, Filistin’e yönelik Yahudi göçlerinin temel ve kısmi nedenlerini teşkil etmektedir. Bugün yaşanan hukuksuzluk aslında tarihsel kökenlerine bakıldığı zaman daha net karşımıza çıkmaktadır. Theodor Herzl, bir Yahudi yurdu kurma fikrini gerçekleştirebilmek için Almanya, Osmanlı ve İngiltere alternatiflerini kullanmayı tercih etmiştir. Almanya’nın bu fikre sıcak bakmaması üzerine, Osmanlı’ya yönelen Theodor Herzl 1901 ve 1902’de Abdülhamid ile görüşmüş̧ ve Yahudilere Filistin’de yurt verilmesini, bunun karşılığında ise Osmanlı borçlarının Avrupa’daki Yahudi bankerler tarafından ödenebileceğini garanti etmiştir. Abdülhamid’in bu teklifi reddetmesi üzerine, Herzl çabalarını İngiltere üzerinde planlı bir şekilde yoğunlaştırdı. Yahudilere önce El-Ariş teklif edildi, bu teklif Mısır ve Osmanlı’nın sert tepkisine neden olunca bu tekliften hemen vazgeçildi. Sonraki teklif olan, Uganda’da bir Yahudi yurdunun kurulması da hoşlarına gitmedi ve reddettiler. 1904’te toplanan 7. Dünya Yahudi Kongresi, İngiltere’nin teklif ettiği Uganda’yı kesinlikle reddeder ve Filistin’den başka toprağın, Yahudi yurdu olarak kabul edilemeyeceğini bildirdiler. 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren Yahudiler sistemsel hareket ederek yurt edinme konusunda yoğun çalışmalar ve görüşmeler yürütmeye başladılar. Bu çalışmaların en dikkat çekenlerinden biri olan, 1901’de kurulan Yahudi Ulusal Fonu sayesinde, Filistin topraklarının kazanılmasında, satın alınmasında ciddi bir başarı sağlamıştır. Ayrıca 1915 – 1916 yıllarında, Mekke Şerifi Hüseyin ve İngiltere’nin Mısır’daki Yüksek Komiseri Henry McMahon arasındaki mektuplaşmalar ve 1916’da Fransa-İngiltere arasındaki Sykes-Picot Anlaşması’nın imzalanması da dönem için önemli bir iz düşümü oluyor. 1. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, 1904’te Dünya Siyonist Teşkilatı’nın lideri olan Chaim Weizmann, siyasi etkisini kullanarak İngiltere üzerinde baskı kurmaya çalışmıştır. Weizmann ve arkadaşları İngiltere hükümetine verdikleri ilk muhtırada yanlış duymadınız saygıdeğer okurlar muhtıra veriyorlar. Filistin’de bir yurt değil, Filistin’in Yahudi yurdu olarak kabul edilmesini, Filistin’e özerklik verilmesini ve Filistin’e Yahudi göçlerinin serbest bırakılması için ciddi kulisler yapıyorlar. İngiltere ise bu dönemde Yahudileri destekleyen politikalarına tam gaz devam ediyor. Kendi iç işleri ve dış işlerini bir kenara bırakıyorlar ve Filistin’i nasıl teslim ederiz diye ciddi bir planlama ve programlama yapıyorlar. Yahudilerin etkili çalışmaları sonuçlarını göstermiş̧. 1917’ye kadar devam eden İngiltere’nin iki taraflı politikası, bu tarihten sonra ciddi bir kırılma yasamış̧ ve Yahudi taraftarı politikaları hiç̧ olmadığı kadar etkinliğini arttırmıştır. Bu politika değişikliğinin en önemli göstergesi, 2 Kasım 1917’de İngiltere’nin Dışişleri Bakanı Lord A. J. Balfour’un adıyla anılan ve Balfour Deklarasyonu olarak bilinen mektubun, İngiltere Siyonist Dernekleri Başkanı Lord Rotschild’e yazılmasıdır. İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un Siyonist lider Rothschild’e yazdığı mektubun tamamını eksiksiz aktarıyorum;


‘’Saygıdeğer Lord Rothschild’’, Majestelerinin Hükümeti adına kabineye sunulan ve kabul edilen Yahudi Siyonist isteklerini sempati ile karşılayan müteakip deklarasyonu iletmekten memnuniyet duyarım. Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Museviler için bir millî yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin'deki mevcut Musevi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Musevilerin sahip oldukları hak ve politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır. Bu deklarasyonu Siyonist Federasyonu'nun bilgisine sunmanızdan memnuniyet duyacağım. Saygılarımla Arthur James Balfour". Balfour Deklarasyonu, Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulması fikrini diplomatik belge ile tescil etmektedir. İngiltere’nin açıkça destekleyeceğini belirtmektedir. Balfour Deklarasyonu’nu ünlü bir Yahudi yazar olan Arthur Koestler bir yazısında şöyle aktarmıştır.  “Bir devletin başka birine üçüncü bir ulusun toprağını vermesi”. Özetle, Filistin’in geleceğine ilişkin pazarlıklar sürecinde, üç belge hazırlanmıştır. Hüseyin–McMahon yazışmaları, Sykes–Picot Anlaşması ve Balfour Deklarasyonu. Bu üç önemli gelişme Filistin’in geleceği konusunda farklı planları sistemsel iz düşümünü net olarak ortaya koyuyordu. Bu anlamda taslağın hazırlanması süresince uluslararası hukuk açısından taraf olabilecek devlet ve gruplar dışlanmış oluyor. Hukuksuzluğun ilk temelleri atılmış oluyordu. Bilerek geniş kapsamlı bir yazı diliyle başladım bu köşe yazıma saygıdeğer okurlar, Filistin ve İsrail meselesini anlayabilmek için geçmiş dönemde nasıl hukuksuzların yapıldığını yazmamız ve tarih sayfalarını karıştırmamız gerekmektedir. Gerçek hikayeyi eksiksiz bir şekilde anlatmalıyız. Ortada bir "Filistin sorunu" olmadığını , ortada uluslararası hukuka uymayan bir İsrail sorununun olduğunu bağırmalıyız. İsrail’in çocukları öldüren terörist bir devlet olduğunu ve sadece Arapların değil Yahudilerin de başına bela olacaklarını anlatmalıyız. İnsanları doğdukları evlerden kovup içine oturanlar, yerleşimci değil haydut olduğunu geçmiş döneme bakarak söylemeliyiz. Kanıtlar bunlardır demeliyiz. Ayrıca  bu söylediklerim  antisemitizm değil insanlıktır. Bunları da yazamıyorsak kalemimizi kıralım.

20.05.2021 09:26

2000 yılı ocak ayı sonunda Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda, ileride başbakan olacak Mihail Kasyanov başkanlığındaki Rus heyeti ‘’ Yolların Kavşağında Rusya’’ başlıklı, ülkelerin geleceği ile ilgili bir panele katılıyordu. Resmi bildirimlerden sonra salonda hazır bulunan gazeteciler soru sormaya davet edildiler. İlk sorulardan biri, Philadelphia Inquirer’ın yazarlarından, önde gelen Amerikalı kadın gazeteci Trudy Rubin’den geldi. Soru çok basitti: Who is MR. Putin? (Sayın Putin Kimdir?). Onun hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, belki siz bize onun kim olduğu hakkında bilgi verebilirsiniz. Gazeteci Trudy, Mihail Kasyanov’a tekrar sordu: Who is MR. Putin? Kasyanov soru sorulmamış gibi yaparak meslektaşlarına döndü. Hiçbiri tek kelime etmedi, etrafta derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Bu sefer panelin moderatörü soruyu tekrarladı. Gene cevap yoktu. 2000’in başında Rusların çoğunluğu da Vladimir Putin kimdir bilmiyordu. Fakat Amerikalı gazetecinin aksine kendilerine sorular sormuyorlardı. Davos’tan birkaç hafta sonra, 26 Mart 2000 tarihinde Vladimir Putin Rusya Başkanı seçildi. Ve şimdi 2036’a yılına kadar görevde kalmak istiyor.

Rusya’nın modern çarı iş başında diyebiliriz saygıdeğer okurlar. Ukrayna ile Rusya arasında ateşkesin bitmesiyle, Rusya’nın Donbass ve Kırım’da ilhak ettiği topraklarda 7 yıldır devam eden savaş ve diplomasi, artık yeni bir aşama sürecine doğru gidiyor. Rus çarı Putin elindeki medya gücü ile Ukrayna'nın Rus güçlerine saldırdığına dair asparagas haberler yayınlatıyor. Kırım'ı işgal eden Rusya, yürüttüğü kara propaganda ile Ukrayna’yı saldırgan taraf olarak göstermeye çalışıyor. Gerçekleştireceği saldırılara, karşı şimdiden zemin hazırlıyor. Ukraynalı eski istihbarat subayı Andriy Rymaruk, Rusya’nın Ukrayna’yı kapsamlı bir işgale hazırlandığını dile getiriyor. Andriy Rymaruk; Rusya sınır bölgelerindeki teçhizat ve askeri personel sayısının önemli ölçüde arttığını ve bunun endişe verici olduğunu katıldığı bir programda net olarak ifade etti. Rymaruk, daha endişe verici olan gelişmenin ise Rus Silahlı Kuvvetleri’nin ağır askeri teçhizatlarını Kırım Yarımadası’na transfer etmiş olma ihtimali olduğunu üzerine basa basa söylüyor. Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy bu durum üzerine NATO’nun yolunu tuttu. Rusya’ya diplomatik bir mesaj vermeye hazırlanıyor aklı sıra fakat Putin ve ekibi saldırmaya hazır.

Rusya'nın Donbass temas hattı ve Kırım'a 28 tabur yığması üzerine, Kuzey Akım 2 hattı Polonya ve ABD'nin tabiki de hemen radarına girdi. Biden ve ekibinin aradığı fırsat altın tepside önlerine geldi. Sevgili dostlar ABD Dış İşleri Bakanı Antony Blinken’ın Rus karşıtlığını bilmeyen yoktur. Antony Blinken ve Genelkurmay Başkanı Org. Mark Villey’den Ukrayna’nın egemenliğini ve toprak bütünlüğünü destekleyen açıklamaları hemen yayınladılar eksik olmasınlar. Fakat Rusya sessiz kalmadı Dışişleri Bakanı deneyimli Lavrov direk tehdit etti. Lavrov, “Donbas’ta yeni savaş başlatmaya çalışanlar Ukrayna’yı yıkıma uğratır” diyerek ayağınızı denk alın demokratlar elimizi kana bulamayın dedi. Lavrov’un bu denli sert çıkışı fırtına öncesi sessizliği gerilim hattına çevirdi diyebiliriz saygıdeğer okurlar. Açıkçası Rusya hem güneyden hem kuzeyden hızlı bir saldırı gerçekleştirebilir. Gelişmelere sağlam bir perspektiften bakıldığında Rus güçleri Belarus topraklarını da kullanılabilir. Diğer transferlere ve sahadaki gelişmelere baktığımızda ise Putin, Ukrayna’yı yarım daire içerisine aldığını net olarak görebiliyoruz. ABD’nin Ukrayna’ya ve bölgedeki çatışmalara dair daha aktif bir pozisyon alması ve destek açıklamalarında bulunması, Rusya’nın sinir gücünü de test etmeye çalışması gerilimi iyiden iyiye tırmandırıyor. Test gibi bir gerilim senaryosuyla karşı karşıyayız. Ukrayna yönetimi ABD’ye güvenip Obama dönemindeki gibi hatalar yaparsa geçmiş olsun diyebiliriz. Ayrıca; Ukrayna krizi, Avrupa-Atlantik güvenliğinde potansiyel bir dönüm noktası gibi gözüküyor. Bu kriz, birçok yönden uzun vadeli sorunların ve anlaşmazlıkların bir parçasıdır. Çözülse bile, çok sayıda kavramsal ve pratik gerginlik noktası kalacağa benziyor. Veya Vladimir Putin rejiminin bir başka yüzünü göstermiş olur.

07.04.2021 14:17

Politika yapıcılar edepsizliği ahlaki bir güç olarak değil de siyasi bir zayıflık olarak gördükleri sürece, söz konusu konuların çözülmesi neredeyse imkânsızlaşmaktadır. Son yıllar içerisinde, üç ABD Başkanı güney sınırında ki insani bir sorun ile karşı karşıya kaldılar. Obama 2014 yılında Orta Amerika'dan on binlerce çocuğun ebeveynleri olmadan sığınma talebinde bulunmak için geldiğini söylemişti. Fakat beş yıl sonra,  Donald Trump yönetimi uzun süredir en sert sınır uygulamalarıyla, birçok aileyi ve çocuğu zor duruma soktu. Biden göreve geldikten sonra bu konuyu çözüme kavuşturacağını aktarmıştı. Ama geçen hafta yaptığı açıklamalar da bu problemin biraz daha uzun süreceğini ve yeni bir inşa süresine gideceğini basın mensuplarına açıkladı. ABD Başkanı da olsan hep vaat hep vaat icraata gelince yeni bir süreçle karşı karşıyayız. Ekim ve Şubat ayları arasında, sınırda yaklaşık dört yüz bin kişi yakalandı ve sınır dışı edildi. Bu rakam bir yıl önceki, döneme göre neredeyse iki katına çıkmış durumda. Amerika'da gözaltında on sekiz bin refakatsiz göçmen çocuk var, buna beş binden fazla kişi de dahil olmak üzere, hükümet onları barındıracak yer bulmak için medya önünde çaba gösteriyor. Fakat gerçekte ve bürokraside çaba göstermiyor.  Donald Trump göçmen çocukları ebeveynlerinden ayırırken ve iltica sisteminin içini boşaltırken sessiz kalan Cumhuriyetçiler şimdi de Demokratları eleştirme yarışına girmişler. Adeta sistemi toplum önünde kifayetsiz ve komik duruma düşürmek için yarış halindeler. İç Güvenlik Bakanı Alejandro Mayorkas, ABD'nin 2021'in sonuna kadar son yirmi yılın herhangi bir noktasında olduğundan daha fazla göçmenle karşılaşacağını öngörmüştü. "Bu yeni bir şey değil," dedi. "Daha önce de göç dalgalanmaları yaşadık." Ancak yeni olan şey, hızı; Şubat ayından beri her gün yaklaşık beş yüz elli çocuk sınıra geliyor. Beyaz Saray basın brifinginde, Ulusal Güvenlik Konseyi'nden Roberta Jacobson açıklamayı İspanyolca yaptı. Fakat ailelerin ve çocukların çoğunun geldiği ülkeler olan Honduras ve Guatemala'daki insanlar sınırda yaşananların bir insanlık suçu olduğunu basın mensuplarına aktarıyor.


ABD Başkanı Joe Biden göreve geldiğinden beri ABD'nin göçmen politikasında belirgin bir değişiklik yaşanmıyor aslında. Çocukları ailelerinden ayıran Trump'ı eleştiren Biden, hala eski yönetimin olumsuz koşullara sahip göçmen merkezlerini kullanmaya devam ediyor. Özellik küresel salgın kol gezerken merkezlerde sosyal mesafeye uymak, temel temizlik gereksinimlerini yerine getirmek çok zor. Amerika'nın Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri yani ''CDC'' bu tesislerin yüzde 100 kapasite ile açılması kararını verdi. İnsan hakları aktivistleri ise göçmen merkezinde temel insani ihtiyaçların ve yiyeceğe erişiminin yeterli olmadığını net olarak ifade ediyor. Joe Biden’ın başkanlık koltuğuna oturduğundan beri göçmen merkezine gazeteciler alınmıyor. 


Bir gazeteci olarak merak ediyorum ne gibi durumlar var ki gazeteciler alınmıyor. Çocukları ve göçmenleri temsil eden avukatlar ise kampların sıkış tıkış olduğunu basın mensuplarını aktarıyorlar. ABD hükümeti ise Orta Amerika'daki yaygın yoksulluk ve şiddeti içeren sorunun temel nedenlerini ele almak için ve sosyolojik bir çalışma hazırlamak için RAND yetkililerin Meksika ve Guatemala ile çalışmak istediğini açıkladı. Dış politika da tüm dünyaya döndük mesajı verirken iç politika da aşılamaz sorunlara doğru hızlı bir şekilde gitmektedirler saygıdeğer okurlar. Biden yönetiminin sığınmacı politikası ile çelişen kareler ise tüm dünyada tepkilere yol açıyor. Teksas'ta çekilen karelerde yüzlerce mülteci çocuğun oldukça kötü şartlarda barınmak durumunda kaldığı net bir şekilde gözükmektedir. ABD'nin Teksas eyaletinde bulunan Donna'da yer alan, çocuk mültecilere ev sahipliği yapan çadır kente ait görüntüler avukatlar ve çok ilginçtir ki; Demokrat Parti Teksas kongre üyesi Henry Cuellar tarafından basına sızdırıldı. "Kriz" kelimesi bu koşullar için abartısız bir kelimedir. Bölgesel ve steril tesisler kurmak biraz uzun süreceğe benziyor. Trump, sığınma sorununu sınırın güneyinde gizlemeye çalıştı. Biden onu tekrar ortaya çıkarmak için bir bedel ödemesi gerekecek. Asıl soru, eleştirilere dayanabilecek mi? Saygıdeğer okurlar; ABD’de müspet bir gelişme yok.

05.04.2021 12:56

İstihbarat ve istihbarata karşı savunma, devletlerin ulusal güvenlik stratejileri kapsamında sürdürdükleri son derece önemli faaliyetlerdir. Ulusal güvenlik stratejileri, devletin güvenlik kimliğinin ayrılmaz bir bütünüdür. Sevgili dostlar bu yazıda geçmişe doğru bir yolculuk gerçekleştireceğiz. Komplo teorisinden uzak kalıp, yaşanmış bir hikâyeden parçaları alıp günümüze entegre edip değerlendirme yapacağız. Yahudilerin istihbarî misyonlar edinmesi simgesel olarak ‘’on iki casus dönemi’’ ile başlamıştır. On iki casus Hz. Musa tarafından, 40 gün boyunca bilgi toplamak için, İsrail diyarına gönderilen Yahudi casuslardır. On iki İsrail kabilesinin her birine bir casus düşecek şekilde on iki deneyimli adam seçildi. Mısır'dan Kenan'a geri dönecek İbrani halkının, uzun zaman sonra tekrar dönecekleri yerlerde başlarına bir sıkıntının gelip gelmeyeceğine emin olmak için bilgi toplamaya gönderildiler. Hz. Musa, casusların özellikle tarım ve yer şekilleriyle ilgili bilgi toplanmasını emretti. Casuslar, kale, şehirler ve korumaları görünce korktular ve İsrailoğullarının Tanrı'nın sözünün aksine bu diyarı ele geçiremeyeceklerini düşündüler. Casuslardan on tanesi daha çok vazifenin zorluğu üzerinde duran yanlış raporlar ve gözlemler sundular. Diğer iki casus ise Yeşu ve Kalev onların aksine net eksiksiz raporlama hazırladılar. Tabi ki bu iki casusa inanmadılar. Yanlış raporlama yapan on casusa inandılar. İsrail halkının dini, tarihi, kültürel özellikleri ve Filistin’den sürüldükten sonra dünyanın dört bir köşesinde geçirmiş olduğu 2000 yıllık geçmiş, İsrail istihbarat kültürünü ve istihbarat şemalarını şekillendirmiştir. İstihbaratın topladığı bilgilerin, objektif ve siyasal etkiden arınmış ve gerçekçi olması esastır.


İsrail’in ve Mısır’ın en değerli varlıklarından popüler milliyetçi devlet başkanı Cemal Abdülnasır’ın damadı Eşref Mervan modern Ortadoğu istihbaratındaki en büyük bilmecelerden birisi olarak tarihte yerini almıştır. 1944 yılında üst düzey yetkililerden oluşmakta olan bir ailenin çocuğa olarak dünyaya gelir. İdealist bir gençtir. Çok fazla arkadaşı yoktur. Kahire üniversitesinde kimya mühendisliğini okumuş ve başarıyla mezun olmuştur.1965 yılına gelindiğinde Nasır’ın güzel kızı Mona’ya âşık olur ve 18 yaşında evlenirler. Eşref Mervan idealist bir gençtir evlense bile eğitimi onun için önem teşkil etmektedir. Ve kimya alanında Yüksek Lisans yapmak için Londra’ya gider. Ve aslında her şey Londra’da bir otel odasında başlar. İsrail, 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan beri, Arap komşularından sürekli bir saldırı harekâtı beklentisi içindeydi. MOSSAD yetkilileri sağlam tapeler alamıyordu ve adeta paranoyaklaşmıştı. Her şeyden şüphe eder olmuşlardı. Ve tam o sırada Londra İsrail büyükelçiliğine bir telefon gelir arayan kişi Eşref Mervan’dır. MOSSAD, özellikle dünyanın birçok yerine yayılmış, kimliklerini gizlemek zorunda kalmış Yahudiler ile iş ortaklıkları yapıyordu. Fakat bu durum çok önemli bir kaynak portföyü oluştururken aynı zaman da riskleri de içinde barındırıyordu. Yanılabilir ve kumpasa düşebilirlerdi.


Fakat artık, MOSSAD Başkanı Zvi Zamir tek bir hata yapmamak için bu görüşmeye temkinli yaklaştı. Tuzağa düşmek istemiyordu. Çünkü MOSSAD 1970’li yıllar da birçok olumsuz operasyon gerçekleştirmişti. Ve fatura tabi ki Zamir’e kesilmişti. MOSSAD Başkanı Zvi Zamir, medyaya uzak bir duruş sergiledi. MOSSAD’ın medya ile görüşmesi tamamen yasaklandı. Belirsizlik, kamuoyuna karşı kullanılan bir yöntem olarak belirlendi. Zamir’e göre sükûnet ve belirsizlik, en iyi silahtır. Zamir, Londra’ya gitmek için harekete geçti. Londra’da Dorchester Oteli’nden fazla uzak olmayan bir apartmanın dördüncü katında, MOSSAD’ın güvenli evlerinden birisi mevcuttu. Daire MOSSAD’ın Birim-8200 teknisyenleri tarafından dinleme cihazlarıyla donatılmış ve güvence altına alınmıştı. Bu ev tek bir amaç için hazırlanmıştı. 20.yüzyılın korkusuz ‘’demir maskeli casusu’’ Eşref Mervan için hazırlanmıştı. Eşref Mervan’ın gelmesi için MOSSAD Ajanları hazır kıta ve gergin bir halde beklemekteydiler. Hatta, Adolf Eichmann’ı yakalayan efsane ajan Zvi Malkin’de bu görüşmeyi kaçırmak istememişti. Ve Eşref Mervan eve geldi. Odadakiler de çıt çıkmıyordu. Her an olumsuz bir tabloyla karşılacaklarını düşündüler. Ve ilk hamle Mervan’dan geldi. O günler henüz gerçekleştirilmemiş olarak bilinen Enver Sedat ve SSCB lideri Leonid Brejnev görüşmesinin tutanaklarını eksiksiz bir şekilde teslim etti. MOSSAD Ajanları tutanakları teyit etmek için koşturarak İsrail Büyükelçiliğine geldiler ve teyit ettiler. İletişim artık başlamıştı. Mervan’ın getirdiği belgeleri okuyan MOSSAD Ajanları şaşkınlıklarını gizleyemiyordu. MOSSAD daha önce bu nitelikte eksiksiz ve birinci elden rapor almamıştı. MOSSAD şefleri Mervan’ı bir hazine olarak görüyordu. Ve ona ödenmesi için bir fon kurdular. MOSSAD için paranın bir önemi yoktu. Bilgi ve raporlar daha etkiliydi.

Eşref Mervan sadece İsrail’le çalışmadı, kıvrak zekâsı sayesinde, MOSSAD dışında, İtalyan istihbarat servisi, MI6 ve CIA’yle de iş birliği içerisindeydi. Eşref Mervan zor bir aileye damat olarak gelmişti. Cemal Abdülnasır, sıkıntılı bir dönemin sonunda iktidarı almış ve Mısır’da başta Müslüman Kardeşler ve çatışan illegal grupların hepsine operasyon çekerek iktidara yürümüştü. Cemal Abdülnasır sadece Mısır’ın değil, Arap dünyasının da sarsılmaz bir lideri haline gelmişti. Eşref Mervan, Ortadoğu’nun en güçlü liderinin damadıydı. Gerginlik, kendini kanıtlama ve sıçrama yapmak istiyordu. Fakat Nasır buna hiçbir zaman izin vermedi. Mervan bir strateji geliştirdi ve zor da olsa oyun içinde oyun kurdu.


Nasır’ın 1970’teki ani ölümüyle iktidara Enver Sedat geldi. Saygıdeğer okurlar bu Eşref Mervan’ın aradığı bir fırsattı. Mervan kriz gibi gözüken bu durumu öyle bir fırsata çevirdi ki hayret edersiniz gerçekten de tüm övgü bu büyük oyun kurucuya gitmeli. Enver Sedat’a muhalefet edenler ve darbe gerçekleştirmek isteyenlere büyük bir operasyon gerçekleştirdiler. Bu süreçte Mervan elindeki bilgileri çok doğru şekilde kullandı. Ve eski patronu Sami Sharaf’ı bile hapse attırdı. Mervan dış ilişkiler sekreteri olduğun da henüz 30 yaşındaydı. Eşref Mervan’ı çift taraflı bir ajan olarak göstermeye çalışsalar da öyle değildi. Mervan bir oyun kurdu ve masaya davet etti. Bu oyunu kurmayı ona Londra’da öğretmişlerdi. Mısır, bütün planları hazırladı ve saldırı günü olarak Yom Kippur’u seçtiler. Sovyetlerden yardım gelmesini bile beklemediler. Yom Kippur günü dindar Yahudiler evlerine kapanır veya sinagoglar da ibadet ederlerdi. Radyo ve televizyon açılmazdı. Eşref Mervan, MOSSAD ile Londra’da bir toplantı gerçekleştirip saldırıyı haber vermek istedi fakat aradığı olumlu yaklaşımı bulamadı. Buluştular ve bilgilerini aktardı. Fakat General Eli Zeira ikna olmadı ve bu hamlesi kariyerinin sonu oldu. İsrail, Golan’da değil fakat Süveyş’te çaresiz bir durumda yakalandı. Mısır güçleri kanalı çoktan geçmiş cephe hatları kurmaya başlamıştı. Savaşın sonucu her iki ülke için de ağırdı. Ve bir antlaşma hazırlandı. İsrail Sina’dan çekildi. Mısır’da İsrail’i tanıdı. İsrail ajanı olarak bilinen Damat Eşref artık her iki ülkenin de kahramanıydı. İsrail’de ölmüş olsalar bile eski ajanların kimlikleri asla açıklanmazdı. Eşref Mervan’ın kimliğini General Eli Zeira açıkladı. Mervan’ı deşifre ettirmişti. Zeira’nın açıklamasının akabinin de basını sevmeyen Zamir kendi iradesiyle sessizliğini bozarak eski şefine Mervan’ın için öyle bir sert çıktı ki Zeira’yı hainlikle suçladı. Gerçekten de Zvi Zamir, Mervan’ı benimsemiş ve güvenmişti. Demir Maskeli Casus, MOSSAD’ı bile karıştırmayı başarmıştı. Fakat ölüm fermanı da imzalanmıştı. 27 Haziran 2007 günü kaldığı otelin bahçesinde cansız bedenine ulaştılar.20.YY’ın demir maskeli casusu Eşref Mervan öldürülmüştü. İsrailli gözlemciler bu cinayetten Mısır gizli servisini sorumlu tuttu. Mervan’ın eşi ise MOSSAD’ı suçladı. 14 yıldır failler bulunamadı. Fakat MOSSAD Başkanı Zvi Zamir, hüzünlü olarak Eşref’i hepimiz öldürdük açıklamasını yaparak MOSSAD ve Muhaberatı hedef göstermiş oldu. Mervan’ın katilleri yaşıyor. Saygıdeğer okuyucular bize de bir Eşref Mervan gerekmiyor mu? MİT Müsteşarı Sayın Hakan Fidan’ın dediği gibi oyun değiştiren stratejiler üretme, yeni metotlar geliştirme zamanı gelmedi mi? Bence artık geldi. Masada oyunu kuran biz olmalıyız.

26.03.2021 09:08

Papa 2. Jean Paul’un 2000 yılında Irak’ın Ur şehrine hac ziyareti gerçekleştirmek istemişti. Fakat o dönem ki Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin vetosuna takılarak bu seyahat iptal olmuştur. Bu olaylardan tam 21 yıl sonra Katolik dünyasının ruhani lideri ve Vatikan devletinin Başkanı Papa Francis, 5 Mart 2021’de Irak’a ziyaretini gerçekleştirdi. Sansasyonel bir ziyaret olacağı başından belliydi aslında, ziyaretin mekânları,  zamanlaması, görüşülen dini şahsiyetler ve Papa’nın verdiği mesajlar ile kullandığı dil üzerinde konuşularak ziyaretin amacı, hedefi mutlaka sorgulanmalıdır. Tabi ki bu yazıyı baştan savma yazmam beklenemez. Papa’nın ziyaretini büyütüp gereğinden çok anlamlar yüklemenin gereksiz olduğu düşünseniz de, söz konusu iki bin yıllık dini inanç ve ilahiyat etkisinde politika yapan kurum olunca, bu sürecin hemen her karesini farklı açılardan araştırılması gerekir. Papa Francis Irak’ın 5 vilayeti Bağdat, Necef, Zikar, Musul ve Erbil’e gidip temaslarda bulunmuştur. Papa Francis’in aklında hep Irak ziyareti vardı. Fakat Vatikan’daki etkin kardinallerin bu ziyaretin gerçekleşmemesi için ciddi baskılar yaptığı ortadaydı. Papa, önemli etkin kardinallerine rağmen küresel salgının bu kadar etkili olduğu bir dönem de hele ki Irak’ta ki güvenlik zafiyetini de düşünecek olursak bu ziyaretin gerçekleşmesi zor gözüküyordu. Fakat Papa Francis ayağa kalktı elini masaya vurdu. Kardeşlik ve Barış için her şeyi göze alırım dedi ve Irak’a gitti. Komik dimi? Bence komik saygıdeğer okurlar. 

 

Iraklı yetkili makamların mutluluğu gözlerinden okunuyordu. İran çok mutluydu. ABD bu ziyareti ‘’Muazzam iş’’ başlığıyla verdi. Şartlar oluşmuştu ve Papa Francis Irak’a geldi. Ruhani lider Papa’nın ziyareti, Bağdat’ta Cumhurbaşkanı Behram Salih’le görüşerek başladı. İçten bir karşılama gerçekleştirildi. Tatlı tebessümler umut verici bakışlar ve tabi ki beyaz güvercinler uçuşarak bu görkemli ziyareti pekiştirdi. Ne kadar güzel bir tablo değil mi? Affedersiniz sorum şöyle olacaktı. Ne kadar güzel bir antlaşma ve oyun kurma değil mi? Tekrar söylüyorum saygıdeğer okurlar ziyaret gerçekleştirilen mekânlar, bire bir görüşme gerçekleştiren liderler, basılan pullar, yapılan ayinler bize bir yol haritası gösteriyor. Hazreti İbrahim’in doğum yeri olduğu kabul edilen Ur’da Irak’ın ve Ur’un bütün dini

 

 Liderleri ve yetkilileri önemli bir törene katıldı. Musul’a gitti. Işid’in katliam yaptığı katedrale gitti. Fakat benim gözümde en dikkat çeken temas, Necef şehrinde Iraklı Şii din adamı Ayetullah Ali el-Sistani görüşmesiydi. İran’ın gazete manşetlerini görmezden gelemezsiniz. Başlığı olduğu gibi yazıyorum. ‘’Şiilikle Hristiyanlığın’’ ortak zaferi gibi muazzam abartılı başlıklar yer alıyordu. Bildiğimiz üzere Hamaney’in en önemli rakiplerinden biri Sistani, bölgeden takip ettiğim üzere hem ABD hem de Sistani Irak’ta İran yönetiminin etkisinin çoğalmasından ciddi şekilde rahatsızlık duyuyor. ABD için Papa Francis ortak bir zemin arayışındaydı. Joe Biden iyi bir Katolik ve Papaya karşı muazzam bir saygı ve sevgisi var. Böylelikle herkes doğru adreste çıkarları doğrultusunda buluşmuş oldu. Dinler arası barış mesajları deşifrelere yansıyordu. Başlı başına sembolik bir olay cereyan ediyordu. Irak’taki azınlıkların varlıklarını koruması açısından garantör olma rolüne tekrar dönülmüştü. Papa Francis’in Erbil ve Musul’da Kürt siyasiler ve toplum kuruluşlarıyla yaptığı görüşmeler stratejik olarak birçok anlam da içeriyor. Kerkük başta olmak üzere Türkmen bölgelerindeki devlet siyaseti ve baskıcı terör tehdidi Türkmen Hristiyanları da dâhil olmak kaydıyla Hristiyanların göç etmesine yol açmıştır. Bölgede ki etnik din grupları aslında tehdit altındaydı. Güvence ve istikrar için bir girişim net olarak göze çarpıyor. Irak merkezi hükümeti ve IKBY arasında çekişmeli bölgeler arasında bulunduğundan bir uzlaşma olarak da görülebilir. Fakat Sünnilere karşı ciddi bir tavır da söz konusuydu. Tarihi Ur şehrini ziyaret edip İbrahim’i dinlere gönderme yapılarak birlik mesajı verildiğini net olarak okuyabiliriz. Farisi Kum eksenli Şiiliğe karşı, Necef eksenli Arap Şiiliğini ön plana çıkarmak da olabilir. Çünkü Kum ve Necef, Şiiliğinin iki rakip merkez ve sürekli çatışma halindeler. Dini terörizme geçit verilmemesi gerekiyor. Bu ziyaretin bölgesel ve küresel perspektif de yankıları uzun zaman süreceğe benziyor, önemli bir takım sonuçları da aşikâr biçimde karşımıza çıkacaktır.

