Haber 365
Haberlere Hızlı Erişin Son Dakika Haberleri ve Gelişmeleri Anında, Herkesten Önce Öğrenmek İçin;
Takip Et
Halep Ordaysa, Arşın Burada
Ergin Külünk
22.06.2020 Monday 11:39

Merhaba, hayırlı sabahlar.

Bugün hikaye yok. Şiir var. Şairimiz 11 yaşında olan Begüm Dedeoğlu. Bu şiiri 8 yaşında yazmış.

Şiirlerini yayınlama izni verdiği için kendilerine teşekkür ederim.

İlginiz şairimize destek olacaktır.

İstanbul'un Güzellikleri

Lale içinde Istanbul

Vapurda simit yiyor martılar

Kız kulesi nin etrafında dönüyor bayraklar

Sahilde oturuyorum, herkesi izliyorum

Herkes çok neşeli mutluluk dolu insan

Seyretmek ne güzelmiş bu diyarı

Herkes gülümsüyor bana

Şimdi çok mutluyum burada

Burda en çok sevdiğim sayışma

Istanbul un güzellikleri

Uzun bir aradan sonra

Görüşürüz dostlar

Seni çok özledim

Güzel Istanbulum

15.05.2020 00:01

Gününüz hayırlı, bereketli ve sıhhatli ola. Bu karantine günlerinde buradan sizlere sunduğumuz üç beş kelam birazcık olsa da size soluk aldırıyorsa, dualarınıza bizleri katmamanızı rica ediyorum.

Gazneli Sultan Mahmud, Hepimizin bildiği gazi, alim, adil ve fazıl bir hükümdardır. Bu gün o güzel insanı sizlere birkaç kelime ile anlatmak istiyorum.

Sultan Mahmud, Gazne'den kalkıp Hintliler'le savaşa gitti. Meydana gelince şaşırıp kaldı. Çünkü Hint ordusu çok kalabalıktı.

Canı sıkıldı. Bu sorunu nasıl aşacağını düşündü. Bütün planlarını değiştirdi. Savaş kafasındaki gibi olmayacaktı. Geceler boyu süren hazırlıklarını bitirdiğinde bir adakta bulundu:

Eğer bu orduyu yenersem elde edeceğim bütün ganimetleri fakirlere dağıtacağım...
Çok çetin bir savaştan sonra gülen taraf Sultan Mahmud ve ordusu oldu. Sayısız ganimetler elde edildi.

Hint ordusu arkasına bakmadan kaçarken, en ufak parçasına bile değer biçilemeyen bir hazine bıraktı... Sultan ganimetin büyüklüğünü görünce çok keyiflendi. Hemen "Vezirlerim gelsin" talimatı verdi.

Birkaç dakika sonra devletin önde gelen isimleri Sultan'ın karşısındaydı. Sözünü hatırlayan Sultan herkesi şaşırttı:

- "Bu ganimetleri yoksullara dağıtın. Çünkü savaştan önce adakta bulundum. Bu adağımı yerine getirmem lazım. Bana da bu yakışır."

Sultan'ın huzurundaki herkes ağız birliği etmişçesine bu karara itiraz etti... Homurdanmaları gören Sultan, vezirine "Ne konuşuyorsunuz? Fikriniz ne, açıkça söyleyin!" diye sordu...

Sesi titreyen vezir "Bunca mücevher, bunca altın değer bilmez bir avuç yoksula verilir mi? Ya askere verelim memnun olsun, düşmanına kinlenerek savaşa hazırlansın ya da emredin hazineye götürelim..." cevabını verdi.

Sultan, vezirinin açık konuşmasını sevdi. Ama "Adağımı yerine getirip yoksullara mı dağıtayım?", yoksa "Askerlere pay verip kalanını da hazineye mi aktarayım?" sorularının cevabını bulamıyordu. Akıl danışacağı kimse de yoktu...

Çaresizce düşünürken, ordunun içinde dolaşan zeki bir MECZUP olduğunu bildiği Hüseyin'i gördü. Yüzü güldü. "Hah... Şu meczubu yanıma getirteyim, ona sorayım, ne derse onu yapayım. Çünkü o ne asker tanır ne de Sultan. Söylenecek sözü sakınmadan söyler" dedi yüksek bir sesle...

Hüseyin az sonra Sultan'ın karşısındaydı. Zeki olduğu her halinden belliydi. Sultan Mahmud olan biteni noktasına virgülüne dokunmadan anlattı.

Dikkatle dinleyen meczup, diz çöküp yere oturdu.

Başını iki elinin arasına aldıktan sonra konuşmaya başladı:

- Sultanım, şimdi iki şeyden birini yapmak gerek.
Eğer bir daha Allah'a işin düşmeyecekse merak etme; bunların dediğini yap, adağını düşünme.

Yok, bir zaman gelecek, yine işin ona düşecekse utan, onlara uyma sakın, adağını yerine getir. Madem Allah sana yardım etti, işini düze çıkardı; demek ki kendisine düşeni yaptı.

Sana düşen iş nerde peki?

Niçin sözünü yerine getirmiyorsun?

Meczup cevabıyla hem Sultan'ı hem de devlet erkanını şaşırtmıştı!
Sultan hiç düşünmeden ele geçirdiği bütün ganimeti yoksullara dağıttı...

11.05.2020 00:43

Hayırlı günler efendim. Gününüz bereketli, bedeniniz sıhhatli ve afiyetli olması dileği ile bu gün yeni bir deyimi nakletmek isterim.

Mümkün olduğunca günlük hayatta sıklıkla karşımıza çıkan, başkasından duyduğumuz ve bizim de arada kullandığımız deyimler ve o deyimlerin back-groundunu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bunları bir malumatfuruşluk diye değil, kanıksadığımız kavram ve deyimlerin çıkış hikayesini veya efsanesini paylaşmaktır amacımız.

Her deyim yüzlerce, binlerce yılın tecrübesinin dile gelmiş hali olduğunu unutmamak gerek.

Bu gün, sıklıkla Bu tabiri, deyimi hepimiz kullanırız. İşte hikayesi;
16. yüzyıldayız.

Meşhur tapınak şövalyeleri artık zayıflamış durumdadır. Fransa Kralı onlara sürekli saldırıyor, tapınak şövalyeleri gittikçe zayıf düşüyormuş.

Sonunda Fransa kralı tüm tapınak şövalyelerini esir almış ve onları 13 Ekim 1608 tarihinde zindana attırmış.

Çok zor günler yaşıyorlarmış ve kaçmanın yollarını arıyorlarmış. Zindandaki şövalyelerden birinin aklına bir şey gelmiş. Kıyafetinin değişik yerlerinde 17 tane iğne varmış; bunlarla kuyu kazmaya başlamış. Sırayla çalışıyorlarmış ve ancak yıllar sonra bir metrelik bir delik kazabilmişler.

İğnelerin çoğu da kırılmış ama şimdi yukarı doğru kazmaları gerekiyormuş. Bunu da kazmışlar, az bir yer kalmış. Orayı da tekmeleye tekmeleye kırmışlar ve tünel tamamlamış.

Ama çok ciddi bir sorun varmış. Açtıkları kuyu Fransa askerlerinin kışlasına çıkıyormuş ve şövalyeler bunu bilmiyormuş. Yukarı çıkmışlar ama Fransız askerleri onları tek tek öldürmüşler.

Ancak şövalyelerin bu başarısına hayran kalmışlar. Zor işler için “iğne ile kuyu kazmak diye söylerlermiş. Diyeceksiniz ki Türkçe ile ne alakası var.

Bu Fransız askerlerden biri Osmanlı ile savaşırken esir düşmüş ve sonrada Türk ve Müslüman olmuş.

Bu hikâyeyi hayranlıkla anlatırmış. “İğne ile kuyu kazmak” bundan sonra bizim dilimizde de bol bol kullanılmış.

Efendim rivayet böyle….

06.05.2020 10:00

Merhabalar sevgili okurlar.

Bugünkü yazımızda, Türkiye’de neredeyse herkesin ismini bildiği fakat hakkında fazla bilgi sahibi olmadığı Somuncu Baba’yı kısaca anlatmak istiyorum.

Türkistan’daki Buhara şehrinden yola çıkarak Mekke – Medine’yi dolaştıktan sonra 1389 yılında Bursa’ya yerleşen Muhammed Şemseddin, gösterdiği kerametlerle bir anda halkın sevgisini ve saygısını topladı.

Yıldırım Bayezid’in kızı Hundi Hatun’la evlenen Muhammed Şemseddin halk arasında Emir Sultan adıyla anılır oldu.

O, halkı din yoluna çağırırken Padişah’ı da bazı konularda uyarıyor, O’na yardımcı oluyordu.

Bu arada, Emir Sultan‘dan önce Bursa’ya gelip yerleşen ve her gün çarşıya gelip:

- Somun var müminler, somun var!
diye ekmek satan bir ulu kişi daha vardı ama halk, “Somuncu Baba” dediği bu zatın kerametlerinden habersizdi.

Günlerden bir gün, Yıldırım Bayezid’in damadı Emir Sultan hazretleri, elindeki çömlekle birlikte bu zatın fırınına çıkageldi! Ekmeklerle birlikte çömlekteki yemeğin de pişirilmesini istiyordu.

Somuncu Baba, küreğin üzerine koyduğu çömleği fırına sürmeye çalıştı ama, nafile! O küçük çömlek fırına bir türlü girmiyordu!..

Somuncu Baba, geride durup seyreden Emir Sultan’ın yüzüne baktı ve yüzünde beliren tatlı bir tebessümle konuştu: “

- Anladım… Bu işi ancak sen başarabilirsin!

Emir Sultan küreği aldı ve kolayca içeri sürmeyi başardı. Ama fırının içinde ateş yoktu ve soğuktu. Soran gözlerle ama tatlı bir tebessümle Somuncu Baba’ya baktı. Somuncu Baba yine aynı eda ile konuştu:

- Bekle… Az sonra pişer!
Karşılıklı gösterilen kerametlerden sonra iki ulu kişi birbirlerini tanıyıp dost olmuşlardı.
Niğbolu zaferinin anısına Bursa Ulu Cami’yi yaptıran Yıldırım Bayezid, açılışı damadının yapmasının uygun olacağını düşünmüştü. Cuma günü, kalabalık cemaatin önünde seslendi:

- Ya Emir! Kapıları sen aç ve cemaata vaaz edip namaz kıldır. Veli kişi olduğun için bu şeref sana aittir!
Emir Sultan cevap verdi:

- Hayır Sultanım! Bu şerefi Şeyh Ebu Hamideddin-i Aksarayi hazretlerine vermelisiniz!

- Bu zat kim ola ki?

