Haber 365
Haberlere Hızlı Erişin Son Dakika Haberleri ve Gelişmeleri Anında, Herkesten Önce Öğrenmek İçin;
Takip Et
Ben De Modaya Uydum Lakin Farkı Da Koydum
Ahmet Tezcan
Ben De Modaya Uydum Lakin Farkı Da Koydum
09.09.2020 Çarşamba 22:45

Son günlerde bir moda var sosyal medyada. İnsanlar 10 yıl, 20 yıl önceki fotoğraflarını yeni çekilmiş birlikte yayınlıyor. Zaman neleri değiştirmiş yüzlerinde onu göstermeye çalışıyorlar.

Ben de bunu yazı ile yapayım dedim. Kendimi değil, İstanbul'u göstereyim. İstanbul üzerinden memleketin 30 yıl önceki ve sonraki halini paylaşayım.

Bu işte bir Yılmaz Özdil uyanıklığı da var tabii ki. Fakat ben onun kadar uyanık değilim. Eski yazımı yeni başlıkla, eski cümleleri eksik cümlelerle yayınlayıp fırından yeni çıkmış bayat ekmek numarası çekemem.

Yıl 1990. Asil Nadir'in yeni satın aldığı Güneş Gazetesi yazarıyım. İstanbul'da merhum Nurettin Sözen Belediye Başkanı. Şehrin birinci derdi susuzluk ve çöp. Sizinle 30 yıl öncesine dair paylaşacağım yazım çöple ilgili. O günlerde 20 yaşında çiçeği burnunda bir delikanlı olan Ekrem İmamoğlu ile alâkası yok!

Lâkin duam odur ki; hatırlatma babında Haber365'e taşıdığım bu ve benzeri yazıları tekrar yazmayı nasib etmesin Allah...

Amin de Leylâ!

 

*   *   *

 

ÇÖPLÜKTE (1990)

 

 

“Yedek elbiselerini aldın mı?" dedi karım. "Dikkat at, geçen seferki gibi poşeti deldirme!"

"Ne yapayım?” dedim. "O gün ayağıma somya yayı takıldı, bir yıkıntının çöplerinden kaçamadım."

İçinde yedek elbisemin bulunduğu poşeti, ikiye katlanmış eski gazetelerle besleyerek başka bir poşete yerleştirdik. O sırada oğlum uyandı beni görüp bir çığlık attı:

"Anne! Eve torbalı Çingene girmiş!”

"Korkma yavrum, o Çingene değil baban, işe gitmek için sokak elbiselerini giydi sadece.”

Karım doğru söylüyordu. Ben oğlumun babasıydım. Üstümde ise, her gün işe giderken sokakta üstümü başımı kirleten çöp dağlarına karşı tedbir olsun diye giydiğim, eski püskü elbiseler vardı. Ama septik çağ yaratığı oğlum, beni yargısız kabul etmiyordu.

“Babamsa bir şey söylesin de onu tanıyayım. Yoksa inanmam."

“Bana bak ukala bücür!" dedim. "Bu evde saygı görmek isterim! Sanırım bir baba olarak buna hakkım var! Şimdi kendine gel de, terbiyeni takın!’’

“Tamam, bu babam!” dedi oğlum. “Çünkü hiç kimse onun kadar komik olamaz.”

6 yaşındaki oğlu tarafından test edilip onaylanmış bir baba olarak dışarı çıktım ve sokağa adım atar atmaz kendimi yerde buldum. Allah kahretsin! 11 numarada oturan Araplar, yedikleri muzun kabuğunu yine sokağa atmıştı. Bir hafta içinde üç kez bu kabukların üstüne basıp düşmüştüm. Bu dördüncü idi. Her sabah, bir karikatür objesi gibi havada akrobatik çizgiler bırakarak yere düşerken, beni seyreden Araplar’ın utanıp bir daha yere muz kabuğu atmayacaklarını ümit ediyordum. Ama hayat acımasız, Araplar umarsızdı.

Kendimi bir çöp yığınının içine balıklama dalmış buldum. Bunlar kapıcı İsmail Efendi’nin apartmandaki dairelerden her akşam hiç aksatmadan topladığı çöplerdi. Sanırım o da, tıpkı benim muz sever Araplar’a karşı beslediğim ümit hissinin aynını belediyeye karşı duyuyor. "Bir gün mutlaka bu sokağa da çöp kamyonu gelecek” diye, o muhtemel güne hazırlanıyordu. Kendimi içinde yüzer bulduğum çöpler, bu çöplerdi işte. Onları bir görüşte tanımıştım. Çünkü kendime yer açmaya çalışırken, koynuma giren bir kâğıt parçasının, oğlumun uçak yapıp attığı yazılarımdan birine ait olduğunu gördüm.

Düşerken içinde temiz elbisemin bulunduğu poşeti düşürüp kaybetmiştim. Onu bulmadan işe gitmem imkânsızdı. Kendimi kurtarmayı unutup elbiselerimin peşine düştüm. Benimkine benzeyen her poşeti açıp baktım. Burada bir tabura yetecek kadar parça ekmek atığı ile bir yangını söndürecek kadar çok plastik su şişesi vardı. Deterjan kutulan ve okunup atılan gazetelerin arasında, Lermontov’un ön kapağı yırtılmış, ortadan üç sayfa noksan bir kitabını buldum. Lermontov’un arkasındaki kapak resmi, yarısına kadar yenmiş bir McDonalds hamburgeri idi. Kitabı cebime koyup elime bulaşan salçaları, kopçasız bir sütyene sildim.

Neden sonra kendi poşetimi bulabildim. Fakat o ana kadar hiç görmediğim bir adam, poşetimi sahiplenmişti.

"Hey o benim!” diye bağırdım. “Hem sen de kimsin? Bizim çöpümüzde ne işin var?”

"Ben bilim adamıyım” dedi yabancı. “Amerika’daki Yale Üniversitesi adına İstanbul Çöplerinin Sosyoekonomik Gelişime Katkısı ve Tarih Boyu İnsan-Çöp İlişkisinin Ekolojik İrdelemesi konulu bir araştırma yapıyorum.”

Amerikalı bilim adamı bir yıldır İstanbul'da imiş. Geçen yıl ülkemize gelip zengin çöp numuneleri ile dönen asistanı ona öyle bir araştırmanın ilhamını vermiş.

“İstanbul çöpler açısından o kadar zengin ki, geçen gün Ayasofya çevresindeki çöpleri incelerken, imparator Justlnyanus’a ait bir taharet mendili buldum” dedi. "İmparatorun kakası mendilin üstünde henüz dün silinmiş gibiydi.”

“Vay canına!” dedim. “Bizans Belediyesi de çöp toplamıyormuş demek kil

“Evet, çok”dedi profesör Yanki. “İstanbul’un kederi tarih buyunca hiç değişmemiş. Sokaklar binlerce yıldır toplanmamış çöplerle dolu. Biraz sıkı araştırsak, yontma taş devrinden kalma çöp fosilleri de bulabileceğimizden eminim."

İstanbul çöplerinin tarihi konusunda daha fazla bilgi almak isterdim ama işe gitmek zorundaydım. Profesör, bana bir kaç gün daha mahallemizin çöplüğünde inceleme yapacağını söyledi. Sonra da bulduğu tarihi çöpleri bir galeride sergileyecekmiş.

"Sana da davetiye gönderirdim ama elimde kalan son davetiyeyi Belediye Başkanı Sözen’e gönderdim" dedi.

"Geleceğini sanmam” dedim. “Davetiyeni alıp mutlaka çöpe atmıştır. Sözen çöpten nefret eder!”