Haber 365
Haberlere Hızlı Erişin Son Dakika Haberleri ve Gelişmeleri Anında, Herkesten Önce Öğrenmek İçin;
Takip Et
Yaralarından Beslenen Kudurmuş Köpekler Gibi
Ahmet Tezcan
Yaralarından Beslenen Kudurmuş Köpekler Gibi
08.05.2020 Cuma 14:59

Gazeteciliğe başladığım 80’li yılların başında harika insanlarla tanıştım.

Ankara’dan İstanbul’a geleli 4 yıl olmuştu, üstüm başım Anadolu kokuyordu. İstanbul hayallerimi korkutarak süsleyen bir şehirdi ve tedirginliğimi, çekingenliğimi henüz üzerimden atabildiğim söylenemezdi.

Öyle bir hâl içinde Edebiyat Fakültesi’ndeki Türk Dili hocamız merhum Muharrem Ergin’in tavsiyesi ile gazeteciliğe merhaba dedim.

Tanışıp sevdiğim ilk insanlardan biri Şeref Oğuz’du. Gece muhabiri olarak çalışıyordu. İstihbarat servisinin Doktor ünvanlı tek muhabiriydi.

Şaşırtıcı zekası, elektronik aletlere merakı, klasik Türk müziğine dair bilgisi ve başladığı zaman saniyede sekiz on espri patlatabilen sıra dışı bir adamdı. “En az bildiği konu iktisat, onun da doktorudur” derlerdi.

Fotoğraf çekmesini bilmiyordum, öğretti. Fotoğraf makinem yoktu, gece işi bittikten sonra Canon Ftb makinasını çekmecesine bırakır, kilitlemeden giderdi, sabah işe geldiğimde alır, akşama kadar kullanırdım.

Ta ki Harp Okullarımız yazı dizisi için Hava Harp Okulu’nda öğrencilerin uyanışını çekmeye gittiğim sabah alaca karanlık koridorda düşüp makinanın kristalini kırana kadar böyle devam etti.

Para biriktirip aynı marka fotoğraf makinası aldım götürdüm, bugün bile ne vakit eskilerden dem vurulsa “Makinamı kırmıştı alçak” diyebilmek için herhalde, kabul etmedi. Hâlâ takılıp durur.

Onun sayesinde gazetenin Almanya masasında çalışan Ömer Lütfi Mete ile tanıştım ve gerisi geldi. Harika bir arkadaş grubu vardı.

Adı anılınca bugün “Uçurumun kenarındayım Hızır” diye başlayan şiiri ve Deli Yürek ile Kurtlar Vadisi dizileri gelen Ömer Lütfi Mete, Rize havalisinde 17 yaşında iken “acar vaiz” olarak tanınmış, daha sonra İstanbul’a gelip edebiyat okumuş ve Şeref Oğuz ile birlikte gazeteciliğe başlamış, zamanla ve kendisiyle yarışan bir yazardı.

Ve diğerleri...

İsimlerini yaşdaşım çok insanın bileceği Halit Kakınç, Ümit Sinan Topçuoğlu, Oruç Rahmi Güvenç, Bülent Kısa eskimez arkadaştılar.

Her birinin düşünce ve inanç dünyası ayrı fakat zekaları, bilgileri birbirine denk idi. Çok farklı hayatları vardı ama bir araya geldiklerinde dışardan bakan göz, bir anadan doğduklarını zannedebilirdi.

İlk Anadolu Rock gruplarından Dönüşüm orkestrasının kuran ve o yıllarda TRT radyolarındaki Radyo Tiyatrosu’nun program müziğinin arkasındaki isim Halit Kakınç’tı, o müzik Kiziroğlu Mustafa Bey uyarlamasının girizgahı idi.

Radyo Tiyatrosu dinlemeyi çok sevdiğim için o müziği iyi biliyordum, Halit Kakınç’a ait olduğunu yıllar sonra öğrenecek, gizli gizli gururlanacaktım.

Olmayan bir kolunun boşta kalan ucunu ceketinin cebine koyarak sağlam olan tek eliyle harika yazılar kaleme alan ve bana hep Zehir Hafiye’yi çağrıştıran Ümit Sinan Topçuoğlu, kurduğu TÜMATA grubuyla kadim Orta Asya müziklerini icra ederek psikiyatrik hasta tedavi eden Oruç Rahmi Güvenç, arkası dönük satranç oynaması ve karate ustalığı yanında astroloji ve kara büyü bilgisiyle insanlar üzerinde cin midir şeytan mıdır tereddütü bırakan Bülent Kısa tanıdığım bu grubun vazgeçilmezlerindendi.

Bugün sadece Şeref Oğuz ve Halit Kakınç kaldı o gruptan.

Niye anlatıyorum şimdi bunu? Sokağa çıkma yasaklı 65 yaş üstüne iki yılı kalmış yaşlı bir adamın çene düşüklüğünden mi?

Siz öyle diyebilirsiniz, ben hayır diyeceğim.

Birbirinden çok farklı siyasi düşünce, dini anlayış ve hayat tarzları olmasına rağmen, aralarından birini diğerine tercih etmeyecek kadar bağlı bu gruba benzer dostlukların artık var olmadığını düşünüyorum.

Bugün çıkarsız, ivazsız, garezsiz dostlukların yerine aynî, nakdî yahut itibârî rant birliktelikleri tercih ediliyor.

Şimdi düşününce, sözünü ettiğim o gruptaki arkadaşların o denli farklı dünyaları olmasına rağmen, birini diğerine tercih ettirmeyen bağın; müzik ve kitap, yani sanat ve edebiyat olduğunu görüyorum.

Siyaset, ticaret, ideoloji hatta din, onların sanata ve edebiyata düşkünlüklerinin gerisinde kalıyordu.

Elbette siyaset, ticaret, ideoloji ve din konularında çok insanın aşık atamayacağı bilgilerle donanımlı idiler ve elbette bir araya geldiklerinde bunlar da konuşulurdu ama benim “sanat ilmin edebidir” diyerek üç kelimeye sığdırmaya çalıştığım bir güzelliğin, eski tabirle bedîiyyâtın, hadi biraz zıpırca bir çok bilmişlik havasıyla söyleyeyim, estetiğin düşkünü idiler.

Alav Alatlı’nın paçozluk dediği, bendenizin pespayelik diyerek yüreğimi anca soğutabildiğim günümüz hastalığına yol açan temel nedenin, estetikten, bediiyattan, güzellikten uzak yaşamalar olduğunu düşünüyorum.

Sağımız, solumuz, önümüz, arkamız en ilkel kabilecilik taassubuyla sobelenmiş hayatlar yaşıyoruz şimdi.

Sütten ak kaşıklarımızla her cîfeyi yiyor, kerâmeti kendimizden, kerâhati başkasından biliyoruz.

Siyasetimiz de, ticaretimiz de, ideolojimiz de, dini anlayışımız da böyle. İstisnamız yok. Evet, bu böyle, inanmayan bütün bağlarından ve duygularından arınmış vaziyette sosyal medya kanallarında akıp gidene bir kaç dakika baksa yeter.

Bize “kelâm” sorumluluğunu veren kudret, bunu “kalem” şartına bağlamıştı oysa.

Kalemimizi kırdık, kelâmı kaybettik, bu yüzden bütün kelimelerimiz keskin bıçak!
İrinli yaralarından beslenen kudurmuş köpekler gibiyiz!

Haksız mıyım Leylâ?