Haber 365
Haberlere Hızlı Erişin Son Dakika Haberleri ve Gelişmeleri Anında, Herkesten Önce Öğrenmek İçin;
Takip Et
Başlık sizin
Ebuzer Aktaş
15.03.2023 Wednesday 15:50

Deprem bölgesine gidenlerin ve dönenlerin gönlünde tekrar bölgeye gitmek var. Tabi bir taraftan da normal iş hayatı devam ediyor. Etmesi de gerekir zaten. Bölgeye gidemeyenler ise yazılı, görsel ve sosyal medya gibi mecralardan izleyip, elinden geleni yapmaya çalışıyor. İyi niyetli olan herkesin ama herkesin ellerinden öperim… Fakat şu an asrın felaketi unutuldu ve tek gündem siyaset oldu. Hatta siyaset oldu da demek istemiyorum, tek gündem kaçlı olduğu belli olmayan masa oldu. O küstü, bu az buldu, vay efendim ellerim boş kaldı da o öyle dedi de bu böyle dedi de… 

Sizin derdiniz ne? Karşı çıktığınız bu sistemi daha kazanmadan parsel parsel dağıtıyorsunuz. Kazanmak için yüz oyu olan birine bile genel müdürlük verilecek haldeler. Siz hangi ara bu kadar aşağı düştünüz? Hangi ara hizmet etmeniz gereken milletin acılarını unutup menfaat derdine düştünüz. Vatanın bütün nimetlerini bir pasta olarak görüp büyük dilimi almak için nasıl kavgalara düştünüz?

Hiç kimse kusura bakmasın! Adına masa veya ittifak denilen her ne ise zerrece hizmet etmek için can atan birisi yok. Bu genel başkanların ve yardımcılarının bu süreçte ortaya koyduğu tavırla net bir şekilde anlaşılmıştır. Kendilerince iktidarın en güçsüz zamanını buldular, saldırıyorlar. Seçimi kazanmak için hadi saldırın da elinizde proje olsun. Yapacaklarınızı vatandaşa anlatın, özellikle de deprem bölgesindeki vatandaşlarımıza.

Yıkacağız!

Yargılayacağız!

Dokunacağız!

Bunları diyenler dağıldılar, yıkıldılar ve masadan ayrılık sürecinde en mahremlerine bile dokundular. Bu kadar acı ve daha kabuk bağlamamış yara varken bunu bu kadar savaş halinde yapmak kelimenin tam anlamıyla rezillik, kepazeliktir!

 Adına masa denilen ve kaçlı olduğu bilinmeyen bu ittifaka kendi içlerinden bile, kumar masası, oyun masası, ego masası dediler. En ağır cümleleri söylediler ama bir türlü hizmet masası diyemediler…

Efendiler, her şey oldunuz ama size güvenen bu aziz ve necip millete muhalefet olarak bile umut olamadınız. Bu saatten sonra iktidar da olamazsınız.

Sizler mal, millet ise can derdinde… 

09.03.2023 17:27

Aslında herkesin söyleyeceği binlerce cümle var bu süreçte. Kimi suçlamalarla, kimi şükürle, kimi acıyla ve bazılarının da söyleyeceği bütün cümleleri duyacak herkesi depremde kaybettiği için sustuğu… Afetin büyüklüğünden, yıkımın etkisinden herkes fazlasıyla bahsetti. Binlerce iyi yüreğe, binlerce vicdanı taş kesilmiş ama hayata dair halen nefes alanlara şahit olduk.

Küçüklüğümün bir cümlesidir “zaten termos kırıldı, bir de sen çay mı istiyorsun?”, evet şu an herkes çay isteyebilir ama kırık termosun çayı soğuktur, içinde parçalar vardır; dilini, boğazını ve mideni keser. Şu anda da sosyal medya bir kırık termostur gözümde, her baktığımda dilimi, yüreğimi, kalbimi ve gözlerimi kesen bir termos. Çocukluğum çok şükür ki Erzurum’da geçti. Yaşım ilerledikçe bazı olayları anlamakta zorlansam da veya karşı çıksam da yine binlerce şükür. Bundan ortalama 20-25 sene önce anne ve babalar çocuklarını büyüklerinin yanında ve özellikle dışarıda sevemez, kadınlar dışarıda kocalarının yanında değil üç adım gerisinden yürürdü.  Buna yaşımın ilerleyen zamanlarında çok karşı çıkmıştım, sevgiye ve şefkate aç olarak hiçbir çocuk büyümesin diye. Fakat bu konuya dair en büyük tezat dine çok bağlı olup böyle davranmalarıydı. Peygamber efendimiz (s.a.v) evlatlarını omzuna alıp herkese göstere göstere dolaşırken peygamberine bu kadar bağlı bir millet neden böyle yapıyordu, anlaması çok zordu. Biraz araştırma yapınca yine binlerce kere şükrettim. Rusya ile yapılan savaşta Erzurum bölgesinde yüzbinlerce erkek şehit düşmüş, geride binlerce kadın dul, çocuklar ise yetim kalmış. Hatta esir düşüp geri dönemeyenler de olmuş ki dedemin dedesi de bunlardan sadece biri…

O dönem önde gelen insanların aldığı bir karar tartışılabilir fakat dönem için ideal bir karar bence. Demişler ki; evlatlarınızı dışarıda sevmeyin, yetim olan yavrularımızın kalbi sızlar. Eşinizle dışarıda yan yana yürümeyin, kocasını kaybetmiş kadınları üzmeyin. Benim karşı çıktığım olayın başlangıcı o kadar yüce bir düşünceden ortaya çıkmış ki bütün karşı çıkışlarımdan utanır oldum.

Şu an ise durum çok daha farklı ve çok daha vahim. Babası şehit düşen yavrularımız yok sadece, annesini de bütün akrabalarını da kaybeden binlerce yavrumuz var. Kocasını yitirmiş, eşini yitirmiş, torununu hatta kendi hariç bütün ailesini kaybetmiş binlerce abimiz, kardeşimiz, ablamız, ablamız ve yavrularımız var. Dünyaları başına yıkılmış, sevdiği herkesi ve her şeyi enkaz altında bırakmış insanların kalbini artık sızlatmayalım. Bütün mutlulukları yaşamaya hakkımız tabii ki var ama biraz daha sabredelim.

Sosyal medya denilen çukura bir de biz hayatta kalanları gömmeyelim. Arşivleyelim, sabredelim, yaralarımızı birlikte sarıp kardeşliğimiz için şükredelim…

Acıyla akan binlerce gözyaşını mutluluktan dolayı akması zaman alabilir ama en azından dindirelim. Acının oluşturduğu gözyaşı pınarlarını el birliğiyle durduralım…

02.03.2023 14:03

Normal yürümek için attığımız adımlara bile dikkat etmemiz gerekiyor. Ya yanlış atarsak, ya başaramazsak, ya elimize yüzümüze bulaştırırsak, ya yürüyemezsek? Kötürüm mü kalacağız? Bir daha asla yürüyemeyecek miyiz? Böyle mi olacaktı başarısızlığımızın başlangıç noktası veya böyle mi nasihat edilmeliydi dikkatli olmamız gerektiği?