- Belki duymuşsunuzdur Sultanım… Somuncu Baba derler bir ekmekçi koca vardır. Ulu Cami işçilerine de ekmek satmıştır. İşte bu zat O’dur!
Somuncu Baba:

- Ne ettin Emirim, bizi ele verdin!
diyerek bütün alçakgönüllülüğüyle camiyi açtı, kürsüye çıkıp vaaz ve nasihatlerde bulundu. Herkes O’na hayran olmuştu.

Rivayete göre Somuncu Baba camiin her kapısından aynı anda çıkmıştır.

01.05.2020 10:02

Ramazan 1
Bugün evde bir acayiplik var. Herkes sessizce işine okuluna gidiyor. Annem "Zeynep hadi sana kahvaltı hazırlayalım" dedi. Kimse yemek yemiyor, su içmiyor. Ablam bile!

Ramazan 5
Önce diyet yaptıklarını sanmıştım. İzledim hepsini. Akşama doğru hepsi sessizleşiyor. Sofrayı hazırlayıp ezanı bekliyorlar. Onları böyle seyretmek, öyle hoş ki… Başka zaman, susmak bilmeyen ablamın bu hali içten içe güldürüyor beni. Ama gülmeye cesaretim yok.

Ramazan 9
Niye böyle yapıyorlar? Ablama sordum, "büyüyünce anlarsın" dedi. Zaten başka ne der ki… Anneme sordum, Ramazan dedi. Babama sordum, Oruç dedi.

Ramazan 11
Bu Ramazan ve Oruç isimli iki kişi, bizimkilere yeme-içme yasağı koymuş demek. Arkadaşım Fatma’ya sordum. Onun ailesi de gündüzleri yemek yemiyor su içmiyormuş.

Ramazan 14
Kaşık çatal sesleri, konuşmalar duydum. Uyandım. Babama haber vermeye koştum, yatağında yok! Çaresiz, huysuz ablamın odasına koştum. O da yok! Korkmadım, "ben bu hırsızların hakkından gelirim" dedim. Aldım elime paspasın sapını, aniden açtım mutfak kapısını.
Sopamı havaya kaldırdım öylece kaldım oracıkta.
Bizimkiler yemek yiyorlar! Vay uyanıklar. Gündüz Oruç ile Ramazan'dan korkup gece yiyorlar.
Bir de üstüme gülüyorlar…
Korkaklar.

Ramazan 17
Önceleri, Oruç ile Ramazan'ı bulup şikâyet etmeyi düşündüm. Fakat ablamın yemek yemedikçe pamuk gibi yumuşadığını fark ettim. Babam ile Annem de artık tartışmıyorlar.
O zaman devam. Belli ki Oruç ve Ramazan iyi kalpli iki amca.

Ramazan 19
Her gün bize beyaz başörtülü teyzeler geliyor. Oturup birlikte Kur'an okuyorlar. Her zaman ki gibi mobilyadan, gelinden, kaynanadan, konuşmuyorlar. Ellerini açıp herkese dua ediyorlar. Sevim teyze de başını örtmüş. Çok da yakışmış

Ramazan 22
Her şey aynen devam ediyor. Televizyonlar bile uslu uslu konuşuyor. Hepsi akşam ezan okuyor. İftar iftar deyip bütün şehir birden yemeğe başlıyor. Ne hoş.

Ramazan 24
Oruç'u merak ediyorum. Geçen gün Ayşe teyzem annemle konuşuyorlardı. Şöyle şöyle yaparsam Oruç bozulur mu? Yok, böyle olursa Oruç kaçar mı? Demek ki Oruç, çok duygulu birisi. İnsanlar kötü bir şey yapınca bozuluyor. Kötülüğü gördüğü yerden kaçıyor.
Oruç'u ve Ramazan'ı artık iyice merak ediyorum. Onlarla tanışmaya can atıyorum.

Ramazan 25
Bu günlerde herkes Kadir gecesinden bahsediyor şimdiye kadar, gecesi olan bir adam göremedim. Bu Kadir de kim? Bin aydan hayırlı gecesi varmış. O gece uyumamak, namaz kılmak, Kur'an okumak önemliymiş.

Ramazan 26
İftarı çok sevdim. Akşam yemek yemeye İftar diyorlar. Gece yemek yemenin adı da Sahur. İftar sonrası eğlenceler oluyor. Babam camilere götürüyor bizi. Herkes sokaklarda, camide, neşe içinde.

Ramazan 28
Merak içinde beklerken uyuyakaldım. Kadir, gecesiyle beraber gelmiş gitmiş. Ben göremedim. Anlayamıyorum. Bu yüzden ağabeyimi çok özlüyorum. Ablama soru sormaya kalksam, bana doya doya gülüyor. Sonra da arkadaşlarına anlatıyor, birlikte gülüyorlar. Sinir oluyorum.
Abim uzak bir şehirde üniversitede okuyor. "Abim ne zaman geliyor?" diye anneme soruyorum. "Bayram gelsin, onda gelecek" diyor. Oruç, Ramazan, gece gelen Kadir'den sonra şimdi de Bayram!..
Soramıyorum "Bayram kim?" diye. Neden o gelmeden abim gelemiyor? Belki de ağabeyimin arkadaşıdır. Çok özledim abimi. Bayram'ı da alsın gelsin tanışalım.

Ramazan 29 / Arefe
O kadar erkek isminden sonra bugün nihayet bir bir hanım ismi duyabildim. Arife diyemiyorlar mı ne? Arefe diyorlar. Niye Arefe? "Arife" olması gerekmiyor mu? Yengemin adı gibi yani… "Arefe geliyor, daha temizliği bitirmedik diyor annem. İyice telaşlandılar. Bir Bayram diyorlar, bir Arefe, harıl harıl çalışıyorlar. Temizlik yapılıyor. Yemekler hazırlanıyor. Anneme "Bayram ne zaman gelecek?" dedim, "Arefe'den sonra" dedi. Demek ki Bayram ile Arefe evli değil. Akraba da değil. Kafam karma karışık. Salih abim bi gelse de her şeyi bana anlatsa.

Ve Bayram geldi
Sabah kalktığımda, herkesi kahvaltıda yakaladım!. Oruç öldü herhalde diye düşündüm. Abim gece gelmiş. Sevinçten haykırdım. Çok özlemişiz birbirimizi.
Bütün olanı biteni bir güzel anlattım abime. Yüzüme bakarken, bana tebessüm ettiğini gördüm. Ablama sormamakla ne iyi ettiğimi anladım. Abimin tebessüm ettiği yerde, ablam kahkaha atar. Abime küser gibi yaptım hemen gönlümü aldı. Bana her şeyi baştan anlattı, bu sefer de ben gülmeye başladım.

Abimden söz aldım. Kimseye anlatmayacak, konuştuklarımızı yazmak için izin istedi..) Ben de verdim.. Ramazan günlüğü işte böyle ortaya çıktı. Abim buna bir de isim buldu: 5 Yaş Sendromu. Sendromu anlamadım. Ama olsun, abime güveniyorum. Gerçi ablam'a göre 4 yaşındayım. Annem 5 yaşında olduğumu söylüyor. Babam daha 4 yaşından gün almadı diyor. Abim 'bu konu beni aşar' diyor.

Bayramı çok sevdim. Ama ablam tekrar o sinirli haline dönecek diye, Ramazanın gidişine çok üzüldüm. Bizim için her gün Ramazan olsa!.. Ne iyi olur.

27.04.2020 11:04

Hayırlı Cumalar. işlerimiz aşlarımız bereketli olsun.

ALLAH’IN GÜZEL KULLARI

Padişah, vezire sorar;

-Vezir İstanbul’da evliya var mı?

-Aman padişahım, İstanbul evliya yatağı olarak bilinir, evliya olmaz mı hiç!

-Öyleyse bir kaç tanesini ziyaret edelim.

-Sultanım, arzu ederseniz tebdil-i kıyafet ile şehri dolaşalım.

Vezir ve padişah kıyafet değiştirler ve yola çıkarlar.
Önce Mısır Çarşısı’na girerler. Orada bir kumaşçı dükkanına girip selam verirler. Dükkân sahibi büyük bir edeple selamı alır ve müşterilerine iltifatta bulunarak;

-Hoş geldiniz, safa geldiniz, Maşallah. Allah’ın ne güzel kulları var, buyurun efendim der.

Vezir, biraz kumaş lazım olduğunu ve kumaş almaya geldiklerini söyler.

Kumaşçı, hangisinden alacaklarını sorar.
Vezir;

-Şu topu, şu topu, şu topu indir. Diyerek topların yarısından fazlasını indirir.
Sonra da:

-Şundan yarım metre, şundan bir metre, şundan iki metre kes.

Diyerek indirttiği bütün toplardan kestirir.
Kumaşçı:

-Allah’ın ne güzel kulları var, ya Rabbi! Sana şükür diyerek kestiği kumaşları paket yapar, ücretlerini hesap edip miktarı yazılı olan kâğıdı vezire uzatır.
Bu sefer vezir;

-Kusura bakmayın biz bunları almaktan vazgeçtik, çünkü kumaşları beğenmedik der.
Kumaşçı büyük bir teslimiyetle;

-Hay hay olur efendim, Allah’ın ne güzel kulları var, fark etmez efendim, güle güle!
diyerek müşterilerini uğurlar. Paketlenmiş kumaşlarını bir tarafa koyar.
Padişah ve vezir bu sefer Beyazıt meydanına çıkarlar.
Orada elinde sopasıyla;

-Karpuz, karpuz! Diye bağırarak karpuz satan celalli birisini görürler.
Vezir;

- Padişahım, şimdi bu zattan karpuz alacağız ama hemen almayın. Karpuzları bastırın, birini alıp diğerini koyun, kolay, kolay karpuz beğenemeyen bir kimse gibi uzun zaman onu meşgul edin. der.

Padişah denildiği gibi; Birini alır birini bırakır, öbürünü sıkar, diğerinin kabuğuna el vurarak olup olmadığını kontrol eder ama bir türlü karpuz alamaz.
Karpuzcu ise göz ucuyla müşterisini takip etmektedir. Bakar ki ellemediği ve sıkmadığı karpuz kalmadı, müşteriye elindeki sopasını göstererek:

-Bana bak alacaksan bir tane al, git. Karpuzları yaralayıp durma!
Beni de kumaşçı gibi zannetme! Padişah olduğuna da güvenme. Şu sopa ile kafanı kırarım! der.