21.03.2021 09:29

Bilgi en iyi silahtır. Fakat bilgi ne kadar kapsamlı ve ayrıntılı olursa, sırlarından arındırılmış düşman o derece kesin ve geriye dönüşü imkânsız olacak şekilde güçsüz kılınır. Amacı olan istekli bir devlet, veri gerçekliğine, Meta-hedefe rahatlıkla ulaşır. Bütün medeniyet tarihi boyunca başka ülkelerde üs edinmek yayılmanın, egemenlik alanını genişletmenin, ticaret yollarını korumanın ve yeni pazarlar edinmenin bir vasıtası olmuştur. İkinci Dünya Savaşı bittiğinde Amerika, tüm dünyada iyiliksever, koruyucu ve kurtarıcı bir düş ile hatırlanıyordu. Farklı bölge ve ülkelerde, Amerikan askeri üsleri hızla kurulup yaygınlaştı. Amerika, büyük tehlike Sovyetlere karşı küçük kardeşlerinin yanındaydı. Soğuk Savaş’la birlikte farklılaşan dünya genelinde ki siyaset dengesi, bu imajı kademeli olarak değiştirdi. Denizaşırı Amerikan üslerinin çoğalması, altmışlı yıllardan itibaren yerel ve milliyetçi tepkilere neden olmuştur. Amerikan üslerinin ilk başlarda belli ciddi noktalardaki askeri kuvvetlere lojistik destek vermekten ve kuvvetlerin yeni bölgelere erişiminde yardımcı olmaktan başka bir rolleri olmadığı iddia ediliyordu. İşin rengi sonradan değişti. Aynı üslerin, özellikle anlaşmazlık hallerinde ve siyasi tansiyon yükseldiğinde ev sahibi hükümetlere yönelik baskı araçlarına dönüştüğü anlaşıldı. ABD’nin kendi sınırları dışında dünyanın birçok noktasında 800’den fazla askeri üssü olduğu biliyoruz. ABD’nin bugüne kadar geliştirilmiş askeri teknolojiler ile dünyanın çeşitli yerindeki olaylara hızlı müdahale ederek özellikle müttefik devletlerin korunması ve düşman devletlerin caydırılması denkleminde ABD adına önemli fonksiyonları vardır. Aynı askeri üslerin dönem dönem müttefik devletlerle sorunlar yarattığı hatta müttefiklerine karşı genellikle tehdit vazifesini de göstermektedir.


Bir zamanlar emperyalizmin yayılımını kolonilerini sayarak takip ederlermiş. Şimdi koloninin Amerikan versiyonu askeri üsleridir saygıdeğer okurlar. Açıkçası bu üsler artık müttefik kardeşleri korumak demeyelim de yıldırmak için muazzam işler çıkartırlar. Ege Adaları’ndaki işgalleri uluslararası hukuk tarafından görmezden gelinen Yunanistan, ABD ile yaptığı savunma anlaşması kapsamında, gayri askeri alan olarak bilinen stratejik noktaya üs kurdu. Açıkçası ben bu Dedeağaç üssünü sıkıntılı ve tehlikeli buluyorum. Geçmişe dönelim 1. Dünya Savaşının ardından savaştan galip çıkan İtilaf Devletleri’yle İttifak Devletleri arasında düzenlenen Paris Barış Konferansı’nda öngörülen antlaşmalardan biridir. İtilaf Devletleri’yle Bulgaristan arasında 27 Kasım 1919 tarihinde imzalanmıştır. Fakat bu antlaşmaya göre Bulgaristan topraklarından bir kısmını Sırp-Hırvat Krallığına, Güney Dobruca’yı Romanya’ya, Gümülcine ve Dedeağaç’ı Yunanistan’a bırakmıştır. Fakat Türk azınlığının özerklik haklarını devam ettirmesi koşulu da yer almıştır. Burada aslında Yunanistan’ın Türk azınlığın özerklik haklarını gasp etmesi ile Sevr antlaşmasını da boşa çıkarmış oluyor. Uluslararası arenada bu konunun takipçisi olması gereken Batı Trakya Türkleridir. ABD askeri üssün Dedeağaç’ta kurulmasının arka planında stratejik rekabeti rahatlıkla görebiliriz. ABD, geçmiş tarihteki savaşlardan başlayarak üs zinciri oluştururken daima İngiltere’nin ayak izlerini ve yapılanmasını takip etmiştir saygıdeğer okurlar. Dedeağaç’ta ki ABD üssünün Rusya ile sıcak küresel rekabetin en önemli adımları olarak görüyorum. Biden hükümeti ve dış politikası Akdeniz’de ve özellikle Ege’de varlığını arttırmayı ve bir kontrol mekanizması oluşturmayı düşünüyor. Yunanistan bu konu da özellikle avantaj sağlamaya çalışıyor.


Özellikle Türk azınlığın yaşadığı Gümülcine ve İskeçe ile Türkiye’nin arasına tampon bir bölge oluşturması manidar ve tehlikeli bir girişimdir. Fakat soracaksınız İncirlik Üssü sanki stratejik denklemde manevra kabiliyetimizi kaybettirmiyor mu? Tabi ki de haklısınız fakat ABD’nin üs stratejisini farklı bir zamanda geniş perspektiften bakmaktan yanayım. ABD’nin tatbikat bahanesiyle gelip bölgede ilişkileri hızlandırıp üs kurması Yunanistan’ı cesaretlendirmektedir. Ve Türkiye açısından daha stratejik bakmamız gerektiren bir dönemdir. Çünkü ‘’Dedeağaç Üssü’’ rastgele seçilmiş bir üs değildir. ABD her ne kadar sözde müttefikimiz olsa da bölgedeki faaliyetlerini sıkı takip etmeliyiz. ABD askeri varlığının bölgede artması güvenlik açısından riskleri peşinde getiriyor. Uluslararası hukukun ihlali var ama asıl önemlisi Joe Biden ve ekibinin Rusya’yı tekrar azılı düşman sınıfına koyarak tepkisini alenen ortaya koyması olarak da okuyabiliriz. Türkiye hattında verimli analizlerin ve bilgilerin toplanıp konu hakkında mutlak önemli bir çalışma yapılması kaçınılmazdır ki yapıldığını biliyorum. Doğu Akdeniz’de ki gerilimler de ABD’nin net tavrını ve tarafını görmemiz iyi oldu. Denizaşırı bölgelerde elde edilen üslerin stratejik denklemde olduğu açıktır. Ama tabi ki yetersizdir. Sırf Dedeağaç değil ABD’nin bölgeyi çember şeklinde kuşatması İncirlik’in bölgesel üs denkleminde ne durum da olduğu geniş bir perspektifle ele almak faydalı olacaktır. Bölgede ki çember daralıyor..

08.03.2021 09:55

Hanau, Almanya'nın on altı eyaletinden biri olan Hessen'e bağlı yaklaşık 90 bin nüfuslu küçük bir Alman şehri. Sanayi ve ticaret alanında lokomotif, eyaletlerinden. Hatta 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyıl başlarında en önemli sanayi ve ticaret kentlerinin başında geliyordu. Edebiyat dünyasının bir dönemine yön vermiş masalların çıkış şehridir. Grimm Kardeşleri hiç duydunuz mu?  Grimm kardeşler; Jacob Grimm ve Wilhelm Grimm dünyaca tanınmış iki Alman masal yazarıdır. Grimm kardeşler 4 Ocak 1785 ve 24 Şubat 1786 tarihlerinde memur bir ailede dünyaya gelirler. Grimm Kardeşlerin sonrasında üç erkek ve bir kız kardeşleri daha olur. Bu kardeşlerden 1790-1863 tarihleri arasında yaşayan Ludwig Emil Grimm günümüzde de tanınan bir ressam ve grafikçidir. Jacob ve Wilhelm Grimm yaşadıkları güzel Hanau şehrinden çok etkilenirler ve ileride harika edebiyat eserleri ortaya çıkarırlar. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Rapunzel, Hansel ve Gretel, Bremen Mızıkacıları, Parmak Çocuk, Fareli Köyün Kavalcısı gibi birçok esere imza atmışlardır. Grimm Kardeşleri Alman edebiyatına kazandırdığı için kendisiyle iftihar eden Hanau kentinin meydanında bu gururun simgesi olarak iki kardeşin büyük bir anıtı yer alıyor. Grimm Kardeşlerin masallarından ilham alınarak kurgulanan Almanya'nın masal yolu ‘’Deutsche Märchenstraße’’ Hanau'dan başlıyor ve kilometrelerce devam ediyor. Fakat artık Hanau eyaleti masal yolunun başladığı noktayı değil, 21. yüzyılda ırkçılığın ne kadar tehlikeli olduğunu gösteren bir şehir olarak karşımıza çıkmaktadır.


19 Şubat 2020 günü akşam 22:00 civarında, ilki Hanau’nun merkez meydanındaki Midnight Bar’da, ikincisi ise Kesselstadt semtinin batısındaki Arena Kafe’de olmak üzere iki kafede gerçekleşti. Bu işletmelerin müşteri potansiyelini Türk ve Arap kökenli vatandaşların oluşturduğunu söylemek istiyorum. Masal şehrinin üzerini kara bulutlar sarmıştı artık, yerel halk bile tedirgin olmuştu. Hanau'da dördü Türkiye kökenli dokuz göçmenin katledildiği ırkçı saldırının üzerinden bir yıl geçti. Fakat yakınlarını yitirenlerin acıları ilk günkü kadar tazedir. Hanau’daki saldırılar, aşırı sağcı ve ırkçı şiddetin Almanya’da merkezi bir sorun olduğunu, bununla mücadele edilmezse kök salacağını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Irkçılık bir zehirdir ve insanlığın ortak düşmanıdır. Avrupa'da sıradanlaşan ırkçılık ile tavizsiz ve kararlı mücadele tabi ki önemlidir. Fakat konunun gerçekten ciddi ve tehlikeli boyutlarda olduğunu söylememiz lazım. Hanau’nun birinci yıl dönümü, saldırının yapıldığı günlerdeki kadar yoğun bir biçimde vefat edenler tekrar anıldı. Katliamın yaşandığı yerlerde düzenlenen anma toplantıları, kent meydanında gerçekleşen miting ve yürüyüşlerle devam etti. Irkçı teröristin hedef aldığı kafe, bar ve büfelerin bulunduğu cadde ve sokakların isimleri sembolik olarak değiştirildi, buralardaki tabelalara geçici bir süre için öldürülen gençlerin isimleri yapıştırıldı. Sendikalar tarafından birçok işyerinde ırkçılığa karşı etkinlikler ve kurbanlar için saygı duruşu gerçekleştirildi. Okullar ve kreşlerde, çocukların yaşlarına uygun biçimlerde katliam anlatıldı. Kentteki tüm spor kulüpleri ırkçılığa karşı ortak aksiyonlar başlattı. İşverenler çeşitli mecralardaki ortak ilanlarıyla ırkçılığa karşı mesajlarını yayınladılar. Kiliseler, camiler ve diğer ibadet mekânların da ölenler için dualar okundu. Törende yaşamını yitiren gençlerin anne ve babaları, kardeşlerinin mesajlarını, yetkililere yönelik şikâyetlerini ve taleplerini dile getirdikleri bir kısa video gösterildi. Aileler, katliamı gerçekleştiren ırkçı teröristin ruhsal sorunlarının ve internetteki aşırı sağ içerikli yayınlarının bilinmesine rağmen, silah ruhsatı alabilmesi, olay gecesi polis ihbar hattının devre dışı olması gibi konuları dile getirip, olayın tamamen çözüme kavuşması, bu süreçte görevli yetkililerden hesap sorulmasını ve hatalarını açıkça kabul etmelerini talep ettiler. Kabul görür mü? Bence Hayır!


Sebebi aslında çok belli geçtiğimiz aylarda, Alman askeri istihbarat servisi MAD aşırı sağcılık şüphesiyle hakkında inceleme başlatılan ordu mensuplarının sayısının 650 olduğunu açıklamıştı. Alman askeri istihbarat servisi Başkanı  Christof Gramm, titiz bir süreçte olduklarını bu operasyonların ordudan ve emniyetten de aşırı sağcıları temizleyeceğine inandıklarını söylemişti. Fakat ne kadar gerçekçi orası şüpheli saygıdeğer okurlar. Açıkçası ciddi bir çalışma yaptıklarına inanmıyorum. Hatta geçenlerde bir rapor yayınlandı. QAnon, internet platformlarında siyasi kulislerden paylaşıldığı öne sürülen komplo teorilerini yayan bir dijital hareket. Avrupa’da aşırı sağ, sağcı terör ve komplo teorilerine dayanan ideolojileri mercek altına alan bir rapora göre, aşırı sağın Avrupa’da günden güne güçlendiğine dair komplo teorileri aktarmıştı. Tabi ki komplo teorileriyle peynir ekmek gemisi yürümez fakat gerçekler ortada Avrupa ve Almanya sol popülizmin çöküşüyle beraber aşırı sağa doğru hızla bir ilerleme kaydediyor. Gün geçmiyor ki tehdit, kundaklama gibi olaylar da artışlar söz konusu. Aşırı sağ ve ırkçılığa karşı yürüyüş düzenleniyor. Hemen ardından bir kundaklama ve tehdit mesajları ortaya çıkıyor. 2018 yılında aşırı sağcı şiddet Almanya’da %71,4 oranında artış göstermişti. 2019 ve 2020’de bu oran %75.7’ye kadar çıktı. Mücadele bu mudur? Almanya’yı tebrik etmek lazım aşırı sağa karşı artış gösterdikleri için istedikleri kıvama doğru gidiyor demektir. Saldırının gerçekleştiği ilk saatlerde medyada yerel gazetelerde kullanılan dil ve oluşturulmaya çalışılan algı özellikle Almanya’da yaşayan gurbetçi vatandaşlarımız için tedirginlik ve öfke oluşturmuştur. Hanau saldırısına siyasi kesimden de çok ciddi tepkiler gelmiştir. Şansölye Angela Merkel, basın açıklamasında ırkçılığı ve nefreti zehir olarak tanımlamıştır. Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier ise Hanau’da gerçekleşen anma törenine katılarak burada optimist bir konuşma yapmıştır. Gelelim; Almanya’nın çıbanbaşı partisine. AfD’li yöneticiler saldırıyı açıktan ırkçı olarak tanımlamaktan uzak durmuşlardır. Örneğin AfD Eş Genel Başkanı Jörg Meuthen saldırının örgütsel olmadığını sarhoşun birinin gerçekleştirdiğini basın mensuplarına utanmadan, vicdansızca rahatlıkla söylemiştir. AfD dönüp şöyle bir kendine bakması gerekmektedir. Hatta Alman siyasetçileri ve STK’ların ciddi araştırmalar yaparak kendilerini eleştirmesi gerekmektedir. Düşünsenize saldırgan sosyal medyadan açık açık ırkçı paylaşımlar yapacak, nefret söylemlerinde bulunacak, Alman emniyet güçleri ve istihbaratçıları görmezden gelecek ne kadar da güzel bir ülke değil mi? Rahatlıkla partiler aşırı sağ söylemlerde bulunacak, dijital paylaşımlar artacak hatta desteklenecek ve sonra da haberimiz yok üzgünüz diyecekler. Siz kimi kandırıyorsunuz be! Gerçekler apaçık ortada Almanya ciddi bir artışla aşırı sağın kucağına düşmüş durumda. Avrupa’da seksenli yılların ortasından bu yana sağ popülist partiler sürekli güçleniyor, yeni mevziîler kazanıyorlar: Almanya’nın AfD’si Avusturya’nın FPÖ’sü, Danimarka’nın Halk Partisi, İtalya’nın Lega Nord’u, Fransa’nın Front National’i, Finlandiya’nın Gerçek Finleri ve Norveç’in, Ütoya Katliamını gerçekleştiren Andreas B. Breivik’in de üyesi olduğu İlerleme Partisi bunlardan sadece bazıları. Avrupa’da ve Almanya’da gerçekleştirilen adımlar sadece göstermeliktir. Bir sene geçti olayın üzerinden ailelerin araçlarını kundaklıyorlar. Tehdit mesajları gönderiyorlar. Alman hükümet yetkilileri göstermelik çıkıyor ve mücadele edeceğiz diyor. Sahtekârsınız ve ikiyüzlüsünüz. Görüldüğü gibi Avrupa medeniyeti kendi toplumuna iyimser bir yorumla sürdürülebilirliği zor güvenlik düzeyi yaratmıştır. Sistemik ırkçılık teorisi, bireysel, kurumsal ve yapısal ırkçılık biçimlerini açıklar. Sosyolog Joe Feagin çok güzel bir kitabı var bence kesinlikle okunmalı. Rakamlar, istatistikler aşırı sağcıların varlığını, bunların giderek silahlandığını, her geçen gün şiddete eğilimlerinin arttığını, yabancılara ve Türk kökenli ailelere karşı saldırı sayılarının her yıl artarak devam ettiğini gösteriyor.  Almanya'da 33 binden fazla aşırı sağcı yaşıyor, bunların 20 bini şiddete hazır ve bu eğilim artıyor. Ben demiyorum anayasa komisyonuna sunulan rapor söylüyor. Almanya Dışişleri Bakanı bu rakamı doğruladı.  Cumhurbaşkanı Steienmeier boşuna göstermelik konuşmalar yapma, gerçekçi ol çözüme git. Kanıtlar ortada saygıdeğer okurlar. Gelelim tanıklara; aşırı sağcı ve ırkçı Tobias Rathjen, 19 Şubat akşamı, önce Hanau’nun merkezinde iki ayrı mekânın içinde ve önünde, 12 dakikada 9 kişiye ateş açtı. Arabasına atlayıp Kesselstadt semtine doğru yola çıktı. Olayın tanıklarından Vili Viorel Păun, Rathjen’i takip ettiğini ve engel olmaya çalıştığını aktardı. Sürekli olarak polisi arayan 22 yaşındaki genç, kimseye ulaşamadığını aktardı. Fakat polis merkezi olay yerine sadece yüz metre ötedeydi. Păun’a yolda da ateş eden aşırı sağcı, Kesselstadt’ta otomobilini park ettiği yerde hedefine ulaştı. Orada da katliam yaptı. Ve bu pislik sonra evine döndü. Şaka gibi gerçekten size Grimm Kardeşlerin masalını anlatmıyorum saygıdeğer okurlar Almanya’da yaşanmış ırkçı, aşırı sağcı bir saldırıyı kaleme alıyorum. 43 yaşındaki Rathjen, önce annesini sonra da kendini öldürdü. 9 göçmen kökenlinin canını alıp beş kişiyi de yaralayan Tobias Rathjen, psikoz ve şizofreni emareleri gösterdiği için kliniğe sevk edilmiş olmasına rağmen 3 ayrı silah ruhsatı alabilmişti. Defalarca yabancı düşmanlığı içeren ve aslı olmayan şikâyetlerde bulunmuştu polise ve hakkında defalarca farklı suçlamalardan inceleme bile yapılmıştı. Olanlar karşısında donup kalmamak mümkün değil, tepkisiz olmak ise apaçık vicdansızlıktır. Devlet ve kamu kurumları görevlerini yerini getirmede çok zorlanmaktadırlar. Alman hükümetinin aldığı tedbirler ise yetersizdir.

24.02.2021 20:26

Amerika 1783 yılında bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkarken, ilk başlarda Avrupa siyasetiyle pek ilgilenmemişti. Osmanlı Devleti ile ilişkileri de 1830‟lu yıllara kadar gecikmiştir. Nitekim bu süreç zarfında Akdeniz’de ticaret gemileri ile varlığını göstermiştir. Ama güçlü bir devlet olarak değil tabi ki, öyle ki Cezayirli gemiciler Akdeniz’de izinsiz gezen Amerikan gemilerine el koymuş buna karşın Amerika bu ülkeye 12.000 altın vermiştir. Amerika her ne kadar siyasetten uzak kalsa da vazgeçemeyeceği bir şey vardı ki o da Akdeniz de ticaret, bu nedenle birçok kez Osmanlı ile ilişki kurmaya çalışmış ama gerek o günün koşulları gerekse Osmanlı’nın durumu bu süreci geciktirmiştir. Tarihsel arka planda bile olumlu adımlar atılmamıştır. Türk halkının Amerika’ya bakış açısı tarihsel dönem içerisinde güvensizliğe dayalı bir ilişki olarak karşımıza çıkmıştır. Hem Amerikan yönetiminin başına buyruk tavırları, hem de geçmişte yaşanan bir takım problemler unutulmadan yeni problemlere yelken açılması aradaki güven ve diplomasiyi de riske atmıştır. 1970'li yıllardan bu yana diplomasi ilişkilerinde en kötü seviyeyi gören Türkiye ve ABD'nin nasıl bir politika izleyeceğini açıkçası çok merak ediyorum. Türkiye’nin terörle mücadelesi, YPG/PYD ve FETÖ’ye yönelik operasyonlar, Karabağ konusunda Azerbaycan’a verilen destek eleştirilmiş. Diplomasinin daha aktif bir hale gelmesini beklerken, karşılaştığımız bu durum aslında bir yol ayrımını bizlere gösteriyor. Hatta son olarak ABD’li senatörlerin Joe Biden’e yazdığı mektup sistemsel lobi çalışmalarının Türkiye aleyhine başladığını gösteriyor. Biden’ın dış politikada özellikle Türkiye ile ilişkilerde restorasyona gitmesi gerekiyor. Seçim manifestosunda sinyallerini vermiş olduğu çeşitli adımları görevinin ilk ayında atan Biden; Dünya Sağlık Örgütü ve Paris İklim Anlaşması’na geri katılma kararlarını ilk fırsatta imzalamış, Trump’ın aksine Avrupa Birliği, NATO ve Birleşmiş Milletler’in önemine vurgu yaparak müttefik güçlerle ortak hareket etme mesajı vermiştir. 


Fakat bölgede ki önemli müttefiki Türkiye ile tansiyon bir türlü düşmüyor. Türkiye-Amerika ilişkileri, her zaman stratejik önemini korumuştur. Bunun temel nedeni, iki ülke arasındaki ilişkilerin çoğu zaman ikili diplomasinin ötesine geçerek; Orta Doğu, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’da yaşanan kilit bölgesel meselelere kadar uzanmasıdır. Pek çok kıtayı birbirine bağlayan ve medeniyetlerin geçiş noktasında yer alan Türkiye, eşsiz bir jeopolitik konuma sahiptir. Fakat ilişkiler tıkanma noktasına gelince anjiyoya ihtiyaç vardır. Türk-Amerikan ilişkilerinin karakterini belirleyen, sadece iki ülkeye özgü koşullar değildir; dünyanın pek çok bölgesinde yaşanan gelişmeler, bu ilişkilerin çerçevesini belirlemede önemli rol oynamaktadır. Fakat Joe Biden göreve geldiğinden beri, Türkiye-Amerika ilişkilerinin geleceğine dönük soru işaretleri çoğalmış görünüyor. Asıl endişelendiğim konu, Biden döneminde ‘’Kafkas Baharının başlamasıdır". Joe Biden göreve geldikten sonra Türkiye ile olan ilişkilerinde belirleyici olacak olan hususlar; Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikası, Ortadoğu, Güney Kafkasya, Avrupa Birliği ile olan ilişkiler ve Libya politikası olacaktır ki bence en önemlisi de Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde yürütmüş olduğu ve varlığı ile aslında burada PKK, PYD ve YPG terör örgütlerinin Türkiye’nin Güney sınırında bir terör devleti kurmasına müsaade etmemesi ve burada bence çok büyük çekişmeler olacaktır ki bunun sinyallerini de görmeye başladık. Türkiye iletişim için açık kapı tutarken, ABD’nin sessizliğe ve iletişimsizliğe bürünmesi Türkiye’nin sabrını zorlamaktadır saygıdeğer okurlar. İkili ilişkiler de diplomasinin yerine bağları kopartalım ve yol ayrımı gerçekleşsin duruşu da gözlenmektedir. Türkiye eski Türkiye değil bunu söylememiz lazım, Obama döneminde ki Türkiye değiliz. Türkiye artık özellikle 2016’dan itibaren yapmış olduğu 3 adet Barış Pınarı, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarıyla artık bu coğrafyada varlığını gösteriyor. Tabi; Türkiye işgalci olarak değil! Türkiye, Suriye’yi aslında bütünleştirip tek parça halinde Suriyelilere bırakmak üzere bir mücadele veriyor. Hem bu topraklar da terör bataklığını temizlemek istiyor hem de buradan Türkiye’ye yapılacak bir terör ihracının da önüne geçmek için bulunuyor ki bugün Türkiye’nin İHA ve SİHA’larla büyük bir başarı elde ettiğini artık terörü neredeyse topraklarımızda kuruttuğumuzu ve sınır ötesinde ki bataklığı da kurutma yolunda çok büyük aşamalar kaydettiğimizi de görmekteyiz. Bir diğer önemli mevzu Ortadoğu; özellikle dediğim gibi Suriye’nin kuzeyinde ve Irak’la birleşmesi planlanan aslında bir terör devletinin, Türkiye tarafından kesinlikle kabul edilmemesi ve böyle bir girişim olursa da Türkiye’nin müdahale edeceği ve gereken cevabı net bir şekilde vereceğini bence Biden’ın kabinesi de tahmin ediyordur. S-400 meselesi ikili ilişkilerde ki en büyük çıkmaz olacak çünkü Antony Blinken gerçekten de çok sağlam bir Rus düşmanı ve bu sebepten dolayı ilişkileri geciktiriyor. Blinken dönemi dış politikası Amerika’nın şahin politikalarını uygulanacağı bir dönem olacaktır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika koordinatörü McGurk ismi aslında en önemli isimlerden, kendisi aslında Obama’nın Ortadoğu politikasının devamını yürütecek bir figür olduğunu görüyoruz. Kendisi; Obama döneminden itibaren 2009’dan beri PKK-YPG terör örgütlerinin destekçisi olmuştur. İyi düzeyde Arapça ve farsça bilmektedir. 2004 ve 2009 yılları arasında Irak’ın o yeniden yapılanma döneminde önemli görevler üstlenmiştir. Ayrıca Bush’un Afganistan ve Irak danışmanlığını yapmıştır. İyi bir istihbaratçıdır. Ayrıca Ankara-Erbil hattı hareketlenecek çok net gözüküyor. YPG meselesi Türk-Amerikan ilişkilerindeki tansiyonu daha da artıran ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmış durumdadır. YPG'nin Suriye'nin kuzeyine yönelik artan terör saldırıları, Biden yönetiminin ve Amerikan kurumlarının YPG'ye yönelik iletişimi de dikkate alındığında YPG terör örgütü sorunu ikili ilişkileri çıkmaza doğru sürükleyen en önemli sorunların bence başında geliyor. Doğu Akdeniz, Libya bunlar hala tartışılmayan ve açıkçası Türkiye bu konuları tartışmaz bile, çünkü haklılığından dolayı genel çerçevede ilişkiler böyle giderken optimist bakış açısıyla bakılamaz. Yol ayrımı ilk defa bu kadar netleşmişken acaba bu ayrımı derinleştirecek hamle ABD tarafından hangisi olacak merak ediyorum. ABD sessiz kalarak bir strateji izliyor diye düşünelim gerçeklikten çok uzak gibi geliyor. Fakat Blinken’ın ne kadar şaibeli bir dönem geçireceği aslında okunabiliyor. Geçmiş yıllardan itibaren Amerika’nın Türkiye’ye yapmış olduğu darbeleri desteklemesi, ekonomiyi manipüle etmesi ve Kıbrıs meselesinde takındığı tavırlar ortadır. Kim sözde müttefiktir, halkın takdirine bırakıyoruz.

15.02.2021 09:42

İsrail’in Akdeniz kıyı otoyolunun hemen dışında, Tel Aviv’in birkaç mil kuzeyinde, anayola hemen hemen paralel dizili tozlu okaliptüs ağaçlarının arasında, pek dikkat çekmeyen gri ve beyaz renklerde beton binalar görülür. Kalabalık Glilot kavşağından sonra sola dönüp de otostop yapan askerleri geçince binaların arasında, ülkesinin istihbarat teşkilatlarında görev yaparken ölmüş anıt mezarlar dikkat çekmektedir. Bu anıtlar casusların rüyalarını süslemektedir. İsimlerin yanında ölüm tarihleri vardır. Fakat ölenlerin rütbeleri, birlikleri, yerleri ve bu askerlerin nasıl öldükleri konusunda en küçük bir bilgi bulunmaz. Bazı casuslar yıllarca gölge gibi yaşayarak doğal nedenlerle ölmüştür ama bunların çoğu da aktif hizmetteyken hayatlarını kaybetmiştir. Assaf Kaplan galiba böyle ölmeyecek gibi gözüküyor. Günün birinde, tutkulu bir Hristiyan Siyonist olan Charles Orde Wintage adlı İngiliz subayı, İsrail için bir nimet gibi ortaya çıkmıştı. Subayın emrindeki İngiliz askerleri ve Haganah gönüllülerinden oluşan Özel Bölük (SNS), İsrail adına özel operasyonlar gerçekleştiriyordu. İngiliz subayı, İsrail için çalışıyordu ve Arap İsyanlarında bizzat görev alıyordu saygıdeğer okurlar.  Birim 8200 Amerikan askeri aletlerini kullanarak, 1952 yılında kurulmuş bir istihbarat hizmet birimidir. 515. İstihbarat servis ünitesi olarak da adlandırılmıştır. Bugün hizmet binası Yafa ’da dır.


Birim 8200 birkaç askeri kuvvetten oluşan İsrail Savunma Kuvvetleri’nin en büyük hizmet birimi arasında yer almaktadır. Aslında bu birim televizyon, radyo, gazete, internet ve günümüz de sosyal medyayı ciddi anlamda takip edip bilgi toplamayı amaçlar. Asıl basında çıkan haberler kurumun gün yüzüne çıkmasına sebep teşkil etmiştir. MOSSAD’ın genel istihbarat bilgilerinin yarısından fazlasına katkı sağlamaktadır. Ayrıca İsrail Savunma Kuvvetlerinin en önemli sinyal istihbarat toplama kurulumu Urim SIGINT Üssü, birim 8200’ün en önemli parçalarındandır. 2010 yılında Le Monde gazetesi dış haberler bölümü, Birim 8200’ün büyük bir casusluk ağıyla çalıştığını yazdı. Ortadoğu, Avrupa, Asya ve Afrika genelinde izleme, telefon görüşmelerini dinleme, e-postaları takip ve diğer iletişim yeteneklerine sahip dünyanın en önemli ve etkili bir birimi olduğunu söylemekte fayda var. 2010 yılında, New York Times, bu birimin Orchard Operasyonu sırasında Suriye hava savunmasını devre dışı bırakmak için  ‘’Amerikan Birleşik Devletleri istihbarat topluluğunun eski bir üyesini’’ kaynak göstererek gizli bir infaz olayına tanıklık edip kitap bile yazmışlardır. Amerikalılar hatta özel işlerini, iletişimlerini Birim 8200’e rahatlıkla çekinmeden aktarmışlardır. Hatta bu skandalın adı New York Times’da İsrail’in N.S.A. skandalı olarak da aktarılmıştır. Özel bilgileri işleme de önemli operasyonlar gerçekleştirmiştir. Geçtiğimiz haftalarda İngiltere pandemiyle boğuşurken bomba bir iddia düştü kulislere, İngiltere'nin ana muhalefeti İşçi Partisi lideri Sir Keir Starmer'ın sosyal medya ekibinde çalışması için eski bir İsrail  birimi 8200 ajanı olan yukarıda bahsettiğim Assaf Kaplan’ı işe aldığı ortaya çıktı. ABD'de Chicago merkezli yayın yapan site ‘’The Electronic Intifada’’ bu haberi ilk paylaşan sitelerden biridir.


İsrailli eski ajan Assaf Kaplan, "Sosyal medya izleme ve dinleme" ekibi için işe alındı ve daha önce İsrail istihbarat servislerinin ‘’Birim 8200’’ siber biriminde çalıştı. Assaf Kaplan siber istihbarat konusunda uzman bir çalışan ve 2014'te bir Guardian raporunda ortaya çıktığı üzere Filistinlilere şantaj ve suikast düzenlemedeki rolüyle hem birimin hem kendisinin popülaritesi artmıştı. The Electronic İntifada’nın sorularını yanıtsız bırakan yetkililer bir yana, ne Kaplan ne de İşçi Partisi yorum taleplerine cevap vermiyor. Sitenin haberi yapmasının ardından, Kaplan’ın LinkedIn’ dan Askeri İstihbarat geçmişi bir anda silindi. Asıl merak ettiğim İngiliz İşçi Partisinde bu eski casus ne yapacak? Şunu unutmayalım hiçbir zaman eski casus diye bir şey yoktur. İngiliz İşçi Partisi lideri Keir Starmer’in siyasi yaşamı pekte iyi değil fakat Assaf bu işi hareketlendireceğe benziyor. Fakat hikâyenin en çarpıcı kısmı, İngiltere dışından birinin işe alınması hem de İsrailli olması biraz tuhafıma gitti. Assaf Kaplan bir zamanlar İsrail İstihbarat subayı olarak Birim 8200 için çalıştı. Birim 8200, İsrail’in en önemli ve aktif ajan birimlerinden, saldırganlar itibar suikastliğini harika yaparlar. Bu birim için ve çalışanları için milyonlarca dolar ödeniyor. Ve onlar da muazzam işler çıkartıyorlar. Bir başka muhbir ise Assaf veri ve bilgi depolamada harika bir askerdi demesi işleri biraz çıkmaza soksa da şuan herkes derin bir sessizlikte İngiltere’de. Assaf Kaplan’ın en özel çalışmaları içinde her türlü kişisel özel bilgiler, şantaj ve kasıtlı bilerek yapılmış suikastlar var. İşçi Partisi gibi sözde sosyalist bir partinin işe alması gereken bir kişinin nitelikleri Assaf Kaplan’da yok fakat ilk seferde işi aldı. Bir kere İsrail’de Casusluk ve MOSSAD’a girdiysen ve önemli bir birimde çalışıyorsan sen o görevi kolay kolay bırakamazsın sonuçta reklam şirketinde metin yazarı değilsin. Hele ki İngiltere’de ana muhalefetin en etkili partisinde, ofisinde çalışacaksın gerçekten medeniyet budur. Keir Starmer ise İsrail’i her fırsatta eleştirirdi. Şimdi önemli bir lobinin boyunduruğuna girerek yükselmeyi hedefliyor. Önümüzde ki günler ve ilerleyen aylarda İngiltere siyasetinde şantaj ve bir takım verilerin ortaya saçıldığının haberleri ile gündemi meşgul edebilir. Veya İsrail’in amaçları doğrultusunda önemli hamleler görebiliriz. Şaşırmayalım ve İngilizler gibi medeni taklidi yapalım.