Tüm bunlarla görünüşü insan, ufak bir zorlukla karşılaştığı zaman ortaya koyduğu tavırla ürkek bir ceylan edasında yetiştirir veya vesile olursunuz yanınızdaki evladınıza, arkadaşınıza, eşinize ve dostunuza…

Herkesin başarıyı kabullenmek için birbirinin üzerine basarak koştuğu şu zamanda başarısızlığı da kabullenmek gerçek başarının ta kendisidir. Kendi başarısızlığını kabul eden kişiler, yine kendi başarısı için en büyük adımı atmış ve edinilmesi en güç tecrübeyi edinmiş kişilerdir. Başkalarının başarısına konanlar belirli bir süre görünür olur fakat zihinlerde kalan sağlam bir adım atamamış olur. Zihinlerde kalamadığı gibi tek elde ettiği tecrübe de hüsranın buhranıdır. 

Evlatlarımıza “Yapma, beceremesin! Hızlı koşma düşersin, dizin kanar, vazgeç!” demek yerine senelerdir biriktirdiğimiz tecrübelerimiz olumlu cümlelere dönüşebilir. “Evladım, şu kısımları da araştıralım belki göremediğimiz farklı kısımları vardır, ona göre tedbirimizi daha sağlam alırız.” demeyi lütfen ama lütfen öğrenelim. Bütün sokaklar ya özgüveni yerle yeksan olmuş gençler ile dolu diyeceğim ama aynı durum yetişkinlerde de söz konusu. Ben yapamadım yapsın, ben yaşayamadım o yaşasın dediğiniz bütün sosyal olaylarda destek olup sonunu bile düşünmeden hareket ettiğimiz olaylar kadar da değeri yok evlatlarımızın? Kim ilk yaptığı deneyde doğru sonuca ulaşmış, kim ilk yazdığı makale ile bilim dünyasını altüst etmiş? 

Bizler senelerdir bir icat yapmayı bırak niyet ettiklerinde bile başına binlerce farklı olayların geldiği aslı astarı olmayan veya olan rivayetlerle büyümüş nesillerin yeni yeni özgüven denilen duygusuyla tanışmış çocuklarıyız. Bir fikri ortaya koyduğunuzda sizi eleştirenleri dinleyin, eğer başarılı olmanız için çözüm sunmuyorsa sessizce uzaklaşın, o ortamdan da o kişi ve kişilerden de. Kuru gürültüler müziğin hiçbir evresinde yer almazken hayatınızın her saniyesinde sizi ürkütmesine izin vermeyin. 

Unutmayın, unutmayalım ve unutturmayalım; düşünürsek kazanırız, düşünülmüşleri yaparsak sadece yaşarız…


10.08.2022 13:14

Yarın üniversite tercihlerinin son günü. Okul öncesi eğitim ile başlayıp seneler süren bir serüvenin en önemli yol ayrımlarından sonuncusu belki. Biz ne kadar hazırız bu önemli olayda evlatlarımıza, kardeşlerimize veya akıl danışan arkadaşlarımızın hayatlarında rol model olmaya? 

Öncelikle test manyağı olmuş, sosyal hayattan soyutlanmış, baktığı her yeri çözülecek birer test sorusu olarak gören evlatlarımızın hayata yani gerçek hayata attığı ilk adımlarındayız. Peki evlatlarımız halen emekliyor mu? Yürümeye çoktan başlamadılar mı? Evlatlarımızla top oynayıp ip atlamadık mı? Düşüp dizlerini kanatınca koşup yanlarında olmadık mı? Hatta evladım çok koştun, soğuk su içme hasta olursun demedik mi? Hepimiz bunları öyle veya böyle bir şekilde yaptıysak çocuklarımızın hayata ilk adımı, yani bunu söylerken kastettiğimiz üniversite tercihi demek ki ilk adımları değilmiş. Futbolu daha çok seven evladımıza hentbol oynatamadık değil mi? Hep bir bahane bulup gelmedi veya bizler üzülmeyelim diye arkadaşlarıyla maçını bırakıp yanımıza geldi. İşte tam da buradayız, evladımızın hiçbir zaman yanımızdan ayrılmasını istemiyorsak kendi sevdiğini değil bizim sevdiğimizi, isteyip fakat şartlar elvermediği için yapamadıklarımızı zorla kabul ettirmeliyiz. Bunun aksi söz konusu dahi olamaz. 

Bırakın Hanımlar, Bırakın Beyler!

Evlatlarımızı sevdikleri alana bırakın. Parası çok olana, devlet kontenjanının daha fazla olduğu alana değil sevdikleri alana bırakın gitsinler. Ortalama dört sene okuyacakları alanda bizlerin baskılarından, onlara yaşattığımız korkulardan, kahrolası komşu çocuğu teröründen sıyrılıp kurdukları hayalin peşinden gitsinler. 

Benim evladım şu an arkadaşlarının etkisinde, o yüzden doğru karar veremiyor diye endişelenmeyin. Bizlerin kızacağını, ona kırılacağımızı bildiği için senelerce içinde saklı tuttuğu hayallerini o arkadaşlarıyla konuşuyor. Arkadaşlarının sözü daha ağır basıyor diye kırılıp kızıyorsak yine yanlış yapıyor, yanlışlarımıza yenilerini ekliyoruz demektir. Çünkü kalben “Sen ne istiyorsun evladım?” diye hiç sormadık ama arkadaşları sordu. 

Şimdi bir kez olsun baskı yapmadan, kıyas yapmadan, dolaylı olarak istediğimiz alanı onlara anlatmadan sadece tecrübelerimizi anlatıp kararı onlara bırakalım. İstedikleri alana gitsinler, okusunlar. En azından istediği, hayalini kurduğu bir hayatın yokuşunda terlerler. Sırtına koyulacak havluyu, içirilecek ılık suyu biz hazırlayalım fakat önlerine set kurmayalım. Mutlu olmak zaten zorken gözümüzün nuru evlatlarımıza hayatı bir de biz zindan etmeyelim. 

Bırakın! Tercihlerimizi değil, kendi tercihlerini yapsınlar… 


04.08.2022 13:29

Başlık mehteran takımının yürüyüşü gibi oldu değil mi? Olsun, her şeyden bir çıkarım elde etmemiz gerekmiyor mu? Diğer canlılardan bizi ayıran da düşünme yetimiz değil mi esasen? O zaman neden yerimizde sayıyoruz?

Aslına bakıldığında yerimizde saymıyor, daha da geriye gidiyoruz. Durmadan, usanmadan ve hayatın akıp giden akışına aldırmadan geriye, bilinmezliklerle kördüğüm olmuş o bataklığın bizzat kendisine gidiyoruz. Gitmekle kalsak artık iyi denilecek haldeyiz ama kutsal bir menzilmiş gibi gidip o bataklığın etini ve kemiklerini bizler oluşturuyoruz. “İnsanoğlu bu kadar kör olur mu?” diyoruz ama bunu derken bile farkında olmuyoruz geriye sürüklenişimizin. Nedir bu bataklığa giden yol, neresindeyiz yolun ve neresinden geri dönebiliriz?

Edebi olarak birden fazla şairin, yazarın aktarımlarını paylaşmak belki daha faydalı olabilir ama onları bile anlamadan veya birisine gönderme yapmak için kullanmaktan başkaca bir eylemimiz olmuyor. Başkaları için paylaşmak aslında başkaları için yaşamaktan öteye götürmez insanı. Bize bahşedilmiş hayatı neden başkaları için heba edelim, neden gecemizi gündüzümüze katarak zamanımızı harcayıp kendi dibimize ışık vermekten imtina edelim ki?