Padişah:

-Sus sus, bizi deşifre etme! Alelacele bir karpuz alıp parasını ödeyerek hızlıca oradan ayrılır.
Vezir;

- Şimdi de Süleymaniye’ye gidelim, orada daha size nice Allah dostlarını göstereceğim der.
Padişah;

-Vezir bu kadar yeter! Karpuzcusu, kumaşçısı evliya olan yerde daha neler vardır kim bilir, yeter! Şimdi gidip kumaşçının paralarını verelim, adamcağız zarar etmesin der.
Tekrar kumaşçıya gidip selam verirler. Kumaşçı yine aynı teslimiyet ve vakar içinde selamlarını alır;

-Buyurunuz efendim, Allah’ın ne güzel kulları var, buyurun efendim! der.
Vezir;

-Biz yeniden karar verdik kestirdiğimiz kumaşları alacağız deyip parasını verip kumaşçı ile vedalaşırlar. Dükkândan çıkarken kumaşçı ellerini kaldırıp;

-Ya Rabbi! Sana hamdolsun. Bugün iki defa dükkanıma padişahı gönderdin.
diye Allah’a şükreder. Padişah bu hal karşısında şaşırır, vezire;

- Vezir, anladım bu iki zatın ikisi de evliyadır ama acaba hangisi üstün? diye sorar. Akıllı vezir şöyle cevap verir;

-Padişahım, ben hangisinin üstün olduğunu bilemem; amma herhalde laftan anlayanlara kumaşçı gibisi, laftan anlamayanlara da karpuzcu gibi birisi lazım.

24.04.2020 10:18

Hayırlı sabahlar. Bugün deyimlerimizle alakalı serimize “Adamakıllı dövmek anlamında kullanılan bir deyim” olan “EŞEK SUDAN GELİNCEYE KADAR DÖVMEK” isimli deyimimizin hikayesine bakıyoruz;

Balkan Harbi sıralarında cephedeki bir askeri birlikte su ihtiyacını her bölüğün saka neferleri temin ederdi.

O zamanlar, mekkare katırlarından başka adına karanfil kolu denilen, merkepli nakliye kolları da vardı.

Her bölüğe de bir merkep tahsis edilmiş. Saka neferleri bu eşeklere yükledikleri fıçılarla, ordugâha yarım saat uzaklıktaki bir pınardan su taşırlarmış.

Bölüklerden birisinin saka neferi çok saf ve tembel imiş. Bir gün pınar başında yatmış, uyumuş.

Eşek de çimenler üzerinde otlarken uzaklara gitmiş.

Uyandığı zaman akşam olmak üzere imiş. Merkebi aramış, bulamamış. Koşarak bölüğe gelmiş.

Susuzluktan kıvranan bölüğün çavuş ve onbaşıları sakayı yakaladıkları gibi, bölük kumandanı alaylı (harp okulundan yetişme değil, pratikten gelerek subay olanların genel adı) yüzbaşının karşısına çıkarmışlar.

Çok sert ve aksi bir adam olan yüzbaşı saka neferini sorguya çekmiş. Neticede uyuduğunu ve eşeğini kaçırdığını öğrenince, hemen etrafa atlılar çıkarıp eşeği aratmaya göndermiş.

Sakayı da çadırın direğine bağlayıp başlamış dayak atmaya. Can acısı ile avaz avaz bağıran saka:

-Aman yüzbaşım, ölüyorum, bir daha uyumayacağım. Artık dövme! diye yalvardıkça, yüzbaşı:

-Acele etme, daha eşek bulunamadı.

Eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyeceksin ki bir daha eşeğine sahip olup, muharebe yerinde, vazife başında uyumayacaksın... demiş.

21.04.2020 13:35

Hayırlı sabahlar. Bu gün sizlere tarihimizde iz bırakmış şahsiyetlerden birisinden daha bahsetmek istiyoruz. Matematik ve Astronomi sahasında dünya çapında şöhret olmuş bir ilim adamımızdan bilgiler nakledeceğiz:

Çağları aşan Bilimadamı ALİ KUŞÇU

“Verdiği eserlerle Astronomi ve Matematik ilminde dünya çapında şöhrete ulaşan âlimimiz Ali Kuşçu 1410 yılında Semerkand'da doğmuştur.

Babası, Muhammed, Türkistan ve Maverâünnehir emîri Uluğ Bey'in Doğancıbaşısıdır. Alâüddin Ali İbni Muhammed'in "Kuşçu" lakabı buradan ileri gelmektedir.

Genç yaşında riyaziyye (matematik) ve astronomiye merak salan Ali Kuşçu, ilk tahsilini Semerkand'da yaptı. Bizzat Uluğ Bey'den astronomi ve riyaziye okudu. Aynca devrin meşhur âlimlerinden Bursa'lı Kadızâde Rumî'den ders aldı.

Semerkand'dan sonra yine devrin ilim merkezlerinden Kirman'a giden Ali Kuşçu, burada tahsilini ilerletti. Kirman'da bulunduğu esnada, Nasırüddin-i Tûsi'nin "Tecrid'ül-Kelâm" isimli eserini şerhetmiştir.

Ali Kuşçu'nun bu çalışması "Şerh-i Cedid" diye meşhur olmuş ve uzun müddet medreselerde okutulmuştur. Yine Kirman'da ayın şekillerini gösteren "Eşkâl-i Kamer" isimli eseri yazmıştır.

Kirman'da tahsilini ikmal ettikten sonra tekrar Semerkand'a dönen Ali Kuşçu burada Uluğ Beyin kurmuş olduğu rasadhâneye (gözlemevi) müdür olmuştur.

Rasadhanenin iyi bir şekilde işlemesini sağlayan Ali Kuşçu aynı zamanda Uluğ Bey'in yıldızların yerlerini ve hareketlerini gösteren cetvel olan "Zîc" adlı eserine yardım etmiş daha sonra da Uluğ Bey'in bu meşhur eserim tamamlamıştır.

Uluğ Bey'in 1450'de vefatı üzerine, Tebriz'e giden Ali Kuşçu orada Uzun Hasan'ın talebi üzerine bir müddet kalmıştır.

İlme ve âlime büyük değer verildiği 15.Asırda yaşamanın verdiği imkanlarla değerli eserler üreten Ali Kuşçu aynı zamanda her gittiği yerde etrafına toplanan talebelere verdiği derslerle de şöhret bulmuştur.

Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan da bu değerli Âlime büyük değer vermiş, kendisine çok itibar etmiştir. Fakat Ali Kuşçu'nun en büyük talihi Fatih Sultan Mehmed Han'la karşılaşması olmuştur.

Uzun Hasan, Osmanlı Devletiyle barış görüşmelerini yürütmek üzere Ali Kuşçu'yu Fatih'e elçi olarak göndermişti.

Bu vesileyle Ali Kuşçu'yu yakinen tanıyan ilme âşık idareci, Ali Kuşçu'dan İstanbul'da kalmasını istemiştir. Bu teklif karşısında Ali Kuşçu'nun davranışı tam ilmiyle âmil bir kişiye yakışacak tarzdadır.

Ali Kuşçu Padişahın bu teklifini şeref vesilesi bildiğini ve memnuniyetle kabul ettiğini bildirmiş, ancak İstanbul'a bir vazifeyle geldiğini ve bu vazifeyi tamamlayacağına dair Uzun Hasan'a söz verdiğini bu yüzden üzerine aldığı elçilik vazifesini yerine getirip, görüşmelerin neticesini Uzun Hasan'a bildirdikten sonra ailesini de alarak İstanbul'a geleceğini söylemiştir.

Fatihle görüştükten sonra Tebriz'e dönen Ali Kuşçu, Ailesini de alarak İstanbul'a doğru yola çıkmıştır.

Fatih, Ali Kuşçu'ya İstanbul'a gelinceye kadar, şimdiki değer ölçüsüyle bir servet olan günlük bin akça harcama tahsis etmiştir.

Ayrıca Ali Kuşçu Osmanlı-Akkoyunlu hududunda büyük bir merasimle karşılanmış ve İstanbul'a getirilmiştir. Bu durum, devre hakim zihniyeti gösteren müşahhas bir misaldir...

İstanbul'a gelen Ali Kuşçu devrin en büyük ve yüksek tahsil müessesesi olan Ayasofya Medresesine günde iki yüz akça ile müderris tayin edilmiştir. Medresede kelam, dilbilgisi, riyaziye ve heyet (Astronomi) dersleri veren Ali Kuşçu bir taraftan da eserler yazmağa devam etmiştir.

Ali Kuşçu'nun devrinde İstanbul medreselerinde matematik ve astronomi çok gelişmiştir. Verdiği eserler uzun müddet medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur.

Başlıca eserleri şunlardır:

Risale-i fı'1-Hisab (Matematiğe dair bir eser), "Risalet-ül-Muhammediye" (Peygamber Efendimizin Nübüvvetine dair yazılmış bir eser. Bu eseri Fatih'e takdim etmiştir.),

Risalet-ül Fi'1 Hey'et (Astronomiye dair farsça kaleme aldığı bu eseri, Otlukbeli zaferi günü tamamladığından esere "Risalet-ül Fethiye" ismini vererek Fatih'e takdim etmiştir.), Mah-bub-ül Hamail Fi Keşf-il Mesâil (Meselelerin keşfinde tılsımların en makbulü adlı ansiklopedik bir eser), Unkud-üz-Zevahir Fi Nazm-ül-Cevahir (Mücevherlerin dizilmesinde görülen salkm)

Ali Kuşçu bu eserlerinden başka; yukarıda bahsettiğimiz gibi Nasırüddin Tusi'nin eseriyle, Kadı Adudiddin'in"Risale-i Adudiye" isimli eserine de şerh yapmıştır.
İlme hizmet eden bu değerli Âlimimiz 1474 yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Mezarı Eyüb Sultan Camii haziresindedir..

17.04.2020 13:46

Hayırlı günler olsun efendim. “Korona günlerinden” yeniden merhaba. Herkesin bulunduğu durumun İdrakinde olduğuna inancımı paylaşarak sözlerime başlıyorum. Millet olarak tarih boyunca bir çok imtihanı sabır, metanet, basiret, feraset, azim, gayret ile geçtiğimiz kayıt altındadır.

Bu giriş cümlesinden sonra

İşlerimiz bereketli ola,

Aşlarımız lezzetli ve helal ola.

Bugün kısa bir not paylaşıyoruz;

Bahse konu olan cennetmekan Sultan II. Abdülhamid Han. Bu aziz sultanımızla ilgili anlatacak söylenecek ve yazılacak o kadar çok şey var ki… bugün hakkında söylenenler ile ilgili kısacık bir iki alıntı yapmak istiyorum:

Osmanlı Devleti hacılar için su yolları, konaklama tesisleri ve misafirhaneler yaptırmıştır.

Hac ibadetini yapmak isteyen hacıların kolay ve güvenli bir şekilde yolculuk yapmalarını sağlamak için Hicaz Demiryolu inşa edilmiştir.

1901'de Şam'da inşasına başlanılan demiryolu, 1908'de Medine'ye ulaştırılarak tamamlanmıştır.

Hicaz Demiryolunun masrafları ise başta Abdülhamid Han olmak üzere tamamen İslâm dünyasından toplanan yardımlarla karşılanmıştır.

Hindistan, İran, Fas, Tunus, Cezayir, Türkistan, Sumatra, Java ve Malezya Müslümanları açılan yardım kampanyalarına katılmışlardır.