01.02.2021 09:31

Geçmişten ders almak, çok duyduğumuz fakat bir türlü gerçekleştirilemeyen bir söylem olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkelerin geçmiş siyasi tarihlerinde yaşanan isyanlar, ayaklanmalar iç savaş senaryoları geçmişe baktığımızda aynı değerler dizisi doğrultusunda olayların gelişimi, kıvılcımları bile ciddi anlamda benzerlikler göstermiştir.  Geçmişten ders alabilmek yaşanan olayları iyi analiz edebilmemiz gerekmektedir. Unutulan bir geçmiş, gelecekte yaşanacak benzer olayları değerlendirmemize ve o olaylara ilişkin çözümlemelere bulunmamıza hiçbir şekilde pozitif bir katkı sağlamayacaktır. Ama geçmiş siyasi tarihin bilincinde olaylara bakabilmek yaşanan gelişmeler hakkında farklı yaklaşımlar geliştirmemize yardımcı olacaktır.

 Bir önceki yılın, hatta geçmiş aylar da yaşanan gelişmeleri bile unutuyoruz ve ana hatlarıyla eksik, yanlış ve farklı olarak hatırlıyoruz. Eskiden yaptıkları hataları hatırlamayanlar, aynı hataları tekrarlamaya mahkûmdur rejimler otoriter devletler bunları defalarca yaptı ve maalesef hüsrana şahit oldular. Saygıdeğer okurlar; Aleksey Navalni olayını komplo teorisi, değişik yapısal farklılıklarıyla yazmayacağım. 


1917 Devrimine gidip geçmişin izlerini araştırıp sizlere sunmak istedim. 1917 Rus Devrimi olarak da anılan Ekim Devrimi, Lenin tarafından “Ekmek, Barış, Özgürlük” sloganı altında 1905 Rus Devrimi’nin devamı niteliğinde olmuş ve Petersburg şehrinde ilk kıvılcımlarını atmaya başlamıştır. 1905 Devrimi tamamıyla halk iradesiyle başlatılmışken, Ekim Devrimi, bir parti düşüncesiyle başlatılmıştır. Dönemin yönetim sistemine baktığımız zaman Rusya’da diktatörlük ve mutlak yönetim şekli geçmişten bugüne izlerini taşıyan bir yönetim şekline hâkimdi. Çar sistemiyle yönetilen Rusya büyük bir ekonomik çöküş ve buhran yaşıyordu. Rus halkının çoğunluğunun işsizler ve köylülerden oluşması ülkenin bu kötü gidişatını kanıtlar nitelikteydi. Yokluk ve sefaletin devam etmesi sonucu halk 1905’de ayaklanarak bu duruma tepkilerini göstermek istediler. Fakat 1905 Devrimi’nin ardından durumlar eskisinden daha kötü bir hal aldı. Petersburg ve Moskova’da, İşçi Sovyetleri kuruldu. Bunun ardından Çar bazı önlemler alarak yasama meclisi olan Duma’yı kurup halka bazı özgürlükler tanımak istedi. Bu yöntem çok faydalı olmadı. Hatta Çar’dan yönetimin alınmasına sebep oldu. 1. Dünya Savaşı’na katılan Rusya, sefaletin son sınırını ulaşmıştı. Yokluk çok fazlaydı. Temmuz ayının ilk günlerine gelindiği zaman yönetim tamamen kötü ellere geçmiş, iç savaş giderek daha farklı bir hal almaya başlamıştı. Barışın tamamen bitmesi ile birlikte Lenin ve yandaşları hakkında tutuklama emri verilmiş, Lenin çıkan bu tutuklama emriyle birlikte Finlandiya’ya kaçmıştı. Yapılan bir gizli toplantıda Troçki ve yandaşları Bolşevik Partisi’ne katıldı, bunun üzerine Lenin Petersburg’a geri döndü. 10 Ekim’de yaptığı toplantıda silahlı ayaklanma için stratejiler geliştirmeye başladı. Dönemin Genel Kurmay Başkanı olan Kornilov, komünistlerin ve Sovyetlerin yok edilmesi gerektiğini söyleyerek Bolşeviklere karşı birçok saldırı planı hazırlamıştı. Kornilov’un tek amacı askeri bir diktatörlük yaratıp ülkenin yönetimini ele geçirmekti. Kornilov yaptığı planları geçici hükümetle paylaştı; fakat Krenski tarafından destek alamadı. Buna rağmen Kornilov Petersburg’daki Bolşeviklerin üzerine askeri bir tabur yolladı. Halk Bolşeviklere destek çıktı ve gelen saldırıya aynı sertlikte cevap verdi. Bu direniş ile birlikte Bolşevik taraftarları büyük bir artış ve ilgi görmeye başladı. Tarihler 24 Ekim’i gösterdiğinde Bolşevikler Lenin önderliğinde silahlı bir ayaklanma başlattı ve bu ayaklanma zaferle tamamlandı. 26 Ekim tarihinde de Lenin’in başkanlık edeceği Sovyetler Hükümeti kuruldu. Lenin ilk olarak Troçki’yi Dışişleri Bakanı olarak görevlendirdi.  İlk adım olarak Rusya’nın 1. Dünya Savaşı’ndan acilen çekilmesi ve çöken sistemin düzeltilmesi için önlemler almaya başladı. Bu amaç doğrultusunda Troçki, Brestlitovski antlaşmasını imzalayarak Rusya’yı 1. Dünya savaşından çekti.


20 Ağustos’ta uçağa binen muhalif Navalni’nin uçuş esnasında fenalaşmasının ardından, uçak apar topar Omsk şehrine iniş yapmıştı. Omsk’taki hastaneye kaldırılan Navalni çayına karıştılan bir maddeyle zehirlendiği öne sürülmüştü. Almanya'da tedavi gördü ve iyileşti. Rusya'ya geri dönüşün de, hapse gönderilen muhalif lider Aleksey Navalni'nin serbest bırakılması için ülke çapında gösteriler başladı. Rus Çarı Putin;  Aleksey Navalni konusunda ne yapacağını bilemiyor. Putin rejimi kendini çok ciddi anlamda güvence altına aldı. Sadece yürütme organıyla değil, mahkemeler ve parlamento olmak üzere tüm devlet kurumlarını kontrol ediyor. Bu önlemler rejimi yirmi yıldan uzun bir süredir istikrarlı ve büyük ölçüde rahatsız edilmemiş bir duruşun artık bir çıkmaza doğru sürüklendiğinin net olarak göstergesidir.  2006 ve 2007’de, 2011 ve 2012'de olduğu gibi yine de protestoların patlak verdiği zamanlarda Kremlin, pek çok gözaltı, birkaç uzun hapis cezası ve protesto liderlerine yönelik amansız taciz ve tehditlerle sert geçişler yaptı. Cezai kovuşturmalarla tehdit edilen pek çok protesto organizatörü ülkeyi terk etti. Uzak duramayanların çoğu bilinmeyen bir şekilde öldürüldü. Bir de Aleksey Navalni vardı. Navalni rejimin tüm kontrol mekanizmalarını çökertmeyi başardı. Rusya’daki yolsuzluk ve yetkinin kötüye kullanımıyla ilgili bir medya kuruluşu olan Yolsuzlukla Mücadele Vakfı'nı kurdu ve milyonlarca okuyucu ve izleyiciyi cezbeden kapsamlı metin ve video raporları üretti ve yayınladı. Dijital medyanın tüm nimetlerinden yararlandı. Ayrıca Kremlin'in seçim hilesi sistemini alt üst eden bir saha organizatörleri ağı kurdu; Şimdiye kadar sadece birkaç yerel yarışta başarılı oldular, fakat belirledikleri emsal Putin için korkunç. Navalni defalarca tutuklandı, protesto suçundan gözaltına alındı ve iki kez uydurma suçlardan hüküm giydi, ama bu önlemlerin hiçbiri onu susturamadı. Beş yıl hapis cezasına çarptırıldıktan bir gün sonra, 2013 yılında yetkilileri kendisini serbest bırakmaya zorlayan kitlesel protestolara başladı. Bir sonraki mahkûmiyetinin ardından, yasadışı ev hapsi cezasına uymayı reddetti ve ardından Rusya'yı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne götürdü ve kazandı. Devlet Navalni'nin kardeşi Oleg'i rehin alıp üç buçuk yıl hapse mahkûm ettiğinde Aleksey daha da şiddetli ve etkili eylemler yaptı. Son olarak, geçen yıl Putin'in gizli polisi Navalni'yi kimyasal madde Novichok ile zehirleyerek öldürmeye çalıştı fakat başaramadı. Navalni sadece hayatta kalmakla kalmadı, aynı zamanda kendi cinayet teşebbüsüyle ilgili bir soruşturmanın da yazarlarından birisi oldu ve yine de ülke dışında kalmayı reddetti.  Aleksey Navalni 17 Ocak 2021’de Moskova’ya geri dönmüştür. Fakat Navalni döner dönmez Moskova Uluslararası Havalimanı’nda hemen gözaltına alınmıştır. Gözaltına alınan Navalni’nin özgür bırakılması için ‘’Navalni’ye Özgürlük’’ sloganıyla 23 Ocak Cumartesi günü sabaha karşı başlayan eylemler, çok geçmeden tüm ülkeye yayılmış ve tehlikeli bir hal almaya başlamıştır. İlk olarak; Sibirya ve Uzak Doğu’nun Habarovsk, Vladivostok ve Novosibirsk bölgelerinde başlayan eylemler Moskova ve St. Petersburg ve birçok farklı şehirlere yayılmıştır. 2011’deki gösterilerden sonra en büyük kitlesel organizasyon meydana gelmiştir. Navalni, şu an için muhalefetin Putin’e karşı ortak adayı ya da Rusların önemli bir kısmının desteklediği figür olmaktan açıkçası benim düşüncem uzaktır. Bağımsız araştırma merkezi Levada’nın Aralık 2020’de yayımladığı araştırmaya göre Rusların ancak %2’si Navalniy’i cumhurbaşkanı adayı olarak tercih etmektedir. Bu oran Putin için %55’tir. Aynı araştırma sonucuna göre Putin’e duyulan güven %32 seviyesindeyken, bu oran Navalniy için %4’tür. Levada’nın Kasım 2020’de Navalni’nin suikastına dair yayınladığı bir başka araştırma da oldukça çarpıcıdır. Ankete katılanların %20’si Navalniy’in eylemlerini desteklerken, %50’si bunlara net olarak karşı çıkmaktadır.  %6’lık bir kesim kesim Navalni’nin batı ajanı olduğu iddialarını onaylarken %18’lik kesim, Navalniy’e saygı veya sempati duymaktadır. Katılımcıların %30’u ise zehirleme olayının Kremlin’in işi olduğunu düşünmektedir. Rusya tarafı, ABD Dışişleri Bakanlığının açıklamalarına dair yayımladığı sert bildiriyi dikkate alarak, zehirleme iddialarını ve bu çerçevede üzerinde durulan insan hakları ihlalleri argümanlarını da göz önünde bulundurarak yeni Amerikan yönetimi başta olmak üzere Avrupa tarafından, geniş kapsamlı bir yaptırım uygulanabileceğini net düşünüyor ve kendini bu gerilim senaryosuna hazırlamış durumda. Putin ve ekibi bu tür olaylara karşı soğukkanlılığını her defasında korudu. Kafkas Baharı ve Putin Baharı bekleyenler biraz daha bekleyecek gibi gözüküyor. Evet, ciddi bir isyan durumu fakat Putin bu işten çok güçlü de çıkabilir veya tahtı sallanmış, yıpranmış bir siyasetçi gibi de çıkabilir. Navalni’nin sosyal medya ekibi eylem tarihi olarak 31 Ocak 2021 Pazar gününü belirlemiştir. Rusya’da kışlar çok serttir ve kolay kolay bahar gelmez. O yüzden Bahar sevenler derneği biraz daha bekleyecek. Ancak bir konuyu unutmamak da fayda var. KGB ve Rus Ordusu asla ama asla Putin’i bazı sistemsel değişikliklere yem etmez. Ve buna cüret edenleri, mutlaka etkili bir ceza beklemektedir. 1917 Devrimini temel alarak yazdığım bu yazı bana şunu gösterdi. Navalni çok etkili bir siyasi figür haline gelebilir, fakat önemli lobi destekleriyle, dijital medya ve kitle iletişim araçlarının ve sosyal medyanın ahengiyle diğer türlü çok fazla büyütmeye gerek yok ancak Putin’e karşı cesareti takdire şayan.


29.01.2021 09:53

1921 Tulsa Katliamı, yani  Tulsa Irkçı İsyanı, Greenwood Katliamı veya Black Wall Street Katliamı olarak da bilinmektedir. 1921 yılının; 31 Mayıs ve 1 Haziran ayları arasında beyaz ırkçı çetelerin Tulsa, Oklahoma Greenwood bölgesindeki, siyahi insanlara ve iş yerlerine yaptıkları saldırılar sonucu gerçekleşmiş, Amerikan tarihindeki ırksal şiddet olaylarından en önemlisi olarak tarihte yerini almıştır. Kitleler kendi başlarına asla ayaklanmadıkları gibi, sırf ezildikleri için ayaklandıkları da görülmemiştir. Irkçılar aslında kendilerinden farklı insanlardan korkan bir grup cahillerdir. İç Savaş'tan bu yana geçen 156 yılın çoğunda beyaz çeteler Amerikan toplumunun dizginlerini özgürce ve rahatça ele geçirdiler. Yeniden yapılanma sırasında siyahilerin çoğunlukta olduğu okulları yaktılar, linç ettiler ve sivil hakları hareketi sırasında siyah öğrencileri taciz ettiler. Bunlar ırkçılık eylemleriydi, ama aynı zamanda siyasi gücün esnekliğiyle yapılmış saldırılardı. İsyancıların dünya hükümdarlığındaki yasal ve kültürel normların sonsuza dek sürmesi de denebilir. İsyan ve kaosun izlerini bir süredir ABD toplumunda görüyoruz. Beyaz üstünlükçü şiddetin patlaması sadece Capitol Hill baskınıyla  anlatılmamalı aslında aşırı kutuplaşmanın siyasi getirimlerini ve esnekliğini ABD’de bizlere göstermiş oldu. 1990’ların ortalarında Timothy Mcveigh’e Oklahoma City’deki Murrah Federal binasını havaya uçurarak 168 kişiyi öldürmesi için ilham veren Michigan milisleri vardı. Bu olayların hepsi ABD’de yaşandı. Geçmişten bu yana ABD’de birçok siyasi retorik değişti, fakat aşırı sağ ve kutuplaşma bugün kadar açık açık ortaya çıkmadı. Dijital Medyanın payı tabi ki çok büyük olayları an ve an paylaştılar. Saygıdeğer okurlar bu tarihlerden neredeyse bir yüzyıl boyunca, Güney beyaz üstünlükçüler, Ku Klux Klan, Proud Boys gibi terörist gruplar halinde örgütlendiler ve siyahi Amerikalıları öldürdüler. Beyaz Amerikan Çeteleri Amerika yaşamının en tehlikeli haline bürünmüş durumdalar. Joe Biden bu kutuplaşma ve çete terörüne ne kadar zamanda dur diyebilecek merak konusu ama sistemin içinde bile aşırı sağın etkisini gözlemleyebiliyoruz. Ve açıkçası ulusal güvenlik topluluğu da Beyaz Amerikan Çeteleri için bir eylem planı oluşturmadı. Bu örgütlerin belirli lobiler tarafından beslendiğini birçok kişi tahmin edebiliyordur. Joe Biden ve ekibinin 100 günlük eylem planında ekonomi ve dış politika öncelikler arasında ilk sırayı alıyor. Ancak milis gruplarla ilgili ciddi baş ağrıları olacağa benziyor. Daha doğrusu bunun sinyallerini görebiliyoruz. Bu örgütlerle alakalı Amerikan Yahudi Kongresi tarafından hazırlanan yakın tarihli bir raporda, beyaz Amerika çeteleri terörizmi ile Capitol Hill isyancıları arasındaki bağlantı çok dikkat çekici boyutlarda daha doğrusu Twitter analizleri veya paylaşımları bunu açıkça gösteriyor. Hatta ABD Ordusu yetkilisi ve üst düzey ABD istihbarat yetkilisi ordunun içinde ve ulusal muhafızların içindeki aşırı sağ yapılanmayı ortaya çıkardıklarını ve bunun yemin töreninden birkaç saat önce yaptıklarını açıklıyor. Asıl problemin bir ayaklanma ve isyan karşısında üst düzey bir konsolosluk yetkilisinin ilerleyen zamanlarda ulusal muhafızların da bu ayaklanmayla bağlantılarının gün yüzüne çıkaracağını aktarıyor. Şaşırtıcı mı? Hayır, fakat çürümüş sistemi bir kez daha gözler önüne seriyor. ABD’de ki bu kutuplaşma siyasi yelpazenin iki aşırı uç tarafından yönlendirilmesini aktarıyor. Bu hareketlerin kökenleri 1930’lar Avrupası’nda yatan bir hareketten bahsediyorum. Kökenleri o kadar sağlam ki bu çetelerin imha edilmesi zor gözüküyor. Pasifize bir duruma alınır mı bu Joe Biden ve ekibinin problemi olarak gözüküyor. Bu yaşanan olaylar kutuplaşmanın hem sonucu, hem de işaret fişeği olabilir. 2010’lardan beri süre gelen bir kıvılcım zaten vardı. ABD siyasetindeki temel işlev bozukluğu işte tam olarak bu noktada başlıyor. Trump dönemi ile beraber Beyaz Amerikan Çete terörü daha etkili bir hal aldı. ABD’nin kutuplaşmasını durdurulamaz bir şekilde değiştiren diğer bir gelişme ise politika konularındaki tartışmalardan kimlik mücadelelerine geçiş, ABD sistemini biraz daha çürüttü. Popüler süper güç artık yorgun ve asıl önemlisi toplumun sosyolojik anlamda çöküşe doğru bir adım daha yaklaşması. Siyasi geçmişi olmayan ve sadece emlak imparatorluğu ile yeniden bir dönem yükselmiş bir iş adamı olan Donald Trump felaketi nasıl bir toparlanma sürecine girecek veya daha kötü bir noktaya gelecek bunu hep birlikte izleyip göreceğiz.

20.01.2021 09:12

Gündem ve öncelikler öylesine hızlı değişiyor ki zamanın ruhunu kaybetmek üzereyiz. Dünyanın son yirmi bir yılda geçirdiği değişimi özetleyen kelime sürattir. Geçen hafta tüm dünyada yankı uyandıran Capitol Hill baskının üzerinde 9 gün geçti. Küçülmüş bir dünyada hızlanmış bir değişim ortamında yaşıyor gibiyiz. Dünya ve ABD politikası da bu değişime ayak uydurmuş durumda düşünsenize kongre basıldı ve 20 Ocak yemin töreninde ulusal marşı Lady Gaga’nın seslendireceği açıklandı. Şaşırtıcı ve hayret verici bir zamandayız. Çatışmalar, baskınlar, barışmalar, ayrılmalar, birleşmeler birbiri ardına geliyor. Sistemde rol oynayan aktörlerde değişiyor bir yandan. Artık dünyayı sadece devletler ve diplomatik ilişkiler düzleminde incelemeye çalışmakta büyük bir zafiyet göstergesi olmuş durumda.

Geçen hafta Capitol Hill’e yapılan baskını geniş bir perspektifte yazmak istedim.  Capitol Hill binasının iç odalarına giren bazı eylemciler, bir dereceye kadar işbirliğiyle hareket eden milis gruplarının üyeleri gibi görünüyorlardı. Taktik teçhizat giyen, iletişim kurmak için el radyoları ve kulaklıklar kullanarak, organize bir şekilde bir saldırı gerçekleştirdiler. Capitol'deki aşırı sağ gruplar arasında Yemin Muhafızları, Üç Yüzdeler, Proud Boys ve Boogaloo Bois'in yanı sıra daha küçük yerel organizasyonlar da vardı. ABD'de önümüzdeki aylarda en önemli tartışmalardan biri geçtiğimiz hafta Kongre baskınında da öne çıkan milis gruplar olacak.  ABD Kongresi’nin isyancılar tarafından basılması, kökeni on yıllardır uygulanan hangi politikaların sonucu olarak görebiliriz. Görünürdeki bu krizin ardında, hangi görünmez krizler var? Kongre basmaya giden yoldaki siyasi kriz, kimlik krizi, toplumsal kriz, demografik kriz ve iktisadi krizi de ele almalıyız.  Trump taraftarlarının demokrasinin mabedi olarak adlandırılan Capitol Hill’i basması, seçim kaybetmekten hoşlanmayan bir başkanın koltuğu bırakmamak için taraftarlarını sokağa dökmesiyle ifade edilemeyecek derecede önemli bir hadise.  Bu baskının ardından yılların birikmiş ve iç içe geçmiş krizleri de dikkat çekiyor. Demokrasilerin küresel problemleri üzerine yapılan araştırmaların tamamı günümüzde demokrasilerin askeri darbeler gibi aniden karşımıza çıkmadığını kademe kademe gerilediğini aktarıyor. Dünyanın birçok ülkesinde serbest ve adil seçimler gibi demokrasinin en önemli unsurlarından biriyle iktidara gelen liderlerin zaman içinde popülist otoriter eğilimler sergileyerek demokratik kurumlara saldırdıklarını gözlemliyoruz. Larry Diamond’ın vurguladığı “Demokratik Durgunluk”, Batı liberal düzeninin uzun süredir gerilemekte olduğuna işaret ediyor. Ancak demokrasinin krizi, sadece Avrupa ve ABD’de değil, dünyanın birçok ülkesinde vatandaşlar ve siyasi seçkinler arasındaki artan iletişimsizlik, kutuplaşma ve popülizmin yükselişi söz konusu olarak görülüyor. Küresel ekonomik kriz, güvenlik riskleri ve mülteci sorunu ile milliyetçilik, Danimarka, İsveç ve İngiltere gibi en müreffeh ülkelerde bile popülist eğilimlerin yükseldiğini açık açık gösteriyor.

Savunma Bakan Vekili Christopher Miller geçen ay gerçekleştirilen toplantıda Pentagon'un aşırı sağ gruplar ve nefret gruplarıyla ilgili politikalarının gözden geçirilmesini tavsiye etmişti. Tavsiyelerle dolu bir rapor Haziran ayında yayınlanacak gibi duruyor. 1990 yılında Basra Körfezi'nde bir amfibi taarruz gemisinde helikopter tamircisi olarak görev yapmış olan elli yaşındaki eski denizci Donovan Crowl, üniformalı adamlarla birlikte eylemcilerin arasındaydı. Capitol'de Crowl savaş kaskı, balistik gözlük ve el telsizi olan taktik yelek giyiyordu. Askeri kıyafetine ek olarak Crowl'un kolundaki bir yama onu Yemin Muhafızları'nın bir üyesi olarak tanımlayacağımızı bize gösterdi. 2009 yılında, Elmer Stewart Rhodes, Yale Hukuk Fakültesi mezunu ve eski bir Ordu paraşütçüsü tarafından kurulan, Yemin Muhafızları ülke çapında bölümleri ile gevşek organize hükümet karşıtı bir grup olarak aktif eylemler gerçekleştiriyor. Örgüt, on binlerce eski askeri yetkiliyi saflarına kattı. Örgüt görevinin Anayasa'yı savunmak olduğunu söylerken, çok sayıda insan hakları grubu bu oluşumu ülkedeki en büyük ve en tehlikeli aşırılık yanlısı gruplardan biri olarak yorumluyor. Yemin Muhafızları son yıllarda kolluk kuvvetleriyle çok sayıda silahlı çatışmaya karışmış ve bazı üyeleri şiddet veya diğer suç faaliyetlerini tehdit etmekten suç duyurusunda bulunulmuştur. Grup son yıllarda Trump'ı destekledi ve bu yılın başlarında Twitter’a karşı dijital bir meydan okuma başlattı. Dijital Medyayı kitlesel olarak bir yapılanma merkezi haline getirmiş durumda. Pentagon’da üst düzey bir savunma yetkilisi gazetecilere verdiği demeçte, ordunun son bir yıl içinde hem faaliyet görevi olan askerler hem de gaziler arasında aşırılık yanlısı faaliyetlerde bir artış gördüğünü, zira Amerikan toplumunun geniş bir kesimin siyasi açıdan kutuplaştığını belirtmişti. Asıl sorun Biden görevi devraldıktan sonra patlak verebilir izlenimini veriyor. Bir grup Demokrat senatör ve bağımsız Bernie Sanders Perşembe günü Pentagon müfettişi General Sean O'Donnell'a gönderdiği bir mektupta, "Ordumuzdaki beyaz üstünlüğü ve aşırılık yanlısı ideoloji meselesi yeni değil, ancak Capitol'e yapılan saldırı bu endişe verici eğilimin derhal ele alınması gerektiğini açıkça ortaya koyuyor." açıklaması Amerika’da suların durulmayacağını gösteriyor. FBI, Silahlı kuvvetler, güvenlik ve istihbarat teşkilatlarının yanı sıra Capitol Polis ve Metropolitan Polis Teşkilatları, Trump destekçilerinin kongrenin seçim sonuçlarını onaylamasını ve Joe Biden'ın zaferini ilan etmesini engellemek amacıyla geçen hafta Capitol Binası'na gitmeyi planladıklarını biliyorlardı. Başkan destekçilerini bunu yapmaya çağırmıştı, ancak Amerika'daki demokrasi kalesi olarak nitelendiren kurum neden daha önce kapsamlı bir şekilde korunmadı. Bu bir hata mıydı yoksa kasıtlı bir hile miydi? Merak konusu olmuş durumda. ABD yeni dönemde milis gruplarla ilgili birçok sorun ile yüzleşeceğe benziyor.

15.01.2021 15:12

Kralın Tüm Adamları filmini izlediniz mi? 10 Eylül 2006 yılında vizyona girmiş bugünün ABD’sine ve en son olaylara bağdaştırma yapacağımız bir film politik sinema severler bence bir göz atın veya izleyin bugüne dair anektodlar mutlaka karşınıza çıkacak. Farklı bir giriş yapmak istedim açıkçası direk etme bulma dünyası diye avamca bir giriş yapamazdım sonuçta. ABD seçimlerinden sonra, ABD siyaseti gerçek dışı bir hal almaya devam ediyor. Zaten normal bir sene geçirmedik ve tüm anormalliğiyle devam ediyor. Hakikat-Ötesi (Post-Truth) çağından Tuhaf-Ötesi (Post- Weird) çağına kesinlikle adım attık.

 Popülizm ve hırsın aynı bünyede birleştiği bir politikacı olan Willie Stark, hedefi uğruna her durumu göze alan ve mubah sayan bir şahsiyettir. Bu özelliği sayesinde; ilk yılların da başarı kazanmasını sağlasa da sonradan hızla düşüşe sebep olan kariyerinin de baş sebebi olacaktır. Bu kısa alıntı popülist siyasetçilerin öne sürdükleri ortak temaları özetliyor saygıdeğer okurlar.  Popülist liderler kendilerini halktan biri olarak görürler. Popülist siyasetçi, halkın dilini konuşur, halk gibi öfkelenir, öfkesini halk gibi dile getirir, lafı dolandırmaz ve milletiyle herhangi bir aracı kullanmadan iletişime geçmek ister. Kralın Tüm Adamları filminde hâkim siyasi ekonomik elite rakip olarak valiliğe aday olan, halk adamı Willie Stark seçim kampanyası sırasında taşrada yaptığı konuşmalarda seçmenlere şu cümlelerle seslenir.

Taşralılar, bana kulak verin!  Gözünüzü açın. Taşralıya taşralıdan başkasının faydası yoktur. Oy vermezseniz yoksunuz. Sofranızdan ekmeğinizi çalan, evlatlarınızı okulsuz bırakan, sizi cahil diyerek hor gören bu şehirli kodamanlar, beni yıllarca kandırdıkları gibi sizi de kandırdılar. Şimdi onları kandırma sırası bizde. Onlara günlerini göstermeye, intikam almaya geliyorum. Durumunuzu düzeltmek sizin, benim ve Tanrı’nın ellerinde. Sizinle köprülerin, okulların, ekmeğin, kitapların, yolların arasına giren her şeyin kafasına vurun. Tokmağı bana verin; ben sizin için kafalarına vurayım.’’

 Post Modern popülizm, yeryüzünü kontrol etmek isteyenler için yeni bir ideolojidir. Bu haftanın en çok konuşulan tartışılan siyasi hikayesi ABD Başkanı Donald Trump'ın destekçileri tarafından ABD Capitol Hill’de yapılan şiddetli isyan ve ayaklanmadır. 6 Ocak'ta kongre binasında kaotik sahnelerin ortasında, üst düzey Cumhuriyetçiler, itibarlarını kurtarmak için gecikmiş bir girişimde bulundular. Donald Trump'ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonucunu kabul etmeyi ve barışçıl bir güç transferini taahhüt etmeyi reddetmesinden çok açık bir şekilde uzaktılar. Fakat, Trump destekçilerinin öfkesi bize bazı soruları beraberinde getirdi. 2020'de 74 milyondan fazla Amerikalının kendisine oy vermesi, ABD toplumunun iç dinamiğini ve Trumpizmin gerçekten bir siyasi güç olup olmadığı hakkında ciddi soruları ve kutuplaşmayı beraberinde getirdi. Asıl tartışılması ve akıl yürütülmesi gereken konu bunun olması gerektiğini düşünüyorum acizane fakat bizim üst düzey ABD Analizcilerimiz, komplo teorisyenlerimiz, kahinlerimiz vay efendim o böyle değil şöyle en doğru olanı biziz diye dursunlar biz olaya farklı bir pencereden bakmaya devam edelim saygıdeğer okurlar.

İlk etapta neden orada olduklarını anlamak için kaseti geri almamız gerekiyor. Ayaklanmadan hemen önce Trump, Beyaz Saray'ın arkasındaki bir parkta “Amerika'yı Kurtar Mitingi” düzenledi ve izleyicilerine şunları söyledi;

Bugün burada hepimiz seçim zaferimizin hırsız radikal sol Demokratlar tarafından çalındığını görmek istemiyoruz, sahte haber medyası tarafından ortaklaşa çalışılmış bir senaryoyla karşı karşıyayız. Yaptıkları ve yapacakları şey bu. Asla pes etmeyeceğiz. Trump, konuşmasını harekete geçirici mesajı ise Pennsylvania Caddesi'nde yürüyeceğiz ve zayıf olanlara bir ders vereceğiz diyerek taraftarlarını harekete geçirdi.  Dikkatimi çeken bir cümle ise; Ülkemizi geri almak için ihtiyaç duydukları gurur ve cesaret sizde var. Asla kabul etmeyeceğiz, bu seçimin gerçekleşmemesi için çabalayacağız. Biz seçimi büyük bir farkla kazandık diyerek mitingini tamamladı. Trump taraftarları kalabalık bir grupla protestoya başladı.  

ABD Kongresinin Senato ve Temsilciler Meclisi kanadı, 6 Ocak'ta yerel saat ile 13.00’da 3 Kasım’da yapılan Başkanlık seçimleri sonucu eyaletlerin seçici kurul delegelerinin kullandığı oyları Anayasa gereği tescil etmek için toplanmışlardı. Aslında herkeste bir endişe vardı. Başkan yardımcısı Mike Pence bile gergin bir halde Capitol Hill binasına gelmiş ve üst düzey bir koruma altındaydı. Ne tuhaf kendi taraftarları Mike Pence mi zarar verecekti bunu düşünmek lazım veya kurgulanan bir hareket mi bunu da göz ardı etmemiz lazım. ABD’nin en önemli ve korunaklı binası, başkanlık seçimlerinin sonucundan memnun olmayan ülkenin dört bir yanından başkente gelmiş Cumhuriyetçi beyaz vatandaşların işgaline ve baskınına uğradı. İşte bu noktadan sonra ülkenin siyasi tarihi açısında unutulmayacak yeni bir sayfa açıldı.  Yüzleri Amerikan bayrağı renkleriyle boyalı, Viking şapkalı, kostümlü Trump destekçileri, Amerikan sisteminin ana sütununu temsil eden Kongre’de, en başta ABD halkına olmak üzere tüm dünyaya hiç beklenmedik kargaşa, kaos ve isyan görüntülerini verdi. Bu açıdan aslında güvenlik durumunu da konuşmamız lazım. Liberal düzenin kurucusu gibi gözüküp lakin ciddi kutuplaşmış, kendi değerlerinin evrensel olduğuna inanmış ve bunu askerî güç kullanarak da dayatmış ama gücü erozyona uğramış sözde Amerika demokrasisi hem prestij olarak hem de söylem olarak ciddi tahribat görmüştür. Cumhuriyetçi gelenek içinde ortaya çıkan Trumpizm denilen bir sosyolojik tabanın siyasete geçiş sürecini tanıklık etmiş olduk. Kongre baskınının Joe Biden yönetiminin dış politika anlayış ve pratikleri üzerinde de etkileri olacak. Önümüzdeki dönemlerde yeni başkanın temel ilgisini ülke içi sorunların çözümüne ve tahrip edilen anayasal kurumların yeniden inşasına ayırması kutuplaşmış toplumu bir araya getirmesi çok kolay olmayacak bu olaydan demokratlar da nasibini alacak. Renk devrimleri üzerinden başka ülkelerin iç işlerine karışmak ve kendisiyle yakın çalışabilecek rejimleri iktidara getirmek ABD’nin bir numaralı stratejik eylemidir. Fakat şimdi kendi silahıyla vurulması durumu farklı bir perspektife getirmiş durumda diyebiliriz. Inglehart ve Norris, popülizmin ABD’deki yükselişine, Batılı toplumlardaki kültürel geri tepkiye dayalı bir açıklama getirir. Buna göre, popülizm sadece ekonomik sebeplerle doğmamakta, aynı zamanda ilerlemeci yöndeki sosyal değişime de insanlar tepki duymaktadır. Batılı toplumların kozmopolit ve çok kültürlü bir yöne doğru geçirdiği kültürel evrim ile birlikte çevre koruma, insan hakları ve cinsiyet eşitliği gibi konular iyice ön plana çıkarken kendini bunlardan dolayı tehdit altında hisseden az eğitimli, orta yaş ve üstü beyaz, dindar ve erkek nüfus arasında bu tür ilerlemeci değerler ve politikalara karşı büyük ve öfkeli bir geri tepki oluştu. Liberal demokrasilerin illiberal popülist etkilere daha açık ve kırılgan olduklarını görüyoruz. Trump dönemi Amerika’sı bize bunu açıkça göstermiş oldu. Küresel Güç ABD bu sefer ciddi yara aldı.