Yapılması gereken çok basit aslında; bütün yolculuğumuzu kendimize yapmalıyız. Kendine faydası olmayan kişinin bir başkasına faydası olmayacağını fazlasıyla anlamış bulunuyoruz fakat eyleme dökmek zor geliyor. Zor gelen her şeyin ardında başarı, tecrübe kazanımı ve ileriye yönelik sağlam basılacak bir adım vardır. Kaçmak çözüm değil, ertelemek pişman olmaktır. Alıştığımız, korktuğumuz için yapmaktan vazgeçtiğimiz ne varsa hepsini sırayla yapmanın tam zamanıdır. Unutmayalım; rızık Allah’tan, kullar ise ancak ve ancak bir vesilenin görünen tarafıdır.

Bizleri kararsızlığa, yeise ve o kördüğüm olmuş bataklığa sürükleyen ne varsa hepsinden vazgeçmeli, yeni bir günün binlerce açılacak kapılara gebe olduğunu idrak etmeliyiz. Geri gitmemek için öğrenmeli, yerinde saymamak için ise sürekli kendimizi geliştirmeliyiz. Kendimizi severek başlayabilir, en kötü kararın kararsızlıktan evla olduğunu bilerek yürümeliyiz.

Nasıl mı?

Mehteran gibi; kararlılıkla, azimle yeni hedeflerle iki ileriye, yürüyüşünü bozan kimse var mı diye vefayla ve tecrübeyle bir adım geriye.

27.07.2022 15:07

Bilmeyen var mı mutsuzluğu? Nasıl bir his olduğunu tatmayan var mı? Böyle bir kayboluşu hiç yaşamadım diyen var mı? Umudumuz var olması tabii ama insan hayatının çoğu evresinde yaşıyor ve yaşamaya da devam edecek. Kurtuluşu var mı bunun bilmem ama en asgariye indirecek bir yolu var…

 Servetler harcamaya, kendimizi paralamaya da hiç gerek yok. Yapmamız gereken aslında çok basit; anın tadını çıkartmak değil, elinde olanın kıymetini bilmek. Ne yazık ki bizler hep başkalarının başarıları, yaşantıları ve hayat biçimlerine özendirilerek ve kıyaslama pazarında bizim için en olumlu kıyası kim yapacak diye ararken büyüdük. İstemeyerek oluşan bu hayat felsefesi üzerine de büyümeye devam ediyoruz. Böyle bir yaşantının neticesi ise ömür boyu mutsuz olmak…

Mutluluğu artıracak birden fazla dünyevi etken var tabii ama düşüncen mutsuzluğa endekslenmişse mutluluk hayal olmaya devam edecektir. En güzel arabalar, mükemmel donatılmış evler, denize sıfır yazlıklar, bankada hesabını bile aklında tutamayacak kadar paran olabilir fakat bunların olması seni asla tam anlamı ile mutlu etmez, edemez. Zira fıtrata aykırı…

 İnsan, insan ile mutlu olur ve mutsuzluğuna da yine insan sebep olur.

 Bir çift ayakkabın var mı, o senin için en iyi ayakkabı. Bir akbilin var mı, o senin için en iyi ulaşım aracı. Başını sokacak bir çatın var mı, o senin için en iyi en mükemmel ev… Bunlara böyle bakıp mutlu olabilir miyiz? Kısmen!

 İnsan en büyük servetin sevgi olduğunu ne yazık ki son anlarına varınca anlıyor. Cenazelerin ardından miras bölünüyor ama sevgiyi kimse bölüp kendi payına düşeni almıyor. Yaşarken sizi karşılıksız seven kaç kişi varsa onlara sımsıkı sarılın! Bakışınızdan sizi anlayanları ihmal etmeyin. Kaybedilen her şey kazanılır da kaybedilen sevgi kolay kolay kazanılmaz. Şu fani hayatta sizi seveni kaybettiniz mi işte o zaman mutsuz olun, aksi halde gülüp geçin. Gülün, sizi sevene, size siz olduğunuz için değer verene. Kendinizi paralayın onu size armağan edene.

 Sevginizi, sevdiğinizi ve sizi seveni asla kıyaslamayın. Kıyas her şeyin olduğu gibi sevginin de katilidir…

 Eğer tam şu an mutlu olmak istiyorsanız gidin ve sizi sevene gerçekten sarılın. Yarım saat sonrası çok ama çok geç olabilir.

20.07.2022 10:31

Diyet yapmakta zorlanıyorum ve onun için vazgeçtim diyorsanız “yıldızlardan utanmalısınız” diyebilirim gönül rahatlığıyla.

Kayan bir yıldız görüp dilek tuttuysanız dileğiniz boşa gitti de diyebilirim.

Aslında yaşantımız ile çok şey örneklendirilebilir gökyüzü cisimleri arasında fakat en büyük örneklendirme hayallerimizin hedef çizgisi olabilir.

Diyarbakır Zerzevan Kalesi ve Van Fidanlık Parkı’nda yapılan Gökyüzü Gözlem Etkinlikleri neticesinde bunları rahatlıkla söyleyebiliyorum. Gökyüzünü sadece şiirlerde kaleme almış birisi olarak çok şey kaçırdığımı ne yazık ki etkinliklere katılınca fark ettim. Yeni bir gezegen, yeni bir yıldız kümesi veya diyet yapan yıldızın hareketlerini keşfedemedim belki ama hayallerinin hedeflerini gökyüzüne kadar uzatan teyzelerimizi fark ettim. Belki astronom olmak için yaşımız geçti ama evlatlarımız için yeni bir yol keşfettim. Senelerce sayısı çok az bir zümre tarafından yapılan bu etkinliklerin halka açılmasıyla bunları keşfedebilme imkânı buldum. Sabahın ilk ışıklarıyla alanında son derece uzman hocalarımız, birbirinden kıymetli sunumlarını bilgiye ve yeni keşiflere aç katılımcılara aktarıyorlar. Ardından gözler sürekli saatlerde oluyor, bir an önce gözlem saati başlasın diye. Her çeşit teleskopun bulunduğu etkinlikte sıralar oluşmaya başlıyor ki o sıralarda sorulan heyecan ve merak dolu sorulara şahit olmalısınız muhakkak.

Hocalardan dinledikleri sunumları anında gözlem ile pekiştiren yediden yetmişe tüm katılımcıların gözlerinde ki umut ışığının yeryüzünde bir çift yıldız olduğuna da şahit olmak ayrı bir his…

Kıyafeti Anadolu’nun bütün cömertliği, güzelliği ve misafirperverliği ile donatılmış teyzelerimizin, amcalarımızın sözleri üzerine de saatlerce oturup düşünebilirsiniz.

“Babaannem, anneaanem bunu yapmışsa ben de yapabilirim. Çocuğun kafasında bir ışık parlar, ufku açılır” diyen Diyarbakırlı Kadriye teyzemiz, etkinliğe katılan binlerce teyzemizden sadece biri.

Eğer siz de katılmak isterseniz 22-24 Temmuz’da Erzurum’da yapılacak olan Gökyüzü Gözlem Etkinliğine görüşmek üzere…

Bu arada katılacak arkadaşlara bir hatırlatma yapmak istiyorum, Temmuz ayında olduğumuza kanmayın, kalın kıyafetler getirin. 

13.07.2022 17:23

Üslup çok önemli değil mi? Cümle içerisinde nakış nakış işlediğimiz kelimeler üslup halısının desenlerini oluşturuyor. Kelimelerin niteliği ve niceliği ise muhatabının bize karşı bakış açısını ortaya koyuyor. Bazı restoranlarda pardon çay ocaklarında gördüğümüz fiyat tarifesi de aslında bu konunun bir kısa özeti;

Çay!

