Rüzgâr uyumuştu. Ay dalıyordu. Her taraf ıssızdı. Uzak bir iki yıldız ölgün bakıyordu. Çıt bile yoktu. Bahçedeki oğlan yalnızdı, gözlerinin rengi kadar kalbi güzel olan ürkek kızı bekliyordu. Cenap Muhittin Kozanoğlu ise çoktan ölmüştü.
İşte böyle dingin bir gecede şehir manzaralı evinden Ankara'yı seyreden Yüksek Mahkeme Üyesi Engin Bey bir anda deliye döndü. Bir şey dikkatini çekmişti. Ölgün yıldızlardan zannettiği bir ışıktı bu. Fakat bir tuhaflık vardı o ışıkta. İçeri koşup merdiven altındaki ıvır zıvır dolabından eski dürbününü aldı. Camına tükürüp tozunu sildi ve o şeye yeniden baktı. İlk gördüğünde ölgün bakışlı yıldız zannettiği ışık, çalıştığı daireden, Yüksek Mahkeme binasından yükseliyordu. Ölgün mölgün de değildi üstelik. Binanın bütün katları, bütün odaları şıkır şıkır yanıyordu.
Müthiş öfkelendi bu ışığa Engin Bey. Bu saatte Doğu'dan yükselmesi beklenen ışığın şu an dürbünle baktığı yerde olmaması gerekiyordu. Anlaşılan birileri lambaları söndürmeyi unutmuş, ışıkları açık bırakmış, mensubu olduğu Yüksek Mahkeme'nin değil, elektirik dağıtım şirketinin hayrına iş yapmıştı. Düpedüz israftı bu.
“Yöneticimiz uyuyor mu?” diyerek gıcırdattı dişlerini.
Dürbünü elinden fırlatıp telefona sarıldı, Yüksek Mahkeme Başkanı Zühtü Bey'i aradı.
Üçüncü sinyalde açıldı telefon.
“Alo, Zühtü Başkan, sen misin?”
“Hayır!” dedi karşıdaki ses. “Ben Refik Fersan. Yanlış numara!”
Telefon kapandı.
Daha bir öfkelendi Engin Bey. Telefondaki ses Zühtü Başkan'ın sesiydi, şıp diye tanımıştı. İşin içinde başka iş olmalıydı. O an aklına geldi. Yeniden telefona sarıldı, Twitter hesabını açtı, Takipçi listesine baktı, hesap isimlerini taradı.
Takipçilerinin arasında Refik Fersan diye biri vardı.
Facebook, Instagram hesaplarını da kontrol etti. Evet. Refik Fersan oralarda da kendisini takip ediyordu. Oysa Ekşi Sözlük'ten Wikipedia'ya kadar herkes, Refik Fersan adlı şahsın 1963 yılında öldüğünü, bahçedeki oğlanın, ürkek kızı yıllardır boşuna beklediğini söylüyordu.
İşte o an deliye döndü Engin Bey. Her şey apaçıktı artık.
Demek ki; Mahkeme Başkanı Zühtü Bey gecenin bu saatlerinde kılık değiştiriyor, hukuki tabirle tebdil-i kıyafet ediyor, Refik Fersan takma adıyla sosyal medyaya takılıyor ve belli ki mahkeme üyelerinin tweet atıp atmadıklarını gizlice kontrol ediyordu. Bu durumun başka bir izahı olamazdı.
“Madem öyle, ben de bunun gereğini yaparım” dedi, yaptı.
Tekrar merdiven altına gitti, ıvır zıvırları karıştırdı. Bu sefer Pandemi Yasağı günlerinde Hepsi Burada'dan aldığı zoom lensi çıkardı, telefonun kamerasına taktı, tripodunu en uygun yere koydu, bütün ışıkları yanan mahkeme binasının görüntüsünü 18'le çarptı.
Görüntü muhteşemdi. Mahkeme binası Vegas Venetian Otel gibi şıkır şıkırdı. O oteli medyadan biliyordu. Yükse Mahkeme üyeliğine seçildiğinde bir dostu onu uyarmıştı, “Bir gün Başkan olursan o otelden uzak dur” demişti. Çünkü gazeteci Yurtsan Atakan o oteli mesken tutmuş, yıllar önce atladığı bir haberin acısını çıkarmak için pusuya yatmış, asansörde purolu başkan avlamaya çalışıyor, tarihin tekerrür etmesini bekliyordu. Pusudaki bir gazeteci için yakalanan avın Üst Kurul yahut Yüksek Mahkeme Başkanı olması önemli değildi, herhangi bir başkan olması kafiydi.
Engin bey'in internetten satın aldığı zoom lens ilk defa işe yarıyordu. Çektiği fotoğrafa hayranlıkla baktı. Paylaş sembolüne bastı, Twitter'ı seçti, üstüne Refik Fersan kod adlı Zühtü Başkan görsün diye iki kelimecik yazdı:
“Işıklar yanıyor.”
Ve kıyamet koptu.
Kıyametin koptuğunu tam 4 saat sonra öğrendi Engin Bey.
Adamcağız Mahkeme Başkanı fotoğrafı görsün, mesajı okusun, mahkemenin gece bekçisini arayıp ışıkları söndürtsün ve böylece Pandemi dolayısıyla ağırlaştırılan Tasarruf Genelgesi'ne aykırı durum ortadan kalsın da yüksek mahkemenin mehabeti gölgelenmesin, hukukun üstünlüğü zedelenmesin diye düşünmüştü.