12.01.2021 09:11

Müzikal prodüksiyonların esas kısımlarından olan sahne dekorları, dinleyici kitlesini görüp dinlemek üzere oldukları durumlara hazırlamak için gerekli atmosferi yaratırlar. Benzer şekilde ABD’nin Orta Doğu’daki politik draması da medyanın yansıttığı bir kültürel fona karşı oynanmaktadır. CIA’nin Merkezi Referans Dairesi tarafından sağlanan özetler ve biyografik veriler çoğunlukla geniş kapsamlı ve son derece ayrıntılı olsalar da ancak belli bir çevreye dağıtılmaktadırlar.  Sistemin kısıtları içerisinde faaliyet gösteren lobiciler ve yerli baskı grupları, önce siyasetçilere erişmek ve sonra da onları kendi gündemleri lehine politikalar benimsemeye ikna etmek için egemen kültürel ortamı manipüle eder ve kullanırlar. Joe Biden ve ekibinin bu politika ekseninde bir süre hareket edeceği gözlemleniyor. Atak bir ABD değil stratejik perspektifte bir politika izleyeceğiz. ABD’nin Ortadoğu bölgesiyle ilişkisindeki önceliği, bölgeden enerji temin etmekten çok, enerjiyi bu bölgeden temin edenler üzerinde net kontrol sağlayabilmek. Uluslararası Enerji Ajansı’nın geçmiş dönemdeki raporu dikkat çekici olmuştur. 20 yıl içerisinde ABD, dünyanın en büyük petrol ve gaz üreticisi olacağından bahsedilmişti. ABD’nin askeri varlığı gittiği yerde ne yaparsa yapsın hoş karşılanmıyor artık demokrasi vaatleri olumlu karşılanmıyor. Dünyadaki küresel denklem, stratejik yönelim olarak ağırlığın Orta Doğu’dan Çin’i kuşatacak şekilde Asya’ya yönelmesi Ortadoğu siyasetinde boşluklar ve gri alanlar yarattı. ABD’nin 46. Başkanı seçilen Joe Biden’ın döneminde siyasetteki gri alanların nasıl dolacağı merak konusu olmuş durumda 20 Ocak’tan sonra nasıl bir politika şekillenecek göreceğiz. Trump’ın Orta Doğu’daki dürtüsel politikalarının tersine, daha geleneksel bir ABD duruşuna geri dönmesi ve bölgesel jeopolitiği yeniden canlandırması bekleniyor. Hatta Hillary Clinton: “Trump'ın son görevi ülkeye ve dünyaya verebileceği hediye, görevdeki son 15 gününde İran'la bir savaş başlatmamaktır. “Açıklaması İran’la yeniden masaya oturulacağının göstergesidir. Avrupa Dış İlişkiler Konseyi (ECFR) tarafından kaleme alınan bir raporda, Biden yönetiminin hem İran gibi konularda ABD politikasının yeniden belirlemesi hem de bölge genelinde normatif değerlere saygı gösterilmesi için çalışacağı netlik kazanmış gibi duruyor. Biden’ın ılımlı siyaseti halinde Tahran ile birçok alanda diplomasi fasılları açılacağı kulaktan kulağa dolaşıyor. Joe Biden’ın dış politika önceliği kuşkusuz ilk olarak Orta Doğu olacak. Fakat Avrupa ile ilişkiler, Çin ve Rusya gibi küresel rakipleri ile mücadele Biden’ın dış politikasında Orta Doğu, Latin Amerika, Afrika ve Güney Asya gibi bölgelerin önüne geçecektir. Zira ABD’nin küresel siyasetteki liderliğine meydan okumalar Doğu Asya, Avrupa ve Rusya’dan geliyor. Orta Doğu’nun Biden ’ın dış politikasında alacağı yer konusundaki temel parametrelerden biri de bu olacaktır. Yani Çin ve Rusya’yı sınırlandırma politikasında Orta Doğu ülkelerinin de ABD’nin yanında olmasını isteyecek. İkinci önemli konu ise, her zaman olduğu gibi Amerika’daki İsrail lobisi olacak. İsrail lobisinin, ABD’deki gücünü kullanarak Washington’a Orta Doğu’da rasyonel olmayan adımlar attırdığı gerçeğini de hatırlayarak, Biden ’ın bu iki stratejin çatışması durumunda ne yapacağı Amerika’nın Orta Doğu politikasının yönünü belirleyecek. Biden için Orta Doğu’da bir başka kaygı sebebi ise askerî açıdan iddialı bir Rusya’dır. ABD’deki Demokratlar, Rusya'ya pek takıntılı değildirler ancak Trump'ın 2016 seçim zaferine müdahil olmalarından dolayı Rusya’ya karşı bir intikam besliyorlar gibi gözüküyor. Biden, Birleşmiş Milletler ve NATO gibi uluslararası örgütlere olan sistemsel inancı yeniden dizayn etmek isteyecek ve Rusya'ya karşı desteğe ihtiyaç duyacağı için Avrupa'yı yanına almak isteyecektir. Transatlantik cephesi, Rusya'nın Kırım, Suriye ve Libya'daki müdahalelerinden hoşnut gözükmüyor.

Biden yönetimi dikkatinin bir kısmını Ortadoğu'dan Doğu Avrupa'ya mutlaka kaydıracaktır. Esnek bir politikacı olarak Trump, geleneksel Amerikan dış politika kurumlarından yani Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA), Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon'la ilişkileri olumlu değildi. Trump bu kurumların başkanlarını değiştirdi ve Ortadoğu politikalarını kişisel temasları veya en güvendiği damadı ve danışmanı Jared Kushner aracılığıyla yürütmeyi seçti çünkü güven kaybı yaşadı. Joe Biden, Ortadoğu’daki liderlerle Trump ‘tan daha fazla kurumsal düzeyde diplomasi geliştirecek. Fakat bu durum, daha yavaş karar alınmasına neden olacak ve bazı Trump politikalarının tersine çevrilmesi epey vakit alacaktır. Obama döneminde uzun müzakereler sonucunda "akıllı yaptırımlar" tehdidiyle İran'la anlaşmaya varmıştı. Trump ise İran'a sert yaptırımlar uyguladı ve set çekmişti. İran'ın yeni yönetimle anlaşma yapmaya istekli olması nedeniyle bu durum, İran'ı olumsuz şartları kabul etmeye zorlamak için Biden'a ilave manevra stratejisi sağlamaktadır. Ayrıca İran, Körfez bölgesi, Suriye, Irak ve bir dereceye kadar Yemen'deki ABD çıkarlarını etkilemektedir. Obama yönetimi ve Trump yönetimlerinin İran'ın rolünü güçlendiren aşırı politikaları nedeniyle ABD Körfez'de erozyona uğramıştır. Şu an ne kadar ince bir hat üzerinde olsalar da 20 Ocak sonrası Körfez’de etkili siyaseti görebiliriz. MOSSAD tarafından gerçekleştirilen İranlı Nükleer Bilimci Muhsin Fahrizade suikastı, Trump yönetiminin ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun, Biden-İran yakınlaşmasını daha gerçekleşmeden önce sabote etti. Biden, Suudi Gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetiyle suçlanan Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın yönetimi altındaki Suudi Arabistan’a olasılıkla daha az önem verecek. Suudi Arabistan bu durumu anladı ve diplomatik yakınlaşmalar gösteriyor.

Çok Taraflı İstikrar

Trump daha çok liderlerle kişisel ilişkilerine dayanan ikili ilişkileri tercih ederken, Biden’ ın müttefiklerle diyalog sürecinde daha çok taraflı bir yaklaşım benimsemesi şekillenmiş durumda. ABD’nin bölgeye yönelik dış politikasında keskin bir değişiklik beklenmiyor. Fakat kesinlikle daha farklı bir ton ve diyalog şekli olması öngörülüyor saygıdeğer okurlar. Biden’ ın, on yıldan beri devam eden Suriye Savaşında daha etkili bir politika ve strateji geliştirmesini bekleyebiliriz.  Biden, Suriye’nin demokratik dönüşümünü desteklemek üzere Cenevre sürecinin ilerlemesini sağlayarak Suriye sahnesini tekrar bir hareket getirme amacında gözüküyor. Fakat; PKK/YPG’yi durdurarak Suriye’yi bölen politikalara son verebilir ve destek olmaktan vazgeçebilir. Obama, kötü şöhretli IŞİD terör grubuyla savaşmaya yönelik bir bahane olarak PKK’yı silahlandırmayı seçmişti, Trump ise Suriye’den koşarak kalıcı olarak terk etmeye çalıştı. Ancak temel Amerikan dış politikası bu değişime karşı çıktı. Bakalım; ABD’nin 46. Başkanı Joe Biden nasıl bir diplomatik denklem oluşturacak bunu adım adım göreceğiz.

06.01.2021 11:46

Küresel salgın fenomenin tesiri altındaki bir seneye ve umutlara ‘’Merhaba’’ diyoruz. Dünya genelinde ciddi kayıplara sebep olan Kovid-19 salgını ile özdeşleşen 2020 yılını üzüntü ve ortak acıyla geride bırakarak, umutla yeni bir yıla başladık. Hepimiz, 2021’in sağlık ve mutluluk getirmesini; kaybettiğimiz umutları geri kazandırmasını bekliyoruz fakat gerçekten bunun nasıl olacağını tahmin edemiyoruz. Sorularımıza cevap bulamıyoruz. Ve sadece belirsiz bir bekleyişin girdabında insanlık olarak savruluyoruz saygıdeğer okurlar. Veba, kızıl, kızamık, çiçek gibi salgın hastalıklar ve kıtlık, kuraklık gibi felaketler tarih boyunca milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş, yenilmez sanılan orduları ve ülkeleri durdurmuş, toplumsal ilişkilerimize, yakınlarımıza ailemize karşı davranışlarımızı biçimlendirmiştir. Ne var ki bu kitlesel ölümler durduk yerde kendiliğinden başlamamış, salgın hastalıklar davetsiz misafir gibi aramıza girmemiştir; mikropların kitlesel ve küresel ölümlere yol açan iflah olmaz bir canavar rolünü üstlenmeleri için insanlar ellerinden geleni yapmışlar, ölümler başladıktan sonra ise ellerinden hiçbir şey gelmemiştir. Sorunları çözmek yerine ertelemek veya denemeler yapmak ne kadar doğru olacak bu yıl içerisinde bunu da göreceğiz.

Dünya bir seneye yaklaşmakta olan Koronavirüsle mücadele halinde. Gündemleri, yaşantıları meşgul eden siyasi entrikaları geri plana iten kontrolden çıkmış sürekli mutasyona uğrayan fazlasıyla medya kirliliğine sebebiyet veren bir canavara karşı topyekûn bir mücadelenin tam ortasındayız. Son yıllarda görülmemiş çapta bir küresel kamu sağlığı tehdidi olarak bangır bangır geliyor. Tüm dünya olarak aynı fikirde olduğumuz tek bir nokta var. Bu canavardan nasıl kurtulacağız. Aşı bizi kurtaracak mı? Güvenli ve etkili bir aşı kuşkusuz Kovid-19 salgının azalmasında ve önlenmesinde hayati bir role sahip olabilir, fakat geçmiş tarihlerde yaşandığı gibi aşılar ve uluslararası ilişkiler ve politika her daim birbiriyle bağlantılı olmuştur. Emin olun bu süreçte bunu yaşayarak göreceğiz. Ve bu savaş çok şiddetli olacak komplo teorisyenleri ve kahinlerin dediği 3. Dünya savaşı bir salgın yüzünden çıkarsa şaşırmayalım. Kovid-19 virüsünün kalıcı bir şekilde sona erdirilmesi için gerekli olan aşı geliştirme ve uygulama çalışmaları bağlamında, uluslararası savaş psikolojisinin ağır bastığı artık 2021’in ilk günlerinde daha net görülüyor. Küresel sistemin post hegemonik yapısı ve rekabetçi modeli artık net bir şekilde daha iyi gözlenmektedir. 2016 yılında Amerikan Ulusal Tıp Akademisi’ne bağlı Küresel Sağlık Risk Sistemi tarafından hazırlanan bir rapor olası bir pandemiye hazırlık için ülkelerin yıllık yaklaşık 4 milyar dolar bütçe ayırmaları ve ayrılan bu bütçenin sağlık hizmetleri yönetimi, laboratuvarlar ve sağlık izleme sistemlerine yönelik yatırımlar için harcanması ihtiyacını vurgulamıştı. Bunu bir bilgi notu olarak bu yazıma eklemek istiyorum. Sanki her şey önceden planlanmış gibi gerçekleşiyor. Koronavirüse karşı mücadelede devletler ilk olarak iki temel strateji etrafında mücadele gösterdiler. Yatıştırma ve durgunlaştırma stratejileri olarak adlandırılan bu iki strateji devletlerin kriz yönetim stratejilerindeki farklılıkları da ortaya koymuştur. Her iki stratejinin uzun ve kısa vadede getireceği avantaj ve dezavantajlar bulunmaktadır. 7,5 milyarlık dünya nüfusunun yaklaşık 5,5 milyarının aşı olması gerekiyor. İşte tam da bu sırada aşı savaşları başlıyor. Putin’in iddialarının küresel bilim çevrelerinde çok ciddi şüphelerle karşılanmasına yol açtı.

Biyolojik Emperyalizm

Koronavirüs sürecinde karşılarına şiddetli bir şekilde çıkmış ve geliştirilen sistemleri etkisiz hale getirmiştir. Milyarlarca dolar akıtılan ilaç devleri rekor hıza etkili bir aşı sunmak için yarışırken, on binlerce gönüllü de büyük ölçekli denemelere katıldı. ABD ilaç şirketi Pfizer ve Alman ortağı BioNTech COVID-19 aşısının 3. Aşama denemesinin sonuçlarını açıkladı ve aşının yüzde 95 etkili olduğunu müjdeledi. Bu son aşama denemelerinde şimdiye kadarki en büyük başarı olarak listede yerini aldı. Bu durum milyonlarca insan için bir ölüm kalım meselesi haline geldi. Medyanın bilgi kirliliği insanları umutsuzluğa sevk ediyor. Belirsizlik bazen cazip bir hal alabilir. Fakat konu sağlık olunca hassas bir çizgide olduğumuz gerçeğini tüm benliğiyle yüzümüze çarpmaktadır.  Dünya Sağlık Örgütü DSÖ verilerine göre 12 Kasım’dan bu yana toplam 48 aşı adayı insanlar üzerinde denemelere başlamışken, 164 aşı adayı da klinik öncesi geliştirme çalışmalarına devam ediyor. Akıllara gelen ilk soru, Kovid-19’a kesin çözüm üretecek sonuca en yakın firmaların hangileri olduğu. Diğer kritik sorular ise, salgının son bulmasına yardımcı olacak aşıların fiyatlarının neler olacağı ve başta ABD ve Çin olmak üzere diğer gelişmiş ülkeler için tünelin sonunda ışık görünürken, aşıyı geliştiren ülkeler dışında kalanların aşıları kolaylıkla temin edip edemeyecekleri. Aşıların gelişinde yaşanacak aksaklıklar türlü türlü senaryoları beraberinde getiriyor. Soğuk savaş tüm hızıyla devam ediyor. Senaryo aynı oyuncular farklı sadece; Ünlü Rus doktor ve televizyon sunucusu Aleksandr Myasnikov, Rusya'nın yeni tip koronavirüs Kovid-19 salgınını önlemek için geliştirdiği Sputnik V aşısının denenmediğini öne süren Batılı meslektaşlarını ateş püskürdü. Rus aşısı ile Pfizer'in aşısı arasında karşılaştırma yaptı. Myasnikov, "ABD’nin aşısının ne kadar kötü olduğu şeklinde bir tartışmaya girmek istemiyorum. Onlar gibi olmamak lazım. Fakat aynaya bakmalarını önermekten de geri duramayacağım” açıklamasını yapıyor. Küresel salgın bitti aşı pazarlığı ve ürünü satmak için yapılan şiddetli söylemler yerini aldı. Korona aşısı şimdilik sayıca yetersiz. Fakat zengin ekonomiler ülke aşı ihtiyaçlarının 3 katını şimdiden sipariş etti. Koltuğuna yaslandı. Hatta Kanada ihtiyacının beş katını stoklamış durumda. ‘’Ekonomik tetikçilik’’ aşı piyasası bağlamında 2021 yılına girilmesiyle beraber hızlı bir ivme kazanmış durumda. Bill Gates Amerikan Ulusal Tv kanalına çıkıp ‘’ Daha büyük bir virüs geliyor’’ diyerek savaş ve korku çığırtkanlığı yapmaya tüm hızıyla devam ediyor. Aşı savaşları sezonu artık açılmıştır. Soğuk savaş yılları gibi Kovid-19 propaganda savaşları yaşanıyor adeta. Medya kirliliğinin azalması lazım söylemlerin magazin programı gibi çıkıp sürekli açıklama yapılmaması lazım toplumsal uzlaşı ve net bilgi artık kaçınılmaz çıkar yolumuz olmuştur. Umutlarımızı yitirmemiz lazım psikolojik çöküş asıl bizi yıpratacak olan bu süreçte saygıdeğer okurlar.

04.01.2021 11:38

Rusya’nın Tomsk şehrinden Moskova’ya gitmek üzere 20 Ağustos’ta uçağa binen muhalif Navalni’nin uçuş esnasında fenalaşmasının ardından, uçak apar topar Omsk şehrine iniş yapmıştı. Omsk’taki hastaneye kaldırılan Navalni çayına karıştılan bir maddeyle zehirlendiği öne sürülmüştü. Muhalif olan, karşı çıkan yolsuzlukları ortaya çıkaran zehirleniyor veya siber saldırıya uğrayıp itibarsızlaştırılıyor. Rusya’nın AB Dış Politikasını anlamak dünyanın en zorlu paradigmalarından biridir. Avrupa Birliği ülkelerinin uzun bir süredir sıkıntı çektiği belli başlı konular Rusya’nın psikolojik saldırıları, siber saldırıları ve suikastları en başlıca konular olarak göze çarpıyor. Fakat ciddi anlamda AB-Rusya ilişkileri işin içinden çıkılamayacak bir diplomasi krizine doğru yokuş aşağı gidiyor. Hükümetlerin açıklamalarına bakıyorum ciddi anlamda bir çıkmazdalar. Kremlin siber saldırıları ve suikastları reddediyor. Fakat ne kadar tatmin edici anlamak zor. Avrupa Birliği (AB) ile Rusya arasında, Rus muhalif politikacı Aleksey Navalni’nin zehirlenmesi konusunda yaşanan gerilim devam etmekte, Rusya Dışişleri Bakanlığı, Navalni'nin zehirlenmesi ile ilgili olarak AB'nin Rus yetkilileri hedef alan yaptırımlarına tepki göstererek misilleme kararı alındığını duyurmuştu. Rusya Dışişleri Bakanlığı açıklamasında, AB’nin yaptırım kararına öncülük eden üye ülkelerin, kendilerinden talep edilmesine rağmen, Navalni’nin Rusya tarafından zehirlendiği iddiaları hakkında herhangi bir kanıt sunamadığına da dikkati çekilmişti. Rus basınında ayrıca Fransa, Almanya ve İsveç’in Moskova büyükelçilerinin, konuyu istişare etmek üzere geçtiğimiz hafta Rusya Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldığı da bilinmektedir. Restleşmelerin sonu gelmeyecek gibi gözüküyor. ABD’deki yeni Başkan Joe Biden ise AB ülkelerini heyecanlandırmış durumda olacak ki korkusuzca Rusya’nın üzerine gitmek istiyorlar. Açıkçası yaptırımlarla Putin’den bir şey alamazlar. Putin'in en dişli rakibiyle olan ilişkisinde çok az şey değişecek. Bu, en azından, onun iletişim stratejisini gösteriyor. Görünüşe göre etkilenmemiş gibi görünen Putin, ajanlarını Navalni'nin suçlamalarından korumaya çalışıyor. Putin, yılsonunda düzenlediği basın toplantısında kıkırdayan konuşmasında, "Onu zehirlemek isteselerdi, bunu bitirirlerdi." dedi. Bu Kremlin'in tanıdık bir tehdidi fakat FSB her zaman bu tür saldırıları gerçekleştirmek için hazır olduğu mesajını da verdi. Navalni, kendisini öldürmeye çalıştığı iddia edilen Rusya'nın FSB casusluk ajansından ekibin iki üyesini aradı. Biri onu hemen tanıdı ve telefonu kapattı. İkinci ajan, Konstantin Kudryavtsev, görünüşe göre üst düzey bir FSB generali için çalışan bir yardımcıyla konuştuğunu düşünerek kandırıldığını açıkladı. Kremlin iddiaları reddetse de ortada ciddi deliller mevcut. Putin köşeye sıkışmadığını basın mensuplarının karşısında gösterdi. Rusya Federasyonu, SSCB dağıldığından beri Liberal Demokrat Parti ve Komünist Parti üzerinden şekillenmiş olan sistematik muhalefetinden dolayı ciddi eleştirilere maruz kalmıştı. Asıl sorun Putin ile Birleşik Rusya Partisinin iş birliği içerisinde oluşumu bu sistematik düzeni bozan kişi ise Aleksey Navalni problem burada başlıyor. Aleksey Navalni 2008 yılında ‘’ Yolsuzlukla Mücadele Fonu’nu kurması ve bu süreçte iktidarda olan partiyle ve Putin’in, Medvedev’in yolsuzlukları kapsayan blog ve köşe yazılarıyla sert bir muhalif çizgide durması dikkatleri üzerine çekmesine sebep olmuştur. Önemli dosyaları açıklamadığını düşünüyorum ben yoksa direk ipliği boynuna geçirirdi Putin.

AB-Rusya ilişkileri

AB-Rusya ilişkileri, Rusya'nın Kırım'ı yasadışı olarak ilhak etmesi, Ukrayna'nın doğusundaki isyancı gruplara verdiği destek ve izlediği politikalar, dezenformasyon kampanyaları ve olumsuz iç gelişmeler nedeniyle 2014 yılından bu yana pamuk ipliğine bağlı durumda. Rusya'nın Suriye'ye müdahalesi ve bölgede aktif ülke olması ilişkileri gergin bir noktaya getirdi. AB, Rusya'ya yönelik yaptırımları 2014 yılından bu yana düzenli olarak yeniliyor. Ukrayna'daki krizin patlak verene kadar AB ve Rusya, diğer konuların yanı sıra ticaret, ekonomi, enerji, iklim değişikliği, araştırma, eğitim, kültür ve güvenlik, terörle mücadele, nükleer silahların yayılmasını önleme ve Orta Doğu'da çatışma çözümü gibi konuları kapsayan stratejik bir ortaklık çalışması yapıyorlardı. Son yıllarda, sürtüşme ikili ilişkileri kritik bir noktaya getirdi. Mart 2014'te Rusya'nın Kırım'ı yasadışı olarak ilhak etmesi ve Rusya'nın Ukrayna'nın doğusundaki isyancı savaşçıları desteklediğine dair kanıtlar uluslararası bir krize yol açtı. AB Rusya ile olan ikili ilişkilerini gözden geçirdi, düzenli ikili zirveleri durdurdu ve vize meseleleri ve PCA'nın yerini alacak yeni bir ikili anlaşma konulu müzakereleri askıya aldı. AB şu anda Rusya konusunda iki yönlü bir yaklaşım izleyerek, kademeli yaptırımları Ukrayna'nın doğusundaki ihtilafa diplomatik çözüm bulma girişimleriyle birleştiriyor. Rusya'nın Temmuz 2015'te İran ile nükleer anlaşma yapan E3+3 grubu ülkelerinin çabalarına katılması, küresel sahnede daha fazla iş birliği umutları uyandırmaya yetmiş gözükmüyor. Fakat Rusya'nın 2015'ten bu yana Suriye Savaşı'na müdahalesi, Başkan Esad'ı desteklemesi ve Rusya içinde ve dışında dezenformasyon kampanyaları Batı ile daha fazla gerginliğe yol açtı. AB’nin 2014’ten sonraki temel politikası; yaptırımları, bazıları hariç, senelik olarak yenilemek olmuştur. Bütün bu yaptırımlar hız kesmeden devam ederken, Avrupa Birliği Aleksey Navalni’nin Rusya ve Putin tarafından kasten zehirlenmesi bardağı taşıran bir hamle gibi gözükse de sonuç yine aynı olacak ılıman dış ilişkiler bazen böyle reaksiyonlar verebiliyor. Yaptırımlar diplomaside çok önemli bir enstrüman olarak gözükse de karşılıklı bağlılık durumu göz ardı edilemez. Heiko Maas’ın açıklamasını hatırlayalım AB’nin Rusya’ya ne kadar ciddi yaptırımlar uygularsa uygulasın, Rusya ile ilişkiler asla ama asla kesme şansımız yok demiştir. AB’nin Rusya’ya karşı duyduğu bağımlılıktır. AB ile Rusya’nın ilişkileri hiçbir zaman siyasi olmayacak ekonomik seyrinde devam edecek. Kısaca Rusya ve Rus İstihbaratı Avrupa’da at koşturmaya devam edecek.

31.12.2020 09:47

ABD Hazine Bakanlığı, CAATSA Yasası’nın 231. maddesi kapsamında, Rusya’nın Rosoboronexport şirketinden S-400 hava savunma sistemi aldığı gerekçesiyle, Türkiye Cumhuriyeti Savunma Sanayi Başkanlığı ve kurumun üst düzey yöneticilerine yaptırım uygulama kararı aldı. 

Diplomatik savaş: Devletlerin belirli konularda fikir ayrılığına düşmeleri sonucu birbirlerini bundan dolayı yargılamalarıdır. ‘’Silahsız yapılır’’. Yeri geldiğinde devletler birbirlerine ambargo uygular. Bu yazdığımı abes bulmayın lakin birkaç aydır, Türkiye Dış Politikası Diplomatik Savaş’ın içinde. AB ayrı yerden sıkıştırıyor. ABD başka bir alandan sıkıştırarak sonuç almaya çalışıyor. Diplomasi böyle nereye kadar gidebilir ki;

 Geçmiş dönem ABD-Türkiye krizlerine bir göz atalım saygıdeğer okurlar;

1962 Jüpiter füze krizi, 1964 Johnson mektubu, 1974 Haşhaş ekimi, 1974 Silah ambargosu, 1975 Üslerin kapatılması 1 Mart 2003 Tezkeresi, 4 Tem 2003 Çuval krizi, 2016 FETÖ Terör Örgütü 2017 Vize, 2018 Rahip Brunson, 2019-2020 S-400/CAATSA, 2012-PYD/PKK Terör Örgütü başka daha ne kaldı ki diplomatik olarak adım atmayalım isterseniz. Artık bu yaptırımlardan çok sıkıldım. Özellikle; ABD’nin bu politik ambargocu sistem anlayışını güncellemesi gerektiğini düşünüyorum.

ABD müttefik mi sizce?  Bence ABD artık dış politikasını yaptırımlara adamış bir ülke olma yolunda emin adımlarla gidiyor. Amerika gibi müttefikin varsa zaten düşmana gerek yoktur. Karşımızda kritik ve anlamsız bir yaptırım kararı alan ABD’ye karşı haklı itirazımızı yazmalıyız. TV Haber tartışma programlarına bakıyorum. Sağlığı konuşan kişi çıkıp yaptırım kararını konuşuyor. Spor eleştirmenliği yapan kişi Joe Biden Dış Politikası komplo teorilerini anlatıyor. Valla bu kadar çok bilmişin içinde öğrenmeyi her zaman daha olumlu bir adım olarak görürüm.   Türkiye 1974 yılındaki Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında 1975 yılında silah ambargosuyla yine zorlu bir dönemde karşı karşıya kalmıştı. Türkiye ne zaman haklı bir itirazda bulunsa müttefiki Amerika’nın yaptırımı ile karşılaşıyor. 2017’de ABD Kongresi tarafından oy çokluğuyla onaylanan CAATSA, esas itibarıyla sinsi düşman olarak görülen İran, Rusya, Çin ve Kuzey Kore’ye karşı uygulanmıştı. Fakat bir NATO ülkesi olan Amerika Birleşik Devletleri düşmanları için uyguladığı bu yasa kapsamındaki yaptırımları ilk defa bir başka NATO ülkesi olan Türkiye’ye karşı uyguluyor. Müttefik dost olarak ben bir yaptırım uygulayayım diyor. Jerusalem Post'ta yayınlanan bir analiz dikkatimi çekti açıkçası; analizde belirtildiği gibi ekonomik olarak üç kıtayı kapsayan ve her alanda bir köprü olarak önemli rol oynayan, savunma sanayiinde yüzde 70'ten fazla milliliğe ulaşan, 700'ü aşan savunma projesini başarıyla yürüten bir Türkiye gerçeği, ABD'yi, AB'yi, İsrail'i, İran'ı ve bazı Körfez ülkelerini ciddi anlamda tedirgin ettiği anlaşılıyor. Bölgede yükselen bir güç olduğu için aşağı çekilmek isteniyor. ABD, NATO üyesi Yunanistan, Bulgaristan ve Slovakya dahil olmak üzere 20'den fazla ülkenin Rusya'dan hava savunma sistemi almasına göz yumdu ve yine S-400 almak için görüşmeler ve anlaşmalar yapan Suudi Arabistan ve Katar'a karşı herhangi bir hamlede bulunulmamış, yaptırım kararından feragat etmiştir.  Analizler gösteriyor ki; 

S-400 konusu olmasaydı bile başka bir bahane ile şüphesiz Türkiye'ye karşı bir harekette bulunulacaktı.

Ambargonun gerekçesi, asıl neden Türkiye’nin son beş yılda bölgesinde Amerika’nın oyunlarını bozan bir aktör olmasından kaynaklanıyor. Joe Biden yönetimi, 21.yüzyılın zorluklarını anlamak için acilen Amerikan politikasını güncellemesi gerekmektedir. Trump’ın ve kongrenin aldığı kararlar enkaz niteliğindedir. ABD’nin 46. Başkanı seçilen Joe Biden, dış politikasını üç ana merkez etrafında çerçevelemek istiyor. Amerika'nın arkadaşları ve müttefikleri ile yeniden etkileşim kurmak, uluslararası örgütlere katılımımızı yenilemek ve askeri olmayan güç araçlarına daha fazla güvenmek. Çin ve diğer ülkelerin yarattığı zorlukların yanı sıra küresel salgında iklim değişikliğine kadar değişen ulus ötesi tehditler göz önüne alındığında, vahim bir tablo çıkıyor. Her koşulda ambargoya sarılan ABD sancılı bir sürecin içinde olduğunu bizlere gösteriyor. Ayrıca; bu CAATSA yasası sadece Türkiye için değil başta Almanya ve Avusturya olmak üzere Rusya ile enerji boru hatları konusunda iş birliği yapan Avrupa ülkeleri için de risk teşkil etmektedir. Rusya'dan 5,48 milyar dolarlık S-400 anlaşması yapan Hindistan ve Moskova ile savunma iş birliği yapan Endonezya da CAATSA yaptırımlarına maruz kalması beklenen ülkeler listesinde hazin sonlarını bekliyorlar. Rusya’ya karşı neden hala hamle yapmadı ben merak ediyorum mesela; halbuki asıl hedef sinsi düşman Rusya’dır.

NATO’dan İtidal Çağrısı

NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, ABD’nin S-400 satın alması nedeniyle Türkiye’ye yaptırım uygulamasından büyük üzüntü duyduğunu belirterek, Türkiye ve tüm NATO müttefiklerine çözüm yollarını arama çağrısında bulunuyorum dedi. Stoltenberg, şu anda önemli olan Türkiye ve ittifak için zor olan bu duruma nasıl bir olumlu çözüm bulabileceğimize bakmaktır. Açıklamasını yaptı. Kısaca diyor ki ben etkisiz elemanım siz kendi aranızda halledin bu meseleyi.

Senatörleri Unutmayalım

Türkiye’ye yönelik alınan yaptırım kararı hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat senatörler tarafından olumlu bir hamle olarak bulundu. Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nin Cumhuriyetçi Başkanı Jim Risch, söz konusu yaptırımların çok daha önce devreye sokulması gerektiğini savunurken, bunun, kaçınılmaz bir sonuç olduğunu aktardı. Demokrat Partili senatör Chris Van Hollen de Kongre’nin Trump’ı Türkiye’ye yaptırım uygulamaya mecbur bırakan kararından duyduğu memnuniyeti basın mensuplarına açıkladı.

Türkiye’nin bu krizin çözümü için çeşitli sistemleri değerlendirmesi ve en doğru anlaşma kararını vermesi gerekmektedir. Bu konuda muhalefet ile iktidarın ortak bir duruş sergilemeleri kesintisiz şarttır. ABD, çok önemli bir devlet ve müttefik bir ülkedir; ancak kriz sürecinin aşılması için iki tarafın da istekli olması gerekmektedir. Zor koşulları görüp geri adım atmak olmamalıdır. Tam bağımsız müreffeh ve güçlü bir Türkiye için, Milli Teknoloji hamlesinden vazgeçmemeliyiz.