Çay ver!

Çay getir!

Çay versene!

Çay verir misin?

Rica etsem bir çay verir misiniz?

İşte mesele tam da bu cümlelerin türevlerinde saklı diyeceğim ama bir de bunun normal yaşantıda ki bize geri dönüşü var… Bazen kendimizi acımasızca eleştirdiğimiz geri dönüşlere sebep olan durumlar. Çalışanlarına tatlı dilli konuşan yöneticiler, arkadaşlarına karşı güzel söz kullanmayı tercih eden kişiler, akrabalarına karşı saygıda kusur etmemek için bir sözü bin defa düşünüp bir defa konuşan kişiler; hep kırılmış, bekletilmiş, görevi gereği aslında emir niteliğinde olan fakat zamanında yerine getirilmeyen kişiler olarak kalplerinin efendilik ve saygı köşesine yazılmıştır.

O zaman “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkartmıyor muydu?” sorusunu soralım kendimize. Aslında gerçekten deliğinden çıkartıyor ama ilk ne yazık ki bizi ısırıyor. Deliğinden çıkarttığımız yılan ilk bizi ısıracak tabi fakat bir husus var, kimsenin tatlı dilimizden dolayı zarar veremeyeceği kocaman bir MESAFE!

Ne mi yapıyoruz? Mesafeyi ne olursa olsun, karşımızdaki kim olursa olsun elden bırakmıyoruz. Zira elden bırakınca tadımız kaçıyor, kalbimiz acıyor.

Öyle ise mesafeyi koruyup üslubundan taviz vermeyenlere selam olsun.

 

Selam olsun! Dilini acıdan, kem sözden uzak tutanlara.

Selam olsun! Gönlünü kalp kırmamak için temiz tutmaya çalışanlara.

Selam olsun! Tatlı dilli, güler yüzlü olan koca yürekli insanlara…

29.06.2022 13:56

Her yer çok gürültülü değil mi? Herkes haddinden fazla konuşmuyor mu? Bu bağırmakta neyin nesi? Neler oluyor Allah aşkına? 

“Bağıranların, gözleri kan çanağına dönenlerin derdi ne?” diye düşünürken herkesin gerçek muhatabına sağır ve dilsiz olduğunu gördüm. Bir sorunun cevabı sen de ise sağır olmaya gerek yok. Karşıdaki insana sağır taklidi yaparak kalp kırmaya, duyduğun sorulara lâl taklidi yaparak çıkmaz sokaklarda o kişinin ömrünü harcatmanın bir sevabı yok. Tabii durum böyle olunca herkes sesini duyurmak için son nefesine kadar bağırıyor, lâl olana derdini anlatmak için kaf dağını yerinden oynatmaya yetecek kadar beden dilinde efor sarf ediyor. 

Peki bu hep böyle olmak zorunda mı?

Asla! İnsanoğlunun eksikliği her şeyi kuldan beklemesiyle oluyor. Nasibine vesile olacak olan kulları nasibini tayin eden olarak bilmesinden kaynaklanıyor. Oysa bizi yaradan derdimize derman, hastalığımıza şifa ve rızkımıza kefil değil mi? Biz kullar, çocukluğumuzdan beri ezber ettiğimiz bütün bunları yaşarken neden unutuyoruz? Neden kalbimize dünyalık meşgaleleri bu kadar yük edip, ahiret yoluna boş bir küfeyle çıkıyoruz? Nefsimizin esir aldığı bedenlerimizi, aciz kullara istedikleri gibi kullansınlar diye neden hediye ediyoruz?

Kendimize yakışan, müslümanca bir tavır sergilemektir. Sözüne ve dostuna sâdık, bir delikten iki defa ısırılmayacak kadar uyanık olacağız…

Şimdi ise kendi iç sesimizi duyacak kadar sessizliğe ihtiyacım var….


15.06.2022 13:51

Her insanın kendi yaşantısında dönüm noktam dediği bir olay, dört elle sarıldığı veya sarıldığını zannettiği bir fırsat vardır. Fakat bu olayları ve hayatının fırsatı dediği kısımları değerlendirebilen nadir insanlar var.

Bu fırsatları değerlendirebilen insanları canıgönülden tebrik etmek lazım. Tabii değerlendirme süreçlerini kaçıranlar da hatırı sayılır şekilde fazla. Zira olayları ön görüp iyi analiz edebilmek her insanın harcı değildir. Bunu günümüz yaşantısında çevremizden olduğu kadar kendimizden de görüyoruz.      

Peki ne yapmalı?

Hemen karalar bağlanmalı ve ağıtlar yakılmalı. Yedi düvele duyurup yandım yandım diye tellallar salınmalı. Belki kaçan fırsatlar geri gelir. Eğer böyle olsaydı şu an ter tarafta tellallar doluydu. İnsan yaşantısının her safhasında alternatif planları bulundurmalı. Çünkü bu hayatın tökezlemeye gelmeyeceğini iyi biliyor olmamız lazım. Bilmiyorsak da tellallar ile aramızın çok iyi olması lazım.  Aksi halde ne sesimiz duyulur ne de ağıtımız yakılır.

İşin latifesini bir yana bırakalım ve ağıt yakmak yerine destanlar yazalım. Ayağımıza pranga olan ne varsa bir çırpıda savurup kurtulalım. Daha sağlam basıp alternatif planlarımız ve hayallerimizin peşinden koşalım.

Durmak yok!

Küsmek yok!

Pes etmek yok!

Yüzlerce fırsat kaçırsak bile sebeplerini iyi analiz edip yeniden başlamak için binlerce nedenimizin olduğu idrak edeceğiz. Çevremizin ne diyeceğini değil, vicdanımızın ne dediğini duyup, anlayıp ve ders alıp devam edeceğiz…

08.06.2022 12:48

Sadece şu anımızda değil her anımızda sıkıntılarımız, yorgunluklarımız, bitkinliklerimiz olacak. Ne zaman bitecek sorusunun cevabı ise herkese göre değişkenlik gösterecek bir konu.

Fakat âdemoğlu melankolik tavırları, sesini duyurmayı ve bu dertlerini avazı çıktığı kadar bağırmayı sevdiği gibi içine kapanmayı da çok seviyor. O sıkıntılarının hiç çözülemeyeceğini düşünüp gözünün önünde bariz bir şekilde duran mutlulukları görmüyor ve ziyan ediyor. Evet, sıkıntılarımız düşüncelerimizi ve davranışlarımızı etkiliyor. Normal gibi hareket etmek zor geliyor, hatta bazen o sıkıntılı halimizde güldüğümüzü görünce için için kendimize kızıyoruz.

Herkesin kendine göre sıkıntısı en büyük sıkıntı. Kimileri düğünlerinin kalabalık olmadığını sıkıntı eder, kimileri gezemediğini ve kimileri de yakın çevresinde odak nokta olmadığı için kafayı yer.

İnsanın kendisi dâhil çevresine bakıp bazen “Şükretmeyi unuttuk mu?” sorusunu soramadan geçemiyor. İnsanlar başkalarının yaşantılarına özenti olarak yaşamayı bırakmadığı sürece sıkıntıları bitmeyecek ve huzurlu olmak için birden fazla sebep olmasına rağmen huzurlu olamayacak. Bin tane Ahmet olabilir fakat hepsinin kişiliği, karakteri ve yaşama bakış biçimi farklı. Bizler kıyas yaparken dengimiz olanla hiçbir zaman kendimizi kıyaslamıyoruz. Tam oranda denklik olması kardeşler arasında bile imkânsızken genele karşı bu kıyasın neticesi doğru olur mu?