Bilhassa Afganistan Sultanı Amir Han, en büyük yardımı yapan şahıs olmuştur.
Abdülhamid Han burada en çok Şerif Hüseyin ailesi ile meşgul olmuştu. Suriye'de ise eşraftan zzed Hulo, Necip Melhame ve Rufaî Şeyhi Ebu'l- Huda'yı Yıldız Sarayı'nda misafir ederek onların gönlünü almış, Suriye Müslümanları da sonuna kadar Osmanlı'ya sadık kalmıştır.(1)

İngilizlerin yeni bir halife çıkarma gayretleri:

Sultan Abdülhamid'in İttihad-ı İslâm politikası İngilizleri hayli tedirgin etmişti. Onu tesirsiz hâle getirmek için Hindistan Müslümanları üzerinde baskı ve şiddet uygulamışlardır.

Arap ülkelerinde ise daha başka yollar izlediler. Buralarda "Arap Halifeliği" veya "Arap Irkçılığı" ön plâna çıkarılmıştır.

Özellikle halifeliğin Osmanlı'dan alınması için "Halife Kureyş'ten, Araplardan olmalıdır." propagandasını yapmışlardır.

Halife adayları da, Mısır Hidivi Tevfik Paşa idi. Bu propagandanın tesirinde kalan Tevfik Paşa, halifelik konusunda bir ara epeyce ümitlenmişti.

Bu gelişmeler üzerine Abdülhamid, Kahire'deki Mısır Yüksek Komiseri Ahmed Muhtar Paşa vasıtasıyla Mısır gazetelerine nişan vererek, hediyeler göndererek Osmanlı lehine yayımlar yaptırmıştır.

Kahire gazeteleri, Halifenin Kureyş'ten değil, kuvvet ve kudret sahibi Müslümanların içinden olması gerektiği şeklinde yayımlar yapmışlardır.

İngilizler, bundan netice alamayınca, bu defa da halifeliğin tarihî ve dinî temelleri kalmadığı şeklinde propagandaya başlamışlardır. "Hilafet Abbasilerle sona ermiştir, ondan sonrası sahtedir.", "Hilafet Bağdat'ın düşmesi ile birlikte sona ermiştir.

Memlûkler tarafından canlandırılışı cansız bir gösteri, Osmanlı'nınki ise rüyadır." diyorlardı.

Bir de Alman İmparatoru Wilhelm'in 1898'de Şam'da Selahaddin-i Eyyübî Türbesi'nin başında yaptığı meşhur "Şam Nutku", İngilizleri çok rahatsız etmişti. Wilhelm nutkunda şunları söylemiştir:

"Burada bütün zamanların en kahraman askeri Sultan Selâhaddin'in mezarı önündeyim. Majesteleri Sultan 2. Abdülhamid'e misafirperverliğinden dolayı teşekkür borçluyum. Gerek Majeste Sultan, gerekse halifesi olduğu dünyanın her tarafındaki 300 milyon Müslüman bilsinler ki, Alman İmparatoru onların en iyi dostudur."

İngilizler bu safhadan itibaren tehlikeli bir faaliyete girişerek, din duygusunu silip süpüren ırk esasına dayalı Arap milliyetçiliğini tahrik etmeye başlamışlardır.2

2. Abdülhamid'in 27 Nisan 1909'da tahttan indirilerek Selanik'e sürgüne gönderilmesi, İslâm dünyasında oluşan hilâfet eksenli heyecanın da sönmesine sebep olmuştur.

1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı'nın yıkılması ve hilafetin kaldırılması üzerine 1926'da Kahire'de ve 1931'de Kudüs'te yeni bir halifenin seçilmesi hususundaki gayretler ise neticesiz kalmıştır.

Böylece, asırlarca Osmanlı'ya ve bütün İslâm dünyasına ruh veren ve 2. Abdülhamid'le siyaset sahnesinde önemli bir yer bulan İttihad-ı İslâm düşüncesi, bir gaye-i hayal olarak müminlerin zihinlerinde kalmıştır.

Dipnotlar
1. Kocabaş, age, s.254.
2. Yusuf Hikmet Batur, Türk İnkılâbı Tarihi, C.I, s.118-119, Ankara 1995.

14.04.2020 11:21

Günün usulüne uyarak millette karşılığı bulan yeni selamla diliyle, “Korona günlerinden” merhabalar efendim. Herkesin bulunduğu durumun İdrakinde olduğuna inancımı paylaşarak sözlerime başlıyorum. Millet olarak tarih boyunca bir çok imtihanı, sabır, metanet, basiret, feraset, azim, gayret ile geçtiğimiz kayıt altındadır.

Bu giriş cümlesinden sonra

İşlerimiz bereketli ola,

Aşlarımız lezzetli ve helal ola.

Bugün kısa bir not paylaşıyoruz;

BAŞARININ İPUÇLARI

“Başarının sırrına dair öğütler zamana, toplumlara, kültürlere ve hatta kişilere göre farklılıklar gösterse de genel-geçer bazı kuralları olduğu bir geçek. Bu konuda o kadar çok şey yazılmış ve çizilmiş ki, insanın biraz da kafası karışıyor. Ancak bazı öyle prensipler var ki, başarıyı yakalayanlar tecrübelerini aktarırken bunlardan vazgeçmiyor. İşte onlara göre başarının yedi anahtarı:

Plân yapın. Hedeflerinize bir plân yapmadan ulaşmaya çalışmak, haritasız ve pusulasız dağlar, vadiler aşamaya çalışmak gibidir.

İşinizi geciktirmeyin. Zamanınızın sonsuz olmadığını hatırlayın. Başarılı insanlar bunun bilincinde olduklarından asla erteleyerek kendilerini kandırmazlar.

Sorumluluk alın. Bu, işinin lideri olan profesyonellerin en önemli karakteridir. Onlar başarısızlıklarından başkalarını sorumlu tutmazlar. İtiraf ederler ve hatalarını düzeltirler.

Uzmanlaşın. En iyilerin neler yaptıklarını inceleyin ve onların yaptıklarını yapın.

Bedel ödemeye hazır olun. Başarılı insanlar, hedeflerine ulaşmak için nasıl bir bedel ödemeleri gerektiğini bilirler. Bunun için ne kadar çaba harcamaları gerektiğini de umursamazlar.

Asla vazgeçmeyin. Bir hedefe ulaşmaya çalışırken, vazgeçmek bir seçenek olmamalıdır. Kendi kendinize şunu sorun: “Şu an yaptıklarım, amacıma ulaşmama yardımcı olacak mı?” Eğer cevabınız “hayır” ise, yardımcı olacak bir şey yapın.
Hayatı isteyerek ve bilerek yaşayın.

Tam anlamıyla işe yarar bir kişi olmak için yapmanız gereken en önemli şey, hayatınızda bir hedef belirlemiş olmanızdır.
Belki de başarılı insanları diğerlerinden ayıran en önemli özellik, hayatlarını “isteyerek” yaşıyor olmalarıdır. Yaptıkları şeyin doğruluğuna inanıyorlar ve dünyaya bu amaçla gelmiş olduklarını hissediyorlar.

07.04.2020 10:33

Merhabalar. Gününüz hayırlı ve eviniz huzurlu olsun. Özellikle insanlığın başına musallat olan bu habis virüs inşallah yeniden silkelenip kendimize gelmemize vesile olur. Her musibette bir hayır vardır derler ya, aslında tam olarak onu yaşıyoruz.

Evlerimize kapandık, ailemiz çoluk çocuklarımızla daha uzun zaman geçirme imkanımız oldu. Bu geniş zaman yoğun ve uzun saatlerce çalışanlara inanılmaz bir fırsat oldu.

Özellikle küçük çocukların olduğu aileler için bir bakıma da nimet oldu. Eşler birbirlerini daha çok görmeye, aileler birbiriyle daha çok vakit geçirmeye başladı. İnşaallah bu habis virüsü en kısa hasarla atlatırız

Hayırlısı İle Nisan ayına başladık. Zor bir süreçten geçtiğimiz hepimizin malumu. Direnç, dayanıklılık, özveri, sabır, tahammül imtihanlarından geçmiş bir millet olarak bu sıkıntılı sürecinde en az hasarla atlatacağımıza olan inancımı bir kere daha tekrar ediyorum.

Bugün “deyim” ve hikayesini nakletmeye devam edelim. Biraz da o yoğun günlerimize bir gönderme olsun diye bu deyimi seçtim efendim.

ATEŞ ALMAYAMI GELDİN

(Ziyaretini çok kısa tutan, gelir gelmez gitmeye kalkan kişiye söylenen, ‘çok çabuk gidiyorsun’ anlamında bir deyim.)

Çakmağın, kibritin olmadığı, ateşin çakmak taşı ve kavla yakıldığı zamanlardan bir zaman. Evlerde ateş sönünce, ateş küreği ile komşuya gidilir, bir parça ateş alınırmış.

Ateş almak için komşuya geçen kadınlar, kürekteki ateş sönmesin diye oturup “çene çalmaz” ayak üstü sohbet yapmazlar ve acele ederlermiş.

Kapıdan içeri girmeyerek, kısa bir konuşmadan sonra gitmek isteyen ziyaretçilere:

-Ateş almaya mı geldin? denmesi de işte bu devirlerden kalmadır.
Allahtan temenni ediyorum bu virüs ülkemizden sadece “ateş almaya” gelmiş olsun

01.04.2020 13:54

Merhabalar. Günümüz hayırlı, işlerimiz bereketli ola.

Bugün sizlere “FAKİR” isimli küçük bir hikâyeyi nakletmek istiyorum:

Kadının biri, cömert olduğu söylenen yaşlı bir bilgeye gidip:

- Bu şehirde benden fakir insan yok demiş. Bana biraz yardım eder misiniz?

Bilge adam, kadının kucağındaki bebeğin bir ipeği andıran yanaklarını okşayıp öptükten sonra:

- Demek fakirsin demiş. Hem de çok fakir. Ama karşılıksız yardım yapmak, âdetim değil. Eğer yardım istiyorsan, çocuğunun parmağını satman gerekir..

Kadın, önce deli olduğunu sanmış bilgenin.

Daha sonra da kötü bir şaka yaptığını...

Ama adam ciddî görünüyormuş.

Kadına bir kese altın uzatıp:

- Ayak parmağına da razıyım demiş. Zaten cerrah olduğumdan, ona acı çektirmem

Kadın, bütün kanını donduran bu teklif üzerine kaçmayı düşünürken, adam:

- Sadece tırnağını söksem de olur! diye devam etmiş. Biliyorsun zamanla yenisi çıkar.

Kadın, bu ruh hastasına daha fazla dayanamamış. Ve kapıyı çarpıp uzaklaşırken, adam onun arkasından:

- Nasıl bir fakir olduğunu anlayamadım diye bağırmış. Kucağındaki hazinenin tırnak kadar bir parçasını, bir kese altına değişmiyorsun!