21.12.2020 12:48

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 1991 yılında yıkılmasından sonra, küresel dünya güç dengeleri açısından arka plana itilen Rusya, Vladimir Putin’in liderliğinde alternatif güç olarak yeniden dünya sahnesinde hızlı bir şekilde yerini almıştır. Fakat ‘’ Büyük Rusya’’ düşüncesini geliştiren ve ideallerini sahip olan Vladimir Putin 1999 yılında ‘’ Bin Yılın Eşiğinde Rusya’’ programını açıklarken Rusya’nın yine ve yeniden dünya güç sahnesinde yer alacağını aktarmıştı. Günümüzde Putinizm kavramıyla sisteme çentik atan Rusya artık geri dönülmez bir yola girmiş bulunmaktadır. Rusya’da liberal kesim, Putinizm sistemi başlıyor, koltuklarınıza sıkıca yaslanın uyarısını yapıp zarar görmemek için kabuklarına çekildiler saygıdeğer okurlar. Rusya anayasasında yapılan son değişiklikler, Cumhurbaşkanı Vladimir Putin'in 20 yıllık yönetimi sırasında meydana gelen siyasi, stratejik ve ekonomik değişiklikleri ve geçmiş planlamalarını net olarak yansıtmaktadır. Her şeyden önce, iktidar rotasyonunun temel anayasal ilkesini ortadan kaldırıyorlar ve şu anda olgun bir otoriter devletin kurumsal çerçevesini yeni bir dizayn arayışına ilişkilendiriyorlar. 2020 yılının başlarında, Rus milletvekilleri ve seçmenler, Cumhurbaşkanı Vladimir Putin'in görev süresinin sınırlarını sıfırlamasına ve kuralını 2036 yılına kadar uzatmasına izin verecek olan ülkenin anayasasında yapılan değişiklikleri korkarak ve isteksiz bir şekilde imzaladılar. Peki bu yasa tasarısı ne gibi alternatifler içeriyor. Rus başkanlarının cezai dokunulmazlığını büyük ölçüde genişletecek ve onu kovuşturmadan koruyacaktır. Diğer anayasa değişiklikleri, Rus hukukunun uluslararası hukuk üzerindeki önceliğini belirler ve resmi tarihsel söylemi tahribatlardan korur bir nevi Putin zehirleyemediği muhaliflerden kendini korumaya aldı.

Bu Değişiklikler Bize Ne Anlatıyor?

Ülkeler önemli sosyal ve politik dönüşümlere maruz kaldıklarında anayasalarını değiştiriyorlar. Örneğin, savaş sonrası Avrupa, 1946 Fransız Anayasası ve 1949 Batı Alman Grundgesetz gibi yeni temel yasalar dalgasına şahit olunmuştur. Cezayir krizi gibi müteakip siyasi ayaklanmalar, yeni bir Fransız Anayasasına ve 1958'te beşinci Cumhuriyetin kurulmasına yol açtı ve 1970'lerde Yunanistan, Portekiz ve İspanya, askeri diktatörlüklerden kurtulduktan sonra yeni anayasalar devreye girdi. Sovyetler Birliği'nin 1936 Anayasası, Stalin totalitarizmin kurulmasını pekiştirdi ve Stalin mimariyle aynı amaca hizmet etti diyebiliriz Boris Pasternak'ın Doktor Zhivago'da yazdığı gibi, kullanım için tasarlanmamış bir anayasaydı. Ancak, yukarıdaki durumlarda olduğu gibi, son siyasi ve sosyal değişiklikleri yansıttı ve devreye girdi. Nikita Kruşçev, 1960'ların başında bir anayasada kendi yönetiminin sonuçlarını kaydetmek istemesine rağmen, 1977 “Brejnev Anayasası” (ilk versiyonu 1973'te hazırlanmıştı) ve aynı senaryoyu içermekteydi. Benzer şekilde, 1993 Yeltsin Anayasası Ekim krizinden kaynaklanan değişiklikleri kaydetti. Bu anayasa kesinlikle Leninist terimlerle, Boris Yeltsin'i destekleyen liberaller ve Rusya Federasyonu yüksek Sovyet’ini (daha sonra Parlamento tipi bir organ) çözmek için silahlı kuvvet kullanımı ile sınıf mücadelesindeki güçlerin gerçek korelasyonunun bir benzeriydi. Aynı zamanda Rus devletinin gerçekliğini şekillendirmeye yönelik bir çalışmaydı. Fakat 1993 Anayasasının bir Cumhurbaşkanlığı Cumhuriyeti yarattığı gerçeği, Rusya'nın siyasi sisteminin kaçınılmaz olarak otoriter bir yönde eğileceği anlamına geldiğini siyasiler gözden kaçırmıştı. Putin bunu akıl ederek önemli bir çalışma hazırlattı ve devreye soktu. Bazı politikacılar ve siyasi akademisyenler Batı'dan ödünç alınan siyasi kurumların Rusya'da çalışmadığı konusunda ısrar ediyor. Ancak 1993'ten sonra, Rusya, Cumhurbaşkanı ve hükümetin gerçek seçimlerin yanı sıra dikkate Anayasa'nın alması gereken gerçek bir parlamentoya sahipti. Dahası, Rus halkı demokrasiye kesinlikle hazırdı ve 2.Bölümü uyarınca yeni keşfedilen insan ve sivil hak ve özgürlüklerini kullanmak da dahil olmak üzere bundan yararlanmak istiyordu. Ancak Putin daha sonra Yeltsin anayasasını sadece bir vitrine dönüştürdü. Bu konuda, ideolojik olarak sempatik Valery Zorkin'in Başkanı, Rusya'nın otoriter bir devlete dönüşmesinin yarı-yasal yollara dayandığı stratejik politik olarak Anayasa Mahkemesi tarafından desteklendi. Rus demokrasisinin doğum sancıları ve Yeltsin Anayasası'nın başkanlıkçılığı, Putin rejiminin neden olduğu gibi geliştiğini ve Meclis hakkı ile ilgili 31.madde ki (bugün en çok ihlal edilen anayasal haklardan biri) dahil olmak üzere temel anayasal hükümleri görmezden geldiğini net olarak açıklıyor. Putin ciddi anlamda yeni bir düzen inşaa etti. Ve bunu sessizce yapmadı herkesin gözünün içene bakarak hazırlattı ve uyguladı. Son anayasa değişiklikleriyle Putin, 20 yıllık yönetimi sırasında meydana gelen siyasi ve ekonomik değişiklikleri anarken, kendi gelecekteki umutlarını açıklığa kavuşturdu. Cumhurbaşkanlığı dönemi sıfırlama, iktidar rotasyonunun temel anayasal ilkesini ortadan kaldırdı ve diğer anayasa değişiklikleri, şu anda olgun bir otoriter devletin ideolojik çerçevesini düzeltti. Sonuç olarak, Rusya'nın şimdi iki temel yasası var. Yeltsin'in anayasası ve Putin anayasası olarak, Rusya’da sistemi devam ettirecek. Fakat demokratik anayasacılık, ekonomik zenginlik ve ortak iyilik için gerekli bir koşuldur. Rusya'da bunun olmaması Eski sistemin tamamıyla sonlandırıldığını anayasal olarak ortaya koyuyor. Putin'in temel hükümleri pratikte artık mevcut sistemi bize yeni yönleriyle anlatıyor. Putin artık tamamıyla bir Rus Çarı diyebilirsiniz. Deli Petro vasiyetin gerçekleşiyor hadi rahat uyu.

14.12.2020 15:47

1999 yılı 18 Aralık Cumartesi günü Rusya’da milletvekilleri seçim arifesindeydi. Siyasetin seçkin isimleri ve medya organları nefeslerini tutmuş yeni sistemde Rusya’nın Başkanı kim olacak diye düşünüyorlardı. 19 Aralık seçimleri gelecek yıllar içinde ülkenin komple bir değişime uğrayacağı tahmininde bulunuyorlardı. Anketler ve sosyolojik araştırmalar yarışı önde götüren partilerden net bir üstünlük sağlayacağını düşünmüyorlardı. Fakat bu kadar stresli bir durumda hiç endişe duymayan sakinliğini koruyan bir kişi vardı. 19 Aralık akşamı Vladimir Putin Rus gizli servislerinin kutlama yemeğine davetliydi. KGB’nin yerini alan kuruluşlar FSB (Federal Güvenlik Servisi), SVR (Dış İstihbarat), FAPSİ (Federal Devlet Bilgi ve İletişim Servisi) çalışanları bir kutlama düzenlediler. Vladimir Putin eski meslektaşlarına dönerek bir konuşma yaptı. Putin meslektaşlarına döndü ve dedi ki zafer bizim arkadaşlar şimdi yeniden sıkı çalışma zamanı diyerek motive etti. Putin’in meslektaşları zaferin tadını çıkarıyorlardı. Putin seçim sonuçlanmadan Devlet Başkanı gibi konuşuyordu. KGB’nin ve varislerinin ülkenin istikrarı ve güvenliği için çok önemli rol oynayacaklarından emindi. KGB’ye girdikten sonra sistemden ayrılmak imkansızdır. Sistemi Devlet Başkanlığına kadar taşırsınız. Putin’de sistemi değiştirmiş ve Kremlin’i KGB’ye çevirmeyi rahatlıkla başarmıştı. Gelelim günümüze; Küresel Salgın ile beraber sistemsel bazı değişimler yaşanmak zorunda kaldı. Diplomasi ve İstihbarat değişimleri bunların başında gelmektedir. Rusya bir süredir sessiz; Kremlin adeta koltuğa yaslanmış kurduğu sistemi keyifle izlerken yoluna taş koyanlar için bir takım sistemsel değişimlere gerek duymaktadır. Geçmiş dönemde bir takım yazarlar KGB şöyle operasyon çekiyor, böyle operasyon çeker diyerek havalı nutuklar atsalarda sistem öyle işlemiyor. Komple Teorileriyle Peynir Gemisi Yürümüyor Arkadaşım.

Putin’in Ailesi (KGB) İş Başında

Geçmiş dönemden beri iyi bir finans kaynağı olan saldırgan Rus İstihbarat servisleri Kremlin’in Batı sistemine karşı yürüttüğü siyasi mücadelenin merkez noktasında yer almaktadır. KGB artık bodoslama operasyon yapmak yerine, dikkatleri dağıtmayı tercih ediyor. İşleri aksatıyor. Moralleri ve sinirleri yıpratarak sonuç almaya hedefliyor. Rus istihbarat servisleri en yakın dostlarını bile istihbarat olarak yanlış bilgilendirip amaçlarına tam gaz devam ediyor. Rusya’nın yeni küresel dünyadaki istihbarat misyonu artık çok daha kolay bir hale geliyor. Rusya’nın ‘’ Yeni Bağlantısızlık’’ politikası açısından garantör ülke olma rolüne dikkat etmemiz gerekir. Otonomi ve kalkınma modellerini seçme özgürlüğü Asya, Orta Doğu, Afrika ve Latin Amerika’daki birçok ülke tarafından rol model olarak anılmaya başlaması sistemin artık farklı bir şekilde işlediğini ve kabul gördüğünün göstergesidir. Artık dünya 21.yüzyılın ilk yarısının iki küresel ve süper gücü olan ABD ve ÇİN arasında bir tercihte bulunmak istemedikleri için Rusya’ya meyletmekte ve Rusya artık alternatif güç durumundan çıkıp dengeleyici güç unsuruna dönüşmüş durumda ancak geçmiş siyasi tarihe baktığımızda 19. Ve 20. Yüzyıllarda Rusya Napolyon ve Hitler’in işgaline uğramıştı ve iç savaş sırasında dış istihbarat etkenlerinin yetersiz oluşundan dolayı ciddi müdahaleye uğramıştı. Peki Şimdi durum ciddi anlamda değişmiş durumda. Stratejik istihbarat kavramının Rusya tarafından bu denli iyi yapılması NATO’nun ciddi huzurunu kaçırmış durumda olarak yorumlamak abes olmaz saygıdeğer okurlar. Royal United Services Institute’da kıdemli araştırmacılık yapan Dr. Mark Galeotti’nin son makalesi baya ilgimi çekti. Açıkçası; üzüntülü bir serzenişte bulunuyor araştırmacı göz göre göre Ruslar Sistemi değiştirdi ifadesini kullanıyor. Sert güç olarak değil yumuşak güç olarak bölgesel geçişler gerçekleştirdiğini vurguluyor. Bildiğiniz üzere Rus İstihbarat servisleri Avrupa’da bir takım zehirleme operasyonları gerçekleştirmiş ve biz yapmadık diye reddetmişlerdi. İngiliz istihbaratı kapsamlı bir rapor hazırlayıp sunum yaparken

‘’ Aşı Ortaklığı’’ hikayesi dosyaları rafa kaldırttı. İstihbaratta buna taktiksel yaklaşım ve stratejik ısrarcılığın başarısı diyebiliriz. Her ne kadar birçok operasyonlarını açığa vursalar, ayrıntılar gün yüzüne çıkmış olsa da Moskova ve KGB bu dostane strateji kampanyasını sürdürmekte ısrar ediyorlar. Avrupa’da Almanya’da teyakkuza geçmiş durumda 2021’de yönetimi bırakacak olan Merkel şimdiden telaş içerisinde haleflerini uyarıyor. Rusya seçimlere müdahale edebilir önlem almalıyız diyerek. Diğer taraftan baktığımızda ne kadar bir istihbarat ve suikast zafiyeti olarak gözükse de 27 NATO ülkesi 123 Rus Diplomatı ve casusları sınır dışı ettiklerini göğüsleri kabara kabara demeç verseler de üzgünüm ki sisteme monte işlemi gerçekleşmiş durumda, artık çok geç Avrupa için diyebiliriz. Rusya’nın sistemsel ve stratejik istihbarat konusunda yarattığı sorun öyle yakın gelecekte çözülecek gibi durmuyor. Hatta yeni sorunlar mutlaka ama mutlaka ortaya çıkacaktır. AB ve NATO için şapkayı artık önlerine koyma zamanı Rus Ayısı ormanı sessizce dolandı teyakkuzda olun.

 

 

13.12.2020 08:55

Saygıdeğer okurlar bu yazımda alışıla gelmişin dışına çıkarak yalan haber tartışmasının hangi koşullarda yeniden ve alevlenerek güncellik kazandığı sorusuna yanıt aramaktayım. Gündelik haber ekolojisine baktığımızda hakikatin statüsü, yalan haber tartışmasında önemli bir noktada yer almaktadır. Küresel salgın sürecinden geçiyoruz ve bu çok acımasızca geçiyor. Tüm dünyada ve Türkiye’de ciddi can kayıpları yaşanıyor. Her gün farklı bir senaryoyla karşı karşıya kalıyoruz. Sosyal medya platformları farklı haberlerle ciddi karmaşıklık yaratırken yetkililerin bu süreçte sessizliği, konu hakkında bilgisi olmayanların çok sesliliği ciddi endişeleri beraberinde getirmektedir. Bu konu perspektifinden yola çıkarak ‘’FAKE NEWS’’ ( Yalan Haber) kavramını ele almak istedim. Gerçek olan aslında bize çok farklı, gelip bizde yeni bir gerçeklik oluşturabiliyor. Ve bu başkaları tarafından manipüle edilebiliyor. Dolayısıyla gerçeğin ne olduğunu anlamak ve doğru bir şekilde yaşanan gelişmelere hâkim olmak için bu konuyu kavramak zorundayız. Post-Truth kavramı ağırlıklı olarak siyaset ve siyasi propaganda ile birlikte ilerlesede sağlık sektörü, ekonomik çıkar veya farklı sebeplerde de olsa Post-Truth kavramın önümüzde ciddi şekilde set vurduğunu görmekteyiz. Hakikat ve hakikati aramak her zaman felsefenin temel konusu olmuş olsa da Sokrates’e göre cehalet tedavi edilebilir. 90’lı yılların başında ülkelerin gündemini özel haberler ve gazeteciler oluştururdu. Bugün artık durum biraz daha farklı günümüzde artık ülkenin gündemini dijital medya platformları ve sosyal ağlar belirliyor. Dünyanın sistemi siyasal, ekonomik, kültürel kaynaklar üzerinden yeniden dizayn edilen teknolojiyle sürekli bir değişime uğruyor. Her konuda her yönlü bir değişimin izlerini görmekteyiz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hakimiyeti elinde bulunduran ülkelere baktığımızda ciddi sistemsel değişikliklere gidildiğini görmekteyiz. Diplomasinin adı değişti. Bir ülkenin kaynaklarını satın almanın, toprağını hiç savaşmadan işgal etmenin adı ‘’Küresel’’ oldu. Akabinde bu küresel dünya, tüm insanlığa küresel sorunları beraberinde getirdi. Küresel Koronavirüs Salgını gibi.

Post-Truth Kavramı

Farkındasınızdır ki son dönemlerde adından sıkça bahsettiren ve günümüz küresel dünyasını anlamak için iletişimciler tarafından sıkça, kullanılan Post-truth yani hakikat sonrası, gerçeğin ötesi gibi anlamlara denk gelmektedir. Post-truth kavramı yazar Steve Tesich tarafından 1992 yılında kullanılmıştır. Fakat asıl Post-Truth’la ilgili birçok yazı Oxford Sözlüğü ’nün bu kavram üzerinden birleşerek referans oluşturmasıyla başlıyor. Post-Truth kavramı küresel gündem bağlamında; 2015 dönemi Donald Trump’ın seçimi kazanması ve yükselişe geçerek gücü eline almasıyla, daha anlamlı hale gelmiştir. Ardından Avrupa’da sol popülizmin çöküşü ve aşırı sağın yükselişi olayları farklı bir retorikte ele almamıza sebep oluyor. Sağ populist hareketlerin yalan haber sevdası, yurttaşlarının duygu ve inançlarına hâkim olmak için siyasal bir sisteme dönüşmektedir. Kitlesel düzeyde yaygınlığını arttırarak giden yalan Haber’in tarihsel süreci medya tarihinden daha eskidir. New York Sun ’ın 1835 yılında yayınladığı ‘’Great Moon Hoax’’ serisi buna örnek teşkil etmektedir. New York Sun; Ay’da Hayat Var diyerek ciddi bir tiraj artışıyla hızlı bir yükseliş yakalasa da güvenilirliğini çok hızlı bir şekilde kaybetmiştir. Washington Post bunu defalarca yaptı hatta Janet Cooke beş yaşında uyuşturucu bağımlısı çocuk diye yaptığı haberinde, hiçbir zaman haberini doğrulatamadı. Batı dünyasında neredeyse yaklaşık 150 yıldır, Haber ve reklam piyasasındaki belirleyici güç gazetelerde iken dijital medya bu durumu geri dönülmez ve karşı çıkılamaz şekilde değişime uğratmıştır.

Post-Truth ’un Kavramsal Yükselişi

Dünya siyaset sahnesi küresel adı altında farklı bir eksene doğru ilerlemektedir. Normal koşullarda günlük yaşamda kendi görüşümüze yakın bulduğumuz kişiliklerden ziyade günümüz siyasetinde bize çok farklı gelen siyasi figürlere ilgi duyulmaya başlandı. Artık siyaset değil ‘’Reality Show’a dönüşmüş bir sirkin içendeyiz. Geçmiş dönemlere baktığımızda abes kabul edilebilecek hareketler dijital platformda ilgi görür hale gelip şimdi uygulanması fırsatçılık şirketinin baş yapıtıdır. Sürrealist bir zaman dilimi içerisinde mesajını vermekte cabası olarak görülüyor. Dijital medya çağındayız ve herkes istediği her şeyi yayınlıyor. Sahte haber siteleri yaygınlaşıyor. Yalanlar ve fabrikasyon haberleri önemli bir gerçeğe ışık tutuyor aslında. Hakikat sonrası dönemde aşırı sağcı politikacılar duygularıyla hitap ediyorlar ve kişisel görüşleri empoze ediyorlar. Gerçeği gizliyorlar ve insanları doğru olmayan haberlerle ikna etmeye çalışıyorlar. Avrupa’nın geriye doğru gittiği bir dönemdeyiz ve birçok entelektüelinin övdüğü liberalizm, nesnellik, dürüstlük, insan dayanışması ve küreselleşme değerlerinden vazgeçtiği post-truth dönemiyle karşı karşıyayız. Bunlardan biri olan Francis Fukuyama, bir zamanlar tarihin burada siyasi ve kültürel liberalizmin sınırlarında sona erdiğini aktarmıştı.  Donald Trump gibi Macron gibi popülizme başvuran ayrıca İngiltere Başbakanı Boris Johnson gibi liderler bu çağın ekmeğini yediler ve artık tükendiler. Küresel bu süreç Trump’ın başını yaktı ve seçimi kaybetti. Paris yangın yeri Macron kafasını çıkartıp neler olduğuna bile bakamıyor. Boris Johnson ise güvenini kaybetmiş durumda. Amerika Birleşik Devletleri'nde siyasi bir geçiş dönemindeyiz, yeni gelen Biden yönetimi, çıkar gruplarından, endüstrilerden ve medyadan lobicilik çalışmalarında Post-Truth kavram doğrultusunda nasıl bir sistem izleyecek bunu merakla bekliyorum açıkçası saygıdeğer okurlar. Fakat; Ana akım medya, gerçeği savunmak, doğru bilgileri sunmak ve görüşleri dengelemek için sosyal medya araçlarını yoğun bir şekilde kullanıyorlar fakat amaçsızca kullanıyorlar. 2 tarafı birbiriyle kavga ettirmek tamda istedikleri şey ama artık bunlarda izleyici tarafından tercih edilmemektedir. Dijital medya ise yalan haber basarak insanların gündelik yoğun temposunda sistemlerini alt-üst ediyorlar. İnsanları haberden soğutarak belli bir seviyeye gelinemez. Post-Truth kavramının gündeme oturmasının entelektüel kesimin güçlerini yitirmesiyle aynı döneme denk gelmesi ayrı bir ironi olarak gözlemlenmektedir. Türkiye’deki sistemde alarm veriyor. Teyit meselesi her geçen gün daha önemli hale geldiğini görmekteyiz. Doğru araştırılmış haberlere, köşe yazılarına, makalelere gösterilen ilgi ile sansasyonel yalan haberlerin okuma oranları üzücü bir vaziyet almış durumda. Geçmişte yalan haber yapıldığında bir suçluluk duygusu oluşur. Kalemini bırakır ve usulca sistemden uzaklaşırdı. Fakat şimdi çok doğal karşılanıyor. Post-Truth olarak nitelendirilen haberlerin ve görüntülerin toplumsal anlamda güven kaybına yol açmaması için çaba harcamalıyız. Araştırmalıyız, üzerinden geçmeliyiz karşılaştırma olmazsa olmaz. Küresel sistemin bu kadar yıkıcı olacağını kim düşünürdü. Öte yandan popülizmin öfke siyasetini, olgusal gerçeklik iddialarını felce uğrattı bu küresel koşullarda haber medyası, dijital medya biraz daha sorumluluk almak durumundadır. Sistemi yıkmak çok kolay ama biz eksik olanı bulup tekrar düzeltmeliyiz. Taşın altını elinizi lütfen korkmadan koyun.

07.12.2020 09:38

Bu yazımı gerçek olaylardan esinlenerek yazdım Saygıdeğer Okurlar;

23 Temmuz 2011 günü saat 16:30’da motosikletli iki silahlı adam Güney Tahran’daki Beni Haşim Sokağı’na girdiler ve deri ceketlerinden çıkarttıkları otomatik silahlarıyla, evine girmeye hazırlanan bir adamı vurdular. Suikastın hemen ardından, polisler gelmeden çok önce sırra kadem bastılar. Maktul 35 yaşında bir fizik profesörü olan ve İran’ın gizli nükleer projesinde önemli bir rol oynayan Daryuş Recai Necad’dı. Necad, nükleer savaş başlıklarının faaliyete geçirilmesi için gerekli elektronik sistemlerin yapımını üstlenmişti. İlk faili meçhul cinayete uğrayan İranlı bilim adamı değildi. 29 Kasım 2010 günü, sabah saat 7.45’te, İran’ın nükleer projesinin bilimsel lideri Dr. Macit Şahriyari’nin arabasının arkasında bir motosiklet belirdi. Kasklı motosikletli arabanın arka camına, vantuz yardımıyla bir cihaz yapıştırdı. Birkaç saniye sonra patlayan bombayla,45 yaşındaki bilim adamı ölürken karısıda yaralandı. Aynı gün içerisinde Güney Tahran’ın Atashi Sokağı’nda, başka bir motosikletli, yine önemli bir nükleer bilimci olan Dr. Feridun Abbasi Davani’nin arabasına bomba düzeneği koydular. 12 Ocak 2010 günü sabah saat 7.50’de Prof. Mesud Ali Muhammed, Kuzey Tahran’daki Gheytariha Mahallesi’nin Shariati Sokağı’nda ailesi ile yaşadığı evinden çıktı. Arabasına gitti kilidi çevirdiği anda sessiz ve sakin olan mahalle büyük bir patlamayla sarsıldı. London Sunday Times bu işlerin arkasında tek bir yerin olacağı tezini savundular. İranlı nükleer bilimcilerin geçmiş dönemlerde uğradığı bu suikastlar, buzdağının yalnızca görünen bir kısmıydı. London Daily Telegraph’ın bu haftaki haberi ise çok çarpıcıydı. MOSSAD, iki taraflı casuslar, vurucu timler, sabotaj ve paravan şirketler kullanarak belli operasyonlar yapacağı 2008 yılından beri kayıtlarda mevcuttu. Hatta bu suikast operasyonlarına bir de iş ortağı buldular. ABD’nin iş birliğiyle, İsrail gizli operasyonlar hep yapmıştır. Bu küçük zaferler MOSSAD’ı hep açığa çıkarmıştır. 2019’un Bahar aylarında Dubai’de gizli bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya iki İranlı, iki Pakistanlı ve üç Avrupalı uzman katıldı. Bunuda bilgi notu olarak eklemek istiyorum. Toplantıya katılan üç Avrupalıdan ikisi İngiliz ve bir Almandı. Bu toplantının basına yansımasına sebep olan ise London Sunday Times gazetesiydi. 27 Kasım 2020 günü İran Savunma Bakanlığı, İran'ın nükleer sisteminin kilit isimlerinden bilim insanı Muhsin Fahrizade'nin Tahran eyaletine bağlı Abserd ilçesinde düzenlenen terör saldırısı sonucunda yaşamını yitirdiğini açıkladı. Fahrizade ayrıca İran Savunma Bakanlığı Araştırma ve İnovasyon Kurumu Başkanı’ydı.

Muhsin Fahrizade kimdir?

İran medyasında ölümü "şehit olduğu" şeklinde aktarılan Fahrizade, İsrail, Batılı ülkeler ve sürgündeki İranlı rejim karşıtları tarafından İran'ın 2003 tarihli gizli nükleer programının mimarı olarak görülüyor. Yaşı 63 olan nükleer fizikçi Fahrizade, İran Devrim Muhafızları'nın üyesi ve füze imalatında uzman bir fizikçiydi. Fahrizade'nin adı, Uluslararası Atom Enerji Ajansı'nın (UAEA) İran'ın nükleer programı ve özellikle de nükleer silah üretip üretmediğine ilişkin verilerin değerlendirildiği 2015 tarihli raporunda da geçiyor. Raporda, Fahrizade'nin Amad Projesi çerçevesinde "İran'ın nükleer programının muhtemel askeri boyutunun desteklenmesi" faaliyetlerinde bulunduğuna işaret edilmişti. İsrail, Amad Projesi'nin İran'ın gizli nükleer silah programı olduğunu iddia ediyor. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu da Fahrizade'nin İran Savunma Bakanlığının “Özel Projelerinde" çalıştığını bilmeyen yoktur, açıklamasını 2018 yılında brifingde yapmıştı.

Muhsin Fahrizade İsrail ve ABD’li istihbarat servisleri tarafından İran’da 2003 yılında durdurulan gizli bir atom bombası programının lideri olarak hedef gösteriliyordu. 2018 yılında yaptığı bir sunumda İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Fahrizadeh’i İran’da hala devam ettiğini iddia ettiği nükleer silahlanmayla ilgili sorumlu tutmuştu. İran’ı nükleer silah bilgisini gizlemek ve genişletmekle suçlayan Netanyahu, İsrail istihbaratının ülkeden yarım tonluk nükleer arşiv materyalleri elde ettiğini söylemişti. İran ise araştırmasının barışçıl amaçlarla yapıldığını söyleyerek nükleer silah geliştirmeye yönelik iddiaları kesin olarak her zamanki gibi reddetti. MOSSAD bu kadar açık açık operasyon çekiyor. İran sosyal medya hesaplarından tehdit ediyor. Aynı terane devam eder durur. Fakat zamanlama olarak cidden manidar bir operasyon ayrıca İran içinde ciddi bir istihbarat zafiyetide mevcut MOSSAD değilse peki yapan içeriden biriyse satın alınmışsa bunları neden konuşmuyoruz. Bir değil, iki değil, üç değil kaçıncı suikast olduğunu artık sayamıyorum. Açıkçası İran’ı çok stratejik ortağımız olduğunuda çok düşünmüyorum. Ama zayıf istihbarat bazı sonları beraberinde getirir. Fahrizade suikaste uğradığı yer köy yolu o kadar iyi planlanmış ki zayıf anı bulunmuş ve operasyon tamamlanmış. İsrail istihbaratı "İran nükleer programı hakkında 183 CD'de dosyalanmış 55 bin sayfa gizli bilgiye ulaştık açıklamasını yakınlarda yapmıştı. Dijital bir çağdayız tabi ki siber saldırılar olacak fakat operasyonel suikast içeriden birinin bilgi vermesiyle yapılır. İsrail Hükümeti dünyanın gözü önünde gerçekleştirdiği saldırıyı aba altından sopa göstererek üstleniyor. Her istihbarat operasyonunda olduğu gibi, bir görünen bir de görünmeyen fail aranır. Açık söylemek gerekirse kukla vardır, bir de onu oynatan kuklacı. İsrail, kuklacı olarak hem hedefe koyduğu bilim adamını öldürerek İran’ın nükleer projesine darbe indirdi hem de İran ile nükleer konusunda yeniden görüşebileceği sinyalleri veren yeni Amerikan yönetimini bu politikasını bir süreliğine rafa kaldırttı. Bir taşla iki hedef açıkçası Biden yönetimine sinyal çaktı diyebiliriz. 20 Ocak’ta başkanlık koltuğunu devralacak Biden, İran ile nükleer anlaşmayı yeniden imzalamak için masaya oturacağını duyurmuştu. Artık Cevad Zarif ve Hasan Ruhani nükleer tesise girip sistemi araştırmaya başlasalar iyi olacak. ABD ve Netanyahu’nun İran’la askeri bir karşılaşmayı planlaması doğrultusunda okunabilecek bu suikastın tam olarak neyi hedeflediği sorusu titiz bir çalışma istiyor komplo teorisi değil saygıdeğer okurlar.

MOSSAD Başkanı Yossi Cohen’in, 18 Ağustos 2020 günü İngiliz Times gazetesine yansıyan sözlerine araştırıp iyi analiz etmemiz lazım açık açık Türkiye’yi de tehdit etmişti. Türkiye son yıllarda savunma sanayi açısından girişimci ülke rolü ve bölgede yükselen güç modeli olarak İsrail’i korkutmuş galiba ben demiyorum! Yossi Cohen diyor. Tony Blair Institute for Change think tank'da İranlı bir analist olan Kasra Aarabi; Fahrizadeh'in nasıl öldürüldüğüne dair çelişkili hesaplar var, ancak bir dereceye kadar sızma kesin olarak gözlemleniyor açıklamasını da İran düşüne dursun içeride sızma çok net var. Suudi Prensi biliyorsunuz artık taşeron işler alıyor. Onu da unutmamak lazım.

04.12.2020 08:58

Operalar, çok sayıda ve birbirinden görünüşte farklı unsurların uyumlu bir birleşimidir. Partisyon, libretto, şancılar, dekorlar, orkestra, şef, sahne yönetmenleri, tanıtım, bilet satışları, provalar bunlar bir birleşimdir ve asla ayrılmaz bütün olarak sahne alırlar. Benzeri şekilde, dış politika da aralarında Başkan, Dışişleri Bakanlığı, Pentagon, CIA, Kongre ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin bulunduğu bir dizi devlet kurumu arasındaki karmaşık etkileşimden ortaya çıkmaktadır. Kısacası, dış politikayı şekillendiren genellikle tepeden aşağı bir tarzda hareket eden küçük bir elit grubu oluşturur. Bu elit grubu tüm sahnenin kendisinin olmasını tercih etmekte, yan rollerde ise mümkün olduğunca küçük bir şancı kadrosuna yer vermeye gayret eder. Henry Kissinger basına verdiği bir demecinde şu cümleleri aktarmıştır; ABD Dışişleri Bakanı kimi dönemlerde dış politikanın en etkili mimarıdır. Dış Politikanın geliştirilmesinde ve kritik pozisyonlarda yürütülmesinde ABD Başkanı’ndan daha etkilidirler, demiştir. ABD’nin 46. Başkanı Joe Biden ‘ın izleyeceği dış politika ve bu politikanın başarı olasılığı üzerinde düşünürken, ABD'nin Soğuk Savaş bittikten sonra dış politika alanında Kissinger'ın deyimiyle karşılaştığı '’Paradigma Krizini'’ de göz önüne almamız gerekir. ABD’nin Eski Dışişleri Bakanı Maddeline Albright, Amerika Birleşik Devletleri'ni yirmi yıldan fazla bir süre önce “Vazgeçilmez Aktör’’ olarak nitelendirmişti. Trump dönemi bu süper güç diplomasisi yerle bir olmuştu. Joe Biden ‘ın Antony Blinken'i Dışişleri bakanı olarak aday göstermesi ve Jake Sullivan'ı da ulusal güvenlik danışmanı olarak ataması haberi, gelecek dönem ABD dış politikası hakkında alarm zilleri çalıyor demektir. Grand Strateji Ne Demek?  Grand strateji, bir ulus-devletin güvenliğini sağlamak için oluşturduğu büyük stratejiye denmektedir. Biden Biz Amerika’yız nağraları boşuna atmıyor. Bu arada, Joe Biden'in ABD başkanlık seçimlerinde kazanmasının açıklanmasından bu yana Avrupa ve Arap dünyasında bir iyimserlik durumu söz konusudur. Şaşırdık mı? Hayır! Joe Biden, Amerika’nın 46. Başkanı oldu. En yaşlı ve en fazla oy alan Başkan olma özelliğine de sahip olan Biden da tıpkı Trump gibi oldukça sansasyonel bir isim olma özelliğine sahip. Biden ‘ın fiziksel ve zihinsel sağlığı hakkında yapılan yorumlar ise oldukça tartışmalı bir konu olarak önümüzdeki günlerde konuşulacağa benziyor. ABD Dış Politikası ve Ulusal güvenlik bu yüzden ABD Grand Stratejiyi önemseyen kişilere emanet edilmiş olabilir. Biden tarafından Dışişleri Bakanı olarak açıklanan Antony Blinken halka yaptığı ilk konuşmasında dünya sahnesinde “Eşit derecede mütevazı ve kendinden emin” olma ihtiyacından bahsederken aynı zamanda da Amerikan tarihini “Dünya üzerindeki en iyi ve en son umudu’’ olarak övdü. “Başkalarıyla ortaklık kurmamız gerekir” açıklamasını yaptı. Bu açıklamalar aslında bir sistemin oluşmaya başladığını göstermektedir.