Bacağı olmayanın bacağı olan gibi koşmak istemesi hakkıdır fakat imkânsızdır. Bazı durumlar her insanın hakkı olduğu gibi imkânsız olduğunu kabullenmek vicdani bir haktır. İmkansıza odaklanıp en iyi tekerlekli sandalyeyi yapabilme arzusunu yitirmek ise o kişinin kendine yaptığı en büyük haksızlıktır.

Sözü uzatmadan, zamanı fazla almadan şunu iyice idrak edebilmemiz lazım diye düşünüyorum;

Zaman bizim! Hayat bizim! Yaşam bizim!

İmkânsıza koşup boşa çabalamadan yapabileceklerini yapmak ve gözlerinizin içine mutlu ol diye her fedakârlığı yapanların farkına varmamız lazım. Mutluluk bizler için, son nefese kadar dünyevi mutluluklar için vaktimiz var. Durmayın, durmayalım, sıkışıp kalmayalım ve en güçlü şekilde yeniden başlayalım…

01.06.2022 14:28

Adam Ol!

Evlat oku ve adam ol. Okumayan hamal olur, amele olur, köle olur, kendisi olamaz ve velhâsıl bu serüvende kaybolur…

Yeni eğitim ve öğretim yılının açılması münasebetiyle fazlasıyla bu sözleri öğrenci kardeşlerimiz duyar oldu, zamanın da herkesin veya çoğunluğun duyduğu gibi. Senelerdir idrak için uğraştığımız ve “Adam ol!” cümlesini anlamaya çalıştığımız eforu keşke gerçek mana da ne isteğimizi dile vurmak için harcasaydık. 

-Büyüyünce ne olmak istiyorsun evlat? 

Bu soruya eksiksiz herkesin çocukluğunda verdiği bir cevap ve büyüdüğünde de yaşayarak verdiği bir cevap muhakkak vardır. Zira bu sorunun muhatabı hiçbir zaman ben olmadım diyen çocukluğunu eksik yaşamıştır. Esasen bu soru hayaller kurduracak, hayallerin doğrultusun da bizleri yola revan edecek bir soru fakat bir terslik var bu durumda. Hayallerimizi genişletmek, daha çok çalışmak ve bu yolda ter dökmek için bu soruya cevap veren bizler, akabinde ise büyüklerin kendi verdikleri cevaba doğru yönleniyoruz veya yönlendiriliyoruz. Tam da mevzu burada şekilleniyor, şekillenmekten ziyade dil başka gönül başka söylüyor. Hayaller bizim, emeller başkalarının oluyor. Muhakkak bir çocuğu anne ve babasından daha iyi tanıyan başka bir kimse olamaz. Kan tutan çocuğa doktor ol, şiir yazmaya çalışan çocuğa ise mühendis ol diyoruz. Hangi mesleğin ücreti çok ise hayallerimizi bile bile o mesleğe yönlendiriyorlar bizleri. 

-Peki ya sonrası mı?

Kan tutan çocuk istemeye istemeye çalıştığı sınavlar sonucu işletme bölümünü bitiriyor, edebiyatı seven genç yani şiir yazmak isteyen çocuk ise baytar… Ne bizi yönlendiren büyükler ne de hayalleri kuran bizler mutlu olamıyoruz. Şimdi konulan hedeflere ulaşamadık ve asıl mevzu okuyup adam olmadık azizim. Bir de arkamızda üstüne üstlük bir baltaya sap dahi olamadı cümlesini yavaş yavaş duymaya başladığımız da cabası. Üniversite bitti, hayat serüveni ise asıl şimdi başlıyor. Test manyağı olan çocuklar, test kitapçıklarının arasında karakterlerini ve gençliklerini bırakıyorlar. Hayata başlayanlar sudan çıkmış balık gibi adeta şartlara alışmak için çırpınıyor. Pişmanlık fazlasıyla baş gösteriyor. Kendini yeniden dizayn etmek isterken daha da karmaşık bir hayata kendileri farkına varmadan girmiş bulunuyorlar. Kimisi yeniden sınav telaşesine girerek devlet kapısına girmek umudu besliyor, kimisi de asgari ücret zamlansa diye devlet babanın ağzına bakıyor. Diplomalı işsiz diyoruz ya hani işte onların çoğunluğunu sırf adam olmak için alakası olmayan bölümleri bitiren gençler oluşturuyor. Odasında asılı duran veya yüzüne bakmaya dahi tenezzül edilmeyen diploma boşa heba edilmiş bir gençliğin başarısızlık belgesi olarak kalıyor ellerimizde. Şimdi gelene, gidene, sorana, sormadan konuyu açtığınız kişilere göğsünüzü gere gere evladım üniversite mezunu oldu diyebilirsiniz… Sonra annen bir kahvaltı masasın da oğlum veya kızım falanca komşunun kızının veyahut oğlunun çocuğu olmuş diye esaslı mesajlardan birini de vermiş oluyor. Yani azizim seneler göz açıp kapatıncaya kadar geçiyor ve evlilik mevzusu da kapıya dayanmış oluyor. 

Erkek dert ediyor asgari ücretle ev nasıl geçindirilir, annesi diyor ki bizim zamanımız da babanla biz zeytin peynir yiyerek sizleri büyüttük. Genç sessiz mecbur çünkü biliyor ne derse desin annesi bir cevap verecek. Kız ise ayakları üzerine durmaya çalışıyorken yine bir anne yaklaşıyor “kızım konu komşu senin için evde kaldı diyorlar, taliplerin var gelsinler mi?” baskısını anın da uyguluyor. Öyle veya böyle evleneceğiz tabii amma bu sefer mutlu olalım diyoruz. Yok nişan bohçası, yok hamam seti, olmadı bir de süt hakkı. Tedavülden kalkmış adetler gün yüzüne çıkıyor ve daha neler neler…  Gençler evleniyor da bilmem ne kadar borçları sırtına yüklenerek hayat kavgasına tamamen dahil oluyor. Geceler uyku yerine hesap kitap zamanı, gündüzler ise sevmediğin iş ile imtihan. Sonrası yine mutsuzluk ve yine hüsran.

Okuyarak adam olunuyor mantığına kurban edilmiş bir gençlik, söz de komşu baskına heba edilmiş bir gelecek. Evet bizler bu mantıktan bedenen sağ çıkmış fakat ruhen ölmüş insanlar topluluğu olarak direnmeye devam edeceğiz. Bir lahzasına dahi hükmedemediğimiz bu hayatı biz yaşıyor isek sonuçları ilk olarak bizi etkileyecek, bizi yönlendirenleri değil. Bir de şimdi soralım şu meşhur soruyu kendimize;

- Büyüyünce ne olmak istiyorsun evlat?

-Mutlu…

26.05.2022 13:10

Bizler yani insanoğlu unutuyoruz her şeyi. Bahanelere sığınıp unutmamızı haklı çıkarmanın kavgasını veriyoruz kendi içimizde. Öyle ki “Bu aralar kafam pek yoğun, zira işler, yetişmesi gereken dosyalar derken” bu gibi afili cümleler unutmamızı süslü gösterip bizleri güya haklı çıkartıyor. Esasen fazla debelenmeğe, suçu cümlelere yükleyip uzaktan izlemeye gerek yok.  Unuttuk verdiğimiz sözleri ve unuttuk nereden gelip nereye gideceğimizi.