BAZEN O KADAR BAŞKA ŞEYLERE YOĞUNLAŞIR, KAFAMIZDAN SÜREKLİ OLARAK O DÜŞÜNCELERİ GEÇİRİRİZ Kİ, ELİMİZDE VAR OLAN ZENGİNLİKLERİN FARKINDA BİLE OLMAYIZ. SAĞLIK GİBİ, EVLAT GİBİ, ANA, BABA, KARDEŞ GİBİ..

HAYRA KARŞI …

30.03.2020 13:54

İnsanlığı tehdit eden son virüs salgının en çok ağız yolu ile bulaşması, ağız temizliğini ve güvenliğini bir kez daha hatırlattı bana. Evet vücudumuzdaki bir çok hastalığın sebebinin ağzımızdaki rahatsızlıkların sebep olduğunu biliyor muydunuz?

Ağız temizliği, sağlığı ve bakımı Peygamber efendimizin en çok önem verdiği konulardan biridir.
Bir hadis-i şerifte, eğer ümmetime ağır geleceğinden korkmasaydım, her namazda onlara misvak kullanmayı emrederdim.” buyurulmuştur. Diş sağlığının ne derece önemli olduğunu her fırsatta ilan eden modern tıbba örnek olacak düsturu atalarımız o derece titizlikle uygulamışlardır ki misvak, onların hayat prensiplerinden biri olmuş, en zor şartlarda dahi unutulmamış, ihmal edilmemiştir.

Rivayete göre, sabah vakti Müslüman orduların karargahları uzaktan keşfe çıkan Haçlı müfrezesi onların sabah alacasında dereye indiklerini, ellerindeki ağaç parçalarını dişlerine aşağı yukarı sürdüklerini, onları su ile ellerini, yüzlerini, kollarını, ayaklarını yıkayıp gittiklerini görüp bunun ne olduğunu anlayamayınca bir nevi harbe hazırlık seramonisi, herhalde harp ritüelidir diyerek yaptıklarına kendilerini inandırırlar.

Gelip ordu içinde bunu dillendirdiklerinde ortalık birbirine girer ve şu yolda cümleler yüksek sesle söylenmeye başlar:
- Müslümanlar yine bilmediğimiz bir harp hilesi yapıyorlar anlaşılan. Hem bu sefer dişlerini de bileyerek bizi parçalamak niyetindeler. Başınızı kurtarın.

Zavallı Haçlı askerlerinin giysisi gibi kalbi de kararmış olmalı ki diş temizliği gibi medeniyet emaresini kendi içinde bulunduğu vahşetle te’vile kalkıyor ve zihninde mağlubiyeti kabul ediveriyor.

Gerçekten de sabah namazından sonra atlarına binip düşman üzerine süren gaziler, karargâhı yerinde bulurlarsa da ordudan eser bulamazlar. Çadırlardan birinde yakaladıkları yaralı bir Haçlı askeri tir-tir titreyerek onlara şöyle der:
- Keşfe çıkan askerler sizin diş bilediğinizi görmüşler. Bu haberi duyunca hiç kimse sizinle savaşmak istemedi ve benim gibi yaralıları da bırakıp çekildiler.
……
Evet deyim ve hikayemiz bu.
Ne kadar gerçek bilemem. Bildiğim diş sağlığına dikkat etmemiz gerektiğidir….

17.03.2020 13:06

Hayırlı sabahlar. Eviniz barkınız şen olsun.
Bu gün sizlere kısmetsizliğin özdeyişi olan""Vermeyince Mabud Ne Yapsın Mahmud"" tabirini aktarıyorum.Bilgilerinize...

Ziya Paşa'nın ünlü Terkib-i Bend'inde yine ünlü bir beyti vardır. Halk arasında çok yaygın olan ve pek çok garibanın şikayetini dile getirmesine medar olmuş bu beyitte Paşa bakın neler söylüyor,

Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez
Baran yerine dürr ü güher yağsa semadan

buyurur. "Gökyüzünden yağmur yerine inci ve mücevher yağsa, bahtı kapalı olanın bahçesine yine de bir damlası düşmez." demektir. Türkçemizde bu beytin ihtiva ettiği manayı ifade eden pek çok deyim, darb-ı mesel ve tabir bulmak mümkündür.

Muhallebi yerken dişi kırılan nasipsizden ata bindiği halde "ya nasib"i unutan geline, güvendiği dağa kar yağan mareşalden cemaziyelevveli keşfolunan mahzen memuruna kadar pek çok insan bu beyti tekellümde mazurdurlar.

Biz burada fırsat buldukça ve internet taramalarımız neticesinde bu deyimlere ve onların hikayelerine yer vermeye çalışıyoruz. Ancak içlerinde bir tanesi, vardır ki şair belki de bu beyti onu derhatır ederek söylemiştir. Önce hikayeyi anlatalım:

Rivayet olunur ki, Sultan II. Mahmud, tebdili kıyafet "yani kıyafetini değiştirerek" halkın içine karışıp halkın nabzını tutmak maksadı ile gezdiği bir Ramazan gününde Üsküdar'da bir kunduracının, boş örse çekiç vurarak her hamlede "Tıkandı da tıkandı" dediğine şahit olmuş. Merak saikiyle içeri girip bunun sebebini sormuş. Adamcağız anlatmış:

* Bir gece rüya gördüm. Çeşmeler vardı. Bazılarından şarıl şarıl sular akıyor, bazılarından sızıyor, bir tanesi de tıp tıp damlıyordu. O sırada bir pîr-i nuranî belirdi. Ona bu çeşmeleri sordum. "- Şu şarıl şarıl akanlar, padişahımızın talihidir. Sızanlar devlet erkanından filanca paşaların ve falanca zenginlerin talihleridir. Şu damlayan da senin talihindir." deyip kayboldu.

Yerden bir çöp aldım ve benim talihim olan çeşmeye yaklaştım. Çöple biraz kurcalayıp lüleyi açmaya çalıştım. Ah, ellerim kurusaydı! Filvaki çöp kırıldı ve artık eski damlalar da damlamaz oldu. O günden sonra müşterim kesildi, kazancım bitti. İflas ettim, bu hale geldim. Şimdi de talihimden şikayet ile "tıkandı da tıkandı" zikriyle boş örsü dövüyorum.

Padişah kendini aşikar etmez ve saraya dönünce adamın söylediklerini tahkik etmek üzere bir memur gönderir. Meğer adamcağız herkes tarafından "Tıkandı Baba" diye tanınmakta ve nasipsizliğiyle bilinmekteymiş. O kadar ki çeşmeden su doldurmaya gitse kurnayı bir kurbağa tıkar; bir mal almak için pazara uğrasa, ona sıra gelmeden mal bitermiş.

Sultan, mübarek Ramazan ayında bu garibi sevindirmek ister ve bir tepsi baklava yapılmasını, her dilimin altına da bir sarı altın konulmasını emreder. Sonra tepsiyi, bir zengin konağından iftarlık geliyormuş gibi gönderir.

Nasipsizlik bu ya; Tıkandı Baba, bir tepsi baklavayı bir iftarda yiyip bitirmek yerine satıp parasıyla birkaç günler iftar etmeyi düşünerek tepsiyi pazara çıkarmaz mı?

Padişah, durumu öğrenip üzülmüşse de niyetine sadakat ile aynı minval üzere ertesi gün nar gibi kızarmış bir hindi dolması yaptırıp yine içini altın ile doldurarak Tıkandı Baba'ya yollar. Baba'dan baklava tepsisini satın alarak parsayı toplayan uyanık müşteri, bu sefer yine kapıya dayanıp Baba'nın aklını çelmenin yollarını aramaktadır. Der ki:

* Bre Tıkandı Baba! Sen bir garip ademsin. Tek başına bu hindiyi nice yiyeceksin. Gel sen yine bu hindiyi bana sat. Pazarlık tamam olup hindi de kanatlanınca, padişah bu derece safderunluğa aşırı derecelerde öfkelenip derhal Tıkandı'yı saraya çağırtır. Çavuşlar eşliğinde iftar vaktine yakın, karga tulumba sarayın yolunu tutan Tıkandı Baba telaşlanır. "Bir suç işlemiş olmalıyım, ama ne ola ki!" diye kara düşünceler içinde huzura alındığında neredeyse bayılmak üzeredir.

Bu hale padişahın yüreği dayanmaz ve öfkesi merhamete döner. Sultan, olup bitenleri anlattığı zaman Tıkandı Baba hayretler içinde hünkarın ayaklarına kapanıp, dualar, şükürler okumaya başlar.

Padişah ona son bir hak daha tanımayı isteyip doğruca hazine-i hassa odasındaki altın ve mücevher dolu sandıklardan birinin huzura getirilmesini buyurur. Sandık gelir. Sultan Mahmud selamlık dairesinin çini sobasının altını yoklayıp küreği eline alır ve:

* Tut şu küreği! Sandığa daldır. Ne kadar alırsa hepsini sana bağışladım, der.

Tıkandı Baba, makus talihinin böylece değişeceği anın geldiğini düşünerek heyecanlanır ve kalbinin çarpıntılarına hakim olmaya çalışarak sevinçten titreye titreye küreği sandığa daldırır. Bir müddet iteleyip çalkalar ve itina ile kaldırırsa da kürek ters daldırılmıştır ve sandıktan ancak sap kısmında bir tek kızıl altın ile çıkar. Baba düşüp bayılır. Şair ruhu taşıyan hisli padişah ise seçili bir üslupla o, tarihe geçen sözünü söyler:

* Vermeyince Ma'bud, ne yapsın Mahmud?.

Hikmetinden sual olunmayan yüce Ma'bud, kim bilir hangi kadere binaen o küreği ters çevirmişti. Onca yıllık Tıkandı Baba, acaba Açıldı Baba olsaydı kendisi için daha mı iyi olurdu? Hem kim bilir belki de sonradan Tıkandı Baba, haline şükretmiş ve hayırlısını istemekten dolayı gani gönüllü bir fakir olarak vefat etmiştir. Öyle ya, nasib işi başka şeye benzemez. Hani ne demiş atalarımız asırlar önceden:

Kısmetinse gelir Hind'den Yemen'den
Kısmet değil ise ne gelir elden...

13.03.2020 14:20

Merhabalar sevgili haber365 okurlarımız.

Her biri binlerce yıllık hayat birikiminin ürünü olan deyimlerimizin tamamının ortak özelliği, hayata karşı yol gösterici olmalarıdır. B yazımızda da yine o güzel tabirlerden birinin hikayesini sizlerle paylaşmak istiyorum. Bugün “KOL GEZMEK” isimli deyimimize bakalım isterseniz:

Deyimin lügat manası: “Osmanlılar zamanında şehir ve kasabaların asayişini muhafaza maksadıyla yörenin mülki amirinin veya görevlendirdiği zabıta memurlarının dolaşması. Kola çıkmak” olarak biliyoruz.