Diplomasinin Tanıdık Yüzü

58 yaşındaki Antony Blinken, yabancı diplomatlar tarafından iyi tanınan ve onay almak zorunda olduğu Senato'da Cumhuriyetçiler ’in de desteğini kazanabilecek ılımlı biri olarak kabul ediliyor. Blinken’ın geçmişine bakıldığında ise diplomasi dünyası ile her zaman iç içe olduğu görülmektedir. Liseyi Paris'te okuyan Blinken, Harvard'dan ve Columbia'dan lisans derecesi almıştır. Kendisi de bir Harvard mezunu olan Blinken’ın babası ABD'nin Macaristan Büyükelçisi olarak hizmet veren bir yatırım bankacısıydı. Üvey babası ise Holokost'tan sağ kurtulan ünlü bir Yahudi avukattı.

Blinken, 1993 yılında Dışişleri Bakanlığının Avrupa politikası bürosunda işe girmeden önce, bir gazeteci ya da film yapımcısı olmak en büyük isteğiydi. Mezuniyet sonrasında avukatlık ve kısa bir sürede gazetecilik yaptıktan sonra Bill Clinton yönetimi sırasında Ulusal Güvenlik Konseyinde görev aldı. Başkan Clinton’ın dış politika konuşma yazarı olarak medya becerilerini geliştirdi ve daha sonra Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyindeki Avrupa ve Kanada politikasını yönetti. Biden senato başkanı olduğunda Senato Dış İlişkiler Komitesinin Demokrat Personel Müdürü olarak Capitol Hill'de bulundu. Obama yıllarında Blinken, ulusal güvenlik danışman yardımcısı ve dışişleri bakan yardımcısı olarak görev yaptı. Onu tanıyanlar Blinken’i “cilalı”, “pürüzsüz” ve “nazik” gibi kelimelerle tanımlamaktadır. Blinken, 2020 başkanlık seçim kampanyası sırasında Biden ‘ın dış politikasının görünün yüzü oldu ve ABD'nin Donald Trump'ın “America First” yaklaşımıyla yıpranan ittifaklarını yeniden kurma ihtiyacı gibi görüşleri savundu. Blinken ayrıca ABD'nin İran nükleer anlaşmasına yeniden katılmasının önde gelen savunucularından biridir. Satrancı kimle oynayacağız yakından inceleyelim saygı değer okurlar. Biden ile yıllardır çalışan Blinken, uluslararası ittifaklara öncelik vermek, İran nükleer anlaşmasına geri dönmek, çok taraflı anlaşmalara ve örgütlere yeniden katılmak ve İsrail'e güçlü bir destek vermek gibi dış politika konularında sistemini oluşturdu.

KRİTİK İSİM: JAKE SULLIVAN

Clinton'ın özel kalem müdürü yardımcısı olarak görev yapan Jake Sullivan, İran nükleer görüşmelerinde de baş müzakereci olarak görev aldı. 44 yaşındaki Sullivan, yıllar sonra bu göreve getirilen en genç yetkili olacak. Türkiye'yi yakından tanıyan bir isim olan Sullivan, 2018 yılında Türkiye'nin ABD'yle yaşadığı YPG gerilimiyle ilgili "Türkiye kontrolden çıktı. ABD'nin bunu söylemesinin vakti geldi" açıklamasını yapmıştı. Obama döneminde Dışişleri Bakan yardımcısı ve Ulusal güvenlik danışmanı yardımcısı olarak görev yapan Antony Blinken ile Dışişleri Bakanlığında politika ve planlamadan sorumlu direktör olarak görev yapan Jake Sullivan’ın ABD dış politikasına yön veren kilit pozisyonlara getirilmesi, Biden ‘ın eski çalışma arkadaşlarıyla, yani Obama’nın mirasını tekrar canlandırılacağı gözlemlenmektedir. Savaş karşıtı grup Codepink'in kurucu ortağı Medea Benjamin, Biden ‘ın Blinken'ı Dışişleri Bakanlığı Başkanı olarak ve Jake Sullivan’ı seçmesinin, ABD dış politikasının yeni bir dönemine girmek istemediğini, bunun yerine Trump öncesi dünyaya geri adım atmaya çalıştığını net olarak görmekteyiz. Biden döneminde, Obama benzeri bir dış siyaset göreceğiz fakat daha sinsi ve planlı bir dış politikayla karşılaşabiliriz. Joe Biden, ilk etapta ABD iç siyasetindeki otoriterleşmeyi çözdükten sonra, başka ülkelerde yükselen popülizm ve otoriterleşme dalgalarını çözme odaklı bir dış politikayla geliyor. Türkiye için iyi haber ise Biden ‘ın dış politika ajandasındaki en önemli maddelerden birisinin kişisel ilişkilerden ziyade diplomasi üzerinden dış politika yapılacağı vurgusu olumlu olarak algılar vermeye çalışsa da gerçekleri 20 Ocaktan sonra göreceğimiz kesin saygı değer okurlar. ABD Fabrika ayarlarına dönmeye başladı demek çok doğru olacak. Türkiye’nin bölgede yükselen değer olması ve Rusya ile ilişkiler ABD’yi zorlayacağa benziyor. Stratejik ortağımız mı desem sinsi ortağımız daha uygun olacak yeni sisteminde Türkiye ile nasıl bir başlangıç yapacak merakla beklenmektedir.

30.11.2020 11:06

Yalta Konferansından sonra uluslararası kamuoyunda yeni bir gerilimin ufukta olduğu izlenimi ayyuka çıkmıştı. İnsanlık zaten yıkıcı bir savaş ortamından kurtuluş çareleri aramaya başlamıştı. Bir daha yıkıcı savaşların olmaması için düşünceler ve yorumlar oluşmaya başlamıştı. Özellikle yıkımın en yoğun olduğu Kıta Avrupa’sında görüşler ve düşünceler yoğunlaşmıştı. Avrupa İkinci Dünya Savaşı sonunda ciddi açıdan büyük tahribat yaşamıştı. Savaş boyunca yaklaşık kırk milyon insan yaşamını yitirmişti. Bunun yarısından fazlası ise Avrupa’da hayatını kaybetmişti. Avrupa’da ölen insan sayısı ekonomik, sosyal ve siyasi yapıyı alt üst etmesi bakımından yetecek kadardı. Fakat savaşın ortaya koymuş olduğu tahribat insanların ölmesi ve sakat kalmasıyla sınırlı değildi. Özellikle; Avrupa’da köprüler, yollar ve su kanallarının büyük bölümü tahrip edilmişti. Zirai alanlar yok edilmiş, fabrikaların çoğu kullanılamaz hale gelmişti. Ayrıca kalifiye işgücü azalmış ve savaş insanları yerlerinden göç ettirerek, ülkelerin mültecilerle dolup taşmasına sebep olmuştu.

AB-ABD ilişkileri transatlantik ortaklık olarak adlandırılmaktadır. Transatlantik ilişkiler, Atlantik Okyanusu’nun iki yakasında, genellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa devletleri arasında, ortak çıkar ve değerlerin varlığıyla düzenlenen kurumsal ilişkileri betimlemek için kullanılan bir sistemdir. 20. Y.Y ’da genellikle tüm transatlantik ilişkilere birleşme sebebiyeti doğuran Sovyet baskısı ve tehdidi, ABD’nin Batı Avrupa ekonomileri üzerinde özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın yeniden inşası ile başlayan ve ilerleyen dönemde görece ile kurumsallaşan etkisi ve nihayetinde Atlantik’in iki yakasındaki çıkar gruplarının ve siyasi seçkinlerin birlikte çalışma eğilimleri,  İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, söz konusu ilişkileri bir arada olmasını sağlayan bir durum olarak anlatabiliriz. Bu konu aslında uzun soluklu süreçlerde tartışılan bir konuydu fakat ABD Başkanlık seçimleri sonrasında, Biden ’ın ABD dönüyor açıklaması gözleri Trans-Atlantik ilişkilere çevirdi.

Biden Döneminde Yeni Stratejiler

ABD’ nin yeni seçilen Başkanı Joe Biden, Trans-Atlantik ilişkilerin nasıl bir sistem izleyeceğine dair yorum yapmadan önce, Donald Trump’ın sistemine bakmamız lazım. İlk olarak İkinci Dünya Savaşını takip eden dönemde ABD, İngiltere ve Almanya gibi büyük Avrupa ülkeleriyle özel birer ilişki biçimi kurduğunu anlatmalıyız. Bu ülkeler dışında ABD, diğer Avrupa ülkeleriyle da genel olarak pozitif ilişkiler yürütmüştür.  1950’lerde temel çalışmaları atılan ve bugün Avrupa Birliği’ne dönüşen bütünleşme sürecine her daim ciddi anlamda destek vermiştir. Aynı şekilde taraflar ortak tehdit Rusya’ya karşı güvenliğin temini adına NATO etrafında bir araya gelmiş ve ortak savunma ilkesi adı altında toplanmıştır. Karşılıklı güvene dayalı olarak uzun yıllar devam eden Trans-Atlantik ilişkiler, Donald Trump’ın ‘’Önce Amerika’ ’stratejisi sebebiyle bazı noktalarda ciddi hasar görmüştür. Trump’ın sansasyonel açıklamaları Trans-Atlantik güvenlik mimarisinin merkezinde yer alan NATO’yu eskimiş bir sisteme benzetmesini yapınca tam olarak da Rusya’nın sert politikalar izlediği bir dönemde birçok Avrupa ülkesinde güvenlik endişeleri hat safhaya çıkarmıştır. Trump bununla da kalmayarak bir adım daha atarak Almanya gibi düşük savunma bütçesine sahip Avrupa ülkelerinin yıllık savunma harcamalarını en az yüzde ikiye çıkarmamaları durumunda NATO anlaşmasında yer alan ortak savunma taahhüdüne uyulmayacağını net olarak belirtmiştir. Bu gelişmeler hem Atlantik’in doğu yakasında ciddi güvenlik endişelerine yol açmış hem de ABD’ye duyulan güveni en derin noktada sarsmıştır. Bunların dışında Trump döneminde iki taraf İran ile varılan nükleer anlaşma ve Paris iklim anlaşması gibi daha birçok konuda uzlaşmazlıklar ortaya çıkmıştır. ABD’nin 46. Başkanı Biden dönemine dair şimdiden olumlu bir havanın oluştuğunu görebiliyoruz. Joe Biden dış politikada Avrupa ülkeleriyle ilişkilere dair pozitif bir ajandaya sahip olmasından ötürü özellikle Avrupa’daki Trans-Atlantikçi kesim tarafından olumlu beklentiler ortaya çıkmıştır. ABD’nin yeni Başkanı Joe Biden ‘ın başkanlık döneminde özellikle ticaret, güvenlik, iklim gibi konularda Avrupa açısından daha pozitif bir döneme girilmesi beklenmektedir. Seçim zamanı hatta sevinç gözyaşları döken Avrupa’lı siyasetçiler bile olmuştur. Avrupa siyasi ve stratejik açıdan baktığımızda Rusya’ya karşı ABD’yi dört gözle bekliyor diyebiliriz saygı değer okurlar. Trump ’tan sonra Amerikan seçiminin en büyük kaybedeninin İngiltere olduğu gözlemlenmektedir. Trump, Brexit’e destek vermişti. Boris Johnson’a hızlı bir ticaret anlaşması yapmayı bile teklif etmişti. Biden ise İngiltere’nin AB’den ayrılmasına karşı olduğunu anlayabiliyoruz. 20 Ocak Yemin töreninden sonra yeni bir dönem başlayacak ondan önce ihtimaller üzerine gitsekte, AB’nin yeni ABD Başkanından oldukça umutlu hatta; Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Joe Biden ‘ın ABD'nin yeni başkanı seçilmesi hakkında, "Bizi hasım olarak görmeyen veya AB'nin ABD'den faydalanmak için kurulduğuna inanmayan bir ABD Başkanı ile çalışma şansından memnuniyet duyuyoruz." ifadesini kullandı. İlerleyen dönemlerde parçalanmaya yüz tutmuş ittifakın yeni seyrini göreceğiz. Biden gerçekten de AB’nin Rusya’ya karşı bir umudu mu olacak yoksa hüsranı mı bu konuyu hep birlikte takip edeceğiz saygı değer okurlar.

23.11.2020 14:55

Avrasya yaklaşık olarak beş yüz yıl önce, kıtaların siyasi olarak etkileşimde bulunmaya başlanmasıyla birlikte, dünya iktidarının merkezi olmuştur. Avrasya Küresel üstünlük mücadelesinin oynandığı büyük stratejik bir sahadır. Küresel mücadelede jeo-strateji önemli bir merkezdir. Hitler ve Stalin 1940’lı yılların başında, Kasım ayında gizli bir görüşme gerçekleştirir. Görüşmede geçen konuşmayı katıldığı Tv söyleşisinde Zbigniew Brzezinski şu cümlelerle aktarmıştır. Amerika’nın Avrasya’dan dışlanması gerektiği konusunda Hitler ve Stalin hem fikirdir. Her ikisi de Avrasya’nın dünyanın merkezi olduğu ve Avrasya’yı kontrol edenin dünyayı da kontrol edeceğinde hem fikir olmuşlardır. Küresel jeopolitik faaliyet alanları ile rekabet eden sistemin iddia edilen evrenselliklerinin birleşimi ile rekabet dayanılmaz bir yoğunluk oluşturmuştur. Dağlık Karabağ sorunu, Sovyetler Birliği’nin Kafkasya’ya miras olarak bıraktığı çok önem atfeden bir sorundur. Rusya kontrollü bir uluslararası kaosu tercih eder gibi görünse de stratejik denklemi bilerek hareket etmiştirler. Rusya, Türkiye için basit bir manevra aracı değil, gerçekçi bir düzlemde ilişki kurulacak bir partner olarak ön plana çıksa da dikkat etmemiz gereken en önemli sinsi düşmanımız vasfını devam ettirmektedir. Petro’nun vasiyetinin Kafkaslar ile ilgili bölümü şu şekildeydi: “Gürcistan, Kafkaslarda İran’ın şah damarı pozisyonundadır. Bunun için Gürcistan’dan önce Ermenistan ve Azerbaycan’ı (Güney ve Kuzey) zapt edip, İran’ın dahili dehalarını kendinize hademe yapmanız gerekir”. Bahsedilen koridor ise, Ruslar tarafından Nahcivan ve Azerbaycan arasında, Türk nüfus yapısının zorla değiştirilerek Ermenistan’a bağışlanan “Zengezur Koridoru” dur.

Rus Çarı I. Petro’nun, kendinden ve sonrakilerin uygulaması için, 1725 yılında yazdığı ve 1738 yılında ortaya çıkan gizli vasiyeti genelde bölüm halinde ve kısa parçalar şeklinde incelenmektedir. Günümüzdeki uluslararası siyasetle olan bağlantısı kurulamamaktadır. Bu vasiyet bugüne kadar gerek çarlık gerek Sovyetler ve gerekse Rusya dönemlerinde vazgeçilmeden uygulanmaya devam etti. Halbuki vasiyet; Rusların dünya egemenliği, Akdeniz ve Basra Körfezi’ne çıkarak, Hindistan ve Avrupa’yı ele geçirme planlarının anayasasını oluşturmakta. Ve plan bir bütün olarak değerlendirildiğinde geçmişten günümüze kadar yakın çevremizde gerçekleşen olaylara bakma açısından ciddi bir anlam kazanmaktadır. Kazım Karabekir Paşaya göre Rusların büyük hayali, Rus Çarı Petro’nun vasiyetinde yer alan maddelere dayanıyor. Şüphesiz tarihi sürecinde Rusların temel amaç ve hedeflerini iyi bilmemek yanlış değerlendirmelere neden olmuştur. Petersburg şehrindeki Petro Sarayının mahzenlerinde bulunan bu vasiyetname bir “Dünya Hakimiyeti” mefkuresinin kâğıda dökülmüş kısa halidir.

Dağlık Karabağ Denklemi

Uluslararası dönüşümün en önemli sebeplerinden bir tanesi “Frozen Conflict’’ dediğimiz yani Donmuş İhtilaf mesele yeniden çatışmaların ortaya çıkması ve sıcak bir hale gelmesidir. Dağlık Karabağ’da da bunu bizzat gördük. Ama bölgede Türkiye’nin aktif rol alması ve masada diplomasiyi etkili şekilde uygulaması bu sorunun çözümünde Türkiye’yi uluslararası arenada baş aktör yapmıştır. Stratejik ve küresel bakış açısına sahip olan diplomat her görüşmeden yüzünün akıyla ayrılır bunu da unutmayalım.

Azerbaycan, Ermenistan ve Rusya arasında 9 Kasım'da imzalanan ateşkes anlaşmasıyla bölgedeki dengeler ciddi anlamda değişti. Rusya, Sovyetler Birliği'nin yıkılışından beri ilk kez Dağlık Karabağ'a askeri olarak dönüş yaparken, Azerbaycan Ermenistan'ın işgali altındaki bölgeleri yeniden ele geçirdi. Ermenistan ile Azerbaycan arasında bir aydan fazla süren savaşın ardından Rusya'nın arabuluculuğunda kalıcı ateşkes anlaşması imzalandı. Dağlık Karabağ krizinde Rusya'nın Kafkas topraklarındaki belirleyici rolünü ortaya koyduğunu, Türkiye'nin bölgedeki nüfuzunu artırdığını ve Batılı ülkelerin tamamen oyun dışında kaldığını net olarak görmekteyiz. Azerbaycan ise bölgesel ve askeri düzeyde tartışmasız galip gelerek bölgede zafere ulaşmıştır. Azerbaycan, Türkiye'nin desteği ile Minsk Grubunun 30 yıldır çözemediği Karabağ'daki işgali bitirdi.

Rusya, barış gücünü ortaya atarak bölgede kalıcı olmak için çaba sarf edecektir. Türkiye'nin de yer alacağı masada, sahanın galibi Azerbaycan ve Türkiye sahada ve masada güçlü olduklarını tekrar dünyaya gösterdiler. Azerbaycan, yaklaşık otuz yıldır işgalci ve terörist Ermenistan’ın işgalinde bulunan topraklarını gerçek hakkıyla geri aldı. 1992’de Hocalı ’da Azerbaycan Türklerine soykırım yapan ve Karabağ’ı işgal eden Ermeniler, saldırgan tavrını sürekli sürdürdü, temmuz ayında Ermenistan Tovuz’a saldırmıştı. 27 Eylül’de Azerbaycan Ermenistan arasındaki çatışmalarda Ermeniler büyük kayıp ve yenilgiye uğrarken Azerbaycan işgal edilen şehirlerini, köylerini tek tek geri aldı. Yaşadıkları büyük bozguna dayanamayan Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan Azerbaycan’la anlaşma masasına oturup imzayı attıktan sonra kaçarak gitti.

Ermenistan kaybedeceği bir savaşa girdi ve kaybetti. Yapılan anlaşmayla Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki savaş sona ererken Azerbaycan zaferini tüm dünyaya ilan etmiş oldu. Yapılan anlaşmanın Azerbaycan’ın sahada elde ettiği kazanımlarını hukuken diğer aktörlerce tanınmasını sağladığını dünya manşetlerinde görüyoruz. Rusya’nın barış gücünü Karabağ’ın belli bölgelerine yerleştirmekle birkaç hedefi var. Birincisi, anlaşmanın korunması. İkincisi, tarafsızlık ve arabuluculuk rolünün resmen kabul edilmesi. Üçüncüsü ise Karabağ’ın tamamen Azerbaycan’ın kontrolüne geçmesinin önüne geçilmesi olarak yorumlanabilir. Ermenistan’ın anlaşmadaki yükümlülüklerini yerine getirmekten başka bir çıkar yolu yoktur. Şayet Ermenistan bunu yapmaz ise çatışmalar tekrar başlar ve diğer bölgelerin geri alınması tüm hızıyla devam eder. Çatışmaların sürmesi Ermenistan güçlerinin giderek zayıflamasına yol açtı, Ermenistan son gücünü koruyabilmesi için diplomatik sürece razı oldu çünkü maşa olarak giriştiği bu savaşı kaybetti.

Kremlin’in verdiği mesajlar gayet net; Karabağ meselesi benim başkanlığımda toplanacak masada çözülecek, Ermenistan devleti Rusya olmadan bir hiçtir. Ermenistan’da çok yakında Paşinyan devrilecek ve yerine Koçaryan’ın geçmesi bekleniyor. Rus dış politikası için Kafkasya coğrafyası büyük önem taşımaktadır. Rusya bölgede kendi çıkarları doğrultusunda tehlikeli arayışlara girebilir. Putin barışı masasını kurarken iki ülkedeki milliyetçiliği alevlendirmeye devam edeceğe benziyor. Rusya’yı huzursuz eden bir başka mesele Türkiye’nin Karabağ meselesine müdahil olmasıdır. Rusya tek arabulucu olmak isterken, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’in Türkiyesiz masa kurulmamalı çağrısı Moskova’yı rahatsız etti. Hatta Şuşa’nın alınması ve Nahçivan ile Azerbaycan arasında yaklaşık 5km’lik Türk koridorunun açılması Türkiye’yi yıllar sonra kadim Türkistan topraklarıyla organik bağının oluşmasını sağladı. Kuzey ve güney yarım kürenin jeopolitik yarışında, düğümleri çözecek anahtar ülke konumunda olan Türkiye, Avrasyacı ve Atlantikçi politikalarda sadece coğrafi konumu değerlendirdiğinde bile en güçlü aktörlerden biri olacaktır. Putin’in bazı hayal perestlikleri başına iş açabilir. Türkiye bu zorlu süreçtende alnının akıyla çıkmıştır.

Savaş sırasında Azerbaycan Türk Ordusundan Şehit Düşen Askerlerimizin Mekânları cennet makamları âlİ olsun. Gazilerimize Yüce Rabbim Şifa versin.

15.11.2020 16:06

Popülizm şahıslara bağlı bir ideoloji değildir, sosyal ve iktisadi gerçekler üzerine yükselir. Günümüz dünyasını anlamak için daha önceki dünyayı anlamakla işe başlamalıyız. Dünya düzeni, uluslararası ilişkilerin temel kavramlarından biridir. Dünya düzeni, belirli bir andaki veya belirli bir zaman dilimi içinde dünyanın durumunun bir tanımı ve ölçüsü olarak görülmektedir. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği dünya ve uluslararası siyaset üzerinde karizmatik liderlerin yükselişiyle adlandırılmıştı. Siyaset Sosyolojisi okuyanlar ve bilimciler karizmatik liderlerin ana merkezde olduğu ve halka yönelik siyasetin esas etkeni olduğu bu politik tarza “popülizm” adını vermişlerdir. Henry Kissinger ve ABD Dış politika kıdemli araştırmacısı Robert Blackwill ve Brookings Enstitüsü kıdemli araştırmacısı ve ABD’nin Avrupa merkezi direktörü ABD politikasının artık ciddi anlamda hızlı bir çöküşe doğru sürüklendiğini aktarıyor. Siyaset bilimcileri ve araştırmacıları dünya liderlerinin etkileri ve nitelikleri konusunda çalışmış ve onları belirli tipolojilere yerleştirmişlerdir. Thomas Hobbes’a göre siyasal liderlik “Leviathan” tarzı önlenemez bir güç hegemonyasına dönüşebilir. Net açıdan liderlik, onun gibi düşünenlere göre, güç ve nüfuz yönünden kısıtlanması gereken bir koltuktur. Siyasal liderlik, kişisel niyet ve yetenekleri aşacak şekilde, geniş güçlerce belirlenen bir duruma olanak sağlamaktadır. Nihai sonuç ne olursa olsun, 2020 ABD başkanlık seçimlerini takip ettiğimiz bugünlerde, seçmenlerin neredeyse büyük bir çoğunluğunun hala bir bölünme ve nefret politikasını, tercih ettiğini doğruladı. 1961’de John F. Kennedy, Amerika’nın, özgürlüğün başarısı için “Her bedeli ödeyecek, Her yükü Çekecek Kadar” kuvvetli olduğunu söylemişti. Yeni ABD başkanının yeni Ortadoğu satrancındaki rolü bölgedeki dengeleri sil baştan değiştirecek gibi gözüküyor buna hazırlıklı olmalıyız öncelikle yeni bir düşman yaratılabilir. Eski defterler tekrardan açılabilir.

144 milyona yakın Amerikan vatandaşının oy kullanıldığı seçimlerin sonucu halen belirsizliğini korumaktadır. Ülke genelinde 74 milyona yakın oy alan Biden, 70 milyona yakın oy alan Trump'a karşı sonucu belirleyecek delege yarışında da önde gidiyor. Amerika ne kadar kendi içine kapamaya çalışsa da sadece kendi sorunları ile baş başa yaşamaya çalışsa da global dünyadaki sistemsel konumu nedeniyle istemeden de olsa dünya bu seçimi ilgiyle izliyor. Şunu unutmayın ki birçok durumda başkan olanların Amerikan devletinin uzun dönemli çıkarları için oluşturmuş olduğu devlet politikalarına uymaları sorumluluğu da vardır.

BİR AMERİKA İKİ ULUS

Donald Trump Show sezon finalini yapmaya hazırlanıyor. Bu filmin sonu Amerikalıları ciddi iki sorunla baş başa bırakacaktır. Seçmenler iki aday arasında neredeyse eşit olarak bölündü. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu bölünmenin bölünmüş hükümete yol açması muhtemeldir. Mevcut eğilimler devam ederse, Demokratlar Beyaz Saray'ı kazanacak ve Temsilciler Meclisi'nin kontrolünü elinde tutarken, Cumhuriyetçiler Senato'nun kontrolünü elinde tutacak. Birincisi dört yıl boyunca Trump sorununun sebep olduğu enkazın nasıl kaldırılacağı meselesi. İkincisi ise sene başında Demokrat Parti’de adaylığı bile imkansızlığa dönüşmüşken, Trump’a çare olarak sahneye sürülen İhtiyar Biden sorunundan nasıl bir Amerika denklemi çıkacağı muamması. Joe Biden, yaygın ekonomik sıkıntı, ölümcül bir pandeminin mevsimsel tırmanması ve acımasız bir uluslararası çevre ile karşı karşıya sert bir şekilde yüzleşecek. Bu zorluklar en yetenekli devlet liderlerini bile test eder ve uçuruma doğru sürükleyebilir. Fakat Biden, bölünmüş bir hükümet, düşmanca bir yargı, zayıflamış bir federal bürokrasi ve halk arasında kalan Trump’ın popülizmi tarafından, engelleneceğe benziyor. Joe Biden Başkanlığı kazansa bile, yakın topluluklarının dışındaki kişilerin refahına kayıtsız kalan pek çok seçmenin bulunduğu bir ülkede etik kaygıları geri kazanmakta zorlanacak. Ve eğer Donald Trump iktidara tutunmayı başarırsa, Amerika başkanının narsisizmini daha inançsız bir şekilde yansıtacaktır. Kesin olmayan ABD seçim sonuçlarına göre Başkanın kim olacağını tam olarak söyleyemesek de Cumhuriyetçi Trump’ın oy sayısının Biden’ınkinden 3,5 milyon az olmasının temel nedeni Kovid-19 salgını olduğunu, salgının da işsizliğe neden olmasıdır. Salgının doğrudan kaybettirdiği ilk devlet başkanı Trump oldu.

Seçim yıllarında işsizlik ve enflasyon ve seçilen ABD Başkanları

2019 yılı sonuna kadar ekonomiyi, göreve geldiğinden bu yana çevresel sorunları ve endişeleri hiçe sayarak petrol ve doğal gaz üretiminde dünyanın en büyük üreticisi konumuna taşıyan Trump; Küresel salgın, dolaysıyla artan işsizliğe yenilmiştir. Tabi ki sırf ekonomik etkenler değil ama kaybetmesinin en önemli sebebi Küresel Salgının ekonomileri yerli bir etmesidir. ABD’yi net ihracatçı konuma taşıyan Trump’ın ekonomideki başarısını Kovid-19 virüsü ABD seçmeni gözünde yok etti. ABD’de de ekonomik eşitsizlikler, yeni tip korona virüs pandemisi ve güvenlik tehditleri her geçen gün ciddi sorunlara etken olmuştur. Trump aylar öncesinden seçim kampanyasını “Demokratlar hile yapacaklar” üzerine oturtmuştu zaten kaybetmeyi göze almış bir açıklamaydı bu durum. Baktığımızda zaten ciddi bir karmaşa içerisinde olan seçim mevzuatı, birbirinden bağımsız ve denetlenmesi mümkün olmayan seçim sonuçları tasdik mekanizmaları ve farklı oy kullanma metotlarından dolayı tartışmaya her zaman açık olan seçim sürecini daha da kırılgan hale getirdi ve Trump kaybetti.

ABD Fabrika Ayarlarına Geri Dönüyor

Merhaba, ben Joe Biden, ABD Senatosu için Demokrat Parti'den adayım. demişti. 1972’de seçim kampanyasında. Ve şimdi Başkan Joe oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyaya gelen nesle verilen ve "Baby Boomer" lakabıyla anılan bir jenerasyonun çocuğu olarak adlandırılan 77 yaşındaki Biden, artık son düzlükte diyebiliriz. Trump’a karşı sahneye sürülen “Joe Biden sorunundan” nasıl bir Amerikan çözümü çıkacağı bilinmiyor. Amerikalıların dört yıllık başkanlık dönemini tamamlayıp tamamlayamayacağı bile şüpheli gözüküyor. Biden ’ın ortaya koyabileceği en gerçekçi vizyon, şimdilik, 2016 Amerika’sına geri dönmek olacaktır. Son dört yılda ortaya çıkan enkazın ciddiyetinin farkında ki hemen kabinesini oluşturdu. Biden ‘ın en büyük çıkmazı ise yeni bir döneme geçmek yerine ABD’yi Obama’ya tekrar altın tepside sunması olabilir. Obama, Amerika’ya “Kararsız güç” lakabını hediye etmeyi başarmış, dar bürokratik vesayetin koordinatlarını aşamamıştı. Türkiye denkleminden Trump’a gösterilen sabrın bir benzerinin Trump ’sız Amerika’ya hızla gösterilmesi Ankara-ABD ilişkileri ve Türkiye’nin çıkarları açısından hayati önem taşımaktadır. Ankara’nın bu sistem esnekliğini azaltacak Washington’la ilişkileri, Rusya ile süregelen ittifak, Suriye’de PYD Terör örgütü meselesi, NATO ülkeleriyle yaşanan gerilimler ve Amerika’nın Türkiye aleyhine atabileceği adımlar gibi negatif dinamikler masada bizleri bekliyor. Biden ‘ın Türkiye hakkında yaptığı gaflar ve hadsiz açıklamalar herkesin malumu. Bu açıklamaların ikili ilişkilere verdiği zararı en kısa zamanda düzeltmeye çalışması ilişkilerin ilerleyen dönemleri açısından oldukça önemli olacak. Ayrıca kafamı kurcalayan diğer bir mesele ise Türkiye’de her şey acele olmak zorunda diye bir kanun mu var merak ediyorum. ABD Başkanlık seçimleri yapılıyor net olarak Başkan belli değil. Fakat Biden ‘ın seçilme ihtimali yüksek gözüküyor. Hemen TV’lerde Biden Türkiye’ye Dost mu Düşman mı? Bu avamvari ve popülist yaklaşım bizi komik durumlara düşürmektedir. Şunu da unutmayalım saygı değer okurlar bugüne kadar göreve gelmiş başkanlar içinde Türkiye’yi iyi tanıyan bir yönetim işe başlayacak.

07.11.2020 17:12

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hakkında ‘‘Zihinsel noktada tedaviye ihtiyacı var’’ demiştir. İsabet olmuştur bu sözler bu dalkavuk için. Özgürlüğün laikliğin kalesi Fransa’da Peygamber efendimize hakaret eden karikatürlerin binaların dış yüzeylerine yansıtılması en sefilinden bir rezalet ve bayağılıktır. Bunun adı da özgürlük değildir. Faşizm ve Irkçılıktır.


Savaş tarihine dair en sevdiğim laflardan biri; Amerikalılar gelmeseydi Fransızlar bugün hala “Almanca öğrenmeye devam edeceklerdi’’ bu cümle bu yazım için kilit bir cümledir. Almanya'nın askeri gücü, dünya için bir tehdit haline gelmişti. Fransa'nın Alman ordusuna nazaran çok zayıf bir askeri gücü vardı. Fransızlar, Alman güçlerine engel olmak için bir hat kurdu. Majino Hattı. Bu hat Fransa’nın o dönem için en büyük askeri stratejisiydi. Fransızlara göre; sık ağaçlar ve ırmaklar barındıran bölge, tank ve topçu birlikleri için geçilmesi imkânsız bir yer olduğundan, büyük saldırı için ihtimal dışıydı. Fakat, Hitler ağaçlık bölgeyi yıkarak ordusunu geçirmiş ve hattı bütünüyle yarmıştır. 1940'ta Alman Kuvvetleri tarafından aşılmıştır. Önlerinde savunma hattı bulunmayan Alman ordusu Fransa'nın içlerine doğru ilerleyince, Fransızların bütün savunma hattı çöktü. Ardından Belçika ve Hollanda üzerinden de Fransa'ya saldıran Alman güçleri kısa zamanda Fransa’yı işgal etmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında, Almanya Avrupa’nın çoğunu "Blitzkrieg" (Yıldırım Savaşı) adı verilen yeni bir strateji kullanarak istila etmişti. Blitzkrieg, uçak, tank ve topçu birliklerinin tümünün toplu olarak saldırısıydı. Bu güçler dar bir cephe boyunca düşman savunmasını kırmıştı. Hava gücü düşmanın gedikleri kapatmasını önlüyordu. Alman güçleri, karşı koyan birlikleri kuşatarak, onları teslim olmaya zorluyordu. Naziler, Fransa’yı hiç zorlanmadan aldılar. Zaten şehri Alman güçlerine teslim ettiler. Fransız Halkı, ülkelerinin siyasi, kültürel ve sosyal durumunu anlatmak için “Yıkılmış Coğrafya” ifadesini kullanırlardı.