Unuttuk derken günü birlik yaşanan olaylar değildir aslında bahsedilen. Kendi benliğimizi, özümüzü, kültürümüzü ve verdiğimiz sözü unuttuk. Dünyanın bir han, bizlerin garip bir yolcu olduğunu, dünya telaşesine kapılıp unuttuk. Dünya malına dalıp ailemizi, kardeşlerimizi unuttuk. Aslında sıralamaya başlarsak unuttuğumuz ne kadar çok şey var deyip konuyu değiştiresi geliyor insanın. İşimiz zaten kaçmak değil mi bizim? Kendi nefsimize zor gelen her olaydan, her insandan ve hatta hayattan…

Bir sözün binlerce senetten daha kıymetli olduğunu, dostluk ve arkadaşlığın puldan daha değerli olduğunu unuttuk. Bizi biz yapan kaidelerden olan kültürümüzü, aile terbiyesini, büyüklere saygıyı unuttuk. Diziler rehberimiz, evlilik programları eğlencemiz, yemek programlarında ki rezalet ise seviyemiz oldu. Bir tabaktan pilav yiyen samimi ailelerden aynı masada yemek yiyemeyen muhasır medeniyetler seviyesine geldik. Anne ve babasından gelen telefonu sessize alıp, arkadaşlarından gelen telefonları saniyesinde açmaya çalışan hatta açamazsa saatlerce özür dileyen evlatlara dönüştük.

 Öyle ya;

“Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür.”

Dedim ya afili cümleler meşhurdur biz de! İnsan da nisyan kökünden geliyor hatta o da “Unutmak” manasındadır ki ona da Eyvallah.

Bu kadar unutmaya dayalı bir hayatın içerisinde neden parayı, makamı, şatafatı, kibir etmeyi, insanlara yüksekten bakmayı yani kısacası dünyanın düzenine ayak uydurmayı unutmuyoruz.

Peki neden?

18.05.2022 11:55

Günümüzde yapılan her şeye “zaman böyle” deyip ve geçiyoruz. Böyle olan zamanın içinde esasen bizler yaşıyor ve o zamanı bu hale bizler getiriyoruz. Evet! Zaman biz olmadan da ilerliyor. Buna kimsenin bir itirazı yok fakat herkes bu zamana bir şeyler katıyor. Yani zamanın büründüğü an hepimizden birer birer kattığımız anılarımız, yaşam tarzımız, hal ve hareketlerimiz, kısacası bizi biz yapan değerlerimiz. Peki bize ters gelen olaylara “zaman böyle” diyerek kendimizin zamanı bu hale getirdiğini itiraf edip kabullenmiş olmuyor muyuz?

Yok yok inkâr edip kendimizle daha fazla ters düşmeyelim. Eğer halen ben o doğru bulduğum günleri yaşıyorum ve “zaman böyle” diyerek olayları geçiştirenlerden olmuyorum diyorsan; peki bunu diyenlere karşı ne yaptın? Bir şey yapmadı isen sende “zaman böyle” diyenler sınıfından büyük bir hisse kaptın. Belki eskiye özlemimiz var belki de yaşadığımız dönemden memnunuz fakat ilerlemesinden rahatsız olabiliriz. Bunun için belki bizi biz yapanları biraz da olsa hatırlamakta fayda var şahsım adına.

Çocukluğumun laf söz dinlemediğim dönemlerindeyim. Köyümüzde cenaze olmuş. Cenazeyi defnedeli de bir günü geçmiş. Hem komşumuz hem de akrabamız olan kişinin evinde oturuyorum. Çünkü o evde televizyon var. Haberler kısık seslerle izlendikten sonra güzel bir filmin başlayacağını da öğrenmiş bulunuyoruz. Tabi bırakın film izlemeyi herhangi bir televizyon kanalını izlemek bizler için en büyük eğlence çünkü yokluk var ve yok denecek kadar oyuncağımız az. Olanlarında birazı çamur ile yapılmış. Dedim ya yokluk fazlasıyla mevcut. Ne ise tam film başlayacakken televizyon kapandı. Akrabanın çocuklarıyla beraber hemen “Ya neden kapattın?” sorusunu acıklı bir halde sormaya başladık. Cevaben “Köyümüzde cenaze var, gelen giden oluyor. Kişinin öldüğüne seviniyormuş gibi oturup film izleyemem ve izlettirmem” dedi. Çocukluk işte pek anlam veremeden kalktık ve evlere dağıldık. Dedeme sorduğumda “O onlarla konuşmuyordu ama çok iyi yapmış. Sizde birkaç gün daha aşikâr bir şekilde oyun oynamayın” dedi. İçimden keşke sormaz olaydım, oyunda da olduk diyorum. “Peki dede” dedim üzüntülü bir şekilde…

Gel zaman git zaman derken uzakta olsa yakınlarımızı kaybetmeye başlayınca değer verdiğin insanların sözde acını paylaşıp hemen arkasından gülerek yanından uzaklaşmasının ne kadar da acı olduğunu öğrendim. Tabi bu acının tamamen yakınlarını kaybetmeye başlayınca ne kadarda arttığını… Günümüzde her anımızı sosyal medyaya yansıtıyor olmamız bu zamanın bir gerçeği olsa da bir nebze arkadan gülmenin önüne geçerek artık yüzüne gülmeye başladığımızın resmen bir göstergesidir. Konuşmadığı adamın cenazesi varken film izlemeyen nesilden “kardeşim” dediğin kişinin cenazesinde yüzüne güler hale gelen nesiliz… Kısacası; ağlanacak halimize gülüyoruz vesselâm…

11.05.2022 10:05

Bir insan bu hayatta her şey olabilir. Makamların zirvesini de görebilir ve tam akside olabilir. Sonuçta ademoğlu, cennet inme ve geldiği yeri cennet olarak görmenin hevesinde…

Birçok şey yazılıp çizilebilir bu hususta. Makamlara gelen insanların “Halka Hizmet” için geldiğini unutmuş gibiyiz. Halka, yani biz halka halka hizmet bekleyen insanlar gerçekten unutmuş, hizmeti isterken veyahut beklerken mahcubiyetin zirvesinde buz tutmuş bir haldeyiz. Sadece unutan biz miyiz? Makamlarda oturanlar, şatafatlı odalarında fotoğraf çekinmek için gelen misafirlerini ağırlayanların azımsanmayacak kadarı da unutmuş gibi. Randevular alınamaz, görüşmek için aylarca beklenir olmuş.

Peki, olması gereken bu mu? Hayır! Yüzlerce, binlerce hatta sonsuz kere hayır!

Fakat ortada bir karışıklık, kendince iki tarafında haklı olduğu veya haklı olduğunu iddia ettiği gerekçeler var. Öyleyse sorun nerede?

Dedim ya ademoğlu cennetten inme diye, kimse kendi işinden memnun değil. Memnun olmadığı gibi işinin gereğinin de farkında değil. Talepler arsız, makam sahipleri sağır, vicdanlar taş, kulaklar ise menfi istekler harici sağır. Böyle mi olmalı?

İnsan, yetinmeli ve yetmeyi bilmeli. Gelip geçici olduğumuz bir dünya hayatında bunca meşgalenin neticesinde hedef ne olmalı? Ahiret mi? İki büklüm rica edilen kurallara aykırı işler mi? Yoksa bolca albüm oluşturabilmek için talep edilen makam ve mevkiler mi?

Halka hizmet hakka hizmettir amenna da her nefsin ölümü tadacağını nereye koyacağız?

