Eski defterleri karıştırırken dokuz yıl önce Habertürk gazetesinde yayımlanmış bir söyleşi ile karşılaştım. Tam da Deniz Baykal kaseti üzerinden CHP'nin ve Türk siyasetinin tepetaklak edildiği sırada konuşmuşuz.
Demişim ki;
“Bu memleketi pusat değil fesat, hükümeti kaset değil haset yıkar!”
Gel gör ki Haşhaşilerden bu yana asırların görülmemiş fesat hareketini ilmek ilmek örüp devletin kılcal damarlarına sızanlar pusatı da denediler. O pusat kendi boyunlarını vurdu, ülkenin ensesindeki çıbanı patlattı, yıkımı ağır olsa da fesat çekirdeği açığa çıktı. Tarihin en büyük inanç kırılması yaşandı her mahallede, hatta her evde.
Deniz Baykal'ı alaşağı edip Kemal Kılıçdaroğlu'nu CHP'nin başına getiren kaset operasyonu, hükümet üzerinde de denendi. Kimi siyasiler ise, toza bulansalar da, amiyane tabirle halk yemedi. Kendisi, ailesi ve bakanlarına dair kasetler havada uçuşurken, halk ilk seçimde Recep Tayyip Erdoğan'ı yüzde 52 oy ile Cumhurbaşkanı seçti.
O demden bu deme halk Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı öyle ya da böyle Cumhurbaşkanlığı makamında tutarken, uyarı babında mesajlarını hep Ak Parti üzerinden verdi, hele son yerel seçimlerde son derece sert bir şekilde kulak çekti.
Hükümet ve partisinin, en dağınık, zayıf, kararsız olduğu zamanı dilin bir miktar, göreceksiniz ki o dilimlerde haset daima tavan yapmıştır. Hükümetlerin ve iktidar partilerinin, en dağınık, en zayıf, en kararsız olduğu anlar, partililerin kendilerini en güçlü hissettiği zamandır ve öyle zamanlarda muhalefet ile uğraşmayı değer görmeyenler, birbirleriyle uğraşır, ayni, nakdi yahut itibari rant peşinde koşarlar.
İyi demişim dokuz yıl önce, iyi ki demişim;
“Bu memleketi pusat değil fesat, hükümeti kaset değil haset yıkar!”
Haset duygusunun ne belâ bir meret olduğunu Ankara'da görüp yaşadık.
Hasedinden kendi cehennemini yüreğinde taşıyan insanların, kalabalık unvanlarına, boylarına poslarına bakmadan ne ucuz numaralar çektiklerini, önemli diplomatik görüşmeler öncesinde meselâ, toplantı odası hazırlanırken gizlice içeri girip isimliklerin yerlerini değiştirdiklerine şahit olduk.
Kendisini Erdoğan'ın organları üzerinden konumlandıran kimilerin, adamcağızın arabasında ölüm tehlikesi atlatışına değil, o sırada yanında kıskanılan birinin olmasına üzülüp öfkelendiğini ve o öfke ile gazete maymuncuklarını kullanarak kıskandığını gömecek haberler yazdırdığını, evet bunların yapılabildiğini öğrendik.
Daha neler öğrenmedik ki?
Hüznüm odur ki, öğrenme sürecimiz bitmedi bu lanet olası haset dersinde. Hâlâ görüyoruz. Adama bir bakıyorsun efsane, fakat an geliyor, öyle bir şey oluyor ki, kendi emrindeki memurun güzel işler yapıp az biraz öne çıkmasına çıldırıyor, o memurun ve emri altındaki bütün memurların büyük küçük demeden canlarına okuyacak hamleler yapıyor.
Güzele güzel demeyi suç sayan bir duygu bu haset. “Ben güzele güzel demem / Güzel benim olmayınca” derler ya hani, hasetçinin dilinde bu “Ben güzele güzel dedirtmem / Güzel ben olmayınca” ifadesine bürünüyor.
Bizim memlekette “Garnalmaz” derler hasetçiye. Karnı almaz yani. Birinin kendisinden iyi, güzel işler yapıp öne çıktığını görünce karnı şişer, patlayacak hale gelir ve akıl baştan gider, sevdiğine düşman olur.
Siyasette misali çoktur bunun ve gözümüzün önünde dururlar da bir türlü ibret olmazlar. Haset yumağını kar topu misali büyüterek yuvarlanır giderler ve fakat sonunda ipin ucunun başkasının eline geçtiği anlaşılır.
Her hasetçi müstakbel bir maşadır çünkü, akıbet mutlaka kuklalaşır, onun bunun eline oyuncak olur. Kullandığını zannettiğinin taharet bezine dönüşür, affedersiniz.
Oncasını gördük, şahit olduk ve şuna iman ettik; o hasetçilerden hiç biri asla hırslandıkları o yere erişemiyor, o menzile varamıyor, o makama ulaşamıyor.
Aksine kime haset ettilerse; hırsları büyüdükçe o kişi, o kişinin yeri, menzili, makamı da büyüyor, daha varılmaz, erişilmez, ulaşılmaz hale geliyor. Hırslarıyla büyütüyor kıskandıklarını haset ehli ve yok etmek istediklerinin gölgesine dönüşüyorlar. Bir zamanlar “eşek” dedikleri adamın kararlı bir yancısı, yardakçısı olup çıkıyorlar, ben diyerek bende oluyorlar meselâ.
Öyle garip bir ben idraki bu!
Hasetçinin kaderi bu aslında; daima yerde, daima ayak altında ve daima yüzü kara yaşamak!
Kariyeri, unvanı, şöhreti oranında kararıyor hasetçinin yüzü, siretini suretinde taşıyor...
Ya dirisini kıskandığı kişinin ölümüne bile haset ediyor, alim olamayınca zalim, baş olamayınca nebbaş oluyor.
Yahut dostun dostu ziyaretini kıskanıyor; kalem oynattığı mevkutenin, hasetlerini harman etmiş patronlarının daha dün yalvar yakar tırmaladıkları kapıya çamur, öykünmeye bile cesaret edemeyeceği kelam ustasına satır atıyor.
Siz onları biliyorsunuz, bana isim sormayın; kişinin adına değil, sıfatına, suretine değil, siretine bakmalı.
Ne demişim dokuz yıl önce?
“Bu memleketi pusat değil fesat, hükümeti kaset değil haset yıkar!”
Öyledir evet...
Yeryüzünün tabiatında hasat vardır; sap biçilir, tam başaklar toplanır, harman edilir.
Siyasetin tabiatında ise haset vardır; saf biçilir, tüm alçaklar toplanır, insan yakılır.
İşte o zaman yıkılır hükümet!
Haset dumanı göğü sardığında. Hiçbir koruyucu tabaka dayanamaz çünkü haset zehrine.
Şimdi diyeceksiniz ki, “Amedbaba n'oldu, gene ortadan ortadan konuşmaya başladın? Bırak edebiyat parçalamayı, sadede gel!”
Hay hay! Geleyim!
Velakin siz bana cevap verin; insanın dirisine değil ölüsüne bile haset edilen bir ortamda siz O'na ait bütün kelimeler ile Allah'a sığınmaz mısınız?
Dostun dostu ziyaretinden fesat üretecek kararlı bir haset karşısında, seher vakti yâr dışında kimin kapısını çalarsınız, kimden medet umarsınız?
Edebiyat parçalamıyorum hayır, parçalanmış edebe ağıt yakıyorum!
Üzgünüm Leylâ!