Savaş tarihine dair en sevdiğim laflardan biri; Amerikalılar gelmeseydi Fransızlar bugün hala “Almanca öğrenmeye devam edeceklerdi’’ bu cümle bu yazım için kilit bir cümledir. Almanya'nın askeri gücü, dünya için bir tehdit haline gelmişti. Fransa'nın Alman ordusuna nazaran çok zayıf bir askeri gücü vardı. Fransızlar, Alman güçlerine engel olmak için bir hat kurdu. Majino Hattı. Bu hat Fransa’nın o dönem için en büyük askeri stratejisiydi. Fransızlara göre; sık ağaçlar ve ırmaklar barındıran bölge, tank ve topçu birlikleri için geçilmesi imkânsız bir yer olduğundan, büyük saldırı için ihtimal dışıydı. Fakat, Hitler ağaçlık bölgeyi yıkarak ordusunu geçirmiş ve hattı bütünüyle yarmıştır. 1940'ta Alman Kuvvetleri tarafından aşılmıştır. Önlerinde savunma hattı bulunmayan Alman ordusu Fransa'nın içlerine doğru ilerleyince, Fransızların bütün savunma hattı çöktü. Ardından Belçika ve Hollanda üzerinden de Fransa'ya saldıran Alman güçleri kısa zamanda Fransa’yı işgal etmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında, Almanya Avrupa’nın çoğunu "Blitzkrieg" (Yıldırım Savaşı) adı verilen yeni bir strateji kullanarak istila etmişti. Blitzkrieg, uçak, tank ve topçu birliklerinin tümünün toplu olarak saldırısıydı. Bu güçler dar bir cephe boyunca düşman savunmasını kırmıştı. Hava gücü düşmanın gedikleri kapatmasını önlüyordu. Alman güçleri, karşı koyan birlikleri kuşatarak, onları teslim olmaya zorluyordu. Naziler, Fransa’yı hiç zorlanmadan aldılar. Zaten şehri Alman güçlerine teslim ettiler. Fransız Halkı, ülkelerinin siyasi, kültürel ve sosyal durumunu anlatmak için “Yıkılmış Coğrafya” ifadesini kullanırlardı.

Ben bu Macron’u pek bir ciddiye alamıyorum bir devlet adamı olarak saygıdeğer okurlar. Macron iç ve dış politikada hayal kırıklığıdır. Uluslararası sistem içinde manevra kabiliyetini yitirmiştir. 1789 Devrimi sonrasında siyasi literatüre ulus devlet kavramını armağan eden Fransa’da, küresel emperyalizmin güdümündeki birinin Fransa’da cumhurbaşkanı olmasından ne bekleyebilirsiniz ki zaten. Macron'un ülkesinde milliyetçiliğin yükselişini engellemeye çalışmak adına belirli nokta eksenler düzleminde bir nevi milliyetçilik yarışı sürdürdüğü artık net olarak karşımıza çıkmaktadır. Macron’un zırvalarını bir kenara atmanının zamanı geldi. Fransa’da İslam ve Türk düşmanlığı milli spor olarak yapılmaktadır. Macron'un Avrupa’dan Ortadoğu’ya Afrika'dan NATO'ya kadar birçok alanda sonuçsuz çırpınışlara savrulduğunu görmekteyiz. Macron’un rezil dış politikasını ilgi alanını genişlettiğini ve sonuçsuz aktivizm siyaseti yürüttüğünü görüyoruz. Libya ile başlayan yersiz hamleleri Doğu Akdeniz ile devam etti. Ardından İslam’a dil uzattı. Macron neden saldırıyor söyleyeyim size rahatsızlığının en temel sebebi, Türkiye’nin Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz hamleleriyle buralardaki Fransız etkisini azaltması. Kuzey Afrika ve Sahra altı Afrika’da Paris ile rekabet etmesi, Fransız popülistleri ve Macron’u çıldırtmaya yetmiştir. Siyasi tükenmişlik sendromu bu olsa gerek saygıdeğer okurlar.


Fransa’nın tarihte de var olan sömürgeci karakterini Doğu Akdeniz’de bir kez daha kendini göstermiş oldu. Türkiye’nin bu konuyu dile getirmesinden aşırı rahatsız durumda.  Fransa diğer sömürgeci devletlerin tutumlarıyla karşılaştırıldığında Fransız sömürgeciliği daha korkutucudur. Bugün bile ekonomik, kültürel hatta dini açıdan Afrika’daki eski sömürgelerine baskıları şiddetle devam etmektedir. Türkiye’nin bu vahşeti dile getirmesi onları rahatsız etti asıl sorun burada başlıyor işte. Afrikalılar ise bizi bu vahşetin bir parçası olmadığımız için seviyor. Türkiye Afrika’daki dostlarına diyor ki; gelin ayağa kalkın, kalkının, gelişin, birlikte kazan kazan politikaları uygulayalım. Cumhurbaşkanımızın Afrika ziyaretleri bu yüzden Fransızları çıldırttı. Fransa’nın Türkiye’ye hain tutumu bu yüzden oldu. Anlasanıza tamamen duygusal. Türkiye’nin Afrika politikası Fransa’nın bölgedeki hegemonyasının zincirlerini kırdı ve ağır bir darbe indirdi. Bu yeter onlara kudurmalarının en önemli sebebi budur.


Bugün baktığımız agresif Fransız dış politikasının temel nedeni, iç politikadaki başarısızlıkların üstünü örtmektir açıkçası. Kendi iç politikasında başarılı olamadı Macron ve sahte popülizm ile kitlelere seslenmeye çalışsa da başaramadı ve başaramayacak. Fransa’da nüfusun çoğunluğunu Afrika menşeli olmak üzere, yaklaşık altı milyona yakın Müslüman yaşamaktadır. Fakat; Müslümanların en fazla baskı, şiddete ve ayırımcılığa maruz kaldığı ülkelerin başında Fransa gelmektedir. Fransa’da son üç yılda Camiler, düşünce kuruluşları da dâhil olmak üzere 358 kuruluş kapatılmış durumda. Başka bir utanç durumu ise Fransa İçişleri Bakanı Gerald Dar manin, bir televizyon kanalına yaptığı açıklamalarda, marketlerdeki helal gıda reyonları karşısında şoke ve rahatsız olduğunu ifade etmesi alın size Avrupa’nın dinler karşısındaki müsamahası ve hoşgörüsü, ne özgürlük ama dimi!!! Fransa’nın bu tutumu rezalet denilebilir. Buyurun size Avrupa’nın gerçek yüzü! Ülkemizdeki bazı beyinsizlerin, bizlere yutturmaya çalıştığı Avrupa Medeniyeti ve hoşgörüsünün ne kadar sahte ve yalancı olduğunu bir kez daha anlayın. Avrupa’nın beslendiği kirli alanları görüyorsunuz. Macron Avrupa’da yalnızlaştıkça söylemlerini değiştirecektir.


Kaybetmeye mahkumsun Macron Efendi. Ben burada Türkçe yazıyorum ve birileri de bir zahmet kendisine Fransızca anlatsın bu yazdıklarımı.

 

 

 

 

 

25.10.2020 12:33

Geçen haftanın gündemini, bir hayli meşgul eden hadsiz ve küstah bir durum vardı.

Türkiye’de Askerî vesayet dönemlerinde şöyle bir algı vardır. Genelkurmay’ın ışığı yanıyorsa bu askeri darbe işareti demekti. Türkiye’de seçilmiş iktidarların üzerinde her zaman bir vesayet prangası olurdu. Bu eskiden askerdi. Sonra FETÖ TERÖR ÖRGÜTÜ oldu. Şimdi de AYM üyesi Engin Yıldırım attığı tweet.

Anayasa Mahkemesi, Eski CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu'nun milletvekilliğinin düşürülmesi hakkında seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ile kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine karar vermişti. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi yeniden yargılamaya gerek olmadığına hükmetti. Bunun üzerine AYM üyesi Engin Yıldırım Twitter hesabından "Işıklar Yanıyor" açıklamasıyla Anayasa Mahkemesi'nin fotoğrafını paylaştı. Hemen ardından İçişleri Bakanlığı hesabından "Işıklarımız hiç sönmüyor" açıklamasıyla bakanlığın fotoğrafı paylaşıldı.

IŞIKLAR YANIYOR NE DEMEK?

"Işıklar yanıyor" ifadesine Türkiye askeri vesayet dönemlerinden aşinadır. Askerin siyasete müdahil olduğu dönemlerde Genelkurmay ışıklarının yanık olması, bir muhtıra hazırlığını akla getirirdi. Gazeteci Mehmet Ali Birand'ın 32. Gün belgeselinde de bu konunun işlendiği bölüm sosyal medyada "Işıklar Yanıyor" ifadesini anlatmak için yeniden gündeme tekrar geldi. Söz konusu belgeselde asker-siyaset ilişkisinin girildiği kriz dönemlerinde gözlerin Genelkurmay ışıklarına çevrildiği anlatılmıştır. Darbe mağduru olan demokrasimizde Genelkurmay’ın ışıklarının yanmasının bir anlamı vardır. Türk Siyasi Tarihi okumayanlar bunu bilmez.

Anayasa Mahkemesi üyesi Engin Yıldırım’ın “Işıklar yanıyor” tweet’i darbe tartışmalarını beraberinde getirdi. Çünkü Genelkurmay’da ışıklar hep darbeler için yandı. Bu paylaşımlar sonrasında gündem pimi çekilmiş bomba haline geldi. Ancak ortada da ciddi bir sorun vardı. AYM Üyesi ve Devlet Görevlisi şahıs bir anda çıkıyor ve Türk Milletinin sinir uçlarına dokunan son derece vahim bir tweet atıyor. AYM’de diyor ki beni bağlamaz. Bağlar güzel kardeşim sen o adamın istifasını istemessen seni bağlar. Türkiye Cumhuriyeti’nde öncelikle kendisini düzeltmesi gereken bir kurum varsa o da önce “Yüksek Yargıdır’’.

“Işıklar yanıyor” diyerek darbe çağrısı yapan Engin Yıldırım’ denen şahsın istifasını vererek haftaya gayet güzel başlayabilir mesela.Zerre kadar onur haysiyeti olan bir insan bunu yapar ve net  bir adım atarak istifa etmek akılcı olacaktır. Hukuktan başka bir dili olmaması gereken bir AYM mensubunun hukuku katletmenin sembolü olan bir söylemde, konuşması içler acısı ve tehlikelidir. Türkiye'ye geçmişte acılar yaşatmış müdahalelerin sloganının bir AYM üyesi tarafından kullanılmasının utanç verici bir saygısızlıktır.  Vesayet özlemi içinde olanlar unutmayalım ki hukuk adına konuşma ehliyetini ve fraksiyonunu yitirirler.

Net ve keskin bir dille bunu söylemek isterim ki; 15 Temmuz Hain Darbe Girişiminde Milletimizin, Feraseti Darbenin Işığını Söndürmüştür. Haddinizi Biliniz Kendinize Çeki Düzen Veriniz.

Bu tweet Neden diye sormak istiyorum ve merak ediyorum. Düşünüyorum diyorum ki; RT isteyecek hali yok beğeni hiç değil dikkat çekmek belki bir ihtimal. Ama bardağı taşıran son tweet hakkını kullandı diyebilirim bu hadsiz şahıs için. 2010 yılında 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e sunulan ‘YÖK kontenjanından AYM’ye atanacak aday üyeler’ listesinde yer aldı. Listede, Sakarya Üniversitesi’nden Engin Yıldırım, Kocaeli Üniversitesi’nden Recep Tarı ve bugün Medeniyet Üniversitesi’nin rektörlüğünü yapan Gülfettin Çelik’in isimleri yer alıyordu. Cumhurbaşkanı Gül, üç iktisat profesörü arasından Engin Yıldırım’ı seçti. “Hayat Tesadüfleri Sever” dimi! Aynen böyle oldu.

ENGİN YILDIRIM TWİTTER HESABINI NEDEN KİLİTLEDİ?

"Işıklar yanıyor" paylaşımları darbe tedirginliği ile denklem kurulunca Anayasa Mahkemesi Engin Yıldırım Twitter hesabından "Işıklar yanıyor derken hukukun ışığını kastettim, başka ışıkları değil." diye bir tweet attı akabinde.Tepkilerin ardından iki paylaşımını da silen Engin Yıldırım Twitter hesabını kilitleyerek "Şahsi Twitter hesabımdan yaptığım paylaşımda kullandığım ibare maksadı aşan bir şekilde yorumlandı ve bundan büyük bir üzüntü duymaktayım. Gayem, AYM’nin bir hukuk ışığı olduğuna vurgu yapmaktı. Demokrasi dışı tüm oluşum, araç ve teşebbüsleri ima etmem asla söz konusu değildir." şeklinde bir açıklama yaptı. Hayatta en sevdiğim şey bir insanı salak yerine koyan insan tipidir, çok tehlikelidirler.

Anayasa Mahkemesi üyesi Engin Yıldırım, bir darbe imasında bulunmuş olabilir mi?

Bu sorunun cevabını hemen olayın ertesi günü köşesine taşıyan “Nedim Şener” çok güzel cevapladı. Nedim Şener yazısında; “Engin Yıldırım’ın ya da arkasını neye, kime dayadıysa o gücün kapasitesine bağlı. Ancak Engin Yıldırım fiili darbe yapabilecek bir kurumda görev yapmıyor. Görev yeri Anayasa Mahkemesi.

O yüzden attığı, “Işıklar yanıyor” mesajını ancak fotoğrafını da paylaştığı görev yaptığı yer olan Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkileri ile ilişkilendirmek mantıklı olur.” dedi.

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu, kanunların, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasa’ya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler. Anayasa Mahkemesi siyasi partilerin kapatılması hakkındaki davalara bakmak, siyasi partilerin gelir kaynakları ile giderlerine ilişkin hesapları incelemek ve Anayasa ile verilen diğer görevleri yerine getirmekle de yetkili kılınmıştır.

Anayasa Mahkemesi’nin saydığım bu görev ve yetkileri ile ilgisi olabilir mi? Elbette hayır.

Mesaj aslında net bir yere verilmek isteniyordu. Hükümet kanadından verilen ilk sert cevaplar bunu göstermektedir. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin dediği gibi AYM yeniden tekrar ele alınmalıdır. Kurum olarak bireysel başvurularla ilgili ciddi problemler yaşanmaktadır. 15 Temmuz hain darbe girişimiyle bir kez daha kavramalıyız ki devletin her türlü bürokratik kademesine sızan FETÖ örneğinin bir daha yaşanmaması için alınan memurlar için güvenlik soruşturması kararına nasıl iptal derler akıl hafzalam hala almış değildir mesela.

Türkmenlere yardım götüren MİT tırlarına tezgah kuran FETÖ’cülerin verdiği bilgilerle Yayın Yönetmeni olduğu Cumhuriyet gazetesinde devletin istihbarat kurumuna ait bilgileri deşifre ederek ülke güvenliğini ciddi anlamda deşifre yapan Can Dündar’ın tutukluluk hâlinin hak ihlali olduğuna dair karar bunlar verilen kararlardan iki tanesi sadece, bu kararlar bile kurumun tekrar ele alınması için yeter.

Bu kurum ciddi bir kurumdur öyle ben bir tweet atayım, nabza göre şerbet vereyim yeri değildir. Devlet Makamının her bir organı ciddiyet ve şahsiyet ister. Yargı mensupları kararlarıyla konuşmalıdır.   Bu anlamda sosyal medya üzerinden yapılan açıklamalar, hele bir yüksek mahkeme üyesine yakışmaz. Saygıdeğer Okurlar; hatırlarsınız ki 17-25 Aralık’ta Yargıtay, bu memlekette bir girişime kalkışmıştı unutmayalım bunu, yine yargı eliyle bir şeyler yapılmaya kalkışılıyor. Bu yaşanılan vehim olayın altından çok su akar.

KARDEŞİNİN FETÖ BAĞLANTISI VAR

Anayasa Mahkemesi üyesi Engin Yıldırım’ın kardeşi ‘’D. Yıldırım’’ hakkında İstanbul Cumhuriyet Savcılığı tarafından 2020/60525 numaralı dosya kapsamında FETÖ soruşturması dikkat çeken başka bir gelişmedir.  FETÖ’nün Bank Asya’sında 41 bin 917 liralık hesabı bulunan D. Yıldırım, hesabı M.A. isimli kişinin kullandığını söylese de hakkında soruşturma devam etmektedir. Fetö Terör Örgütü soruşturması bulunduğunu da aklımızdan çıkarmayalım.

İSTİFA ET ENGİN YILDIRIM

Hadsiz ve Küstah Yıldırım’ın en çok zarar verdiği yer çalıştığı kurum oldu. Yaşanılacak her gelişme tartışmaya açık olacaktır. Bu tartışma Yıldırım istifa edene kadar sürecektir. Lakin hiçbir AYM üyesi bu ülkeye balans ayarı vermeye kalkmasın. 27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980, 28 Şubat nasıl bir toplumsal soruna yol açtıysa, dört yıl önce yaşadığımız 15 Temmuz darbe girişiminin de etkisi hala Aziz Milletimizin üzerinde reaksiyonunu korumaktadır. Siz bu Aziz Milleti terbiye edecek ne bir şahıs ne de kurumsunuz. 251 şehidimizin kanları henüz kurumadı. 2 bin 193 gazimiz ise travmayı unutmadı. İhanet izleri unutulmadı.

19.10.2020 11:30

Türkiye’de dizilerde oyuncu tanıtımlarından sonra şöyle bir açıklama vardır. Bu Dizideki Kişiler ve Kurumlar Tamamen Hayal Ürünüdür. Ben de farklı bir giriş yapmak istiyorum bu yazıma; kaleme aldığım bu yazı tamamen gerçek bir araştırmaya dayalıdır. Saygıdeğer okurlar;

Dünyanın en önemli stratejileri arasında ismi sayılan Brezezinski ABD'de 1977-1981 yılları arasında Jimmy Carter’ın Ulusal güvenlik danışmanlığını yaptı. Huntington’la’ birlikte çalışarak, 43 sayfalık gizli bir bülten yazdılar. Bu bültende gelecek yönetimin 10 önemli dış ve ulusal güvenlik politikası hedefi açıklanıyordu. Soğuk savaş sonrası ABD politikasını çizenlerden biri olan Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” kitabında, Azerbaycan’ı ve bölgeyi nasıl anlattığına bakarsak en önemli kısmı görmüş olacağız. Brzezinski, Azerbaycan, Hazar Havzası ve Orta Asya zenginliklerini içeren şişeye giriş sağlayan yaşamsal önemdeki tıpa olarak tanımlanabilir demiştir. Kitapta ayrıca bölgenin enerji zenginliklerine atıfta bulunulmuştur.

Şimdi bilindiği üzere Dağlık Karabağ meselesi, uluslararası ilişkiler literatüründe, dondurulmuş sorunlar olarak yerini almaktaydı. Hatta Karabağ, Filistin, Bosna meseleleri dünyada ki etnik aktif volkanlar olarak nitelendiririz. Giriş için daha doğru bir cümle olacaktır. Zira bu üç dondurulmuş sorun, özellikle küresel güçlerin Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Avrupa Birliği gibi güçlerin bölge üzerindeki siyasetlerini sürdürmede bu sorunları bir enstrüman aracı olarak kullanmakta olduğunu net bir açıda görmekteyiz.  Türkiye'nin çevresinde yaşanılan meseleleri tek tek ele alırsak yanlış olur ve o zaman büyük resmi görememiş oluruz. En büyük hatamız konuları tek bir çerçeve üzerinden değerlendirmek halbuki; olaylara geniş bir yelpazeden bakarsak küresel oyunu daha iyi yorumlarız.

Türkiye’nin de yer aldığı Jeopolitik oyuncular bölgedeki sürece şimdiden akbabalar gibi, üşüşmüş durumdalar. Bu arada; Türkiye'nin Libya'da vermiş olduğu mücadeleyi, Doğu Akdeniz'de ve adalar denizinde özellikle, Ortadoğu'da Suriye'nin kuzeyinde vermiş olduğu mücadele, Kuzey Irak Bölgesinde yapmış olduğumuz Pençe-Kartal Harekâtı, Kara ve Hava Harekatları, operasyonlar ve bugün Kafkasya 'da vermiş olduğumuz mücadeleyi de bir bütün olarak yani birbirinin devamı olarak görmemiz gerekmektedir. Sonuçta bu mücadele; Türkiye'nin merkezi coğrafyasını içeren 5 Ana Denizin kontrolü mücadelesidir.  Bunlardan biri Karadeniz, diğeri Hazar denizi, Akdeniz, Kızıldeniz ve Arap denizi işte bu hakimiyet mücadelesi 5 deniz etrafında dönmektedir. Ve ortasında Türkiye Cumhuriyet’ini görmekteyiz.

Fotoğrafa geniş kapsamlı baktığımızda Amerika Birleşik Devletleri'nin Büyük Ortadoğu Projesi ile Rusya'nın Büyük Avrasya projesi yani BAP ile BOP mücadelesinin savaşını görmekteyiz bölgede. Biri Hazar ve Kafkasya üzerinden Ortadoğu'ya hâkim olmaya çalışıyor ki bu Rusya, diğer taraftan Amerika Birleşik Devletleri, Kuzey Afrika'dan kontrol alanı oluşturmaya çalışıyor. Azerbaycan ve Ermenistan meselesini buradan değerlendireceğiz. 

Azerbaycan ve Ermenistan arasında süre gelen bu 30 yıllık mücadele bugün neden bu noktaya geldi. Ermenistan BM'nin Dağlık Karabağ Azerbaycan toprağı saymasına rağmen burada 30 yıldır işgalci olarak bulunmakta fakat buna ne Amerika ne de Rusya sesini çıkartmamakta burada demek ki bu bölgenin sorunlu bölge olmasının sağladığı avantajlar var özellikle; Rusya açısından şimdi Rusya bu meselenin taze kalmasını, sorun olarak kalmasını ve istediği zaman Ermenistan ve Azerbaycan üzerinde kullanmayı tercih etmektedir. Hatta Karabağ meselesini Azerbaycan devleti üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallamayı hedeflediğini görebiliyoruz.

Özellikle Tovuz saldırısından sonra fitil ateşlendi. Tovuz’un coğrafyasına baktığımızda Tovuz enerji nakil hatlarının geçtiği kritik bir bölge, ayrıca demir-ipek yolu dediğimiz, Bakü, Tiflis, Kars demiryolunun geçtiği yeni ipek yolu projesinindi demir yolu bağlantısının olduğu bir köprü bunu bile bile hedef alınması açıkçası manidar, Ermenistan'ın kaybedeceğini bile bile bu savaşa girmesi neden? Bunu Kim İstedi? Sorular belli aslında cevaplarını da net bir şekilde görebilmekteyiz.

Rusya burada ABD'nin ‘’Trans Kafkasya’’ yani Hazar havzasına girmemesi adına bir politika yürütüyor. Bu zaten soğuk savaş sonrası Putin'in izlediği önemli bir uluslararası politika ve diğer taraftan ABD'nin Basra körfezinden sonra en bereketli enerji kaynaklarına sahip olan Hazar Havzasına girerek ve bu Hazar havzasında önemli bir üs elde ederek hem Rusya'ya bir nefes mesafesi kadar yakın olmak istiyor.

Diğer taraftan İran'a yakın olmak istiyor. Ve Çin'e yakın olmak istiyor. Ve bunu yapacağı en uygun coğrafyada ‘’Azerbaycan’’ topraklarıdır.

 Asıl amaç; ABD'nin Hazar'da stratejik bir üst elde etmesidir. Türkiye'nin bölgede etkin bir varlığının olması ABD ve Rusya tarafından zorluk olarak nitelendiriliyor. Fakat Türkiye her blokta olduğu gibi burada Azerbaycanlı kardeşlerimizin yanında ve stratejik olarak bölgede yerini alacaktır. Rusya, ABD'nin burada bir egemenlik kurmaması adına elinden geleni yapacaktır. ABD burada’’ Trans Kafkasya’’ hattından bir geçiş sağlamak istiyor. Yani Uluslararası strateji belgelerine baktığımız zaman geçmişten bugüne ABD’nin bir bölge seçip girip ve kalamadığı tek deniz ‘’Karadeniz'’ dir. Ve bütün bu jeopolitik dengeyi de Karadeniz'e girmek ve üs sağlamak adına gerçekleştiriyor.

Kafkaslar; kültürel, etnik ve dini anlamda en az Ortadoğu kadar karmaşık bir coğrafyadır. Bölgede nelerin çıkacağını hangi piyonların öne sürüleceğini kestirmek zordur. Türkiye’nin Kafkasya’ya erişiminden hazzetmeyenler listesine İran’ı da gönül rahatlığıyla ekleyebilmekteyiz. Diaspora nüfusu içinde önemli ağırlığı olan Ermeniler, İran’ın dış ticaretinde ciddi lobi gücüne sahiptir, bu bilgi notunu eklemesem olmazdı. Kafkasların ve KGB’nin abisi Putin’in niyeti nedir, pek anlaşılamadı fakat Dışişleri Bakanı Lavrov’la Ermenistan ve Paşinyan için ters düştükleri çok açık bir şekilde gözlemlenmektedir.

15.10.2020 10:44

Rusya uluslararası coğrafyayı arka bahçesi olarak görüyor. Herhangi bir hareketliliğin kendi ulusal güvenliğine yönelik hayati bir tehdit olduğunu düşünüyor yüzyıllardır. Fakat şimdilik Rusya kontrollü bir uluslararası kaosu tercih eder gibi görünüyor. Rusya, Türkiye için basit bir manevra aracı değil, gerçekçi bir düzlemde ilişki kurulacak bir partner olarak ön plana çıksa da dikkat etmemiz gereken en önemli sinsi düşmanımızdır. Tarih tekerrürden ibarettir sözcüğünü artık kimse umursamamaktadır. Geldiğimiz siyasi konjonktür bize geçmişi uluslararası dinamiği eksik okuduğumuzu bir kez daha yüzümüze vurarak gösteriyor. Çarlık Rusya’sı SSCB ve Putin Rusya’sı parça parça ele alındığında büyük fotoğrafı net olarak görebilme imkânı göstermektedir.

Petro’nun vasiyetinin Kafkaslar ile ilgili bölümü şu şekildeydi: “Gürcistan, Kafkaslarda İran’ın şah damarı pozisyonundadır. Bunun için Gürcistan’dan önce Ermenistan ve Azerbaycan’ı (Güney ve Kuzey) zapt edip, İran’ın dahili dehalarını kendinize hademe yapmanız gerekir”. Bahsedilen koridor ise, Ruslar tarafından Nahcivan ve Azerbaycan arasında, Türk nüfus yapısının zorla değiştirilerek Ermenistan’a bağışlanan “Zengezur Koridoru” dur.

Zengezur bölgesi, yaklaşık 40 kilometre eninde olup, Azerbaycan ile Nahcivan’ı birbirinden ayıran stratejik konumdaki bir bölgedir. Zengezur’un Ermenistan’a bırakılması, Rusya’nın küçük bir toprak parçasını kullanarak attığı büyük bir stratejik adımdır. 1920 yılında Zengezur’da yaşayan yaklaşık 225 bin kişilik nüfusun yüzde 70’i Türklerden oluşmaktaydı. Ahalisi Türklerden ibaret olan Zengezur’da sivil halk üzerinde uygulanan bilinçli katliamlarla halk bu bölgelerden kaçırılmış ve yerlerine Ruslar tarafından Ermeniler getirilip yerleştirilerek; Türk dünyası arasında istenilen siyasi, ekonomik ve kültürel coğrafi boşluk oluşturulmuştur. İşte İran’ın oluşumunu desteklediği koridor budur ve bu sınırda halen Rus askerleri görev yapmaktadır. Rusya’nın büyük hayali aslında Deli Petro’nun vasiyeti diyebiliriz.

Rus Çarı I. Petro’nun, kendinden ve sonrakilerin uygulaması için, 1725 yılında yazdığı ve 1738 yılında ortaya çıkan gizli vasiyeti genelde bölüm halinde ve kısa parçalar şeklinde incelenmektedir. Günümüzdeki uluslararası siyasetle olan bağlantısı kurulamamaktadır. Bu vasiyet bugüne kadar gerek çarlık gerek Sovyetler ve gerekse Rusya dönemlerinde vazgeçilmeden uygulanmaya devam etti. Halbuki vasiyet; Rusların dünya egemenliği, Akdeniz ve Basra Körfezi’ne çıkarak, Hindistan ve Avrupa’yı ele geçirme planlarının anayasasını oluşturmakta. Ve plan bir bütün olarak değerlendirildiğinde geçmişten günümüze kadar yakın çevremizde gerçekleşen olaylara bakma açısından ciddi bir anlam kazanmaktadır.

Kazım Karabekir Paşaya göre Rusların büyük hayali, Rus Çarı Petro’nun vasiyetinde yer alan maddelere dayanıyor. Şüphesiz tarihi sürecinde Rusların temel amaç ve hedeflerini iyi bilmemek yanlış değerlendirmelere neden olmuştur. Petersburg şehrindeki Petro Sarayının mahzenlerinde bulunan bu vasiyetname bir “Dünya Hakimiyeti” mefkuresinin kâğıda dökülmüş kısa halidir. Vasiyetname genel olarak; Türkiye ve İran’ın etkisiz hale getirmesi suretiyle Akdeniz ve Basra Körfezine ulaşılması, sonra da Baltık Denizi ve Akdeniz üzerinden Avrupa’nın, Basra Körfezi üzerinden ise Hindistan’ın ele geçirilmesine dayanıyor. Bunun için bölgede Hristiyan unsurlar kullanılacak ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere Türkler ve İranlılar birbirine düşürülecekti.

Uluslararası Siyaset açısından günümüzde jeopolitik alanlar çok önemlidir. Fakat jeostratejik açıdan aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Buna örnek olarak ormanda yaşama alışmış olan toplumların askerleri ile bu özelliklere sahip olmayan bir toplumun askerleri ile ormanlık arasında girişilecek askeri mücadelelerde coğrafya ve stratejik açıdan son derece önemli bir faktör olarak uluslararası arenada karşımıza çıkmaktadır. Jeopolitik aslında temel deniz ve kara hakimiyetinin temel düalizmine dayanır. Araştırdığımız zaman ünlü jeopolitik düşünürlerin çalışmalarında bu düalizmi görmemiz mümkün olacaktır. Ancak bazı jeopolitik düşünürleri Deniz hakimiyetinin Kara hakimiyetinden daha üstün olduğu düşüncesinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Amiral Alfred Thayer Mahan kendi notlarında, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin sahip olduğu Okyanus çıkışları ile Rusya ve Almanya gibi kara devletlerine kıyasla daha çok avantaj sağladığını söylemiştir. Deniz ve kara ile ilgiyi fikir yürütmezsek jeopolitik kavramdan bahsetmemiz bir anlam ifade etmemektedir.

Rusya günümüzde Avrasya kıtasının Merkezi Karası olan bir devlettir. Rusya bu jeopolitik gücünü önemli bir şekilde, Sibirya’nın fethi ve entegrasyonundan sonra başlamıştır. Merkezi kara devleti konumunda bulunan devlet kendi coğrafi ve kültür anlamında diğer coğrafyalardan esinlenmesi oldukça doğal bir durumdur. Fakat bu tanımı Rusya için söylersek bu yanlış anlaşımlara yol açabilir. Rusya- aslında Doğu ve Batı eğilimlerinden faydalanmışsa bile, bunu kendi sosyal hayatında inşa etmeyen devlettir.

İster çarlık Rusya’sı, isterse de daha sonra Bolşevik devrimi sonunda kurulan SSCB kendi kimliksel, kültürel farklılığı ile Batılı ve Doğulu bir devlet olarak nitelendirilmemektedir. Fakat Dugin`in belirttiği gibi salt jeopolitik düzlemde konunu ele aldığımız zaman bugün dünyada Rusya karşısında tekçe Rimlandlar değil tam karşıda ve muhalif durumunda bulunan Atlantikçi Amerika bulunmaktadır. Bunun için Avrasya devletleri ile muhtemel bir birlik oluşturmak mümkünse bile, ilk yapılmalı şey kıyısal alanların müttefik olmaktan geçer.

Rusya yeniden Avrasya’da egemen güç olmak için eski Doğu Avrupa ülkeleri ile ilişkileri değil, daha önemlisi Atlantikçi blokun Himayesinden çıkmaya çalışan Fransız-Alman ve Hindistan, İran, Japonya, Kafkasya devletlerinin Avrasya stratejik blokuna dahil edilmesidir. Fakat günümüzde reel durumu göz önünde bulundurarak söylemek mümkündür ki, bu sadece bir hayal ürünü gibi görünse bile Putin kafasında daha farklı bir blok sisteminin olmasıdır. Putin ve heyeti boş durmayıp yeni bir sistem bloku üzerinde çalışmaktadır. 2021 dinamiği buna göre hazırlanıyor diyebiliriz. Planlar hazır fakat Rusya’ya kim dur diyecek.

11.10.2020 16:02

ABD seçimlerine sayılı günler değil ama haftalar kaldı diyebiliriz. 2020 Model bir ABD Başkanlık seçimleri izleyeceğiz heyecan dorukta diyemem. Çünkü ABD Sistemi çökmüş durumda demokrasi zırvalarını kimse yemiyor artık Trump hasta oluyor. Biden kahramanlığa soyunup ülkelere demokrasi getireceğiz methiyeleri düzüyor. Geçiniz Efendim artık Uluslararası siyaset bu basmakalıp cümlelerden ve retoriklerden sıkıldı. Kovid-19'a yakalanan Donald Trump iyileşip, virüsü yendim sıra Joe Biden ’da der gibi kampanyasına dönmeye çalışıyor. ABD Seçimleri genellikle kirli siyaset üzerine inşaa edilir. Demokrasi kazandı diye sonlandırılırdı. Tabi ki sonuç fiyasko olurdu. Amerikan Rüyası bitti gençler uyanın.