İşini her alanda hakkıyla yapan, kul hakkına girmemek için kılı kırk yaran, hizmet aşkıyla yanıp vatandaşı ile hemhal olan yüreklere canı gönülden selam olsun.

Herkes vicdanı kadar üzerine alınsın, alalım vesselâm…

05.05.2022 11:31

Her bölgenin, her yörenin, her şehrin hatta her beldenin bir yaşayış şekli vardır. Genelde o kısma göre insanların hal ve hareketleri, olaylar karşısında gösterecekleri tavırlar dahi tahmin edilmekten ziyade kemikleşmiş bir kanaat vardır. Tabi bahsedilen bu durumlar genel olaylar karşısında oluyor. Genel bir izlenim ile iletişim daha kolay oluyor. 

Genel izlenimler ne kadar bizleri avantajlı hale getirse de şu an tamamen izlenimlerin karmaşıklığı içerisindeyiz. Öyle ki her haliyle bildiğimizi sandığımız insanlar dahi bizi karmaşık sokakların ardından çıkmaz sokağa sürüklüyor. Bazen senelerdir tanıdığım dediğin kişinin bir bakıyorsun sadece ismi tanıdık geliyor sana. Senelerdir tanıdığını sandığın insanın o saatten sonra da sadece ismini bilmek kişiyi özel bir yerden alıp “herkes” sınıfına taşıyor. Öyle ya sadece ismini bildiğimiz binlerce kişi varken, sadece ismi ile bize kendini değerli hissettirebilecek kim var ki? Yeri gelir kan bağı olan akraban, yeri gelir senelerini verdiğin çocukluk arkadaşın, yeri gelir kardeşin… En değerlilerim dediğin kişilerin “herkes” sınıfına ısrarla girmek istediğini görürsün. Bunu bazen onların tavırları bazen de senin hataların sebep olur. Kimse hatasız değildir, bunu hepimiz biliriz fakat bir hatadan dolayı kimseyi silmememiz gerektiğini de biliriz. Fakat bazı hatalar var ki bilmeden yapılanlar yerini bilerek yapılanlara bırakıyorsa ya sen “herkes” sınıfına girmişsindir ya da birileri o sınıfa senin nazarında girmek için fütursuzca çaba sarf ediyordur. Hayatta hangi konuda olursa olsun bir çaba var ise bu çabanın muhakkak karşılığını vermek, o çabanın hakkıdır. Haklarını teslim edelim, haklarımızı teslim etsinler. Bizler verdiğimiz değeri geri değer görmek için değil, sadece sevdaya dahil olduğu için veririz ki ayrı düşmekte sevdaya dahildir. Sen hata yaptığını düşünüp tutunmak için bir dal bırakmaya gayret ederken bakarsın ki o dalın da etrafı ihanet çemberi ile sarılmış. Eskisi gibi yöresine, töresine bakıp genel izlenim dahi yapamaz olduk. O kadar şehrin ihanet kokan sokaklarında dolaşıp, ihanet ile pişen sofralarına oturduk ki ihanet her birimizi sardı. Kime iyi desek kötü, kime kötü desek daha bir kötü çıktı. İnsan sarrafı değiliz ki anlayalım değil mi? Bizler “güven” duygusunu hiç bitmeyecekmiş gibi savururcasına harcayan bir hal aldık ve sonunda “güvensizlik” üzerine ilişkilerimizi tesis etmeye başladık. 

Velhâsıl ne demişti İsmet Özel; 

Şehrin insanı şehrin,

Kaypak ilgilerin insanı,

Zarif ihanetlerin…

27.04.2022 11:15

Ölmek; ruhun bedeni terk etmesi. “Konunun ölümle alakası nedir?” diye soranları, neden bu konu diyenleri duyar gibiyim. Evet, kışın geçmediğini hatta Nisan ayının sıcak olması beklenirken havalar da bir türlü düzelmedi. O zaman üşümek üzerine devam edelim, sorunlarımızı ihmal etmeden. Üşümek, bedenimizin soğuk havanın etkisinde kalmasıyla mı olur? Ruhumuz da üşür mü?

En sıcak günlerde bile üşüdüğümüzü hisseder miyiz? Ramazan ayında bizi Yaradan’a söz vermiyor muyuz? Sadece midemizi değil gözümü haramdan, ellerimizi başkasının hakkından, ağzımızı kötü sözden uzak tutacağız diye. Gerçi normal günlerde bile yapmamız gerekenler bunlar ama ne ise… Peki, en soğuk havalarda içimizin ısındığını kaç defa yaşadık? Bu içimizin ısınması; mutluluğun, heyecanın, huzurun ve anlık gelen tüm iyi haberlerin neticesi. Arkadaşlarımızın iyi haberlerine sevinmek, hasta olan yakınlarımızın şifa bulduğuna dair gelen telefonlar gibi…

Bir de öyle haller var ki; mevsim ne olursa olsun ademoğlu üşüyüp soğuktan ölebiliyor. İşte bunlar da verilen sözlerin tutulmaması, beklenilen günde yapılmaması, hayal kırıklığı, umutların yok oluşu ve en önemlisi güven duygusunun tamamen kayboluşuna sebep oluyor. Karşımızda yetişkin veya çocuk, sıradan bir vatandaş veyahut bir makam sahibi, eşimiz, arkadaşımız, ailemiz ve de kim olursa olsun tutacağımız sözler vermeliyiz. Eğer “Nasılsın?” diye soruyorsak “İyi değilim.” dediğinde yarasına merhem olamayacaksak sormayacağız. “Ben hallederim.” dediysek yapacağız. Vuruyorsak yaralı, seviyorsak yarıda bırakmayacağız. Derler ki; bir kış günü askerlerini teftişe giden komutan bir askerinin soğuktan üşüdüğünü görür.

Askerine “Size kışlık vermediler mi?” diye sorar. Cevaben “Komutanım, aylardır böyleyiz ve alıştık.” deyip ilgisi, alakası için teşekkür eder. Komutanı da sana hemen kışlık kıyafet göndereceğim der ve yanından uzaklaşır. Fakat komutan başka olaylardan dolayı o gece kışlık kıyafet göndermeyi unutur. Sabah ise askerin cansız bedenine ulaşırlar ve yanı başında şu sözü bulurlar; “Beni soğuk değil komutanımın sıcak vaadi öldürdü.”

Üşümek; hepimiz biliyoruz nasıl olduğunu zira defalarca üşüdük. Fakat yine de asıl olan üşütmemek vesselâm…

20.04.2022 10:33

Kul hakkı, yenen bir şey mi? Yenince karnı doyuran bir şey mi? Yedikten sonra tamamen ortadan kaybolan bir yemek cinsi mi? Diğer yemeklerden farkı var mı? Sorular uzar gider de yiyenler yine cevap veremez. Kimisi farkında değildir kimisi de alıştığından dolayı oralı değildir. İki dudak, bir dil, otuz iki diş, bir nefes ve sonunda ahirette dahi yakanı bırakmayacak bir yemek… 

İki şeyi affetmiyor yüce Yaradan; şirki ve kul hakkını. “O benim değil kulumun hakkı, o affetsin.” diyor. Fakat bütün bunları bile bile bütün nimetler bırakılıp en çok kul hakkı yeniyor. Tarifine gerek kalmadan, ince ince ayrıntılar ile yazmadan zaten herkes az ya da çok biliyor. Peki neden? Rabbimizin dahi affedemeyeceği bir hakkı neden tercih ederiz, her öğünümüzde yemek için? Hakkını alamadığı için bunalan, kendini anlayan olmadığı için daha çok dert yapan, iftiralara maruz kaldığı için psikolojisi bozulup intihar edenlerin azmettirenleri için bu kadar vazgeçilmez bir öğün mü kul hakkı?