Maksadı buydu. Maksadı bu olduğu için de görevini yapmış insanların derin huzuru ile yatıp uyumuştu.
Uyandığında birilerinin o safiyane maksadı gecenin rengine kattığını, elektrik tasarrufundan darbeci mutasarrıf türetip ortalığı ayağa kaldırdığını öğrendi. İşin kötüsü, bahçedeki oğlan bile gözlerinin renginden işkillenip kızı bahçede dımdızlak bırakarak gitmişti bu matem ortamında.
Engin Bey'in attığı tweeti ilk gören Zühtü Başkan değil, Soylu Bakan'dı. Çat Kandil'de çat kapı arkasında nereden çıkacağı belli olmayan, kaç öğün yediği ne vakit uyuduğu anlaşılamayan Soylu Bakan, Engin Bey'in tehlikeli sularda yüzdürülen tweetine karşı, bakanlık binasının bütün ışıklarını yaktırıp fotoğrafını çektirmiş, “Işıklarımız hiç sönmüyor” diye meydan okumuştu.
Bir kez daha deliye döndü Engin Bey. Kulağında bir an Cumhurbaşkanı'nın sesi yankılandı:
“Neredeeeeeeen nereye!”
Bütün bunların üstüne habbeden kubbe, zerreden kürre üretebilen yaratıcı gazetecilerden İsmail Saymaz ile Sevilay Yılman meydana çıkıp, Engin Bey'in tweetindeki mesajını biri anlamlı, diğeri derin bulduğunu yazarak maksadına takla attırmış, kıyametin daha büyük kopmasını sağlamışlardı.
Düpedüz Darbe Tellallığı yapmakla suçlanmıştı tam 4 saat boyunca!
Olacak şey değildi. Hukuka saygı gereği Tasarruf Genelgesi'ne uyma zorunluluğunu hatırlatma maksadı neredeeeeee, orduyu darbeye çağırıp Twitter milletini 15 Temmuz'a uyandırmak maksadı neredeeee?
Olacak şey değildi ama olmuştu işte.
Rüzgâr uyanmış, ay hilale dönmüştü artık. Yıldızların bakışı bile ölgün değildi, ışıklar saçıyordu. Bahçede o güzel kalbi korkuyla pır pır atan kızın gözlerinin renginden işkillenen oğlan, şimdi sokaklarda namlusuna çıkmak için münhal tank arıyordu.
Maksat maksat olalı hiç bu kadar aşılmamıştı!
O kız o bahçede kalbi durup şak diye düşüp ölse, sorumlusu Engin Bey olacaktı, bu kadar aşıktı eşik! Bu işin sonunda kaşık da, keşik de tehlikeye düşebilir, Engin Bey'in tarihin bir tekerrüründe asansörde yakalanma şansı sıfırlanabilirdi.
Gelecek ile kumar oynuyordu birileri... İsrafa deva olmak isterken, birileri maksadını dava konusu etmek istiyordu. Tasarruf etmek istediği elektirik akımına kapılmış gibi titredi Engin Bey. Ne yapacağını şaşırmıştı. Önce twitterdaki özel odasına kilitledi kendisini. Vegas'taki eski Başkan da öyle yapmıştı bir zamanlar netekim. Bekledi.
Bir ara Soylu Bakan'ın tweetine Yücesoylu bir karşı tweet geldi Mersin'den.
“Engin Bey artık tek güvencemiz sizsiniz!” diyordu Mersin'in eski Belediye Başkanı.
Bu bile rahatlatmadı Engin Beyi. Çünkü Yücesoylu eski Başkan ana muhalefet partisindendi. Bir destek maksadı içeriyor olsa da, meydana dökülenler maksat maksat üstüne aştırıp, Twitter ana sayfasını Türkiye Askeri Müdahaleler Tarihi kitabının kapağına çevirmişlerdi.
Çarklar dönmeye başlamıştı bir kere, çanların kimin için çaldığının önemi yoktu artık. Çaresiz kendisini kilitlediği Twitter odasından çıktı, attığı tweeti sildi, yeni bir tweet attı. Kısaca “Bana maksadımı aştırttırdılar!” dedi.
Ve telefonu çaldı. Arayan Zühtü Başkan'dı. “Yanlış numara” diyen ses tonuyla kısa, açık ve net konuştu:
“Öğleden sonra 2'de acil toplanıyoruz, orada ol!”
“Emredersiniz Refik Başkan!” dedi Engin Bey. Sonra hemen toparladı yanlışını.
“Afedersiniz, Refik Fersan diyecektim!”
Karşı taraf telefonu kapattı.
Şehir manzaralı pencereye yürüdü Engin Bey. Sabah olmuş, enginde yavaş yavaş günün minesi parlıyordu. Zoom lensini takıp baktı tekrar. Mahkeme binasının ışıkları sönmüştü. Soylu Bakan'ın makam odasındaki ampul ise, inatla yanmaya devam ediyordu.
Kulağında Cumhurbaşkanı'nın sesi mükerrer çınladı:
“Neredeeeeeeen nereyee!”
Bahçede kalbi durup ölen o güzel kızı düşündü. Neydi gözlerinin rengi? Bilemedi.
Çıldırmak işten bile değildi!