Tanzimat' tan evvel sadrazamlar, yeniçeri ağaları, kaptan paşalar kola çıkarlar, yolsuz hareketi görülenleri cezalandırırlardı. Tanzimat' tan sonra kurulan zaptiyelerin ve daha sonra polislerle jandarmaların gece ve gündüz, inzibat ve asayişin temini maksadıyla, çarşı pazarlarla mahalle aralarında dolaşmalarına da “ kol gezmek ” denirdi.

Yine bu manada “ devriye gezmek ” tabiri de kullanılırdı. Geceleri sokakta fenersiz gezmesinden dolayı şekil ve kıyafetinde, kendinde şüphe uyandıran kimseler de kol gezenler tarafından çevrilir. Bunlar karakola ve zindana gönderilmeyip sabaha kadar çalıştırılmak suretiyle cezalandırılmak üzere mahalle hamamının külhanına gönderilirdi.

İstanbul’ un hemen her mahallesinde bulunan hamamların sabah namazından bir iki saat evvel hazır ve acık bulundurulması adetti. Oldukça ağır ve pis işlerden sayılan külhancılık eskiden ekseriyetle ekaliyet mensupları tarafından görülürdü. Külhancılar, devriye tarafından yakalanıp kendilerine teslim olunanları sabaha kadar odun taşımak, külhan ocaklarını temizlemek gibi işlerde çalıştırırlar ve sabahleyin üstleri başları kurum ve kir içinde bunları salıverirlerdi.

Fenersiz gezen hüviyeti meçhul adamların bu suretle hamamlara teslim edilmesi hem kol gezenleri karakola kadar gitme zahmetinden kurtarır, hem de bir daha kimsenin fenersiz gezmemelerini temin ederdi. Kol gezenlerin tatbik ettikleri bu cezalar kanuni olmaktan ziyade örfi idi.

10.03.2020 11:40

Söylediği ve Hakkında Söylenen Bazı Sözler

Bundan 100 yıl önce de Türkiye yine böyle bir keskin dönemeçten geçiyordu. Sultan Abdülhamid Han, başında bulunduğu Osmanlı Devleti’nini her türlü beladan korumaya çalışırken, diğer yandan da ülkenin ekonomik yatırımlarını arttırmaya çalışıyordu.

Onlarca fabrika, ulaşım yolları, demir yollarındaki çağı aşan çabaları Osmanlı Devleti’ni yeniden ayağa kaldıracak türdendi. Yedi düvel, Osmanlı’yı yeniden ihtişamlı günlerine döndürmeye çalışan Sultan II. Abdülhamid Han’ı devirmeye çalıştılar ancak bunu başaramadılar.

Ne var ki dış düşmanın yapamadığını içerideki işbirlikçileri başardı.

Şimdi sizlerle bu aziz Padişahımıza ait minik bir sizlerle paylaşmak istiyorum:

Kıtalar ötesine gönderilen heyetler

Onun saltanatı boyunca Yıldız Sarayı, Orta Asya'dan Kuzey Afrika'ya dünyanın her tarafından gelen veya davet edilen Müslüman temsilcilerinin uğrak yeri idi. 2. Abdülhamid, davetli veya davetsiz huzuruna gelen bütün misafirlere İslâm kardeşliği ve birliği ruhunu işleyen konuşmalar yapıyor, uğurlarken de gittikleri yerlerde dağıtılmak üzere Kur'ân-ı Kerîmler hediye ediyordu.

Özellikle hac mevsiminde İstanbul'a gelen fakir hacı adaylarını memnun etmek için büyük gayret gösterilirdi. Karadeniz yoluyla İstanbul'a gelen Tatar, Kalmuk, Kırgız, Kafkas ve Kaşgar Türkleriyle Afganlar ve Türkmenler, Anadolu yakasındaki Valide Camiî'nde toplanırlar; iaşe ve ibateleri devlet hazinesinden sağlanan bu kişiler, sultanın İdare-i Mahsusa'dan kiraladığı gemiler ile Harem'den hac yolculuğuna başlarlardı.

Bir Osmanlı Arşiv Belgesinde, on beş fakir Dağıstanlının İdare-i Mahsusa vapurlarından biriyle hac için Cidde'ye gidişleri ve seyahat masraflarının 2. Abdülhamid Han tarafından ödenmesi şu şekilde anlatılır:

"Mabeyn-i Hümâyûn Baş Kitâbet-i Celîlesine

Cânib-i Hicaz´a azîmet etmek üzere surre-i hümâyûn vapuruyla Dersaadet´ten Beyrut´a gelen on beş nefer Dağıstan muhâcirlerinin fakr-ı hallerine binâen İdâre-i Mahsûsa vapurlarından birine irkâben Ciddeye kadar i´zâmları zımnında ikişer yüz kuruştan üç bin kuruş vapur navlunlarının sadaka-i âtıfet cereyân-ı kıymet hazret-i padişahi olmak üzere Beyrut Mal Sandığı´ndan tesviyesine me´zûniyet buyrulması ma´rûftur.

Beyrut Valisi"

04.03.2020 11:52

Yaşadığımız ülkenin geçmişi, yani her şeyi ile bizim tarihimiz. Kanaatimce bize düşen; yaşananlardan ibret almak ve tecrübeler çıkarmak üzere hareket etmektir. Bu meyanda, tarihimizde yaşananlar ile alakalı olarak bazı yanlış işleri ve insanları deyimlerimiz vesilesi ile burada konu ediyoruz.

Bu ne o insanları yerden yere vurmak için, nede o insanların yaptıkları yanlışlara sahip çıkmak içindir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi sadece ibret almak. Ve yaşanmışlıklardan imbiklenen tecrübeleri bilgi dağarcığımıza koymaktır dileğimiz vesselam….

Gelelim deyimimize;
Bugün sizlere “Küpünü Doldurmak” isimli çok kullandığımız bir deyimimizi ve hikayesini anlatmak istiyoruz:

Osmanlılar döneminde yargıçlara "kadı" denilir ve kadılık makamı devlet hiyerarşisinde ve efkarı umumiyede (kamuoyu) çok önemli bir makamdı idi.

Kadılık kadar suiistimale açık, başka bir meslek daha bulmak zordur. Özellikle de taşrada, yani Anadolu’da. Çünkü kadılar, tamamen vicdanlarına dayanarak hüküm veren insanlardır. İman ve dürüstlük, menfaat ve nefis ile çarpışınca, genellikle hak ve adalet hâkim çıkar. Lakin istisnai de olsa bazen bu ikinci gruba dahil şahıslarda galip çıkar: Hele bir de hesap soran yoksa! Bu durumda halk, kadı huzuruna çıkmaktan köşe bucak kaçacaktır elbette!

Her ne kadar "Kadı anlatışa göre fetva verir!" ise de Osmanlı'nın son dönem kadıları için "Davacın kadı olursa, yardımcın Allah olsun!" denilmiştir. Çünkü bu mesleği kabul etmemek için hapis yatmaya razı olan İmam-ı Azamlar çağı geçmiş, yerine "Kadı ekmeğini karınca yemez!" anlayışını ortaya koyan bir kadı hâkimiyeti devri başlamıştır.

Ömrünü mahkemeler icra etmekle geçiren nice kadıların Mahkeme-i Kübra'yı unutmaları elbette acıdır! Ancak hepsini aynı kategoride değerlendirmek de elbette haksızlık olur. Birkaç kadı kötü icraat yapınca, bunun hepsine teşmil edilmesi doğru değildir. Elbette, kişilerin insani zaafları vardır. Ancak halk nazarında en dürüst olması gereken kişiler de şüphesiz kadılardır. Halk, kendinde leke kabul edebilir; ama kendisi hakkında hüküm veren kadıda asla!

Rivayete göre "küpünü doldurmak" deyiminin ortaya çıkmasına neden olan olay, şu şekilde meydana gelir. Eski dönemlerde, Rumeli'de bir kasabaya bir kadı tayin olunmuştur. Kadı zulüm ve eziyette kısa zamanda halkı canından bezdirir. Kasabalı, İstanbul'a bir heyet gönderir ve durumu anlatır.

Padişah, kadıyı görevinden azleder. Kadı, kasabayı terk etmek için evinin eşyalarını kağnılara yükler. Halk onu uğurlamaya gelmiş gibi evinin önüne toplanıp tecessüsle malını mülkünü gözetlemektedir.

Kasabaya çulsuz gelen kadının üç-dört kağnıya sığmayan eşyaları yüklenir. Son olarak kadı, evin mahzeninden bir küp çıkarır.

Neyse!.. Kâhyalar küpü zorlukla taşımışlar. Kadı küpü kağnıya yüklemeden evvel yere koydurtmuş, sonra merakla seyreden halka,
— Yaklaşın, demiş, yaklaşın; size bir şey göstereceğim! Herkes gelip merakla küpe bakmış. Görmüşler ki koca küp altınla dolu. Tabiî ki bunlar, kendilerinden alınan altınlar. Halk gözlerine inanamamış hâlde, şaşkın şaşkın bakarken kadı söze başlamış:

— Ey ahali! Size acıyorum. Hâliniz harap, istikbaliniz hazin!.. Bakın hele şu küpe! Dolmasına iki parmakçık yer kalmıştı. Sabredemediniz!.. Şimdi, yeni gelen kadı boş küp ile gelecek. Bense küpümü doldurmak üzereydim. Küpümü doldurduktan sonra, sizin için de çalışacaktım. Hizmetimden kendinizi mahrum bıraktınız. (!)
…..
Evet sevgili okuyucular, bugünkü deyimimizin hikayesi bu. İbretler alemine bir yazı daha gönderdik…

02.03.2020 16:26

Deyimlerimize ara verdiğimiz bugün sizlere çok beğendiğim ecdadım Yavuz Sultan Selim Han ile alakalı olarak derlenmiş bir hikayeyi paylaşmak istiyorum.

Bilinen heybeti ve cesaretinin yanında aynı zamanda da bir tevazu abidesi olan Yavuz Sultan Selim Han ve ona âşık olan cariyenin hikayesini bu yazımda sizlerle paylaşmak istiyorum.

Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethettiğinde bir süre orada kalır. İdareyi eline alıp kendi hâkimiyetini yerleştirmek için bu elzemdir. Bu sırada bir çadırda kalıyor.

Çadırı süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı bir cariye vardır ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyor.

Cariye nasıl olduysa bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görür ve Ona âşık olur. Cariyenin aşkı dayanılmaz boyutlara ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Halifeye açılmaya karar verir.

Halifenin karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamadığından, yazıyla ilân-ı aşk etmeye karar verir. Ve üç kelimelik bir not yazarak Halife hazretlerinin yatağına bırakır. Notta sadece üç kelime yazılıdır:

“Seven gönül neylesin?”

Akşam çadırına gelip de yatağının üzerinde küçük bir kâğıt parçası bulan Yavuz Sultan Selim Han, kâğıdı okuyunca bu notu yazanın, çadırını süpüren cariye olduğunu anlar. Ve kâğıdın arkasına cevabını yazar:

“Hiç durmasın söylesin.”

Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Bir müddet sonra cariye hanım, temizlik için çadıra geldiğinde ilk iş olarak kâğıdı arar. Kâğıdı bıraktığı yerde duruyor bulur.

Kaparcasına kâğıdı alıp okuduğunda heyecanı bir kat daha artar. Halifenin cevabından cesaretlenen cariye, kâğıdı çevirip dünkü notunun altına şu cümleyi ekler:

“Korkuyorsa neylesin?”

Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar:

“Hiç korkmasın söylesin.”

Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiştir: Aşkını bu akşam halifeye söyleyecek. Ne olacaksa olsun artık. Ve o gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip Halifeyi beklemeye başlar.

Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariyeyi kendisini bekler bulur. Cariye, Halifeyi görünce hemen ayağa kalkıp temenna durur.

Yavuz Selim Han “Buyurunuz, sizi dinliyorum” deyince, cariye tüm cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur.

Heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştur. Kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahcup bir sesle: “Efendim…” der. “Cariyeniz… Size…” ve cümlesini tamamlayamadan yığılıp kalır.

Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden ruhunu teslim eden cariyenin, bu tertemiz aşkı karşısında Koca Halife gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der:
“Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, maşukunun yolunda olur ve o yolda ölür.”

27.02.2020 19:48

Osmanlı Devleti’nin en büyük hat sanatı ustalarından biri Hafız Osman’dır. Hafız Osman, belli bir yaşa geldikten ve işlerin, meşgaleden biraz uzaklaşabilmek için o devrin en sakin semtlerinden biri olan Üsküdar’a yerleşir.

Fırtınalı bir günde kayıkla Beşiktaş’a geçmek ister. Sahilden bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister.

Fakat Hafız Osman, yanına para almayı unuttuğunu fark eder. Tabii artık çok geçtir. Bir çare gelir aklına…

Kayıkçıya “Efendi, yanımda param yok, ben sana bir ‘vav’ yazayım; bunu sahaflara götür, karşılığını alırsın.” der.

Kayıkçı, yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır. Bir zaman sonra kayıkçının yolu sahaflara düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlara alınıp satılıyor; cebindeki yazıyı hatırlar ve satıcıya götürür.

Satıcı yazıyı alır almaz, ‘Hafız Osman Vav’ı’ diyerek açık artırmaya başlar. Sonunda çok iyi bir fiyata satar.

Kayıkçı, bir haftalık kazancından daha fazlasını bu ‘vav’ ile kazanmıştır.Gel gelelim, bir gün Hafız Osman karşıya geçmek istediğinde yine aynı kayıkçıyla karşılaşır. Yol bitmek üzereyken ücretler toplanır. Hafız Osman da parayı kayıkçıya uzatır.

Kayıkçı, “Efendi, para istemez; sen bir ‘vav’ yaz yeter.” der.

Hafız Osman, tebessüm ederek cevap verir kayıkçıya: “Efendi, o ‘vav’ her zaman yazılmaz. Sen dua et, başka bir gün para kesemi yine evde unutayım…

Son olarak VAV size neyi çağrıştırıyor bilmiyorum ama bana ne zaman görsem aklıma hep anne karnındaki bebek geliyor.

Muhabbetlerimle efendim...

26.02.2020 19:07

Bağdat. Dul bir kadın. Altı öksüz çocuğu ve bir de ihtiyar ana. Kadın geçimi sağlamak üzere, hafta boyu el emeği verir, göz nuru döker iplik eğirir, pazara çıkar ve anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı.

Vakti tamam olunca bu dul kadın vefat eder, çocukların bakımı ise ihtiyar kadına kalır. Kadın pazara her hafta çıkamıyor, ip eğiriyordu. Bir zaman baktı ki altıyüz dirhem kadar ip eğirmişti, pazara götürmeye karar verdi.

- Ya Rabbi! Bu öksüzlerin, yetimlerin rızkını ver, diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu. Yolda giderken Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. Onu görünce durakladı. Şeyh müridleriyle sabah namazından çıkmıştı, yaşlı kadını görünce duraklayarak:
- Hoş geldin bacı, nereye gidiyorsun?
- Bir miktar ipliğim var, pazara götürüp satacağım.
- Ver bakalım. Benden altıyüz dirhem ip isteniyor, bunu ver de ben satayım.
- Memnuniyetle, lütuf buyurmuş olursunuz, efendim dedi ve ipi verdi.

Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka yollu mescidin damına atınca hemen nereden geldiği belli olmayan büyük bir kuş gelip, ipi kapıp gider. Kadın bu ne biçim şaka diye kendi kendine söylenmeye başlayınca, müritler kadına itiraz etmemesi için işaret ettiler, kadında daha fazla bir şey demedi.

Hazreti Şeyh kadına dönerek.
- Hatun canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim, parası gelsin ne kadar etti ise alırsın.
- Pekala, diyerek gider, ertesi gün gelir.
- İpilik satıldı mı?
Abdülkadir Geylani Hazretleri:
- İplik satıldı, fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta kadar bir zaman içinde gelir.
Kadın bir hafta sonra gelir, para henüz gelmemiştir, kadına:
- Yarın gel, paranı al.
Kadın, pazara niye gitmedim, şimdi param elimde olurdu hayıflana hayıflana evine gitmek üzere iken, Müritler:
- Bir gün daha sabret bakalım Mevla ne gösterecek, derken bu işin sade bir şaka olmadığının farkında idiler.

Ertesi gün oldu. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi. Bin altın takdim ettiler. Müritler heyete bu kadar paranın ne olduğunu, niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular. Gelenler tüccar olduklarını belirterek:
- Altınlar Hazreti Şeyhindir. Denizde yolculuk yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi, yol alamaz olduk, denizin ortasında kalacaktık. Kaptana bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda:
- Altıyüz dirhem ip olsa geminin yelkenini onarır, yolumuza devam ederdik ama, şu anda nerede bulacağız, dedi.
Biz ellerimizi kaldırarak Allaha dua ettik ve duamızda:
- Ya Sultanul Arifin bize altıyüz dirhem kadar ip gönder, sana bin altın vereceğiz diye yalvardık. Bir de baktık ki, bir kuş gelip altıyüz dirhem ipliği geminin güvertesine bırakıp uçtu gitti. Şimdi o adağımızı yerine getirdik, dediler.

Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra, ihtiyar kadın gelip sordu.
- Para geldi mi efendim?
Şeyh bin altını kadına verirken:
- Benim satışım seninki kadar kârlı olmuş mu?

Kadın bir anda zengin olmuştu. Abdülkadir Geylani Hazretleri'ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı.

25.02.2020 18:06

Hayırlı sabahlar olsun. İşlerimize bereketler, ailelerimize saadetler dilerim. Huzur ve mutluluklar bizlerle beraber olsun. Bugün sizlere yakın tarihimizden bir anekdotu aktarmak istiyorum. Bu bilgiler sanal medya arşivlerinden alınmış ve sizlerin istifadesine arz edilmiştir

Deyimlerimiz ile alakalı yazılarımızda devam edecek.Dağarcığımızdaki deyim hikayeleri henüz tükenmedi. Hikayeler bitsede bu sefer deyimlerimizin manaları hakkındaki kısa notlar var onları paylaşacağız.

Ara ara bu tür bilgileri paylaşarak, hafızalarımızın tazelenmesine vesile olmaya çalışıyorum. Karınca kararınca…

İlginize bilginize....

BU MEMLEKETİN GERÇEK SAHİBİ

Mustafa Baydar “(Hamdullah Suphi ve Anıları,İstanbul, 1968, Sayfa: 174)” isimli kitabında şu hatıradan bahseder:

1955′de Türkiye Büyük Millet Meclisinde, basın kanunu hakkında şiddetli tartışmalar yapılıyordu. Bir yaz günü Ankara'da Prof. Osman Turan ile Özen Kıraathanesinde oturuyorduk. Bir masa ötede Hamdullah Suphi Tanrıöverin sesini duyan Osman Turan, ona doğru bakınca bizi masasına çağırdı. Gittik. Şuradan buradan konuşulurken söz basın kanunu üzerindeki sert tartışmalara geldi.

O sıralarda mahut gazetelerden birisi, kendi düşüncesine ters düştüğü halde, Sultan Abdülhamid Han lehinde tefrika yayınlıyordu. Söz buraya gelince Hamdullah Suphi Tanriöver'e

"Beyefendi! Sultan Abdülhamid birinci Osmanlı Mebusan Meclisini kapamamış olsaydı, şimdiye kadar demokraside bir hayli mesafe almış ve bugünkü sert tartışmalara da yer kalmamış olacaktı." dedim.

Hamdullah Suphi Tanrıöver büyük bir kızgınlıkla sandalyesinden kalkıp oturduktan sonra :

"Sen? Birinci Osmanlı Mebusan Meclisini bilir misin?" dedi.

Yaşımın bunu bilmeme imkân vermediğini söyleyince:

"Tarih kitaplarında resmini görmedin mi?"

"Gördüm."

"Hani (eliyle tarif ederek) lahana başlı hocalar ve yanlarında dal fesli (sadece fes sarıksız demek) kişilerin resmini gördün mü?"

"Evet, gördüm."

"İşte, o lahana başlı hocalar bu memleketin gerçek sahibinin temsilcisi idiler. Fakat bunlar medresenin yetiştirdiği, günün gidişinden, politikanın gerçek yüzünden, Hıristiyan mebusların kötü niyetlerinden habersizdiler.

Dal fesliler de Rum, Ermeni, Yahudi, Arnavut, Dürzi, Nasturi ve diğer milletlerin temsilcileri idiler. Bunlar Avrupa'da okumuş, politikanın bütün inceliklerini bilen; devleti içinden yıkmak isteyen hainlerdi. Bu şeytanlar o saf ve temiz hocaları çabucak kandırıp arkalarına kattılar.

Memleket çıkarına ters düşen, devleti içinden çökertecek hareketlere giriştiler. Eğer Sultan Abdülhamid Birinci Mebusan Meclisini dağıtmamış olsaydı, İmparatorluk daha o günden dağılmış olacaktı. Buna göre sen ne dersin, İmparatorluk mu çökmeliydi, yoksa Mebusan Meclisi mi dağılmalıydı ?" dedi.

"Şüphesiz meclisin dağılması daha iyidir." dedim.
"Öyle ise, Sultan Abdülhamid de senin dediğini yaptı. Meclis'i dağıtarak İmparatorluğu otuz üç sene daha yaşatmayı başardı." dedi.

Hamdullah Suphi Tanrıöver'in bu sözleri kafamı allak bullak etmiş, çocukluğumda yaşlı halkın söylediklerine hak kazandırmış oluyordu. İsyan edercesine:
"Beyefendi! Öyle ise neden başında bulunduğunuz Maarif Vekilliği Sultan Abdülhamid'i bize kötü tanıttı ?"