Özellikle şu mübarek Ramazan günlerinde neden? Sorularla dolu bir yemeğin cevabı ne olur bilemem ama ödemesi çok çetin olur. Nefsimizi biraz olsun hırstan yoksun bırakıp insanları anlayabilmek ve kul hakkı yememek için terbiye etmeye çalışsak? Ağaç yaşken eğilir doğru ama bu yemeğin hesabı mönüde yazmıyor. Gelen hesap fişinde ise yer dahi verilmiyor. Bir kuru ekmeğe doyan karnımızı binlerce ah ile dolduramaz ve doyuramayız. Susmak değil konuşmak, Konuşmak yetmiyorsa haykırmak, Konuşamıyorsak yazmak, Yazamıyorsak çizmek lazım. Bu yemekte bizim tuzumuz olmasın, durması için sözümüz, bitmesi için terimiz, son bulması için duamız olsun.

14.04.2022 09:02

Ve on bir ayın sultanına ulaştık. Günaha batmış ellerimizle, harama doymayan gözlerimizle… Bugün, Ramazan ayının beşinci günü. Oruca niyet etmeden son gün buluştuğum bir ortamda sohbet ederken arkadaşlarım bu güzel ayı planlamasını yaptıklarını söylediler. Bunun üzerine çok sevinerek “Nasıl planladınız?” diye sordum. Genç yaşta olan arkadaşlarımdan o kadar dolu cevaplar bekliyordum ki ağızlarından çıkacak cümleleri can kulağıyla dinlemeye hazırlanmış, onları bekliyordum. Ve cevaplar gelmeye başladı; halı saha maçları için şimdiden rezervasyonlarımı yaptık.

Maç sonrası çay sohbetleri ve ardından sahur için evlere geçeceğiz ağabey. Peki ya sonra? Çalışma saatlerimizde de esneklik olursa çok güzel olur, bir iki saat daha fazla uyumuş oluruz. Uykusuz çok zor oluyor, sabah uyanamıyoruz. “Kendinizle alakalı neler planladınız?” diyebildim, sevinç yerine yüzümde beliren şaşkınlıkla… Ya işte arkadaşlarla iftarlar, sahurlara kadar çay sohbetleri vs… Sohbetin devamı bu şekildeydi ama içime sinmedi.

Müslümanlığımızı sorguladım. Arkadaşların planları tamamen günümüzde en masum ve en zararsız eylemler. Ve bizlerinde yaptığı, fırsat buldukça yapmaya devam edeceği olaylar. Ne yazık ki, bizler soruları kendimize sormaktan korkuyor, vicdanlarımızın kabul edeceği cevaplar veremeyeceğimiz için susuyoruz. Bakıp, görüp, eleştirip ve binlerce kelime ile yaftaladığımız bu gençler bizim gençliğimiz ve bizim eserimiz.

O zaman susmak yerine vicdanımızla konuşmak, çok geç olmadan kendimizi geliştirip daha iyi örnek olmanın tam vakti! “Şeytana uydum.” diyeceğimiz şeytanların da bağlandığı bu mübarek günlerde tamir için besmele çekme vakti. Önce biz, Önce büyükler, Daha önce gafleti büyükler… On bir ayın sultanı giderken elbet güler bize, ya acıyarak ya da vicdanımıza huzurlar doldurarak.

06.04.2022 13:52

Son bir hafta içerisinde iki hayret verici olaya sosyal medya üzerinde denk geldim. Hiç görmeseydim dediğim olayların ilk sıralarında yerini aldılar. Bu olaylar, sosyal medyanın ardından ulusal basında da yayınlandı. İki ayrı öğrencinin tiktok denilen mecra için öğretmenleriyle okulda çekmeye çalıştığı tuhaf, anlamsız hareketler bütünü… 

“Eğitim-Öğretim yuvası olan okullarımızın ne hale geldiğini görüyor musunuz?” demek çok suçlayıcı ve top çevirmek için kurulan bir cümleden öteye de gitmez. Çünkü; bu hale gelmemizin neticesini birkaç kuruma, kişilere ve birkaç olaya bağlayamayız. Bir tarafta teknofest kuşağı diyebileceğimiz azimli, vatanına sevdalı, milletine ve milli değerlerine bağlı gençler, diğer tarafta ise ilim öğretmek için çaba sarf eden öğretmenlerini bir iki etkileşim uğruna kurban eden gençler. 

Evet… Hepsi bizim gencimiz, bu vatanın öz evladı. Peki, bu hale çözüm nedir? Bir baba olarak bunu bende sorguluyorum ama asıl mesele AİLE! Çocuklarımızı bizden uzaklaştırdığımız, biraz sosyal medyaya vakit ayırayım diye eline kontrolsüz bir şekilde tablet, telefon verdiğimizde sonuç bu oluyor. Aile para kaynağı, sosyal medya ise ailesi ve sanal takipçileri de anne, baba ve kardeşleri oluyor… Tabii bütün meseleyi bu şekilde çözmüş olmuyoruz ve olamayız da ama biz onlara ayıracağımız vakitten çalmayalım. Büyüğü, küçüğü ve aile olmayı önce biz öğrenelim ki ardından onlara öğretelim. Evlatlarımıza söylediğimiz her cümleyi kendimize de söyleyip muhakame yapalım. O zaman belki düzelir, belki düzgün nesil yetiştirmek için söz söylemeye hakkımız olur.

Değerini bilmediğimiz, sevgimizi tam gösteremediğimiz, içimizden geçirdiklerimizi dile getiremediğimiz ne varsa hepsini bizim yerimize yapacak olan kişiler hazır. Kurban etmeyelim, ilgilenelim evlatlarımızla. Eğer kişilere, sahte alemlere, suç çetelerinin eline kaptıracak kadar alakasız, yoğun, tahammülsüzsek yapmayalım!

30.03.2022 12:11

Hadi Bakalım! Uzunca bir zamanın ardından yeniden başladık. Aslında sizlere anlatacak, paylaşacak çok anılarım ve düşüncelerim var. Kaç defa yazmak, haykırmak istedim, bir bilseniz? Her defasında bu şekilde başlanılmaz, bu konuyla gönül hanelere girilmez dedim ve sizlerle buluşmayı erteledim. Sahi, insan sevdikleriyle buluşmayı erteler mi? “Bizim de çok ertelediğimiz zamanlar oldu.” dediğinizi duyar gibiyim ama “Suç ortağı araman nafile.” diyenleriniz de hiç az değil. 

Haklısınız… Bu yazının başlığını sizlere bıraktım; yeniden buluşmak, dertleşmek ve kimselere hissettirmeden gözyaşlarımızı beraber silmek için geldim. Dostun evi gönüllerdir, gönüllerinizde tamir olmaya, bir nebze olsun sıhhat bulmaya geldim. Kabul buyurmanızı, bütün sığınılan bahaneleri bertaraf edip sizinle yeni ufuklara yelken açmaya geldim. 

Eğer kabul buyurursanız, bir sonraki yazım için şimdiden çayı demleyeceğim. Semaver olmasa da demini iyi almış bir bardak çay bitene kadar okumuş olursunuz diye düşünüyorum. Sizlerden haber bekliyorum, ben sizi yazısız bırakmış bulundum ama siz beni habersiz koymayın. Haftaya görüşmek ümidiyle…

23.03.2022 15:33