Dış Politikada gündem bir hayli yoğun Azerbaycan ve Ermenistan arasında olan sıcak gerilim birçok konuları arkasında bırakmış gibi gözükse de ABD Başkanlık seçimlerini bekleyen ciddi bir küresel ağ var. Trump mı yoksa Biden’ ın mı kazanacak diye komplo teorileri havada uçuşuyor. Obama’nın mirasına tepkiyle dönüşüm yapan Trump etkisi ABD dış politikasını önemli ölçüde zaten değiştirdi. Obama neydi ki mirası ne olucak der gibi. Bu arada fısıltı gazetesinde şöyle bir haber duydum. Trump’ın Kovid-19 olması halkın olan desteğinin dramatize bir düşüş yaşadığını gösteriyor. Ben demiyorum fısıltı gazetesi aktarıyor. Bugün halk karşısında düello sırası ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ve Demokrat Parti Başkan Yardımcısı adayı Kamala Harris karşı karşıya gelecek. Trump ve Biden artık kendilerinin spesifik politikalarını aşan bu realiteyle yüzleşmek durumunda kaldıkları günlere geldik net bir ifade olabilir.

Amerikan demokrasisi ve kurumları ve sistemleri açısından tüm dünyaya örnek gösterilen ve ülke vatandaşlarının da demokrasileriyle övündükleri bir rejimdir derler, içimizdeki İrlandalılar fakat Amerikalı yöneticiler, sisteme böyle bakmıyor. Al parayı ver Başkanlığı daha net bir slogan bu seçimler için. Soğuk Savaş sonrasında ABD’li sosyal teorisyenler tek kutuplu bir dünyayı öngörürken etkileyici biçimde dünya çok kutuplu bir yapıyı ve güç bloklarını net olarak ortaya çıkardı. SDE’nin strateji yazarları tarafından sıkça dile getirilen yeni uluslararası sistem, ABD’yi merkez ülke olmanın dışına doğru itmeyi sürdürüyor. Dünya farklı merkezler ve bölgesel güçlerin etrafında toplanırken, ABD bu yeni güçler karşısında sahip olduğu askeri ve ekonomik gücü arkasına alarak öncülüğünü sürdürme iddiasını devam ettirmek için stratejiler yapmaya çalışsa da sistem artık bunu kabul etmiyor. 3 Kasım sonrası ise Amerikan siyaseti kaos ve muammayı beraberinde getiriyor.

Başkan adaylarının seçim münazarasındaki tutarsızlık, kalitesizlik utanç vesilesidir. Trump’ın etrafında yaşanan kutuplaşma siyaseti Amerikan demokrasisinin derin bir yara aldığını net olarak gösteriyor. Türkiye’ye konsolide demokrasi dersi vermişlerdi şimdi ki durum içler acısı diyebiliriz. 2020 seçimleri ABD demokrasisinin ne kadar kırılgan olduğunu gün yüzüne çıkardı. İşsizlik ve ekonomik sorunlar, Kovid-19 salgını, sokak eylemleri bu seçimlerin zor geçeceğinin işaret fişeğiydi. Anayasa Mahkemesi yargıçlarından Ruth Bader Ginsburg’ün vefatıyla boşalan koltuğun doldurulması seçim öncesi adeta mükemmel fırtına etkisi diyebiliriz.

Senelerdir siyaset kurumuna azalan güvenin artık tamamen zirveye çıktığı ve kutuplaşmanın had safhaya ulaştığı 2020 model bir ABD var karşımızda. Biden zaten kendini Başkan ilan etti. Türkiye siyasetine çözümler sunuyor, Ortadoğu’da dizayn yapacağını ifade ediyor. Biden ve destekçileri Amerika’daki seçimleri de şablonlar üzerinden düşünerek hareket ediyor. Biden ve destekçileri Amerika’daki seçimleri de şablonlar üzerinden düşünerek hareket ediyor. Lobilerine güveniyor sağlamda firmalar var arasında ama baştan kaybettin mi bir kez bir daha eskisi gibi olmaz be Joe Amca…

Fakat şunu da unutmamak lazım Trump iktidara gelince ABD’de ve Demokratlar da ciddi bir şok etkisi yaratmıştı. Biden bu sefer lobi çalışmalarını sıkı tutuyor bunun altını çizmek lazım ABD’ siyaset lobi masalarında alınan kararlarla entegrasyona girer. Baştan sona kurgulanmış bir seçime doğru gidiyoruz.

Keskin konuşan bu seçimde kaybedecek orası kesin. Fakat küreselcilerle hareket eden Başkan Yardımcısını stratejik bir kişiyi seçerek yapan kişi belki etkili olabilir.

Washington’daki elit çevreler bir türlü çalışacak bir Türkiye politikası stratejisi oluşturamadı. Hataları Türkiye’yi etkili bir aktör olarak muhatap almak istememeleri. ABD’nin isterse hala Türkiye’de iktidar değişikliği yapabileceğini sanmaları gülünç tarafı. ABD Başkan Kovid-19 olmuş, Biden seçim için çalışıyor, Suriye özel temsilcisi James Jeffrey ne yapıyor? Merak konusu açıkçası…

07.10.2020 09:20

Macron iç ve dış politikada tam bir hayal kırıklığıdır. Avrupa için manevra kabiliyetinin daraldığını söyleyebiliriz. Diplomasi körlüğü tabiri de olabilir. Fransa Cumhurbaşkanı Manuel Macron için net söylüyorum kaybettin. İki yıl önce Fransa Cumhurbaşkanı seçildiğinde kendisi Batı medyası tarafından popülizme karşı "liberal düzenin kurtarıcısı" olarak tanıtılmışken, bugünkü teşebbüsleri hem uluslararası çevrelerce kabul edilmiyor hem de Fransız halkı tarafından şiddetle reddediliyor.

İç politika denklemine bakıldığında ise Macron, yıllar boyunca süre gelen kemer sıkma politikası ve neoliberal programın oluşturduğu toplumsal hazımsızlığı taşımak zorunda kaldı. Her ne kadar vergi politikaları Fransız zenginlerinin ekmeğine yağ sürsede. Fransız halkındaki mevcut adaletsizlik duygusunu tamamen Macron’un uyguladığı politikalara yüklemek doğru olur. Macron başka işi yokmuş gibi Türkiye’yi her anlamda hedef almış durumda bu durumda başarısız oldu. Kaybettin Macron...

Fransa’nın iç politikasında ciddi ekonomik sorunlar var. Demografik ve siyasi sorunları var. Ekonomik anlamda Almanya’nın gerisinde kaldılar, nüfusları yaşlanıyor, göçmenleri entegre edemiyorlar, öte yandan aşırı sağ yükseliyor. Fransızlar bu durumda ya kendilerini reform edip, teknoloji geliştirip, diğer küresel aktörlerle rekabete girecekler ki bunu başaramıyorlar, ya da dış politikada yeni nesil bir sömürgecilik anlayışı geliştirecekler. Bugünkü agresif Fransız dış politikasının temel nedeni, iç politikadaki başarısızlıkların üstünü örtmektir açıkçası. Kendi iç politikasında başarılı olamadı Macron ve sahte popülizm ile kitlelere seslenmeye çalışsa da başaramadı. Kaybettin Macron.

Sadece Doğu Akdeniz’de değil Yunanistan, Libya ve Suriye’de de Türkiye’yle ilgili konuların karşısında Macron’un kişisel özellikleri ve Türkiye hazımsızlığı da siyasete yön veriyor. Brexit sonrası Birleşmiş Milletler ’in daimî üyeleri arasındaki tek AB üyesi olarak Avrupa’nın dünyadaki temsilcisi olma, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in gölgesinden kurtulup Avrupa’nın liderliğine soyunacağı gibi bir fotoğraf vermişti. Avrupa’da bile kaybetti. Çıkmaz bir labirentin içinde yaşıyor ve sürekli şikâyet ediyor. Küresel sistemde kendine pay arıyor ama imkânsız, Macron’un Rus, Çin, Türk, Alman ve Amerika liderleri arasında kendisine bir yer açmak istedi başaramadı. Merkel dinlemiyor, Trump azarlıyor, Putin umursamıyor. Çin zaten tepkisiz, Türkiye ise haddini bildiriyor ve diyor ki Kaybettin Küçük Napolyon. Fransa adeta bir PKK Terör Örgütü dostu ve Türk düşmanı diyebiliriz.

PKK’nın Avrupa’daki para kasası 2007’de Fransa’da yasaklandı. AB’nin terör örgütü listesindeki örgütler burada kendilerine çok rahat saklanma imkânı bulabiliyor. PKK’lı olmayan Kürtlere baskı uyguluyorlar ve Fransa buna göz yumuyor. Suriye’nin kuzeyindeki PKK unsurları Elysee Sarayı’nda ziyafetlerle ağırlandı. Zeytin Dalı Harekâtına da en büyük itirazların Fransa’dan geldiğini hatırlayalım, Doğu Akdeniz S-400 meselesinde ki çığırtkanlıklarını unutmayalım. Fransa’nın Orta Doğu politikası da Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve İsrail çizgisinde ilerliyor. Türkiye’yi hedef alan, Türkiye düşmanlığında sınır tanımayan bu cephenin de bir tarafında yine Fransa var.

Fransa’nın tarihte de var olan sömürgeci karakterini Doğu Akdeniz’de bir kez daha kendini göstermiş oldu. Türkiye’nin bu konuyu dile getirmesinden aşırı rahatsız durumda.  Fransa diğer sömürgeci devletlerin tutumlarıyla karşılaştırıldığında Fransız sömürgeciliği daha korkutucudur. Bugün bile ekonomik, kültürel hatta dini açıdan Afrika’daki eski sömürgelerine baskıları şiddetle devam etmektedir. Türkiye’nin bu vahşeti dile getirmesi onları rahatsız etti asıl sorun burada başlıyor işte. Afrikalılar ise bizi bu vahşetin bir parçası olmadığımız için seviyor. Türkiye Afrika’daki dostlarına diyor ki; gelin ayağa kalkın, kalkının, gelişin, birlikte kazan kazan politikaları uygulayalım. Cumhurbaşkanımızın Afrika ziyaretleri bu yüzden Fransızları çıldırttı. Fransa’nın Türkiye’ye hain tutumu bu yüzden oldu. Anlasanıza tamamen duygusal. Türkiye’nin Afrika politikası Fransa’nın bölgedeki hegemonyasının zincirlerini kırdı ve ağır bir darbe indirdi. Düşünsenize Türk Hava Yolları’nın Afrika uçuşları Air France’a indirilmiş ağır bir darbedir. Eskiden Paris merkezli uçuşlar, artık İstanbul merkezli hale gelmiştir. Fransa’da gerçekleşecek 2022 seçimlerine kadar Türkiye karşıtlığını giderek artıracağı tahminindeyim. Türk halkıyla bir derdimiz yok sorunumuz Erdoğan’la” demişti. Türkiye siyasetine dair fikri ve bilgisi olmadığı bu cümlenin kendisinden bile belli. Erdoğan’ın Türkiye siyasetinde neye karşılık geldiğini bilse bu tür bir laf edemezdi. Aşırı sağla beslenecek ki İslam içinde atıp tutuyor. Macron Avrupa’da yalnızlaştıkça söylemleri gün geçtikçe değişecektir.

Ben bu Macron’u pek ciddiye alamadım saygı değer okurlar. Savaş tarihine dair en sevdiğim laflardan biri ise Amerikalılar gelmeseydi Fransızlar bugün hala “Almanca öğreniyor” olacaklardı.

Twitter: Hasan Birgül

03.10.2020 16:53

Renk Devrimi tabiri 1980’lerden bu yana RAND Corporation, ‘’Demokrasi’’ STK’ları ve diğer gruplar tarafından geliştirilen teknikleri kullanarak CIA liderliğindeki bir dizi olağanüstü etkili rejim değişikliği operasyonunu tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Önemli komünist rejimleri yıkmak için en ham şekliyle kullanıldılar. Bazen pasifize oldular bazen hücreyi uyandırdılar. Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov rejimini devirmek için ağır rüşvetlerle birlikte daha teknik hale getirilip etkili bir biçimde kullanıldı. Black Lives Matter veya Antifa gibi amorf örgütlerin liderliğindeki polis şiddetine karşı protestoların tamamen kendiliğinden ortaya çıkan ahlaki bir öfke olduğu açıktır ama organize şekilde yürüyen eylemler genellikle masa başlarında tasarlanarak gün yüzüne çıkmıştır. George Floyd eylemini hatırlamayan yok. ‘’Nefes Alamıyorum’’ adeta slogana dönüştürüldü ve kitleler halinde Dünya’nın belli başlı bölgelerinde akıllıca sahneye kondu. Yüz binlerce Amerikalı sadece bir ABD Başkanı’nı devirmek için değil, bu süreçte ABD’nin anayasal düzenini ortadan kaldırmak için harekete geçmiş olmalıydı. 

Minneapolis şehrinin polisi George Floyd’un boynunu bastırarak öldürdüğü video çok çabuk şekilde yayıldı. O zamandan beri ülke çapında neler olduğuna bakarsak, bazı kuruluşların veya grupların tam aradığı fırsattı aslında. Joe Biden ve Demokratlarda bu fırsatı bekliyordu. Lobiler, STK’lar, Vakıflar hemen harekete geçti. Biraz geriye gidelim, olayların başlangıcına. 25 Mayıs’tan bu yana protestolar barışçıl bir şekilde devam ediyordu. Şiddete başvuran aktörler sahnedeydi, iki kuruluş düzenli olarak ortaya çıktı Black Lives Matter ve Antifa. Protesto çetelerinin ‘’vur ve kaç’’ kaynama grevlerini koordine etmek için Twitter ve diğer sosyal medya hesapları da aynı anda harekete geçti. Herkes bu gösterileri 1968 yılındaki siyah getto protesto ayaklanmaları dalgasına benzettiler fakat olay tam bu değildi; Yugoslavya’daki 2000 yılında Katil Miloseviç’in devrilmesini sağlayan renkli devrimlere benzetilebilir.

1980’lerde CIA Başkanı Bill Casey tarafından, Dünya çapında spesifik rejimleri insan hakları konusunda çalışan bir STK kisvesi altında devirmek üzere gizli bir CIA aracı olarak kuruldu. Aslında Kongre ve USAID’ den destek alıyorlardı. ABD’nin Belgrad büyükelçisi Richard Miles, birkaç düzine öğrenciden oluşan gruplar seçip onları eğittiler. Washington Post ‘ta şöyle bir yazı çıktı; ABD’nin fonladığı danışmanlar, bu sürecin hemen hemen her aşamasında sahne gerisinde kritik bir rol oynadılar, anketler yaptılar, binlerce muhalif aktivisti yetiştirdiler. Hatta 5000 teneke spreyin parasını bile verdiler. CIA ve ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan yetkililer ise onları perde gerisinden yönlendirdi. Renk Devrimi modeli, 2004 yılında Ukrayna Renkli Devrimi sırasında daha da geliştirilip uygulandı. Öncesinde de Gürcistan’da Gül Devrimi sırasında ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Arap Baharı’nın başlatılması sırasında da bunu bir model olarak kullandı. Tüm durumlarda NED, Soros Vakıfları da dahil olmak üzere diğer STK’larla birlikte çalıştılar. Bu arada Soros Vakfı Antifayı’da maddi destek olarak yönlendirebiliyor. Protestolar, ayaklanmalar, şiddet içeren ve içermeyen ancak 25 Mayıs’tan itibaren ABD çapına yayılan, Beyaz Saray kapılarına dek ulaşan eylemler, CIA’nin Renkli Devrim rehber kitabını anladığımızda daha da anlam kazanmış olucak. Protestoların etkisi, Demokrat Parti’nin kendi içinden protestoculara destek veren bir yerel ve devlet yetkilisi ağı olmasaydı pek de mümkün olamayacaktı. Öyle ki bazı Demokrat Partili Valiler polise birkaç bölgeyi boşaltma yetkisi vermeyecekti. ABD çapında Demokrat Parti’nin büyük kısmı ‘radikal sol adaylar’ olarak adlandırılan kesim tarafından sessiz sedasız ele geçirildi. Genellikle Amerika Demokrat Sosyalistleri veya Özgürlük Yolu Sosyalist Örgütleri gibi örgütlerin aktif desteğini aldılar.

Joe Biden ve ekibi başkanlık yarışında çok farklı bir stratejide çalışıyorlar ve açıkçası mesela çalışma sistemleri fonlanan örgütler üzerinden karışıklık yaratma için iyi eğitim almış kişiler. ABD ilk defa kendi silahıyla kendi ayaklarına sıkıyor. Joe Biden birtakım ittifaklarından söz etmek istiyorum. Kent Hakkı İttifakı, 6,5 milyon doları vergiden muaf edilmiş şekilde elde etti. Ford Vakfından 1,9 milyon dolar, Soros Açık toplum vakfından 1,3 milyon dolar. Meşhur mısır gevrekleri Kellog Vakfı 250 bin dolar, bunlar ayrıca Black Lives Matter’ın da fonlayacılarıydı. Büyük Para ve ActBlue Hillary Clinton’dan duymuşsunuzdur. M4BL websitesine tıkladığımızda bağış butonu altında bağışların ‘’ActBlue’’ adı altında bir vakıfa gittiğini görüyoruz. ActBlue; Joe Biden’ın kampanyasına 119 milyon dolar bağışta bulundu. ActBlue ayrıca Black Lives Matter için de çalışıyor çok garip dimi tuhaf bir ilişki ağı mevcut bu seçimlerde Joe Biden ekibi işini iyi biliyor veya ABD Kendi Renkli Devrimi için düğmeye bastı diyebiliriz. Şimdi bugün itibariyle fonlanan toplanan paralar Joe Biden’ın elinde. Asıl destek ise bu grupların mamaladığı siyahilerin destek vermesi net şekilde ortada. Herkes seçim için Trump yine yeniden kazanıcak desede, Joe Biden ve Fonları çok zor bir devrim stili deniyor. Vergiden muaf olup Rockefeller, Ford,Kellog,Apple,Nike ve Soros bu çalkantılı dönemi hem kendi hem uluslararası arenada sinsi bir şekilde kullanıyor. ABD Başkanlık Seçimlerine son 34 gün kaldı. Ha gayret Joe yapın kendi devriminizi.

30.09.2020 10:35

Sabahtan beri yabancı haber kanallarını seyrediyorum kritik bu süreçte nasıl bir arka plana sahipler diye. Tek kelime ile ‘’Rezalet’’ özellikle Dağlık Karabağ için tartışmalı bölge ifadesini kullanıyorlar. Düzeltelim: Karabağ "tartışmalı bölge" filan değil, Ermenistan'ın yıllardır işgal altında tuttuğu Azerbaycan toprağıdır. Tekrarlıyorum sevgili okurlar Karabağ Azerbaycan toprağıdır.

Dağlık Karabağ sorunu çok uzun bir tarihi geçmişe ve öneme sahiptir. Dağlık Karabağ, Karabağ bölgesinin küçük bir bölümünü kapsıyor ve sözde Ermenistan’ın üzerinde hak iddia ettiği topraklardır. Ermenilere göre bu topraklarda zaten hep vardılar ama Azeriler sonradan geldiler bu bölgelere Yersen! Peki, gerçekten böyle miydi? Aslında bu konunun böyle olmadığı pek çok belge ve tarihi döküman ile ispat edilmiştir. “Kafkasya Arkeografi Kurulu Aktları” adlı toplu belgelerden, Rusya İmparatorluğunun Güney Kafkasya’yı istilasına kadar Azerbaycan hanlıklarında yaşayan Hıristiyan Ermeniler bu yerlerin nüfusunun çok az bir kısmını oluşturuyorlardı. Karabağ Hanlığı’nda oturan 12 bin aileden 2.500’ü, Şamahi Hanlığı’nda oturan 24 bin aileden 1.500’ü, Şeki Hanlığı topraklarında oturan 15.000 aileden ise sadece üçte biri Ermenilerden oluşmaktaydı. Yani Ermenilerin “bu topraklarda hep biz vardık” dedikleri dönemlerde aslında bu bölgelerdeki sayıları yok denecek kadar azdı. Toplam nüfuzu 51.000 aile olan üç bölgedeki Ermeni sayısı 9.000 civarındaydı. Ama bu 9.000 nüfuz 1828’den sonra artmaya başladı. Dağlık Karabağ veya Yukarı Karabağ meselesi iki ülke arasındaki çatışmanın temel nedeni haline gelmeye başladı. Kimi araştırmacılar çatışmayı 1987-1994 dönemine götürse de aslında çatışmanın tarihi arka planı 19. yüzyılın başlarına dayanmaktadır.
 
Çarlık Rusya’sı 1800’lerin başında bölgede iskân politikaları uygulamaya başladığında Karabağ’daki Ermeni nüfusu 1823’te yüzde 22 iken Azerbaycan Türkleri ise bölgedeki nüfusun yüzde 78’ini oluşturuyordu. İran-Rusya arasında imzalanan Türkmençay Antlaşması ve Osmanlı-Rusya arasında imzalanan Edirne Antlaşması ile bölgenin nüfusu değişmeye başlamıştır. Rusya’nın izlediği iskân politikaları sonuçlarını vermiş. Ermeniler Türk yurdu Karabağ’da çoğunluk pozisyonunda olmuştur. Rusya’nın bu stratejileri yakın geçmişte ve hatta günümüzde birçok bölgede kullanmış ve kullanmaya da devam etmektedir. Gorbaçov döneminde yani Sovyetler ’in sonunda bölgenin statüsü değişmeye başlamıştır. Bu sürecin ardından Ermeniler hak talep etmeye başlamıştır. Sovyetler geçmiş dönemde de Ermeniler ’den yana bir politika izlemiştir. Ermeni nüfus içerisinde bir hareketlenmenin başlamasıyla birlikte ilerleyen yıllarda Dağlık Karabağ’da yaşanacak çatışmalar ateşlenmiştir. Gorbaçov döneminde yani Sovyetler ’in sonunda bölgenin statüsü değişmeye başlamıştır. Ermeni Azınlıklar, Sovyetleri’ de arkalarına alarak hak talep etmeye başlamıştır. Dağlık Karabağ Birleşmiş Milletler tarafından bağımsız Azerbaycan’ın toprağı olarak kabul edilmiştir. De facto (fiili) olarak bağımsız bir devlet olma iddiasında olsalar da bu otoriteyi tanıyan Ermenistan dahil hiçbir devlet bulunmamaktadır. Bu nedenle Ermenistan tarafından atılan bu adımların tamamı uluslararası hukuka aykırı ve Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü ihlal etmiştir.
 
Ermenistan’ın bu süreçte izlediği etnik temizlik ve katliam politikaları sebebiyle bölgeden bir milyonu aşkın Azerbaycan Türkü̈ göç̧ etmek zorunda kalmış̧ ve binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Azerbaycan ve Ermenistan sınır bölgesi olan Tovruz’da çatışmalar yaşanmıştı. Ermenistan’ın hudut gerisinden askeri ve sivil yerleşim bölgelerine ağır silahlarla gerçekleştirdiği saldırıya Azerbaycan karşılık vermişti. Tovuz bölgesi neden hedef seçildiği ise jeopolitik ve enerji kaynakları bakımından öneme sahip olduğu ortadır. Ve bugün olan Ermenistan’ın sivillere karşı saldırısı ve Azerbaycan’ın karşılık vermesi bölgede olağan üstü hal ve harp durumuna geçilmesine neden oldu. Azerbaycan Savunma Bakanlığı yaptığı açıklamada, Ermenistan ordusunun, saat 06.00 sıralarında cephe hattı boyunca geniş kapsamlı provokasyonda bulunarak Azerbaycan ordusunun mevzilerine ve sivil yerleşim birimlerine büyük çaplı silahlar, top ve havanlarla ateş açtığını biliyoruz. Ermeni’ler arkalarına birkaç kişiyi almış kabadayılık yapıyorlar ve cevabını da misliyle alıyorlar.
 
Azerbaycan ordusu komutanlığının sivil halkın güvenliğini sağlamak için tüm cephe boyunca bir karşı saldırı başlatmaya karar verdiğini görüyoruz. Azerbaycan stratejik noktalarda üstünlüğü sağlamış durumda. Ermenistan’ın PKK benzerliği sakın gözünüzden kaçmasın, İran ise bölgede üstünlük için Ermenistan’ın emrinde diyebiliriz rahatlıkla. Gelelim büyük aktöre Rusya ne zaman payı çıkarı azalırsa etkili bir silah olarak Ermenistan’ı Azerbaycan’a tehdit olarak kullanıyor. Ermenistan'ın Azerbaycan'a yönelik gerçekleştirdiği saldırının temel şüphelisi Rusya’dır. Rusya’nın dişine kan bulaşmış gibi her tarafa saldırması ciddi bir diplomasi körlüğü diyebiliriz.
 
’Karabağ Azerbaycan’dır Biz Tek Millet İki Devletiz Can Azerbaycan’ın yanındayız.’

28.09.2020 10:16

Bir önceki yazımda; Putin’in Siber Savaşı hakkında bir yazı kaleme almıştım. Yazının sonunda, ‘’Rus Paralı Askerlerine’’ değineceğim hakkında bilgi notu düştüm. Rusya bir süredir, Avrupa’yı ciddi anlamda siber saldırıyla bezdirmişti. Kendi siber hava sahası gibi Avrupa’yı kullanıyordu. Şimdi sahanın içine girelim ve Kremlin’in Aşçılarını tanıyalım.

Yazımın başında acaba nasıl derlesem ve toparlasam diye çok düşündüm, kafamda yazdım, çizdim. Farklı bir giriş yapmak istedim.  22 Mayıs 1813'te Almanya'nın Leipzig kentinde doğan ‘’Richard Wagner’’ polis memuru Friedrich Wilhelm - Johanna Wagner çiftinin 9 çocuğundan en küçüğüdür. Alman opera bestecisi, tiyatro direktörü, müzik teorisyeni ve yazarı. Geliştirdiği birleşik sanat eseri kavramı 'Gesamtkunstwerk' ile müzik dünyasını etkiledi. Yahudi karşıtlığıyla bilinirdi.

Rus lider Putin KGB kökenli olduğu için gizli kapaklı yapılanmaları, operasyonları sever ve destekler fakat bu sefer kapsamlı bir çalışma yapmış. Bir tabir vardır ya ser verip sır vermemiş, tam da böyle bir durum. Hakkında çok fazla bilgi olmayan, Rusya'nın askeri operasyonlarına destek veren paralı asker grubu ‘’ WAGNER’’.  

Dünya Wagner güvenlik şirketini ilk kez 2014 yılında duydu. Şirket, devlet dışı silahlı örgüt olarak Ukrayna, Suriye ve Libya’daki savaşlara müdahil oldu. Wagner'in paralı askerleri Çeçenistan ve Gürcistan'da sıcak çatışma deneyimine sahip özel paralı askerlerden oluşan, suikast timi olan siber saldırı ekibi olan kapsamlı bir ‘’Hayalet Ordu’’. Rusya'nın askeri operasyonlarına destek veren paralı askerler olarak nitelendirebiliriz. Putin'in gizli ordusu diyebiliriz. Rus kasaplar diyebiliriz. Özellikle Doğu Ukrayna ve Suriye başta olmak üzere dünyadaki diğer çatışma bölgelerinde yer alan paramiliter bir silahlı örgütten bahsediyoruz. Suikast konusunda ciddi eğitimler verilmiş bir gruptan bahsediyoruz.  İstihbarat kaynaklarını GRU’dan sağlıyorlar. Birileri geçen yazımı okurken GRU kim? demiş.

GRU Rusya'nın en büyük istihbarat teşkilatıdır.

Wagner, Ukrayna'nın doğusundaki Donbas bölgesinde Kiev karşıtı isyan sırasında yaşanan çatışmalarda duyulmaya başladı. Profesyonel savaşçıların, Ukrayna'nın doğusunda Moskova yanlısı isyancılarla birlikte çatışmalara müdahil olduğu konuşuluyor. Rus basınında yer alan bazı haberlerde, Wagner Grubu'nun Rusya Savunma Bakanlığı'na bağlı hareket ettiği iddia edildi. The Bell sitesi, 2015 yılı itibarıyla Wagner Grubu'nun yıllık bütçesinin 10,3 milyar rubleyi (yaklaşık 166 milyon dolar) bulduğunu yazdı. Uzmanlara göre yaklaşık 6 bin kişiden oluşan Wagner Grubu'nda sözleşmeli askerlerin aylık maaşları 2-3 bin dolar civarında. Paralı savaşçılar, yerine getirdikleri görevlere göre ayrıca prim de alıyor. Savaş bölgelerinde ölmeleri halinde ise yakınlarına 50-80 bin dolar tazminat ödeniyor. Wagner ‘’Gru’’ istihbarat Örgütü, Rus devleti ve ülkede etkinliği olan zengin isimler tarafından finanse edildiği söyleniyor. Rusya yasalarında, devlete bağlı olmayan silahlı grupların başka bir ülkede askeri faaliyette bulunması yasak. Bu durumda 7 yıla kadar hapis cezası öngörülüyor. Kiralık askerlerin finansmanı ve eğitiminde bulunan kişiler için ise bu ceza 15 yıla çıkıyor. Rusya'da son yıllarda Wagner Grubu'nun faaliyetlerinin yasal hale getirilmesi için girişimler sürüyor. Rusya Parlamentosu'nun alt kanadı Duma'da konuyla ilgili yasa tasarısı sunulurken, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da paralı askerlerin haklarının korunmasına yönelik yasal düzenleme yapılması fikrini desteklediğini açıklamıştı. Wagner Grubu’nun sahibinin, Moskova yönetimiyle yakın ilişkileri olduğu ve hatta ona ait Concord Food Catering’in Kremlin’e yemek servisi sağladığı gerekçesiyle “Putin’in Aşçısı” lakabı takılan ünlü iş adamı Yevgeny Prigojin olduğu bilinmektedir. Prigojin’in yönetim danışmanlığı, şirketi olan Concord Management and Consulting adlı şirketin kurucusu ve eski yöneticisi olduğu bilinmektedir. Bu şirket Internet Research Agency, Evro Polis, Megaline, M-Finance gibi diğer daha küçük ölçekli şirketleri de içine almaktadır.

Wagner özel askeri şirketinin de Concord’un bir yan şirketi olduğu iddia edilmektedir. Bu şirkete 2016 ABD başkanlık seçimlerine siber müdahalede bulunduğu iddia edilen Internet Research Agency adlı şirketi finanse ettiği gerekçesiyle ABD tarafından yaptırım uygulanmıştır. Haziran 2017’de ABD Hazine Bakanlığı, Rusya’nın Kırım ve Doğu Ukrayna’daki askeri müdahaleleri nedeniyle yaptırım uyguladığı şirketler listesine Concord Yönetim ve Danışmanlık şirketini de eklemiştir. Grubun sahibi olduğu düşünülen Rus iş adamının Kremlinin çıkarları doğrultusunda ticari faaliyet yürüttüğü de iddia edilmektedir. Ama Kremlin’de her yerde bu şahıs randevusuz görüşmeler, toplantılar bile organize ettiği biliniyor. Yevgeny Prigojin; Putin ne isterse onu yapar. Çok önemli bir finansör ve bağlantı kaynağıdır. Wagner Grubu’nun kurucusu ve liderinin geçmişte Ukrayna vatandaşı olduğu ifade edilen ve Rusya Silahlı Kuvvetler Genelkurmay Başkanlığına bağlı askeri istihbarat servisi Baş İstihbarat İdaresinde (GRU) bir dönem çalışmış Dmitry Valeriyeviç Utkin 1970 yılında, dönemin Sovyet Ukrayna’sında bulunan Kirovohrad Oblast’ta doğmuştur. Üçüncü Reich tarihine olan ilgisiyle tanınan Utkin’in çağrı işareti, Hitler’in en sevdiği bestecilerden biri olan Richard Wagner’in adını andırmaktadır. 2013 yılında GRU’dan emekli olduktan sonra Morgan Güvenlik Grubu (Özel Güvenlik Şirketi) ve Slav Birliği (Özel Askeri Şirket) için çalışmaya başlamıştır. Morgan Güvenlik Grubu dünya çapında korsanlığa karşı çalışan ve buna yönelik tecrübeli askerler tarafından eğitim verilen bir özel güvenlik şirketidir. Slav Birliği ya da bilinen adıyla Slavic Corps ise, Tajik Sivil Savaşı ve İkinci Çeçen Savaşında fazlasıyla tecrübe kazanmıştır. 2014 yılında günümüzde de çatışmaların sürdüğü Ukrayna’nın Luhansk Bölgesinde Wagner Grubu ile birlikte görüntülenmiştir.  2016 yılında, Dmitry Utkin, Kremlin’de Anavatan Günü Kahramanları kutlamalarına katılmış ve Cesaret Emri ile ödüllendirilmiştir. Bu toplantıda Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile de görüntülenmiştir. Utkin 2017 yılında, Evgeny Prigozhin’in de pay sahibi olduğu Putin ile yakın bağlantıları olan Concord Danışmanlık ve Yönetim Şirketi’nin ‘’LLC Concord Management and Consulting’’ CEO’su olarak atanmıştır. Kurulduğu yıldan beri aktif olarak Wagner Grubunun yöneticiliğini yapmaktadır. Rusya'da varlığı yasak olduğu için, kayıtlı olduğu ülke Arjantin’dir. Bu olaylar Utkin’in Putin ile ve dolayısıyla Wagner’in Kremlinle yakın ilişkilerine dair şüpheleri arttırmış ve sonrasında bu iddiaları destekleyen gerekçelere dönüşmüştür. Kimilerine göre ise Utkin sadece bir figüran olup grubun gerçek liderini saklamak için bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu yazımın sonuna geldik diğer kısımda sahada neler yaptıklarıyla alakalı bir yazı kaleme alıp bu yazı dizisini bitireceğim.

22.09.2020 11:17