Güldü. Derin nefes aldı. Eliyle havada bir çizgi yaptıktan sonra:

"Bir inkilap yapılmış, saltanat kaldırılmış, cumhuriyet ilan edilmişti. Politika gereği saltanat ve sultanları kötülemek lazımdı. Biz de öyle yaptık." dedi.(7)

***
Kendisi tek partili hükümetin Maarif Vekilliği'ni yaptığı yıllarda yabancı bir heyete Süleymaniye Camii'ni gezdirir, sonra misafirler Kanuni Sultan Süleyman'ın türbesini de ziyaret etmek ister.

Fakat ülkedeki bütün türbeler 30.11.1925 tarih ve 677 sayılı kanunla kapatıldığı için Hamdullah Suphi, bu yabancı misafirlere kaçamak cevaplar verir, ama sonunda gerçeği itiraf eder:

"Bir müddet mazi ile alakamızı kesmek istedik. Onun için türbeleri kapattık."

Bu sıra dışı ifşaata çok şaşıran yabancı misafirler tepkilerini ortaya koymaktan ve Hamdullah Suphiyi yerin dibine batırmaktan geri durmazlar:

"Tarihi olmayan milletler, tarih huzurunda esatir ve efsane uydurarak kendilerini tatmin ederler. Sizin ise büyük bir tarihiniz var. Bu tarihi yapanların türbelerini nasıl kapatıyorsunuz?"

Hamdullah Suphi bu cevaptan sonra adeta yerle bir olmuş, hakikati yeniden tanımıştır.(8)

(Araştırma)

Kaynaklar:

1- Bkz. Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Altındağ Yayınevi, İstanbul, 1967. (c.4,s.1503)
2- a.e.g (c.4, s.1513)
3- Bkz. Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 15. Baskı (1992); s.140.
4- (Kasr-ı Arifan Dergisi – Kasım 2009 – Sh. 6)
5- Bkz. Cevat Rifat Atilhan, “Abdülhamid ve Siyonizm”, Sebilürreşad, Sayı: 21, Kasım 1948, s 333.
6- İbrahim Arvas, "Tarihî Hakikatler", Ankara 1964, s. 10.
7- (Abdülhamid Han'ın Muhtıraları, Oymak Yayınları, İstanbul, Tarihsiz, Sayfa: 7–8–9–10)
8- (Hamdullah Suphi ve Anıları, İstanbul, 1968, Sayfa: 174)

24.02.2020 15:20

Bugün sizlere çok bildiğimiz bir deyime atfedilmiş hikayeyi naklediyorum:

Halk arasında söylenen atasözü ve deyimlere bir hikâye bulma konusunda hiç sıkıntı çekmiyoruz. bunun en önemli sebebinin kanaatimce "kendidi ile barışık bir millet olamamız" gelmektedir diye düşünüyorum acizane.

Harun arkadaşları ile bir oyun oynamaya başlamıştı. Kâğıtlara atasözleri yazıldı. Herkes bir atasözü çekti…

Kimin nasibine hangi atasözü çıkmışsa ona bir hikâye yazacaktı… Aralarından seçtikleri tarafsız bir jürinin önünde yarışacaklardı.

Harun elindeki kâğıda bakınca şaşırıp kaldı. Zira kâğıtta “Halep oradaysa, arşın burada!” yazıyordu…” İlginç! Halep’ten daha yeni döndüm ve Halep ile ilgili bir hikâye çıktı karşıma” diye mırıldandı. Eve döndüğünde konu ile ilgili bir şeyler yazmaya koyuldu:

Sabah ışıltısı ve kumru sesleri arasında, ılıkla soğuk arasında bir şubat sıcaklığında Harun, kısa bir müddet Halep’te kalmıştı. İlk kez vatanından uzak bir yere gidiyordu. Bir Cuma günü etrafın sessizliğinde Halep çarşısını dolaşmış; hatta Halep Kalesi’ne dahi çıkmıştı. Şehrin önemli mekânlarını, Bimarhanesini, çarşısını dolaşmıştı. Gördüklerinden oldukça etkilenmişti.

Taş, bir şehre bu kadar yakışır ancak diye geçirdi içinden… Taş evlerin bahçelerinden ağaçlar bile sanki kül rengindeydi. Bu haliyle Halep külden bir şehri andırıyordu. Harun başını yukarıya çevirdi bir an. Halep’in üzerinden kuşlar geçiyordu.

Evin taraçasında bir genç, güvercinlerini uçururken, uzunca kül renginde bir değnek ise gidip geliyordu.

Başka bir taraçada ise bir çocuk, kardeşini el arabasına koymuş oyun oynamaktaydı. Güvercinler havalanarak daire çizerken, diğerleri özgürlük denemesi yapmaktaydı.

Derken uzaklardan karga sesleri ve sert esen rüzgârın yüzümü okşayışları Harun’u adeta başka bir dünyaya götürmüştü… Ağaçlar bile taşın rengini almıştı. Kül yeşili… Gökler ise kül mavisi…

Gün, saat, ân, nefesler durmuş gibiydi. Harun: “Kim bilir baharda nasıldır buraları?” diye içinden geçirirken külden bir bahar hayal etti. Birden etrafı cuma salâları kapladı. Alıştığı gibi değildi.

Harun, “bizimkilere benzemiyor, okunanlar; doğrudan Kur’an okunuyor sanki”, diye geçirdi içinden. Sonra Halep çarşısının cuma sessizliğini yaşayan dehlizlerine bıraktı kendini.

Cuma günü olduğu için çarşı kapalı ve sessizdi.. Kuşlar semadan geçerken, güvercinler nazlı, sahiplerine dönüyordu. Sokakların sessizliği göklere yükselmekteydi.

Cuma günü Halep’in hafta tatili olduğu için çarşıdaki bütün dükkânlar kapalıydı. Koşa koşa indi geldiği tarihi sokaklardan… Zamanın selamına ermiş koca taş duvarlardan, kapılardan geçerken, bir an kayboldu sanki tarihin dehlizlerinde… Önüne ise hurma ağaçları döküldü sanki…

Zekeriya a.s makamına varmıştı. Onun ruhuna bir fatiha okudu Harun. Sonra süre doldu. Dolan zamanla birlikte camii kapısından yola düştüler.

Sabahın erken saatlerinde yıkanmış sokaklar ve camii bahçesi bir başka güzeldi. Bir Cuma ve sessiz bir Halep… Oysa okuduğu kitaplarda böyle değildi… Cıvıl cıvıldı… Ticaret kervanlarının geçtiği bir yerdi.

Öyle bulacağını sanmıştı. Fakat bir tatil gününde geleceğini hiç düşünmemişti. Tekrar yola koyulmak üzere otobüsün yakınında toplandıklarında yine kalenin yakınlarındaydılar…

Halep Kalesi’nin önündeki hurma ağaçlarını/palmiyeleri okşayan sert bir rüzgâr vardı. “Göz açıp kapayıncaya kadar nasıl da dolmuş zaman” diye mırıldandı.

Memleketine döndüklerinde arkadaşlarına gördüklerini anlattı. Hayran olmuştu Halep’e. Önce arkadaşları ilgiyle dinlediler.

Sonra da biraz kıskançlık gösterip onu alaya almaya başladılar. Bunun üzerine Harun da dayanamayıp, çiğnenen gururunu tamir etmek için

-Ben Halep’te iken şöyle yaptım, böyle ettim” diye palavralar atmaya başladı.

Arkadaşları onun bu haline çok sinirlendiler. Ne olacak sonradan görme vb. sözler söylediler. Yine köy kahvesinde toplandıkları bir gün, ciritten açılan sohbet, koşudur, uzun atlamadır derken devam edip gitmişti. Bu sırada Harun dayanamayıp söze girdi ve:

-Ben Halep’te iken on beş arşın atlardım, diye palavra atmaya başladı. Bunun üzerine orada bulunan ve sabrı tükenen ahbaplarından biri:

-Yapma be arkadaşım, on beş arşın atlamak kim; sen kim? deyiverdi.

Harun:
-Doğru söylüyorum. Atladım işte diyerek, yalanında ısrar etti.

Arkadaşı:
-Bak iki gözüm, yapma! Daha fazla yalan söyleyip de benim kafamın tasını attırma (sinirlendirme), dedi

Bizim Harun ısrarla:

“ Canım ne var bunda atlayamayacak. On beş arşın nedir ki… Atladım diyorum işte!” dedi.
O esnada aralarında bulunan marangoz arkadaşı dayanamayarak malzemelerinin arasından arşını çıkarıp ortaya koydu ve:

-Halep oradaysa, arşın burada; buyur atla da görelim, deyiverdi.
Bunun üzerine Harun:
-Atlıyorum tabii ki ama şu an olmaz.
-Nedenmiş o?
-Çünkü burası kahve… Bir gün meydanda toplanır orada gösteririm, diyerek işi geçiştirdi.

Bunun üzerine oradakiler alaysı bir şekilde gülüşmeye başladılar…
O günden sonra her nerede palavra atsa, halk kendisine “Arşın burada!” demeye başladı.”

Hikâyeleri okumak için toplandıklarında kimseden ses çıkmıyordu. Bunu gören Harun:
-İsterseniz önce ben başlayayım, siz devamını getirirsiniz, dedi.

Yukarıdaki hikâyeyi arkadaşlarına okuduğunda bazıları çok beğendi. Halep’ten yeni dönen Harun’a:

-İnsan yaşanmış, gerçek bir olaydan, hayal bir hikâyeyi böyle çıkarırmış demek ki” dediler. Sonra da onu tebrik ettiler. Fakat herkesi memnun etmek öyle kolay değildi. Üstelik de işin içerisinde yarışma heyecanı varsa… İşte bu duygular içerisinde Murat ve bazı arkadaşları burun kıvırıp, “sıradan bir hikâye işte!” dedi. Bunu duyan Harun:

“Sizin de bu atasözüyle ilgili yazdığınız bir hikâyeniz varsa buyurun sizi dinleyelim arkadaşlar. Halep oradaysa, arşın burada!” dedi. Bunun üzerine oradakiler:

-Harun doğru söylüyor. “Arşın burada… Arşın burada! “diye tezahürat yapmaya başladılar…
Hatasını anlayıp mahcup olan Murat ve diğer gençlerin, “şeyyy! Yok maalesef!” demesiyle oradaki geçlerin çoğu hep bir ağızdan:

“ Hep öyle olur zaten! Öyle olur!” diye gülüşmeye başladılar.

Bu deyim halk arasında büyük ve olağanüstü işler başardığını söyleyen yahut yapmadığını yapmış gibi gösteren insanlara “hadi yap da görelim!”, manasında kullanılır.

Hikayeyi sonuna kadar okuyan değerli dost; Halep inşallah en kısa zamanda hikayedeki haline gelir.

Temennimiz ve duamız odur.

23.02.2020 17:05